Fetullah Gülen şebekesi, Siyonist Abd'nin Misyonerleri Mi?

Kara Kartal

Banned
Katılım
4 Nis 2007
Mesajlar
1,531
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Yaşasın Yobazlar ve Kahpeler için İstiklal Mahkeme
Fetullah Gülen şebekesi, Siyonist Abd'nin Misyonerleri Mi?



"Çağdaş Nurculuk" mu, "Bid'atkârâne bir hıyanet" mi?

Zaman'dan Ahmet Kurucan'ı izliyorum bir zamandır. Fethullah Gülen hareketi ile "Nurculuk" olarak ifade edilen, öyle tanınan/bilinen yapı arasındaki makasın gittikçe nasıl açılmakta olduğunun somut delillerini sunuyor bize.


"Değişen dünya"dan, "Kur'an ve bağlayıcı sünneti ihtiva eden İslam'ın sabit; ama ondan anlaşılan manaların, yani Fıkh'ın değişken, çünkü beşerî" olduğundan, dolayısıyla "Evrensel olmadığı"ndan, "içtihadi hükümlere (Yani Fıkh'a) karşı korumacı ve kollamacı zihniyetten", "bu zihniyetin ifşası"ndan, "bunun bir ideoloji haline getirilmesinin hepten zararlı ve tehlikeli" olduğundan, bunun da mensuplarını "çağın dışına iteceğinden"... bahsediyor.

Onun "yeni içtihad" çağrısı yapan, okurlarını zihnen buna hazırlayan ve bunun karşısında duranları kâh açık, kâh örtülü itham eden bu tavrı ister istemez Fethullah Gülen'in Prof. Dr. Faruk Beşer hoca tarafından "radikal" olarak tavsif edilen ve böyle olduğu için "mahrem tutulduğu" belirtilen içtihadlarına[1] zemin ittihazı olabilir mi?

Bu "yeni durum"un şu ana kadar ciddi bir tahlilinin yapılmadığı ortada. Bediüzzaman merhumun önünde "6 mani" bulunduğunu belirttiği "içtihad kapısı" sessis-sedasız buharlaştırılırken kendisini "Nur talebesi" olarak ifade eden kitle ne düşünüyor bilemem ama, şu yazı çerçevesinde ve "içtihad" meselesi bağlamında yapılacak kısa bir mukayese bile şu hususu net bir şekilde ortaya koyacaktır sanırım: Fethullah Gülen adıyla anılan hareket, "Nurculuk" diye bilinen oluşumun "çağdaşlaşmaya doğru evrim geçirmekte olan" bir versiyonudur. Evet ondan tamamen kopuk değildir, ama Nurculuğa temel karakterini veren birtakım hususlarda bir algı, değerlendirme ve tarz farklılığı arz ettiği de açıktır.

Bediüzzaman merhum "... selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir" derken Kurucan'ın -Fıkh'ı tümüyle "dönemsel", dolayısıyla "değişmesi gereken" olarak gören tavrını nasıl bir tutabiliriz?

Bediüzzaman merhum, "şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer'iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler" derken Kurucan Fıkh'ın "beşerî" olduğunu söylüyor. Hangisi doğru?

Şu hale göre Kurucan'ın "... taassup sınırlarını zorlayan hatta zaman zaman bu sınırları çok aşan bu zihniyet, belki de -niyetlerini Allah bilir- faydalı olacağım diyerek yürekten inandığı yapıya en büyük zararı vermektedir" şeklindeki ifadelerinin muhatabı "... şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyleyse şeriat namına içtihad edemez" diyen Bediüzzaman merhum olabilir mi?

Kurucan'ın "İşte İslam hukuku adı verilerek, evrenselliğine göndermeler yapılarak günümüze taşınan beşeri görüşler ve yorumlar, Müslüman'ın inandığı bu bütünlüğü bozuyor, akıl-kalp, dünya-ukba parçalanmışlığına sebebiyet veriyor. İslam fıkhının başka hukuklarla mukayese edildiğinde en belirgin, en bariz ve en üstün özelliği, bu yaklaşımla ortadan kaybolup seküler bir mahiyet kazanıyor" diyerek baş aşağı etmeye çabaladığı yapı Bediüzzaman merhumun dilinde ifadesini şöyle buluyor:

"... Halbuki, din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm (...), din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir (en azından bir koruyucu deri hükmündedir). Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek manasına gelir."

