aRıZaLı
New member
- Katılım
- 12 Eyl 2005
- Mesajlar
- 2,364
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Bu yazıda, gerçeklerle efsanelerin birbirine iyice karıştığı karanlık bir çağda, yakından tanıdığımız iki ünlü tarihsel simânın kan kardeşliğiyle başlayıp ölümcül bir düşmanlıkla noktalanan sıradışı öyküsüne konuk olacağız. Bir cephesinde "Cihan Fatihi" nâmlı Sultan Mehmet, diğer cephesinde ise "Kazıklı Voyvoda" nâmlı Romen Prensi Vlad Tepeş'in yer aldığı son derece trajik bir öykü bu... Öyle her yerde okuyamazsınız, o yüzden tadını çıkartın!
Geçtiğimiz haftanın ortalarında bazı gazetelerimizde Romanya mahreçli ilginç bir haber yayımlandı. Habere göre, Romen Turizm Bakanlığı, başkent Bükreş yakınlarında "Dracula Parkı" adını taşıyacak bir eğlence merkezi açmayı planlıyormuş. Hani şu "Disneyland" türü yerlerden biri...
"Liberal piyasa ekonomisi" tam olarak böyle birşey işte. Ardında yoğun bir trajedi barındıran en istisnai tarihsel olayları ve kişilikleri bile gün gelir para için hiç acımadan soytarıya çevirir. Hele de Vlad'ı yüzyıllardır su katılmamış bir "ulusal kahraman" olarak gören Romenlerin böyle bir işe kalkıştığını gördükten sonra, vahşi kapitalizmin bu yıkıcı kudreti konusundaki endişelerim artık iyice arttı.
Yakın geçmişte bir belgesel film çekimi kapsamında Transilvanya'yı ziyaret edene dek, doğrusunu söylemek gerekirse benim de Vlad Tepeş'e ilişkin bütün tarihsel malûmatım lise kitaplarından öğrendiklerimle sınırlıydı. Ancak, Karpatlar'da çıktığım o gizemli yolculuğun sonunda, öğrencilik yıllarında adını her okuduğumda gözümün jönünde daima canavara yakın bir surette belirten bu ürkütücü insanın gerçek öyküsünü öğrenme fırsatını elde ettim. Evet, Vlad'ın, bizim okul kitaplarının yazdığından çok daha derin ve trajik bir bağı vardı Osmanlı Devleti'yle. Üstelik, bu bağ, Fatih Sultan Mehmet Han ile çocukluk arkadaşlığına, hattâ bir çeşit "kan kardeşliğine" dek uzanıyordu.
Hemen belirteyim ki bu soluk kesici tarihsel öyküyü, Romanya'da çıktığım renkli yolculuk boyunca bana kılavuzluk yapan son derece aykırı bir adamdan, "Transilvanyalı Dracula Derneği'"nin egzantrik başkanı Nicolae Paduraru'dan öğrendim. Kurduğu dernekten de anlaşılacağı üzere aklını Kazıklı Voyvoda ile bozmuş olan Bay Paduraru, Türklerin Vlad'ın hazin öyküsünün önemli bir bölümünde sürekli ön planda olmalarından dolayı, yalnız Romanya tarihini değil aynı zamanda Osmanlı tarihini de yemiş yutmuş "profesör zihni sinir" tipinde bir adamdı. Romanya topraklarında bir hafta süren çalışmamız boyunca da bana Türk-Romen ortak tarihinin derinliklerinden hiç bilmediğim ve duymadığım nice garip olaylar aktardı. Bu alandaki derin bilgi birikimiyle şöhreti ülkesinin sınırlarını aşan Paduraru'ya, şimdilerde History Channel'de vampir efsanelerinin incelendiği bir belgesel programda da sık sık rastlıyorum.
