- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
‘ASRIN DÂVÂSI’ etiketiyle önümüze konan süreç, yaklaşık iki yıldır gündemimizi işgal ediyor.
Bir cephesinden meseleye baktığınızda, mezkûr vetirenin gerçekten ehemmiyetli olduğunu fark ediyorsunuz.
Yeraltından çıkarılan onca mühimmat, fâili meçhul binlerce cinâyet, ülkenin her yanına ahtapot gibi uzanarak kirli emellerini hayata geçirmenin peşinde olan eli kanlı ve organize bir yapı, bu yapının devlet içindeki uzantıları vs vs…
Kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği, dostun düşmanın ayırt edilemediği, her türlü entrikanın ve insan hayatını hiçe sayan komplonun gemi azıya aldığı meş’um bir tablo ile yüz yüzeyiz.
Bu süreç, basında ve kamuoyunda hemen hemen bütün yönleriyle tartışıldı; meselenin el atılmadık, üzerinde imâl-i fikr edilmedik yanı neredeyse kalmadı.
Bu nedenle ben, daha önce defalarca dile getirilmiş konuları tekrar etme niyeti taşımadığım gibi, ‘bu kadar önemli bir konuda yazmamış olmak’ türünden ‘anlamsız’ yaftalara da aldırış etmiyorum.
Amacım, uzun bir süreden beri bu konu ile ilgili zihnimde evirip çevirdiğim birkaç hususu ifade etmek…
Maksat hâsıl olur mu, derdimi anlatabilir miyim; bunlardan emin değilim…
Üstelik işin ucunda ‘eleştiri meraklısı’ damgasını yemek de var!
Ama iki husus var ki, bence bunlar konuşulmaya değer…
Bence daha önemli olan ikincisi ama önce kısa olduğu için ilkini ifade edeyim: Müslümanlar, ne olursa olsun, hakkaniyet ölçülerine riâyet türünden vasıflarına halel getirecek uygulama ve tutumlardan kaçınmalıdırlar.
‘Mâsumiyet karinesi’, bizim adâlet duygumuzda mündemiç bir kâide…
Karşımızda eli kanlı, çıkarından başka hiçbir ilkesi olmayan, vicdânı tümüyle tefessüh etmiş bir mâkule var...
Fakat öyle olsa da biz, ‘düşmanın silahıyla silahlanamayacağımızı’ bilmek durumundayız.
Çünkü biz müslümanız…
O vâdedilen günden korkarız…
Bu yüzden, kurunun yanında yaşı da yakamayız…
‘Topyekün savaş’ nârâları atamayız…
“Bunları yakalamışken tümünü ifnâ edelim” diyemeyiz…
Suçu aşan bir tecziyeye yeltenemeyiz…
İlkelerimizi ‘geçici bir süre için’ rafa kaldıramayız…
Ve tüm bunları, ‘imaj kaygısı’ ile de yapmayız.
Hakikati incitmekten korkarız…
Emânete hıyânet etmekten endişe ederiz…
*
İkinci meseleye gelince…
Bu ‘Ergenekon’ meselesi gündemde olalı beri kendi çevremde belli gözlemler yapıyorum.
Daha doğrusu bazı tavır alışlar kendiliğinden görüş alanıma giriyor.
Mesela ehl-i din içerisinde kaydedeğer çokluğa sahip bir kesimin hayata bakışında ‘baskın’ bir ‘devlet merkezlilik’ olduğunu bu süreç bir kez daha öğretti bana…
Aslında bunun daha doğru adı, ‘bürokrasi merkezlilik’…
Bu tür bir algının içimizde karşılığı olduğunu biliyordum elbette ama kabullerimin bir vesileyle daha teyid edildiğini görmüş oldum.
Bu mantalite, ülkede uzun bir süreden beri varlığını sürdüren mütehakkim elitleri kastederek söylenen, “Adamlar bütün köşe başlarını tutmuş abicim…” şeklindeki ‘yüzeysel’ bir yargıya istinâd ediyor.
Bu terkip bir kez ağızdan çıktığında ise, kurtuluşunuzla ya da inkırâzınızla ‘köşe başlarını tutup tutamamak’ arasında doğrusal ve direkt bir ilişki oluşuyor.