Neredeeen, nereye!!![2]

Rand'in son raporu: Türkiye'de Amerikancı İslam şebekesi kurulmasını öneriyor

2003 yılında yayımlanan Sivil Demokratik İslam adlı RAND/CIA raporunun paralelinde, "Ilımlı Müslüman Şebekeler İnşa Etmek" başlıklı 220 sayfalık bir rapor, geçtiğimiz günlerde yine RAND Corporation tarafından yayımlandı. Raporda yine Cherly Benard'nın da imzası var. Benard, 2003'te yayımlanan Sivil Demokratik İslam başlıklı raporda, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi için gerekli ideolojik zeminin Ilımlı İslam tasarımı ekseninde örgütlenmesini önermişti. Yeni yayımlanan bu rapor ise, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi ekseninde İslam dünyasındaki siyasal-toplumsal cepheleşmeleri kendi müdahaleleri ve uzun vadeli stratejik çıkarları ekseninde biçimlendirme ve yaratılan bu cepheleşme üzerinden geniş bir "müttefik kadrosu" yaratma arayışlarına dönük stratejik ve taktik hedeflerini sistemleştiriyor. Öte yandan "sivil", "demokratik" ve "dindar" bir cumhurbaşkanı tarifi yapan Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın bu tanımlamasında Sivil Demokratik İslam raporunun argümanlarını kullanmış olması da, yeni yayımlanan raporu, 2003 tarihli rapor kadar önemli kılıyor.

Yeni raporda üç temel unsur dikkat çekiyor.

Birincisi, ABD radikal İslamcı akımların Arap Yarımadası'ndan kaynağını aldığını ve buradan doğup Büyük Ortadoğu'ya yayıldığını yazıyor. Böylece terörün kaynağı olarak Arabistan ve İslam gösterilerek asıl suçlu Siyonist ABD gizleniyor! Buna karşı geliştirdikleri öneri, akışı tersine çevirmek. Yani, radikal İslam'ın Arap Yarımadası'ndan çevreye yayılmasına karşı, güçlendirilen Ilımlı İslam'ın çevre ülkelerden Arap Yarımadası'na yayılması. Rapor'da Türkiye'nin ve özel olarak da AKP'nin ABD projesi açısından taşıdığı önem burada belirginleşiyor. Zira RAND/CIA Raporu, kendi ifadeleriyle "odak noktasının Ortadoğu'dan, daha özgür bir ortamın bulunduğu, aktivizme ve etkiye daha açık bir çevreye sahip ve başarı şansının daha muhtemel olduğu Müslüman bölgelere kaydırılmasını öneriyor."

"Ilımlı İslamcı Proje, Ulus Devletin Sonudur" itirafı yapılıyor!

Raporda, Ilımlı İslamcı şebekelerin inşa edilmesinin ABD'nin uzun vadeli stratejik hedeflerine ulaşmasını kolaylaştıracağı ifade ediliyor. Bu aşamada bir diğer önemli nokta, Soğuk Savaş döneminde CIA tarafından kullanılan taktiklere atıf yapılırken, yeni tehdidin Soğuk Savaş dönemine göre önemli bir açıdan farklılık gösterdiğinin saptanmış olması. O da, geçmiş dönemin aksine tehdidin coğrafi sınırlarla hapsedilmiş bir ulus devleti aşacak biçimde, asimetrik ve uluslararası ağlara sahip bir nitelikte olması. Tam da bu nokta, MİT Müsteşarı'nın geçtiğimiz aylarda yaptığı "ulus devletin tehditleri karşılamakta yetersiz kaldığı" yönündeki açıklaması ile paralellik taşıyor. ABD, yarattığı tehdit algısı üzerinden "ulus devlet "in iş göremez olduğu fikrini yaygınlaştırmanın yollarını arıyor. Sonuçta rapordan, Ilımlı İslam'ın inşasının ulus devletin tasfiyesi sürecini tamamlayacağı itirafı çıkıyor.

Raporun yaşamsal önem verdiği bir diğer konu, Ilımlı İslamcı şebekelerin inşa edilmesi sırasında kimlerin doğal müttefik olduğu ve kimlerin ABD'nin "sivil demokratik İslam" cephesine devşirileceği sorunu. Rapora göre ABD'nin doğal müttefiki Fethullah Gülen.
Bu anlamda tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir "fikir savaşı" başlatmanın gerekliliğine işaret eden rapor, Avrupa'daki Müslüman diasporayı, Güneydoğu Asya Müslümanlarını bu bölge içinde değerlendiriyor ve ardından sadece bir ülkenin adını geçiriyor: Türkiye.

Rand/CIA Raporu: "Fethullah Gülen'i, ABD'nin doğal müttefiki" İlan ediyor!