Bükreş'ten başlayan yolculuğum sırasında, Kazıklı Voyvoda'nın hayatında dönüm noktası oluşturan bütün ana duraklara tek tek uğradım. Vlad'ın doğduğu Sighişoara kasabası ve müze olarak korunmakta olan evi, Osmanlı ordusu tarafından kuşatma altına alındığı kuş uçmaz kervan geçmez Poeinari Kalesi ve Snagov gölünün üzerindeki bir manastırda bulunan ürkütücü mezarı, bu duraklardan yalnızca bir kaçıydı.
Gezimizin bir durağında ise Braşov kentindeki görkemli Bran Şatosu'nu ziyaret ettik. Burası görsel açıdan olağanüstü etkileyici bir yer olmakla birlikte, güzergâh ve tarihsel kronoloji itibarıyla Voyvoda'nın öyküsüyle pek örtüşmüyordu. Gezdiğimiz şatonun Vlad'ın serüveninde ne gibi bir anlamı olduğunu sorduğum Bay Paduraru bu soruma karşılık acı acı gülerek "Aslında hiç bir anlamı yok" cevabını verdi. "Biz Romenler Amerikalı turizm yatırımcılarının yoğun baskısı altındayız. Bu adamlar yıllardır seyrettikleri şatolu vampir filmlerinden dolayı, turistlere Dracula turu yaptırırken mutlaka heybetli bir şato da görmek istiyorlar. Bizler de mecburen batıdan gelenlere burayı gezdiriyoruz. Aslında Vlad burada hiç oturmadı. Çünkü ömrü boyunca Türklerle savaşmaktan şatolarda keyif çatmaya pek vakit bulamamıştı."
Sizin anlayacağınız, öykünün bu deforme edilmiş versiyonunun ilk temelleri, Bran Şatosu'nun efsaneye dahil edilmesiyle, yani benim Romanya'yı gezdiğim 1998'lerde atılıyordu. Para için herşeyi sulandıran kapitalist girişimciler de şimdilerde "Dracula Parkı" gibi numaralarla bu oyunu iyice pekiştirmekteler...
Bu pazar Amerikan "showbusiness" palavralarını bir kenara bırakıp yine kendi yolumuzdan gidecek, sıradan bir tarih kitabında ayrıntılarına çok zor ulaşabileceğiniz trajik bir öyküyü, Vlad Tepeş ile Fatih Sultan Mehmet Han'ın sonu kan ile noktalanan arkadaşlığının öyküsünü, tamamen alternatif kaynaklardan derlediğimiz bilgilerle sizlere aktaracağız. Okuduktan sonra şöyle bir düşünün bakalım, İngiliz yazar Tolkien'in bütün dünyayı ayağa kaldıran "Yüzük Kardeşliği" mi daha etkileyici, yoksa bu mu? Üstelik (tarihsel açıdan tam netleştiremeğim bir kaç ayrıntı bir kenara bırakılacak olursa) bu öykü büyük oranda da gerçeklere dayanıyor...
"Şeytan'ın oğlu" saraya gidiyor
Türkler, 1431 yılında Orta Romanya'daki Sighişoara kasabasında dünyaya gelen Vlad'ın hayatında, henüz küçücük bir çocuk olduğu günlerden, savaş meydanında son nefesini verdiği âna dek daima en belirleyici unsur oldular. Buna belki de "alınyazısı" demek daha doğru olur.
Macar kralı Vladislav'ın seçkin birliklerinde yer alan babası Vlad Dracul cengâverliği ve acımasızlığıyla ünlenmiş bir şovalyeydi. Soyadı olarak kullandığı lâkâbı "Dracul"un Romencede "şeytan" anlamına gelmesi de ona yönelik kitlesel korkunun somut bir ifadesiydi aslında.