Ve bu zihnî seyir gidip bir yerlerde İslâm’ın mukadderatını, müslümanların kritik mevkileri ‘ele geçirmesi’ ile bağlantılandıran bir bakış bulanıklığı ile buluşuyor.
Bu, haddizâtında ‘devletçi’ veya ‘devlet merkezli’ bir tavır alış…
Karşımızdaki, kabullenilmek istenilmese de, siyâsete indirgenmiş bir hizmet üslûbu…
*
Peki, bu tür bir söylem neyi beraberinde getiriyor?
Eşyâ ve hâdisat bu perspektiften yorumlandığında, devlet kurumlarında yer etmiş ve bu topraklarda İslâm’ın her türlü tezâhürünü yok etmeye programlanmış bazı bürokratik seçkinleri tasfiye etmek, en merkezî iş hâline geliveriyor.
Bu lâdinî zihniyeti devre dışı bırakmak ve yerlerine ‘bizden’ olanları ikâme etmek, gündemin öncelikli maddesi olacak kadar önem kazanıyor.
Bu türden bir bürokratik mücadeleyi öne çıkaranların kullandığı en temel argüman ise yönetim kademelerine çöreklenmiş anti-yerli bir azınlığın, havuç-sopa siyâseti üzerinden bu millete, yani çoğunluğa cebren hükmettikleri iddiası…
Bu iddiayı tümüyle yanlış bulmuyorum; hatta büyük oranda doğru bir değerlendirme bu…
Zaten mesele de tam bu noktada inceliyor ve kritikleşiyor…
Müslümanlar olarak, karşımızda duran bu realiteyle yüzleşirken nasıl bir tavır takınacağız/takınmalıyız?
*
Öncelikle şunu kaydedelim: Mücadelelerinin merkezine zikrettiğimiz türden ‘devletçi’ ve ‘bürokratik’ bir üslûbu oturtmuş kardeşlerimiz, tesbitlerinde değil, bu tesbitlerden hareketle ortaya koydukları mücadele dilinde yanılıyorlar.
Yani tesbitler genel olarak doğru…
Birilerinin olmadık komplolar tezgâhladıklarını, masumların kanı üzerinden kirli plânlar yaptıklarını görmemek mümkün mü?
Hedeflerine ulaşmak için insan hayatı dâhil her türlü hak ve değeri yok sayacak kadar gözü dönmüş bu gayr-ı müslim odakları yok saymanın imkânı var mı?
Kendilerine memleketin idâresi ile ilgili makamları, milletin fertlerine ise ikinci-üçüncü sınıf işleri lâyık gören, seçkinlikleri kendilerinden menkul bir zümrenin varlığını kim inkâr edebilir?
Peki, bunlar doğru ise yanlış olan ne?
Bence yanlış olan, bu tablodan çıkarttığımız sonuçlar ve işbu sonuçların bizi sevk ettiği mücadele dili…
*
Birincisi, böyle ‘kadrolaşmacı’ bir söylem geliştirdiğinizde, kuralları başkaları tarafından koyulmuş bir oyuna gönüllü figüran yazılıyor ve yol almak için çırpındıkça ilkelerinizden az ya da çok uzaklaştığınız bir süreci omuzlarınızda taşımak zorunda kalıyorsunuz.
İkincisi, bazı makamlara önceleri hâlis niyetlerle tâlip olan yandaşlarınız, zamanla o makamların altında kalıp ezilme türünden tuzaklara düşebiliyorlar.
Üçüncüsü, itirazınız kurulu düzene değil de, bu düzene bekçilik edenlerin kimliğine yönelik olduğu için, mevcut vasatı normalleştirip meşrulaştırmak türünden gayr-ı İslâmî bir duruşu sahiplenmek zorunda kalıyorsunuz.
Yani dönüşme tehlikesi ile yüz yüze geliyorsunuz.
Zamanla kırmızı çizgileriniz silikleşiyor ve hassasiyet sahanızın sınırları flûlaşıyor.