Raporun 70. sayfasında, "Batı, radikal İslamcı akımlara karşı, laiklik yanlılarından, liberal Müslümanlardan ve Sufi geleneğini sahiplenen ılımlı gelenekçilerden müttefikler edinebilir" ifadesi yer alıyor ve gelenekçilerle Sufiler'in Müslümanlar arasında çoğunlukta olduğu vurgulandıktan sonra, bu akımların Batı'nın doğal müttefikleri olduğu 73. sayfada açıklanıyor. Batı'nın bu söz konusu doğal müttefikleri arasında ismi verilen tek kişinin Fethullah Gülen olması ise rastlantı değil. Rapor, bu noktadan sonra Fethullah Gülen'in ABD açısından taşıdığı öneme geniş yer ayırıyor. Rapordan alıntılıyoruz:

"Fethullah Gülen'in Bartholomeos'la görüştüğü anlatılıyor!"

"Türkiye'den dini lider Fethullah Gülen, modern Sufi ılımlı İslam'ı teşvik ediyor. Gülen, diyalog ve hoşgörü yaklaşımını Hıristiyanları ve Yahudileri kapsyacak biçimde genişletiyor. Kaldı ki Gülen, İstanbul'daki Ekümenik Patrik Bartholomeos ile iki kez görüştü, 1998'de Papa'yı Roma'da ziyaret etti ve İsrail'den dini liderlerin ziyaretini kabul etti."

Rapor'da Gülen'in İslam'ın ılımlı yorumunu gerçekleştirerek Arap dünyasından ayrıldığı belirtiliyor. Bu nokta, ABD'nin ılımlı İslamcı şebekeler üzerinden Arap yarımadasına sızma taktiği açısından Gülen'e atfettiği rolü açığa vuruyor. Ancak raporun 89. sayfasında, Gülen'in Ilımlı İslamcı yaklaşımının Arap yarımadasında bu haliyle zor kabullenileceği belirtiliyor, yerel motiflerin Gülen'in yaklaşımındaki ağırlığının bu yaklaşımın Ortadoğu'da propagandasının yapılmasını ve küreselleştirilmesini zorlaştırdığı vurgulanıyor. ABD'nin Türkiye merkezli dinlerarası diyalog ve yeni din yaratma arayışlarının arkasında bu zorlukların aşılması hedefinin de bulunduğu böylece ortaya çıkıyor.
Potansiyel müttefikler tanıtılıyor

ABD açısından Ilımlı İslam projesinde potansiyel müttefikler: liberal ve layt, Müslüman akademisyenler, gösteriliyor. Bu kesim, özellikle Ilımlı İslamcı bir uluslararası fikir bloğu oluşturulması açısından önemseniyor. Ancak esas rol, genç ve ılımlı din adamları ile müttefik cemaatlerin aktivistlerine yüklenmiş. Bu kesime, ılımlı İslamcı akademisyenlerin fikirlerini sokağın, cemaatin diline tercüme etme, fikirleri tabana yayma görevi veriliyor. Camilerde bu propagandanın yürütülmesinin zorunluluğu açıkça ifade ediliyor.

Öte yandan bazı gazetecilerin, yazarların ve iletişimcilerin sözde radikal İslamcı özde ise Amerikan karşıtı toplumsal kanaati tersine çevirmek için kullanılacakları ve potansiyel müttefik olarak desteklenecekleri de raporda açıkça ifade ediliyor. Dolayısıyla bu raporda yapılması gerektiği söylenerek yazılanlar, yapılanların bir listesi aynı zamanda. Ama yapılanların hangi merkeze dayandığını göstermesi bakımından bu raporlar, büyük önem taşıyor.

Özetle:

Sonuç olarak ABD, Haçlı İrtica projesinde Türkiye'yi hedefe koyduğunu bu raporla da açıkça itiraf ediyor. Ülkemizde siyasal-toplumsal cepheleşmenin ABD karşıtlığı üzerinden gelişmesini engellemek adına yapay radikal İslam-Ilımlı İslam cepheleşmesi yaratmaksa, hedefin saptırılması arayışlarına denk düştüğü kadar; TSK karşıtı, "sivil ve demokratik" etiketi ile beslenen AKP cephesine farklı kesimlerden müttefikler devşirilmesine de kapıyı aralıyor. Bu nedenle, önce İslamcı kadrolardan Amerikancı müttefikler devşiren ve AKP'yi oluşturan ABD'nin, yaratmaya çalıştığı "sivil-darbeci" ikilemi üzerinden sivil toplum kuruluşlarını, İkinci Cumhuriyetçi kadroları ABD Büyükelçisi'nin arkasında sıralamasının ve 14 Nisan pratiğinin dışına savurmasının mantığı, bu yeni RAND/CIA raporu okunduğunda daha iyi anlaşılıyor.[3]

Darbe imalatı da aynı merkezden çıkıyor

Genelkurmay: Andıç servisinde ABD bağlantısına ulaşıyor!