Vladislav'a bağlı diğer bütün seçkin şovalyeler gibi, kılıcında ve zırhında bir ejderha figürü bulunan baba Vlad, giriştiği savaşlarda uçurduğu yüzlerce kafaya rağmen, oğlu doğduğunda bütün babalar gibi pamuk kalpli bir adama dönüştü ve sevinçten bayram etti. Evladını el bebek gül bebek büyütebilmek için de bütün imkânlarını seferber edecekti nâmlı cengaver...
Romenlerin "Wallachia" olarak andıkları bu topraklar Sultan 2'nci Murat'ın amansız akınlarının ardından Eflak ve Boğdan adlarıyla Osmanlı'ya bağlanınca, baba Vlad da Türklerin o dönemdeki başkenti Bursa'ya ister istemez bağlılığını iletmek zorunda kalıyordu.
Osmanlıların fetih politikasında, kazanılan yeni topraklara, merkezden o yöreye yabancı yöneticiler atamak pek sıklıkla başvurulan bir yöntem değildi. Devlet, bunun yerine daha akıllıca bir yola başvuruyor ve ele geçirdiği her yeni diyara yine o bölgelerde doğup büyümüş sadık yerel liderler tayin etmeyi tercih ediyordu. Bu doğrultuda Wallachia'nın sözü geçen soylularının geniş bir istihbaratını yaptıran Sultan Murat Han, onlar arasından Vlad Dracul'un adının ön plana çıktığını görecekti. Bunun üzerine şovalyenin küçük oğlu ile kızı, bizzat babalarının rızasıyla, yetiştirilmek üzere başkent Edirne'ye getirildi. Ablası sarayda "prenses" statüsünde ağırlanırken, gelecekte Eflak ve Boğdan Voyvodası (Osmanlı'da geniş yetkilerle donatılmış, bir çeşit genel valilik rütbesi) olması planlanan küçük kardeş Vlad da seçkin çocuklara verilen özel bir eğitim programına alınıyordu.
Geçtiğimiz haftanın ortalarında bazı gazetelerimizde Romanya mahreçli ilginç bir haber yayımlandı. Habere göre, Romen Turizm Bakanlığı, başkent Bükreş yakınlarında "Dracula Parkı" adını taşıyacak bir eğlence merkezi açmayı planlıyormuş. Hani şu "Disneyland" türü yerlerden biri...
Korku edebiyatına meraklı olanların da hemen anımsayacağı gibi, sinemanın ölümsüz vampiri Kont Dracula İrlandalı yazar Bram Stoker'ın aynı adlı romanından doğmuştu. Öte yandan Stoker'ın da bu kahramanı dünya edebiyatına kazandırırken, biz Türklerin tarih kitaplarında "Kazıklı Voyvoda" olarak andığımız ünlü Eflak Prensi Vlad Tepeş'ten esinlendiği günümüzde konunun meraklılarınca gayet iyi biliniyor.
Malûm, Vlad düşmanlarını kazığa oturtması ve onların kanını içmesiyle nâm salmış bir tarihsel kişilikti. "Dracula Parkı" projesinin mimarlarının hedefi de kurulacak parkın içindeki bütün etkinliklerin bu vampir esprisine uygun olmasıymış. Sözgelimi, turistlere kan renginde pudingler, beyin şeklinde tatlılar falan satmayı planlıyorlarmış. Ve tabiî Dracula'yı Dracula yapan şu ünlü kazıkların da hemen her köşeyi süsleyeceği belirtiliyordu sözkonusu haberde..."Liberal piyasa ekonomisi" tam olarak böyle birşey işte. Ardında yoğun bir trajedi barındıran en istisnai tarihsel olayları ve kişilikleri bile gün gelir para için hiç acımadan soytarıya çevirir. Hele de Vlad'ı yüzyıllardır su katılmamış bir "ulusal kahraman" olarak gören Romenlerin böyle bir işe kalkıştığını gördükten sonra, vahşi kapitalizmin bu yıkıcı kudreti konusundaki endişelerim artık iyice arttı.