İsmet Özel’in ifadesiyle aktaralım: “Bir sistemi değiştirmek için onu tanımak gerekir; tanımak için içinde yaşamak îcâb eder; içinde yaşadıkça da zamanla o düzenin bir parçası hâline gelirsiniz”
Meseleyi daha da somutlaştıralım…
7 yıllık AKP iktidârının serencâmına bir bakınız. Gelinen nokta itibariyle ilkeler üzerinden mi, kısa vâdeli politik çıkarlar üzerinden mi siyaset yürütüldüğünü söyleyebiliyoruz?
Öyle bir kısır döngü ki karşımızda duran; tek başına iktidara gelmiş bir parti, sistemin merkez güçlerinin izin verdiği sınırların ötesinde politika üretemiyor.
Bir itirazı var mıdır AKP kurmaylarının zulme dayalı dünya düzenine?
Başlangıçta bu itirazın nüveleri var idiyse bile dâhil oldukları küresel döngü onlarda bu türden hassasiyetlerden eser bırakmış mıdır acaba?
İslâmî duyarlılığa sahip kesimler, hangi adı konulmamış pazarlıklar neticesinde bu lâdinî düzende bu kadar yol alabiliyorlar dersiniz?
Sahip olduğumuz makamlar ve şöhretimiz meydanda ama bunları kazanmak için ödediğimiz bedellerin çetelesini kim tutuyor?
İtirazlarınızı askıya aldığınız oranda önünüz açılıyor.
Artık anlamak zorundayız; müslümanların hâkim güçlerle mücadele saikiyle de olsa bu mecrâya girmesi, çağın egemen güçlerinin arzu ettiği bir pozisyon…
Siz hasım cepheyi pasifize edip belli makamları ihrâz ettiğinizde, kendinizi tıpkı tasfiye ettiğiniz güruh gibi birileri tarafından yönlendiriliyor bulacaksınız.
Soru şu kadar basit: Neden Refah Partisi iktidârına 1 yıl bile tahammül edemeyen ABD, 7 yıldır AKP’nin sırtını sıvazlıyor?
ABD mi yola geldi, berikiler mi yoldan çıktı?
Bugün geldiğimiz noktada ABD’nin ve hatta İsrail’in müttefiki pozisyonundayız. Zâhiren ‘bir koyup üç aldığımız’ bir süreç bu… Peki, kaçımız bu türden bir müttefikliği hakikaten içimize sindirebiliyoruz?
*
Bakınız, Ergenekon adlandırması ile afişe edilen operasyonlarda tasfiye edilen kirli ellerin hak ettikleri cezayı almasının ne kadar önemli olduğunu biliyorum.
Bu karanlık odakları saf dışı etmek için gösterilen sivil ya da örgütlü çabaları da çok değerli buluyorum.
Ama bir şeye itirazım var: Mücadele ve hizmet çizgimizin merkezine bu türden siyâsî ve politik hesapları yerleştirmek…
Bu kadar maddî açılım, “Hayatın her ünitesinde biz de olmalıyız!” mantığı üzerinde temellendirildi.
Peki, bu ‘her yerde olmak’ düşüncesi terviç edileli beri özü ne ölçüde koruyabildiğimizin hesabı yapılabildi mi?
Biz hedeflediğimiz makamları mı dönüştürüyoruz, makamlar mı bizi yönlendiriyor?
Birileri kaşıkla verip kepçeyle alıyor ve biz, kepçeyle alınanı görmeden kaşıkla verileni muvaffakiyet hanemize yazıyoruz!
En azından bunları düşünerek daha ihtiyatlı hareket edelim diyorum.
Müslümanların hâkim, doktor, yönetici vs. olması da önemlidir ama ondan daha önemli olan, hayatı müslümanca okumayı başarabilmektir.
İkincisi varsa birincisi zaten olur ama ikincisi yoksa birincinin varlığı da anlamsızlaşır.
Endişem, birinciye hasredilen himmetlerin ikinciyi tahkimden bizi alıkoymasıdır.
*
“Çin, kapitalistleştirilerek dize getirilmiştir” meâlinde sözler sarf eden Yusuf Kaplan haksız mı?
Ama işin bu tarafını görmeyip, hâlâ Çin’in göz önünde olan ekonomik büyüme trendine bakarak Çin tehlikesinin büyüdüğünden söz edenler var.
Kapitalizme boyun eğdirildiğinden bu yana Çin diye bir tehlike yok esasen!