Basındaki akreditasyonla ilgili andıcın Nokta dergisine sızdırılmasında ABD parmağı saptandı. Askeri Başsavcı Saim Öztürk, taslak halindeki metnin Genelkurmaydan çalındığını ve ABD'de bir adrese postalandığının saptandığını belirtti. Aydınlık, servisi yapan Türkiye'deki merkezin, başında Akyürek'in bulunduğu Emniyet İstihbaratı olduğunu öğrendi.

İki hafta önce basına yansıyan "akretide gazeteciler" andıcı yaygarasından sonra şimdi de "darbe günlükleri" asparagası gündemde. Her iki imalat da aynı merkezden yapılıyor. Amaç, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı psikolojik savaş.

Öte yandan basındaki akreditasyonla ilgili andıcın sızdırılmasıyla ilgili Genelkurmay'ın yaptığı soruşturmada çarpıcı bilgilere ulaşıldı.

Konuyla ilgili gazetecilere bilgi veren Genelkurmay Askeri Başsavcısı Albay Saim Öztürk, 12 Ekim 2006'da Genelkurmay'ın bilgisayarlarından çalındığım ve ABD'de bir adrese postalandığını belirtti. Yayınlanan andıcın gerçek olduğunu ancak taslak metin halinde olduğunu söyleyen Öztürk, raporun yurtdışı bağlantısının Amerika Birleşik Devletleri olduğu yönünde tespitler olduğunu söyledi.

Aydınlık, Genelkurmay'ın ABD bağlantısını saptadığı andıç servisinde Türkiye ayağının hangi merkez olduğu bilgisine ulaştı: Başında Ramazan Akyürek'in bulunduğu Emniyet İstihbaratı. Haberi yapan, "eski solcu" Ahmet Şık, eski bir "polis muhabiri" ve poliste derin bağlantılar içinde.

Darbe imalatı ve Ordu'yu yıpratma planı tutmuyor!

Andıç asparagasını yayımlayan Nokta dergisi, 29 Mart'ta çıkan sayısında da darbe yaygarası kopardı. Emekli Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu iddia edilen günlüklerde Örnek'in şimdiki ADD Genel Başkanı Şener Eruygur'la darbe planladığı öne sürülüyor. Nokta'nın Genci Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, kapak haberinin nasıl okunması gerektiğine ilişkin yazısında şöyle diyor:

"Günlükleri okuduktan sonra günümüzdeki kitlesel eylemlerin 'sivilliğine inanmak çok zor. Doğrudan bir darbe tehlikesi içinde değiliz bugün, fakat 14-15 Nisan'daki Anıtkabir'e yürüyüş dahil, örgütlenen kitlesel sivil hareketlerin tümüyle 'sivil' olduğunu düşünmek de saflık olacaktır."

Görmüş'ün bu tanımı milli kuvvetleri suçlamakla kalmıyor, Hükümet'e karşı çıkan tüm kitle örgütlerini de töhmet altında bırakıyor. Görmüş'ün yorumunun bir başka boyutunu da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin milleti kışkırtmak için çalıştığı iddiası oluşturuyor.

AKP borazanı Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül "Ankara'daki oyunu kuran kim?" diye soruyor

Ya böyle bir senaryo hazırlanıyorsa? Ya ABD'nin hayalindeki Türkiye'nin yolu Kuzey Irak'tan geçiyorsa? Şu an Ankara'da oynanan iktidar oyununu kimler kuruyor acaba?

Ankara'da olanlar, sadece Türkiye'nin iç iktidar çekişmesiyle sınırlı kalmayacak. ABD'nin Ortadoğu politikalarını, AB'nin bölge politikalarını ve üyelik sürecini, yakın çevremizdeki gelişmeleri ciddi biçimde etkileyecek. Türkiye'deki kavga üzerinde en etkin güç elbette Washington. Sadece etkin, yönlendirici değil aynı zamanda sonuçlarından en çok etkilenecek olan ülke de ABD... Peki ABD, Ankara'daki iktidar mücadelesine nasıl bakıyor? Hangi tarafı destekliyor? Kimlerle işbirliği yapıyor? ABD için demokratik sürecin işlemesi mi önemli bölgesel çıkarları mı? Orduyu mu destekler sivil hükümeti mi? Hangisi ABD çıkarlarına daha uygun?

Öncelikle Washington'dakilerin demokrasi gibi uğruna bir şeyler feda edecekleri bir değeri yok. Türkiye'nin özgürleşmesinden, demokratik kurumların güç kazanmasından daha büyük öncelikleri var. Bu hep böyle olmuştur. Çünkü demokratik süreç ABD için bazen tehdit olabiliyor: Ortadoğu'daki demokratik süreçleri baltalamasının nedeni bu. Türkiye'de 1 Mart tezkeresi demokratik sürecin eseri değil mi?