Yakın geçmişte bir belgesel film çekimi kapsamında Transilvanya'yı ziyaret edene dek, doğrusunu söylemek gerekirse benim de Vlad Tepeş'e ilişkin bütün tarihsel malûmatım lise kitaplarından öğrendiklerimle sınırlıydı. Ancak, Karpatlar'da çıktığım o gizemli yolculuğun sonunda, öğrencilik yıllarında adını her okuduğumda gözümün jönünde daima canavara yakın bir surette belirten bu ürkütücü insanın gerçek öyküsünü öğrenme fırsatını elde ettim. Evet, Vlad'ın, bizim okul kitaplarının yazdığından çok daha derin ve trajik bir bağı vardı Osmanlı Devleti'yle. Üstelik, bu bağ, Fatih Sultan Mehmet Han ile çocukluk arkadaşlığına, hattâ bir çeşit "kan kardeşliğine" dek uzanıyordu.
Hemen belirteyim ki bu soluk kesici tarihsel öyküyü, Romanya'da çıktığım renkli yolculuk boyunca bana kılavuzluk yapan son derece aykırı bir adamdan, "Transilvanyalı Dracula Derneği'"nin egzantrik başkanı Nicolae Paduraru'dan öğrendim. Kurduğu dernekten de anlaşılacağı üzere aklını Kazıklı Voyvoda ile bozmuş olan Bay Paduraru, Türklerin Vlad'ın hazin öyküsünün önemli bir bölümünde sürekli ön planda olmalarından dolayı, yalnız Romanya tarihini değil aynı zamanda Osmanlı tarihini de yemiş yutmuş "profesör zihni sinir" tipinde bir adamdı. Romanya topraklarında bir hafta süren çalışmamız boyunca da bana Türk-Romen ortak tarihinin derinliklerinden hiç bilmediğim ve duymadığım nice garip olaylar aktardı. Bu alandaki derin bilgi birikimiyle şöhreti ülkesinin sınırlarını aşan Paduraru'ya, şimdilerde History Channel'de vampir efsanelerinin incelendiği bir belgesel programda da sık sık rastlıyorum.
Bükreş'ten başlayan yolculuğum sırasında, Kazıklı Voyvoda'nın hayatında dönüm noktası oluşturan bütün ana duraklara tek tek uğradım. Vlad'ın doğduğu Sighişoara kasabası ve müze olarak korunmakta olan evi, Osmanlı ordusu tarafından kuşatma altına alındığı kuş uçmaz kervan geçmez Poeinari Kalesi ve Snagov gölünün üzerindeki bir manastırda bulunan ürkütücü mezarı, bu duraklardan yalnızca bir kaçıydı.
Gezimizin bir durağında ise Braşov kentindeki görkemli Bran Şatosu'nu ziyaret ettik. Burası görsel açıdan olağanüstü etkileyici bir yer olmakla birlikte, güzergâh ve tarihsel kronoloji itibarıyla Voyvoda'nın öyküsüyle pek örtüşmüyordu. Gezdiğimiz şatonun Vlad'ın serüveninde ne gibi bir anlamı olduğunu sorduğum Bay Paduraru bu soruma karşılık acı acı gülerek "Aslında hiç bir anlamı yok" cevabını verdi. "Biz Romenler Amerikalı turizm yatırımcılarının yoğun baskısı altındayız. Bu adamlar yıllardır seyrettikleri şatolu vampir filmlerinden dolayı, turistlere Dracula turu yaptırırken mutlaka heybetli bir şato da görmek istiyorlar. Bizler de mecburen batıdan gelenlere burayı gezdiriyoruz. Aslında Vlad burada hiç oturmadı. Çünkü ömrü boyunca Türklerle savaşmaktan şatolarda keyif çatmaya pek vakit bulamamıştı."