ABD ve küresel elitler bunu hep yapıyor. Size bir elma şekeri veriyorlar ve siz yediğiniz şekerin tadıyla sarhoş olmuş bir vaziyette muvaffakiyet türküleri söylüyorsunuz.
Aslında olan, dünyaya nizamat veren güçlerin metod değiştirmesinden ibaret…
Bu metod değişikliği bize kendi başarımızmış gibi gösteriliyor.
Egemenler eski yöntemlerini terk ederken, o yöntemi bizim çabamızla terk etmek zorunda kaldıkları intibâını veriyorlar.
*
Bir düşünelim: Susurluk gündemini takip eden süreçte Türkiye farklı formatta da olsa bir askerî müdahaleye tanıklık etti; Ergenekon gündemine ise askerin elinin zayıflatıldığı bir konjonktür eşlik ediyor!
Parametrelerinin benzerliği üzerinden ortaklaşan iki vetire, seyir noktasında neden birbirinden ayrılıyor acaba?
*
Lafı daha fazla uzatmayalım.
Özetle söylemek istediğimiz şu:
Ergenekon’u tasfiye edelim tamam ama madalyonun öbür yüzünde ehlileştirilen bir müslüman dünya olduğunu ıskalamayalım!
Biz himmetimizi politik/bürokratik alana hapsederken, birileri İslâm’ın altını oyuyor; âgâh olalım!
Himmetimizi neye teksif ettiğimize, neye odaklandığımıza dikkat edelim!
Birilerinin bizi îcâd ettikleri gündemlerle oyalamalarına izin vermeyelim!
Öyle küllî bir projeyle dönüştürülüyoruz ki, hedeflediğimiz makamlara kavuştuğumuzda ve düşman cepheyi tasfiye ettiğimizde yine elimizde bir şey kalmayacak.
Bu kadar Ergenekon’a kilitlenmiş bir müslüman zihin bana asıl meseleden sarf-ı nazar ettiği endişesini yaşatıyor.
Temel meselesi –dine hizmet gayesiyle de olsa- şu veya bu makama gelmek olan bir mü’minin hedef küçültmeye râzı edildiği düşüncesinden vâreste olamıyorum.
Olup biteni biz ve karşıt cephe ikilemesi üzerinden bir bürokratik savaşa indirgemenin yanlışlığının altını çiziyorum.
Bugün İslâm’ın ahkâmı tartışılıyor; Kur’an ve Sünnet dahi masaya yatırılmış durumda; egemen unsurlar, iddiasız bir İslâm tasavvurunu popülerleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
İslâm’ı hedef alan çok daha derin ve hesap edilmiş tasarılar alttan alta hayata geçiriliyor.
Şunu tahayyül ediniz:
Diyelim ki Ergenekon yok. Birileri demokrasinin altını oymaktan vazgeçti.
Yani bugünün müslümanlarının çoğunun hedeflediği ‘demokratik vasat’ cârî hâle geldi.
Böyle bir durumda istediğimizi elde etmiş olacak mıyız gerçekten?
Şimdinin Ergenekoncularının işgal ettikleri bazı mevkileri bizden birileri sahiplenince problem çözülmüş mü olacak?
İşte AKP tecrübesi…
Hatta işte Özal tecrübesi…
İpler kimin elinde?
Çevrenize bir bakın bakalım…
Üst hedef çıtasını demokraside sabitlemiş, küresel kapitalist ve liberal döngüye dünden râzı, kendi dinî kaynaklarını sorgulamaktan iflahı kesilmiş bir müslüman güruh, Ergenekon’u tasfiye etse ne olur; etmese ne olur?
Doğrudur; Ergenekon gibi karanlık yapılar Hukuku’l ibâd’ı tehlikeye atıyorlar ve tasfiye edilmeleri başarılırsa da Hukuku’l ibâdın muhafazası kolaylaşır.
Ama ya Hukukullah?
Siz Ergenekonsuz bir Türkiye’de Hukukullah’a hassasiyetle riayet edileceğine inanıyor musunuz?
Ben bundan o kadar emin değilim!
Sağımda solumda, talepleri ülkenin hassas makamlarına ‘bizden birilerinin’ oturmasından ibaret müslüman kardeşlerimi gördükçe de tereddüdüm iyice artıyor.