Yeni durum ABD'nin bölgede geliştirmeye çalıştığı serbest pazar için tehdit oluşturuyor. Özellikle yeni Ortadoğu dizaynı için. Özellikle Irak için. Mesela Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahale ihtimali Washington için asla göze alınamayacak bir gelişmedir...

George Bush yönetiminin; "Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahalesi İsrail'in Lübnan'daki yenilgisine benzer stratejik bir yenilgiye dönüşür" uyarısının bu dönemde yapılması oldukça manidardı ama Türkiye'de pek kimsenin dikkatini çekmedi. Türkiye'de lobicilik yapan ABD'liler İsrail'in Hizbullah karşısındaki hezimetinin bir benzerini Türkiye'nin Kuzey Irak'ta yaşayabileceğini, böyle bir müdahalenin ABD ve NATO desteğinden yoksun olacağını söylüyormuş...

Net olan, Kuzey Irak meselesinin hem Türk-ABD ilişkilerinde hem de Türkiye'nin iç siyasi ve toplumsal yapısında derin krizlere, ayrışmalara, hatta çatışmalara neden olabileceğidir. İsrail'in Lübnan'daki hezimetini K. Irak'ta Türkiye'nin yaşadığını düşünelim. Nasıl bir Türkiye'de yaşarız?[4]

ABD Büyükelçisi Ross Wilson keramet sergiliyor!

Yoksa, bu senaryo ABD'nin mi?

ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Türkiye'de siyasi gelişmelerle ilgili olarak 2007'nin çok ilginç bir yıl olacağını, çok sıcak tartışmaların yapılacağını birkaç ay öncesinden bildiklerini söylüyor!

Ross Wilson, laik ve demokratik bir toplum olarak Türkiye'ye büyük güven duyduklarını belirterek, siyasi ve toplumsal alanda süren tartışmaların uzlaşma sağlanması bakımından önemli olduğunu belirtiyor. NTV'nin gündeme ilişkin sorularını yanıtlayan Wilson, Türkiye'de siyasi gelişmelerle ilgili olarak 2007'nin çok ilginç bir yıl olacağını, çok sıcak tartışmaların yapılacağını birkaç ay öncesinden bildiklerini açıklıyor. "Böyle canlı tartışmaların ve seçimin yapılması çok çok iyi bir şey" diyen Wilson, demokratik toplumlarda uzlaşmanın bu şekilde sağlanacağını vurguluyor. "Ordudan gelen açıklamadan önceden haberimiz yoktu" diyen Wilson, kendilerinin çok daha önceden pozisyonlarını net bir biçimde ortaya koymuş olduklarını, "Demokratik bir toplum olarak Türkiye'ye çok önem veriyoruz. Türkiye'nin anayasal süreçlerine saygı duyan bir konumdayız" diye konuşuyor. Türkiye'de yapılacak seçimlere de büyük önem verdiklerini kaydeden Wilson, "Türkiye'de laikliğin tehlike altında olduğu" iddialarını nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine: "Bizim Türkiye'ye demokratik, laik bir toplum olarak büyük bir güvenimiz var. Geçmişte bu konuda kararlılık göstermiş ve gelecekte de bu konuda kararlılık göstereceğine inandığımız bir ülke... Türkiye'de bu konudaki tartışmalar da oldukça uygun bir şekilde yerine getiriliyor" diye cevap veriyor. Ordu ile açıklama sonrasında temasta bulunup bulunmadıklarının sorulması üzerine Wilson, özel yollarla diplomasi yürüttüklerini ve doğal olarak Türk yetkililerle siyasi ve askeri düzeyde temaslarının olduğunu söylemekle yetiniyor.

Büyükelçi Wilson, kendilerinin de Türk halkıyla birlikte gelişmeleri takip ettiklerini belirterek, Türkiye'de pazar günü Cumhurbaşkanlığı seçimi oylamasının yapılacağını ve erken seçim kararının alındığını hatırlatarak, bütün bu gelişmeleri olumlu karşıladıklarını, demokratik toplumlarda uzlaşmanın önemli olduğunu kaydediyor.

Wilson, cumhurbaşkanını halkın seçmesi konusundaki tartışmaları değerlendirmesinin istenmesi üzerine de, demokrasinin çeşitli biçimleri olduğunu ifade etti ve bu konuda bir hükümde bulunamayacaklarını, buna Türk halkının kendisinin karar vereceğini söylüyor.

ABD-AB Güven bunalımı artıyor!

Avrupa'nın önemli düşünce üretim merkezlerinden Brüksel Forumu, Transatlantik ilişkilerinin geleceğini masaya yatıran geniş kapsamlı bir toplantı düzenledi.

