-HaKiKaT-
Altın Üye
- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Eğitim mevzubahis olduğunda sayın Başbakan'ımız ülkemize kazandırdıkları üniversitelerden gururla söz etmektedir. Elbette ki yapılan ciddi bir iştir; ilmî seviye ve buna bağlı olarak teknik tekamül milletlerarası münasebetlerde mühim bir rol oynar.
Bilginin güç olduğu kadim zamanlardan beri bilinen bir gerçektir. Bilgiyi elde etme ve kullanma hususunda ileri giden milletler dünyanın istikbali hakkında daha çok söz sahibi olurlar. Diğerleri onların gölgesinde kendisine hayat hakkı arar.
Unutulmaması gereken şudur ki üniversitelerin işlevlerini kuruluş kanunları, binalar ve idarî personel yerine getirmez. Esas vazife bilim insanlarına düşer. "Bir müdür, bir mühür, burası üniversite buyur" denirse yükseköğretim kurumları ayağa düşer. Böyle durumlarda üniversitenin varlığı yokluğundan beterdir. Cemiyet, diplomalı cahillerle dolar. Üstelik bunların çoğu da kendi durumunu takdirden aciz olur. Cahillikleriyle hükmedenlerden milletimizin neler çektiği yakın tarihimizdeki örnekleriyle malumdur.
Bazı sosyal bilimciler, egemenliği ve üstünlük kurmayı biri manevî ve ahlakî, diğeri maddî ve siyasî olmak üzere iki başlık altında incelerler. Bu tasnif belki meselenin daha kolay anlaşılmasına hizmet eder fakat gerçeği tam olarak izah edemez. Sosyal bilimlerde ileri olanların diğer bilimlerde kısa zamanda ilerlemeleri gibi, yüksek bir maneviyata ve ahlaka sahip olanların maddî ve siyasî hakimiyetlerini tesis etmeleri kaçınılmazdır.
İngiliz tarihçi Wels "İzni olmadan kuşların kanat çırpamadığı Müslüman hakanlar" dönemi olarak tavsif ettiği haşmetli mazimizin büyüklüğünü haklı olarak ilim ve tefekkürdeki durumumuza bağlar. Gerçekten de yıldızımızın parladığı zamanlarda manevî ve ahlakî bakımdan eşsiz kıymetler taşıyan büyük alim ve veliler yetiştirmiştik. Bu zamanlarda teknik bakımından da başka milletlerden üstündük. Ne zaman ki manevî hayatımız erozyona uğramaya başladı, maddi dünyamızın zayıflaması gecikmedi.
Müspet ilimlerle içtimai ilimlerin ne kadar iç içe olduklarını tarihimizdeki şu olay bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Birçok bakımdan zayıfladığımız son dönemde Japon imparatoru, İstanbul'a birçok hediyelerle birlikte hususi bir mektup gönderir. Mektupta, kendisine İslam dini hakkında bilgi vermek üzere Japonca bilen, yoksa İngilizce, Fransızca ve Almancası yeterli olan din alimleri istemektedir. Abdülhamid ilim adamlarımızın durumunu yakından bilmekle beraber Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin de fikrini alır. Ne yazık ki bu vasıflara sahip yetişmiş bir insanımız olmadığı için fırsat kaçırılır.
Zannediyorum müspet ilimlerde ileri küçücük bir Batı ülkesi için böyle bir imkân doğsaydı, yüzlerce papaz ya da misyoner gönderirlerdi. Abdülhamid Han eğitim ve öğretime büyük önem verdi, Batı'yla aramızdaki mesafenin kapanmasını istedi. Birçok mesafeler kat edildi ama iç ve dış gaileler dolayısıyla uçurum giderek derinleşti. Ecdadımızın kahramanca direnmesine rağmen bu uçurum devletimizi alıp götürdü.
Cumhuriyetimiz inkılap heyecanı üzerine kuruldu. Bu başlarda anlaşılabilir bir meseledir, fakat bilim gerçek manasıyla hiçbir zaman hak ettiği payeye kavuşamadı. Öğretim ve eğitim yuvalarımız inkılapları yerleştirmek için bir vasıta kabul edildi. Bu rahatlık dolayısıyla kürsüleri işgal edenlerde araştırma, sentez yapma, gerektiğinde karşı çıkma şevki doğmadı. Birçokları kendilerini inkılapların bekçileri sayıp bununla yetinmeyi marifet zannettiler. İlmin soğukkanlılığı yerine siyasetin hırçınlığını mizaç edindiler. Kendileriyle sınırlı kalmayıp tavırlarını yeni nesillere mal ettiler.
İlmin iki büyük düşmanı içimizdeki ihtiraslar ile dışımızdaki otoritedir. Maddî ihtiraslar ve doymak bilmeyen iştihalar sözde ilim adamlarını birtakım ümitlerin peşine takıp otoritenin emrine sokar. İlim hakikatten ziyade siyasilerin arzularının ifadesi olur. Yakın tarihimiz ilim adamı kılığına girmiş acemi aktörlerin hezeyanlarıyla doludur. 27 Mayıs gibi buhranlı günlerde bu palyaçoların fetvaları nice maskaralıklara sebep olmuş, aziz milletimize neler çektirmiştir.
Hiçbir vicdan sahibi, milletinin her vesileyle benzer acılara düçar olmasını istemez. Şu bilinmelidir ki toplantı nisabı konusunda yürütülen zorlama akıllar azıcık hukuk bilgisine sahip herkesi kara kara düşündürmüştür. Unutulmamalıdır ki hukuk siyasileşirse zalim bir celladın elinde mazlumun boynuna geçen urgana dönüşür. Bunu fark eden ve her işin güçle hallolduğuna kani olan mazlum da güçlü olmanın yollarını arar ve cemiyetimiz manasız bir boğuşma ortamında sürüklenip durur.