Bir müslüman profili takılıyor sürekli gözüme: Beklenti çıtasını demokrasi ve insan haklarına ayarlamış, Batılı seçkinlerin kendilerine bahşettiği bazı standartlara baştan ‘tav’ olmuş, dünyanın jandarmalığına soyunan merkezleri rahatsız eden bir hülyası olmayan edilgen bir profil bu…
İnşallah ben yanılıyorumdur ama şayet yanılmıyorsam, işimiz bir hayli zor demektir…
Eğer benim teşhisim ve gördüğüm hakikatse, bir değil birden fazla Ergenekon da çökertsek, mücadelemizi böyle sınırlı ve yanlış bir zemine hasrettiğimiz için idbârımızı ikbâle çevirmemiz zor olacak demektir.
*
Yazdıklarımı Ergenekon yapılanması karşıtı çabaları tahfif ettiğime hamledeceklere söyleyecek sözüm yok…
Ben, yıllardır süren zâlim bir hegemonyanın yıkılışından, ancak mutluluk duyabilirim.
Kaygım, tâlî hususların asıl mesele sanılıp, daha derindeki köklü sorunlardan sarf-ı nazar edilmesidir.
Siyasal yordamların iyiden iyiye öne çıktığı bir asırda neş’et ettiği halde, etrafındakileri siyaset ve devlet merkezli tutumlardan sakındıran Zât’ın sesine belki de en çok bugünlerde kulak vermeliyiz.
Bir cephesinden meseleye baktığınızda, mezkûr vetirenin gerçekten ehemmiyetli olduğunu fark ediyorsunuz.
Yeraltından çıkarılan onca mühimmat, fâili meçhul binlerce cinâyet, ülkenin her yanına ahtapot gibi uzanarak kirli emellerini hayata geçirmenin peşinde olan eli kanlı ve organize bir yapı, bu yapının devlet içindeki uzantıları vs vs…
Kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği, dostun düşmanın ayırt edilemediği, her türlü entrikanın ve insan hayatını hiçe sayan komplonun gemi azıya aldığı meş’um bir tablo ile yüz yüzeyiz.
Bu süreç, basında ve kamuoyunda hemen hemen bütün yönleriyle tartışıldı; meselenin el atılmadık, üzerinde imâl-i fikr edilmedik yanı neredeyse kalmadı.
Bu nedenle ben, daha önce defalarca dile getirilmiş konuları tekrar etme niyeti taşımadığım gibi, ‘bu kadar önemli bir konuda yazmamış olmak’ türünden ‘anlamsız’ yaftalara da aldırış etmiyorum.
Amacım, uzun bir süreden beri bu konu ile ilgili zihnimde evirip çevirdiğim birkaç hususu ifade etmek…
Maksat hâsıl olur mu, derdimi anlatabilir miyim; bunlardan emin değilim…
Üstelik işin ucunda ‘eleştiri meraklısı’ damgasını yemek de var!
Ama iki husus var ki, bence bunlar konuşulmaya değer…
Bence daha önemli olan ikincisi ama önce kısa olduğu için ilkini ifade edeyim: Müslümanlar, ne olursa olsun, hakkaniyet ölçülerine riâyet türünden vasıflarına halel getirecek uygulama ve tutumlardan kaçınmalıdırlar.
‘Mâsumiyet karinesi’, bizim adâlet duygumuzda mündemiç bir kâide…
Karşımızda eli kanlı, çıkarından başka hiçbir ilkesi olmayan, vicdânı tümüyle tefessüh etmiş bir mâkule var...
Fakat öyle olsa da biz, ‘düşmanın silahıyla silahlanamayacağımızı’ bilmek durumundayız.
Çünkü biz müslümanız…
O vâdedilen günden korkarız…
Bu yüzden, kurunun yanında yaşı da yakamayız…
‘Topyekün savaş’ nârâları atamayız…
“Bunları yakalamışken tümünü ifnâ edelim” diyemeyiz…
Suçu aşan bir tecziyeye yeltenemeyiz…
İlkelerimizi ‘geçici bir süre için’ rafa kaldıramayız…
Ve tüm bunları, ‘imaj kaygısı’ ile de yapmayız.