Avrupa ve ABD'den siyasetçiler, akademisyenler ve gazetecilerin davet edildiği üç günlük beyin fırtınasının katılımcıları arasında biz de varız. O nedenle ikiüç yazımız biraz "jeostrateji" soslu olacak.

"Transatlantik ilişkilerinin geleceği" ifadesi aslında , "ABD-Avrupa ilişkileri cicim yıllarına döndürülebilir mi" anlamına geliyor.

Çünkü nasıl Meclis'in 1 Mart 2003'te tezkereyi reddetmesiyle TürkiyeABD ilişkileri yeni bir döneme girdiyse, Fransa ile Almanya'nın Irak savaşına karşı çıkmalarıyla ve ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in bu ikilinin başı çektiği grubu "Yaşlı Avrupa" diye küçümsemesi, hatta alay etmesiyle de Atlantik'in iki yakası
"Türkiye'ye büyük bir güvenim var, ABD'nin de Türkiye'ye büyük bir güveni var, kurumlarına bir güven var." diyen Wilson, Türkiye'de demokratik ve laik değerlerin bulunduğunu, bunların çok açık bir biçimde son birkaç haftadır gösterildiğini yineliyor.[5]

arasında uçurum doğdu. Dahası, onca çabaya, Brüksel Forumu benzeri kuruluşların onca ortak payda arayışına rağmen, uçurum giderek daha da derinleşiyor.

Bunu anlamak için ABD'nin AB nezdindeki eski Büyükelçisi Rockwell A. Schnabel'in geçenlerde yayınlanan "AvrupaABD: Bir ortak gelecek" adlı kitabına göz atmak yeterli.

11 Eylül saldırılarından hemen sonra göreve atanan ve Başkan Bush'un 2005 Şubat'ındaki Brüksel ziyaretinin ertesinde veda eden Schnabel kitabında AB'nin bir "Jeopolitik süpergüç" olma hedeflerine verip veriştiriyor. Bu planları Fransa'nın tarihi Cumhurbaşkanı General de Gaulle'ün 1960'lardaki Amerikan gücünü dengeleme, hatta Avrupa'daki etkisini zayıflatma söylemlerinin hortlaması olarak gören Schnabel, AB'nin NATO'dan ayrı ortak savunma gücü, ortak genelkurmay ve ortak karargah niyetlerini de "ABD'ye karşı bağımsızlık bildirisi" diye niteliyor.

ABD'ye karşı yeni cephe mi oluşuyor?

Beyaz Saray'a yakın bir isim olan Schnabel'in kuşkuları o kadarla da kalmıyor. İşi, AB'nin "Yeniden çok kutuplu bir dünyanın çekim ve güç merkezlerinden biri" olmak istemesinin, aynı hedefe yürüyen Rusya, Çin ve Hindistan'la birlikte ilerde ABD'ye karşı ortak cephe kurma planlarının parçasını oluşturduğu iddiasına kadar götürüyor!

En şaşırtıcısı, ABD'nin kuşku kapsamına dünyadaki en yakın müttefiki, Irak'ta ve Afganistan'da birlikte savaştığı İngiltere'nin de girmeye başlaması!

Geçenlerde Washington'da Türk kamuoyuna pek yansımayan bir olay patlak verdi: ABD, geleceğin savaş uçağı olarak gösterilen "Joint Strick Fighter" projesinde İngiltere'nin ortaklığını askıya aldı. Nedeni: ABD'nin bu savaş uçağını İngiltere'ye teslim ederken silah sistemleri sırlarını barındıran kodları vermek istememesi!

Londra'da kıyamet koptu: "ABD'nin bu kararıyla İngiltere'nin egemenliği tehlikeye düşecek" demeçleri verildi, "Kırmızı çizgilerimiz çiğneniyor" denildi, "Kodlar verilmezse biz de uçakları almaktan vazgeçeriz" resti çekildi.

Ancak ABD şu ana kadar kararını değiştirmedi. Hatta İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw'un gençliğinde komünist fikirler taşıdığını hatırlatıp, Tony Blair hükümetine bile kuşkuyla baktığını ima etti!

Şimdi projenin Avrupalı diğer ortakları Norveç, İtalya, Danimarka, Hollanda ve Türkiye (Evet, biz de varız) yeni strateji belirlemek için İngiltere'yle birlikte toplantı üstüne toplantı yapıyorlar. ABD de -özellikle Savunma Bakanlığı- bu koalisyonu, "Potansiyel düşman" olarak görüyor, iyi mi!

Biz de Brüksel'de onca sınavdan geçmiş ABD-Avrupa ittifakının (Türkiye dahil) asla sarsılamayacağı üstüne parlak nutuklar dinliyoruz. Gel de inan.
Büyük oyun tezgahlanıyor!