Zaman
MEHMED NİYAZİ
http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=770385&title=gercek-bilim-insanlarina-muhtaciz
Bilginin güç olduğu kadim zamanlardan beri bilinen bir gerçektir. Bilgiyi elde etme ve kullanma hususunda ileri giden milletler dünyanın istikbali hakkında daha çok söz sahibi olurlar. Diğerleri onların gölgesinde kendisine hayat hakkı arar.
Unutulmaması gereken şudur ki üniversitelerin işlevlerini kuruluş kanunları, binalar ve idarî personel yerine getirmez. Esas vazife bilim insanlarına düşer. "Bir müdür, bir mühür, burası üniversite buyur" denirse yükseköğretim kurumları ayağa düşer. Böyle durumlarda üniversitenin varlığı yokluğundan beterdir. Cemiyet, diplomalı cahillerle dolar. Üstelik bunların çoğu da kendi durumunu takdirden aciz olur. Cahillikleriyle hükmedenlerden milletimizin neler çektiği yakın tarihimizdeki örnekleriyle malumdur.
Bazı sosyal bilimciler, egemenliği ve üstünlük kurmayı biri manevî ve ahlakî, diğeri maddî ve siyasî olmak üzere iki başlık altında incelerler. Bu tasnif belki meselenin daha kolay anlaşılmasına hizmet eder fakat gerçeği tam olarak izah edemez. Sosyal bilimlerde ileri olanların diğer bilimlerde kısa zamanda ilerlemeleri gibi, yüksek bir maneviyata ve ahlaka sahip olanların maddî ve siyasî hakimiyetlerini tesis etmeleri kaçınılmazdır.
İngiliz tarihçi Wels "İzni olmadan kuşların kanat çırpamadığı Müslüman hakanlar" dönemi olarak tavsif ettiği haşmetli mazimizin büyüklüğünü haklı olarak ilim ve tefekkürdeki durumumuza bağlar. Gerçekten de yıldızımızın parladığı zamanlarda manevî ve ahlakî bakımdan eşsiz kıymetler taşıyan büyük alim ve veliler yetiştirmiştik. Bu zamanlarda teknik bakımından da başka milletlerden üstündük. Ne zaman ki manevî hayatımız erozyona uğramaya başladı, maddi dünyamızın zayıflaması gecikmedi.
Müspet ilimlerle içtimai ilimlerin ne kadar iç içe olduklarını tarihimizdeki şu olay bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Birçok bakımdan zayıfladığımız son dönemde Japon imparatoru, İstanbul'a birçok hediyelerle birlikte hususi bir mektup gönderir. Mektupta, kendisine İslam dini hakkında bilgi vermek üzere Japonca bilen, yoksa İngilizce, Fransızca ve Almancası yeterli olan din alimleri istemektedir. Abdülhamid ilim adamlarımızın durumunu yakından bilmekle beraber Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin de fikrini alır. Ne yazık ki bu vasıflara sahip yetişmiş bir insanımız olmadığı için fırsat kaçırılır.
Zannediyorum müspet ilimlerde ileri küçücük bir Batı ülkesi için böyle bir imkân doğsaydı, yüzlerce papaz ya da misyoner gönderirlerdi. Abdülhamid Han eğitim ve öğretime büyük önem verdi, Batı'yla aramızdaki mesafenin kapanmasını istedi. Birçok mesafeler kat edildi ama iç ve dış gaileler dolayısıyla uçurum giderek derinleşti. Ecdadımızın kahramanca direnmesine rağmen bu uçurum devletimizi alıp götürdü.
Cumhuriyetimiz inkılap heyecanı üzerine kuruldu. Bu başlarda anlaşılabilir bir meseledir, fakat bilim gerçek manasıyla hiçbir zaman hak ettiği payeye kavuşamadı. Öğretim ve eğitim yuvalarımız inkılapları yerleştirmek için bir vasıta kabul edildi. Bu rahatlık dolayısıyla kürsüleri işgal edenlerde araştırma, sentez yapma, gerektiğinde karşı çıkma şevki doğmadı. Birçokları kendilerini inkılapların bekçileri sayıp bununla yetinmeyi marifet zannettiler. İlmin soğukkanlılığı yerine siyasetin hırçınlığını mizaç edindiler. Kendileriyle sınırlı kalmayıp tavırlarını yeni nesillere mal ettiler.
İlmin iki büyük düşmanı içimizdeki ihtiraslar ile dışımızdaki otoritedir. Maddî ihtiraslar ve doymak bilmeyen iştihalar sözde ilim adamlarını birtakım ümitlerin peşine takıp otoritenin emrine sokar. İlim hakikatten ziyade siyasilerin arzularının ifadesi olur. Yakın tarihimiz ilim adamı kılığına girmiş acemi aktörlerin hezeyanlarıyla doludur. 27 Mayıs gibi buhranlı günlerde bu palyaçoların fetvaları nice maskaralıklara sebep olmuş, aziz milletimize neler çektirmiştir.
Hiçbir vicdan sahibi, milletinin her vesileyle benzer acılara düçar olmasını istemez. Şu bilinmelidir ki toplantı nisabı konusunda yürütülen zorlama akıllar azıcık hukuk bilgisine sahip herkesi kara kara düşündürmüştür. Unutulmamalıdır ki hukuk siyasileşirse zalim bir celladın elinde mazlumun boynuna geçen urgana dönüşür. Bunu fark eden ve her işin güçle hallolduğuna kani olan mazlum da güçlü olmanın yollarını arar ve cemiyetimiz manasız bir boğuşma ortamında sürüklenip durur.
Zaman
MEHMED NİYAZİ
http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=770385&title=gercek-bilim-insanlarina-muhtaciz