Hakikati incitmekten korkarız…
Emânete hıyânet etmekten endişe ederiz…
*
İkinci meseleye gelince…
Bu ‘Ergenekon’ meselesi gündemde olalı beri kendi çevremde belli gözlemler yapıyorum.
Daha doğrusu bazı tavır alışlar kendiliğinden görüş alanıma giriyor.
Mesela ehl-i din içerisinde kaydedeğer çokluğa sahip bir kesimin hayata bakışında ‘baskın’ bir ‘devlet merkezlilik’ olduğunu bu süreç bir kez daha öğretti bana…
Aslında bunun daha doğru adı, ‘bürokrasi merkezlilik’…
Bu tür bir algının içimizde karşılığı olduğunu biliyordum elbette ama kabullerimin bir vesileyle daha teyid edildiğini görmüş oldum.
Bu mantalite, ülkede uzun bir süreden beri varlığını sürdüren mütehakkim elitleri kastederek söylenen, “Adamlar bütün köşe başlarını tutmuş abicim…” şeklindeki ‘yüzeysel’ bir yargıya istinâd ediyor.
Bu terkip bir kez ağızdan çıktığında ise, kurtuluşunuzla ya da inkırâzınızla ‘köşe başlarını tutup tutamamak’ arasında doğrusal ve direkt bir ilişki oluşuyor.
Ve bu zihnî seyir gidip bir yerlerde İslâm’ın mukadderatını, müslümanların kritik mevkileri ‘ele geçirmesi’ ile bağlantılandıran bir bakış bulanıklığı ile buluşuyor.
Bu, haddizâtında ‘devletçi’ veya ‘devlet merkezli’ bir tavır alış…
Karşımızdaki, kabullenilmek istenilmese de, siyâsete indirgenmiş bir hizmet üslûbu…
*
Peki, bu tür bir söylem neyi beraberinde getiriyor?
Eşyâ ve hâdisat bu perspektiften yorumlandığında, devlet kurumlarında yer etmiş ve bu topraklarda İslâm’ın her türlü tezâhürünü yok etmeye programlanmış bazı bürokratik seçkinleri tasfiye etmek, en merkezî iş hâline geliveriyor.
Bu lâdinî zihniyeti devre dışı bırakmak ve yerlerine ‘bizden’ olanları ikâme etmek, gündemin öncelikli maddesi olacak kadar önem kazanıyor.
Bu türden bir bürokratik mücadeleyi öne çıkaranların kullandığı en temel argüman ise yönetim kademelerine çöreklenmiş anti-yerli bir azınlığın, havuç-sopa siyâseti üzerinden bu millete, yani çoğunluğa cebren hükmettikleri iddiası…
Bu iddiayı tümüyle yanlış bulmuyorum; hatta büyük oranda doğru bir değerlendirme bu…
Zaten mesele de tam bu noktada inceliyor ve kritikleşiyor…
Müslümanlar olarak, karşımızda duran bu realiteyle yüzleşirken nasıl bir tavır takınacağız/takınmalıyız?
*
Öncelikle şunu kaydedelim: Mücadelelerinin merkezine zikrettiğimiz türden ‘devletçi’ ve ‘bürokratik’ bir üslûbu oturtmuş kardeşlerimiz, tesbitlerinde değil, bu tesbitlerden hareketle ortaya koydukları mücadele dilinde yanılıyorlar.
Yani tesbitler genel olarak doğru…
Birilerinin olmadık komplolar tezgâhladıklarını, masumların kanı üzerinden kirli plânlar yaptıklarını görmemek mümkün mü?
Hedeflerine ulaşmak için insan hayatı dâhil her türlü hak ve değeri yok sayacak kadar gözü dönmüş bu gayr-ı müslim odakları yok saymanın imkânı var mı?
Kendilerine memleketin idâresi ile ilgili makamları, milletin fertlerine ise ikinci-üçüncü sınıf işleri lâyık gören, seçkinlikleri kendilerinden menkul bir zümrenin varlığını kim inkâr edebilir?
Peki, bunlar doğru ise yanlış olan ne?