Marshall Fonu öncülüğündeki Brüksel Forumu'nun "Küreselleşme Çağında Transatlantik Meydan Okumaları" konulu toplantılar dizisinde konuşmacı ya da panelist olarak mikrofona gelenlerin (ABD Senatosu'nun güçlü üyelerinden John McCain'den Belçika Başbakanı Guy Verhofstadt'a, Türk kamuoyunun iyi bildiği Richard Holbrooke'tan NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer'e, AB'nin ortak dış politika ve güvenlik Yüksek Komiseri Javier Solana'dan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'ya, yine çok iyi tanıdığımız Komisyon Başkan Yardımcısı Günter Verheugen'e kadar) tümü konuyu hangi perspektiften işlerlerse işlesinler, bir şekilde sözü süper güç adaylarına getirdiler: Rusya, Hindistan ama ille de Çin.

Özellikle NATO'nun Hollandalı Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer'in ittifakın yeni vizyonunu anlatırken kullandığı bir deyim dikkatimizi çekti: "Transatlantik bölgesi dışındaki küresel müttefik adaylarımız..."

NATO'nun ana karargahı Brüksel'de olduğuna ve orada görevli üst düzey temsilcilerin ve komutanların hiç de azımsanmayacak bölümü toplantıları izlediğine göre, bu bilmeceyi çözmek için daha uygun fırsat ya da mekan bulamazdık.

Epey uğraştık ama sentez yapmaya yeterli bilgiye ulaştık. Özetle şöyle:

NATO: Dünya jandarması mı yapılıyor?

NATO harekat alanı ve planını yeniliyor. Bir başka deyişle görev tanımını değiştiriyor. Bu amaçla bünyesinde Transformasyon Komutanlığı oluşturdu. Öylesine stratejik bir önem yüklendi ki bu yeni birime, NATO'nun can damarı Operasyon Komutanlığı ile eş değerde konuma getirildi.

Transformasyon Komutanlığı'nın başında Amerikalı bir orgeneral var. Ve o asker ABD Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kurulan Transformasyon Komutanlığı'nın da başında! Bu ne demek? Cevap: NATO'yu ABD kendi stratejik vizyonuna göre yeniden yapılandırıyor.

Sorulara devam edelim. Peki bu yeni vizyon hangi temele oturtuluyor? Cevap: Asimetrik tehditler, yani terör bir yana bırakılırsa, yakın geleceğin yeni çatışma alanları belirleniyor.

Bir soru daha: Yeni çatışma alanları olarak nereleri düşünülüyor? Cevap: Orta Asya ama özellikle de Pasifik. Coğrafi veya jeostratejik sınırları böyle çizilen bölgede "düşman" adaylarını tahmin etmek güç değil:

Rusya, Hindistan ve onlardan da önce, onlardan da olası, onlardan da önemli veya tehlikeli Çin!

Önümüzdeki sonbaharda Baltık kıyısındaki Riga'da yapılacak NATO zirvesini şimdiden not edin. "Dönüşüm planları"nın ilk somut yansımasını orada göreceksiniz: Gürcistan, Ukrayna, İsveç ve Finlandiya'ya üyelik perspektifi Riga'da verilecek. Hepsi de Rusya'yı çevreleyen veya kuşatan ülkeler.

Bitmedi; ayrıca Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda ile "İmtiyazlı askeri ilişkiler" kurulması kararı da orada alınacak.

Onlar da Çin'i kuşatıyor veya Pekin'e ulaşma menzilinde yer alıyor.

(Aslında İran'la nükleer krizin ardında da Çin'le olası hesaplaşmanın kodları gizli.) Yeni vizyona tek köstek Fransa'dan geliyor: "NATO dünyanın jandarması mı olacak?" ABD şimdilik Paris'i yatıştırmaya çalışıyor ama Brüksel'de konuyu yakından izleyen tüm uzmanlar ve gözlemciler aynı görüşte: NATO askeri misyonuna siyasal görev de eklemeye hazırlanıyor.

Bu, pek de uzak olmayan gelecekte Mehmetçiğin, Güney Kore'ye dönmesi (sıcak çatışma şart değil) demek olacak."

Ama umarız bu şeytanlıklar tutmayacak.

Rusya ve Çin karşı çıkıyor!

"Size gerçekten teşekkür borçluyuz. Gözümüzü açtınız, nereye yönelmemiz gerektiğini gösterdiniz."

Bu sözlerin sahibi bir Rus gazeteci. Marshall Fonu öncülüğündeki Brüksel Forumu'nun "Transatlantik meydan okumaları" konulu toplantılarından birinin tartışma bölümünde söyledi.