Sizin anlayacağınız, öykünün bu deforme edilmiş versiyonunun ilk temelleri, Bran Şatosu'nun efsaneye dahil edilmesiyle, yani benim Romanya'yı gezdiğim 1998'lerde atılıyordu. Para için herşeyi sulandıran kapitalist girişimciler de şimdilerde "Dracula Parkı" gibi numaralarla bu oyunu iyice pekiştirmekteler...
Bu pazar Amerikan "showbusiness" palavralarını bir kenara bırakıp yine kendi yolumuzdan gidecek, sıradan bir tarih kitabında ayrıntılarına çok zor ulaşabileceğiniz trajik bir öyküyü, Vlad Tepeş ile Fatih Sultan Mehmet Han'ın sonu kan ile noktalanan arkadaşlığının öyküsünü, tamamen alternatif kaynaklardan derlediğimiz bilgilerle sizlere aktaracağız. Okuduktan sonra şöyle bir düşünün bakalım, İngiliz yazar Tolkien'in bütün dünyayı ayağa kaldıran "Yüzük Kardeşliği" mi daha etkileyici, yoksa bu mu? Üstelik (tarihsel açıdan tam netleştiremeğim bir kaç ayrıntı bir kenara bırakılacak olursa) bu öykü büyük oranda da gerçeklere dayanıyor...
"Şeytan'ın oğlu" saraya gidiyor
Türkler, 1431 yılında Orta Romanya'daki Sighişoara kasabasında dünyaya gelen Vlad'ın hayatında, henüz küçücük bir çocuk olduğu günlerden, savaş meydanında son nefesini verdiği âna dek daima en belirleyici unsur oldular. Buna belki de "alınyazısı" demek daha doğru olur.
Macar kralı Vladislav'ın seçkin birliklerinde yer alan babası Vlad Dracul cengâverliği ve acımasızlığıyla ünlenmiş bir şovalyeydi. Soyadı olarak kullandığı lâkâbı "Dracul"un Romencede "şeytan" anlamına gelmesi de ona yönelik kitlesel korkunun somut bir ifadesiydi aslında.
Vladislav'a bağlı diğer bütün seçkin şovalyeler gibi, kılıcında ve zırhında bir ejderha figürü bulunan baba Vlad, giriştiği savaşlarda uçurduğu yüzlerce kafaya rağmen, oğlu doğduğunda bütün babalar gibi pamuk kalpli bir adama dönüştü ve sevinçten bayram etti. Evladını el bebek gül bebek büyütebilmek için de bütün imkânlarını seferber edecekti nâmlı cengaver...
Romenlerin "Wallachia" olarak andıkları bu topraklar Sultan 2'nci Murat'ın amansız akınlarının ardından Eflak ve Boğdan adlarıyla Osmanlı'ya bağlanınca, baba Vlad da Türklerin o dönemdeki başkenti Bursa'ya ister istemez bağlılığını iletmek zorunda kalıyordu.
Osmanlıların fetih politikasında, kazanılan yeni topraklara, merkezden o yöreye yabancı yöneticiler atamak pek sıklıkla başvurulan bir yöntem değildi. Devlet, bunun yerine daha akıllıca bir yola başvuruyor ve ele geçirdiği her yeni diyara yine o bölgelerde doğup büyümüş sadık yerel liderler tayin etmeyi tercih ediyordu. Bu doğrultuda Wallachia'nın sözü geçen soylularının geniş bir istihbaratını yaptıran Sultan Murat Han, onlar arasından Vlad Dracul'un adının ön plana çıktığını görecekti. Bunun üzerine şovalyenin küçük oğlu ile kızı, bizzat babalarının rızasıyla, yetiştirilmek üzere başkent Edirne'ye getirildi. Ablası sarayda "prenses" statüsünde ağırlanırken, gelecekte Eflak ve Boğdan Voyvodası (Osmanlı'da geniş yetkilerle donatılmış, bir çeşit genel valilik rütbesi) olması planlanan küçük kardeş Vlad da seçkin çocuklara verilen özel bir eğitim programına alınıyordu.