Bence yanlış olan, bu tablodan çıkarttığımız sonuçlar ve işbu sonuçların bizi sevk ettiği mücadele dili…
*
Birincisi, böyle ‘kadrolaşmacı’ bir söylem geliştirdiğinizde, kuralları başkaları tarafından koyulmuş bir oyuna gönüllü figüran yazılıyor ve yol almak için çırpındıkça ilkelerinizden az ya da çok uzaklaştığınız bir süreci omuzlarınızda taşımak zorunda kalıyorsunuz.
İkincisi, bazı makamlara önceleri hâlis niyetlerle tâlip olan yandaşlarınız, zamanla o makamların altında kalıp ezilme türünden tuzaklara düşebiliyorlar.
Üçüncüsü, itirazınız kurulu düzene değil de, bu düzene bekçilik edenlerin kimliğine yönelik olduğu için, mevcut vasatı normalleştirip meşrulaştırmak türünden gayr-ı İslâmî bir duruşu sahiplenmek zorunda kalıyorsunuz.
Yani dönüşme tehlikesi ile yüz yüze geliyorsunuz.
Zamanla kırmızı çizgileriniz silikleşiyor ve hassasiyet sahanızın sınırları flûlaşıyor.
İsmet Özel’in ifadesiyle aktaralım: “Bir sistemi değiştirmek için onu tanımak gerekir; tanımak için içinde yaşamak îcâb eder; içinde yaşadıkça da zamanla o düzenin bir parçası hâline gelirsiniz”
Meseleyi daha da somutlaştıralım…
7 yıllık AKP iktidârının serencâmına bir bakınız. Gelinen nokta itibariyle ilkeler üzerinden mi, kısa vâdeli politik çıkarlar üzerinden mi siyaset yürütüldüğünü söyleyebiliyoruz?
Öyle bir kısır döngü ki karşımızda duran; tek başına iktidara gelmiş bir parti, sistemin merkez güçlerinin izin verdiği sınırların ötesinde politika üretemiyor.
Bir itirazı var mıdır AKP kurmaylarının zulme dayalı dünya düzenine?
Başlangıçta bu itirazın nüveleri var idiyse bile dâhil oldukları küresel döngü onlarda bu türden hassasiyetlerden eser bırakmış mıdır acaba?
İslâmî duyarlılığa sahip kesimler, hangi adı konulmamış pazarlıklar neticesinde bu lâdinî düzende bu kadar yol alabiliyorlar dersiniz?
Sahip olduğumuz makamlar ve şöhretimiz meydanda ama bunları kazanmak için ödediğimiz bedellerin çetelesini kim tutuyor?
İtirazlarınızı askıya aldığınız oranda önünüz açılıyor.
Artık anlamak zorundayız; müslümanların hâkim güçlerle mücadele saikiyle de olsa bu mecrâya girmesi, çağın egemen güçlerinin arzu ettiği bir pozisyon…
Siz hasım cepheyi pasifize edip belli makamları ihrâz ettiğinizde, kendinizi tıpkı tasfiye ettiğiniz güruh gibi birileri tarafından yönlendiriliyor bulacaksınız.
Soru şu kadar basit: Neden Refah Partisi iktidârına 1 yıl bile tahammül edemeyen ABD, 7 yıldır AKP’nin sırtını sıvazlıyor?
ABD mi yola geldi, berikiler mi yoldan çıktı?
Bugün geldiğimiz noktada ABD’nin ve hatta İsrail’in müttefiki pozisyonundayız. Zâhiren ‘bir koyup üç aldığımız’ bir süreç bu… Peki, kaçımız bu türden bir müttefikliği hakikaten içimize sindirebiliyoruz?
*
Bakınız, Ergenekon adlandırması ile afişe edilen operasyonlarda tasfiye edilen kirli ellerin hak ettikleri cezayı almasının ne kadar önemli olduğunu biliyorum.
Bu karanlık odakları saf dışı etmek için gösterilen sivil ya da örgütlü çabaları da çok değerli buluyorum.
Ama bir şeye itirazım var: Mücadele ve hizmet çizgimizin merkezine bu türden siyâsî ve politik hesapları yerleştirmek…
Bu kadar maddî açılım, “Hayatın her ünitesinde biz de olmalıyız!” mantığı üzerinde temellendirildi.
Peki, bu ‘her yerde olmak’ düşüncesi terviç edileli beri özü ne ölçüde koruyabildiğimizin hesabı yapılabildi mi?