Atlantik'in iki yakasındaki nice devlet adamı, siyasetçi ve akademisyen gibi Çin'le yatıp Rusya'yla kalkan panelistler merakla sustu. O da üstüne basa basa devam etti: "Hepiniz ekonomi ile, ticaret ile siyasetin birbirinden etkilenmemesi gerektiğini söylediniz. Ancak geçtiğimiz kış Ukrayna'yla patlak veren doğalgaz krizinde herkes Rusya'yı suçladı. Oysa haklıydık. Anlaşmazlık ekonomikti, ticariydi. Ne var ki, Rusya'ya verip veriştirenlerin tümü siyasal gerekçeler öne sürdü. Bu da bize Batı'nın çifte standardını en somut ve en suçüstü şekilde gösterdi.

Bize tarihi bir yardımda bulundunuz. Ne yaparsak yapalım, ikiyüzlü Batı'ya kendimizi kabul ettiremeyeceğimizi gösterdiniz. Artık yönümüzü biliyoruz: Çin'e kadar uzanan Asya. Bir kez daha teşekkür ederiz."

Herkes donup kaldı. Doğrular ancak bu kadar açık anlatılabilirdi.

Gerçekten de Ukrayna krizinden sonra Rusya kararlı şekilde Doğu'ya, Avrasya'ya döndü. Ve satrancın yeni hamleleri Moskova-Tahran-Yeni Delhi-Pekin dörtgeninde yapılmaya başlandı. Oyuncular: Bir tarafta Çin ve Rusya, karşılarında ABD. Hamlelere hedef olan taşlarda ise Aşkabad, Taşkent, Bişkek, Duşanbe, Astana yazılı.

Rusya ile Çin'in ortak stratejisi, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Kazakistan'la birlikte 14-15 Haziran 2001'de kurdukları Şanghay İşbirliği Örgütü'nü askeri ittifaka dönüştürmek. Tıpkı NATO gibi.

Dahası gözlemci statüsüne sahip İran, Pakistan ve Hindistan ile şimdilik dışarıda duran Türkmenistan'ı da aralarına alabilmek. Asya'yı ağ gibi kuşatacak petrol ve doğalgaz boru hatları projelerini bu hesapların tutkalı olarak görüyorlar.

ABD'nin hesabı ise, Çin'le kaçınılmaz gördüğü çatışmada diğer ülkelerin cephede yer almalarını önlemeye çalışmak.

İpek Yolu duruyor mu?

Hindistan'la nükleer işbirliği anlaşması imzalamasının ardında bu hedef gizli. İran'ın nükleer güç olmasını engellemeye çalışmasının da...

Ancak en yoğun rekabete Orta Asya sahne oluyor. Şimdilik Ruslar bir hamle ilerde: ABD onca uğraşına rağmen Kırgızistan'ı saflarına katamadı. Dahası Özbekistan'dan kovuldu. Üslerini kapatarak. ABD bu yenilgiyi Afganistan'da Mezarı Şerif ve Kandahar'da kurduğu üslerle dengelemeye çalışıyor. Özellikle Kandahar'daki üssü görenler, "ABD en az yarım yüzyıl bu topraklarda kalıcı" diyor.

Peki Orta Asya cumhuriyetlerine ağabeylik iddiası taşıyan Türkiye bu oyunun neresinde? "Hiç yok" dedi Brüksel'de konuştuğumuz strateji analizcileri; "Turgut Özal döneminde atılan tohumlar kurudu, ayak izleriniz çöl fırtınalarıyla silindi." "O da bir şey mi" dedi içlerinden biri.

"Orta Asya bir yana Kafkasya'yı bile kaybediyorsunuz." Ve ekledi: "İşte bir örnek: Gürcistan ordusunu Türkiye eğitti. Donattı, yedirdi, içirdi, silah verdi. Pilotlarını yetiştirdi. Bunun için bir üs verilmişti. Şimdi Gürcüler, 'Size ihtiyacımız kalmadı, üssü boşaltın' diyor. Rusları kapı dışarı etmek için uyguladıkları kaba yöntemin benzeri." Dostumuz, hemen yan masada gülücükler dağıtan Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili'ye göz attıktan sonra, bir soruyla noktaladı:

"Arka bahçesi Kafkaslar'da bile tutunamayan Türkiye nasıl bölgesel güç olacak?" [6]


[1] Prof. Dr. Faruk Beşer, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Fıkhını Anlamak, 43.
[2] Ebubekir Sifil / Milli Gazete / 28.05.2007
[3] D.Yalçın / 29 Nisan 2007 / Aydınlık
[4] 04.05.2007 / Yeni Şafak
[5] (aa)
[6] 01-02. 05.2007 / Erdal Şafak / Sabah

2007 YAZILARI - TEMMUZ2007
Yazar Nevzat GÜNDÜZ
 
Geri
Üst