Biz hedeflediğimiz makamları mı dönüştürüyoruz, makamlar mı bizi yönlendiriyor?
Birileri kaşıkla verip kepçeyle alıyor ve biz, kepçeyle alınanı görmeden kaşıkla verileni muvaffakiyet hanemize yazıyoruz!
En azından bunları düşünerek daha ihtiyatlı hareket edelim diyorum.
Müslümanların hâkim, doktor, yönetici vs. olması da önemlidir ama ondan daha önemli olan, hayatı müslümanca okumayı başarabilmektir.
İkincisi varsa birincisi zaten olur ama ikincisi yoksa birincinin varlığı da anlamsızlaşır.
Endişem, birinciye hasredilen himmetlerin ikinciyi tahkimden bizi alıkoymasıdır.
*
“Çin, kapitalistleştirilerek dize getirilmiştir” meâlinde sözler sarf eden Yusuf Kaplan haksız mı?
Ama işin bu tarafını görmeyip, hâlâ Çin’in göz önünde olan ekonomik büyüme trendine bakarak Çin tehlikesinin büyüdüğünden söz edenler var.
Kapitalizme boyun eğdirildiğinden bu yana Çin diye bir tehlike yok esasen!
ABD ve küresel elitler bunu hep yapıyor. Size bir elma şekeri veriyorlar ve siz yediğiniz şekerin tadıyla sarhoş olmuş bir vaziyette muvaffakiyet türküleri söylüyorsunuz.
Aslında olan, dünyaya nizamat veren güçlerin metod değiştirmesinden ibaret…
Bu metod değişikliği bize kendi başarımızmış gibi gösteriliyor.
Egemenler eski yöntemlerini terk ederken, o yöntemi bizim çabamızla terk etmek zorunda kaldıkları intibâını veriyorlar.
*
Bir düşünelim: Susurluk gündemini takip eden süreçte Türkiye farklı formatta da olsa bir askerî müdahaleye tanıklık etti; Ergenekon gündemine ise askerin elinin zayıflatıldığı bir konjonktür eşlik ediyor!
Parametrelerinin benzerliği üzerinden ortaklaşan iki vetire, seyir noktasında neden birbirinden ayrılıyor acaba?
*
Lafı daha fazla uzatmayalım.
Özetle söylemek istediğimiz şu:
Ergenekon’u tasfiye edelim tamam ama madalyonun öbür yüzünde ehlileştirilen bir müslüman dünya olduğunu ıskalamayalım!
Biz himmetimizi politik/bürokratik alana hapsederken, birileri İslâm’ın altını oyuyor; âgâh olalım!
Himmetimizi neye teksif ettiğimize, neye odaklandığımıza dikkat edelim!
Birilerinin bizi îcâd ettikleri gündemlerle oyalamalarına izin vermeyelim!
Öyle küllî bir projeyle dönüştürülüyoruz ki, hedeflediğimiz makamlara kavuştuğumuzda ve düşman cepheyi tasfiye ettiğimizde yine elimizde bir şey kalmayacak.
Bu kadar Ergenekon’a kilitlenmiş bir müslüman zihin bana asıl meseleden sarf-ı nazar ettiği endişesini yaşatıyor.
Temel meselesi –dine hizmet gayesiyle de olsa- şu veya bu makama gelmek olan bir mü’minin hedef küçültmeye râzı edildiği düşüncesinden vâreste olamıyorum.
Olup biteni biz ve karşıt cephe ikilemesi üzerinden bir bürokratik savaşa indirgemenin yanlışlığının altını çiziyorum.
Bugün İslâm’ın ahkâmı tartışılıyor; Kur’an ve Sünnet dahi masaya yatırılmış durumda; egemen unsurlar, iddiasız bir İslâm tasavvurunu popülerleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
İslâm’ı hedef alan çok daha derin ve hesap edilmiş tasarılar alttan alta hayata geçiriliyor.
Şunu tahayyül ediniz:
Diyelim ki Ergenekon yok. Birileri demokrasinin altını oymaktan vazgeçti.
Yani bugünün müslümanlarının çoğunun hedeflediği ‘demokratik vasat’ cârî hâle geldi.
Böyle bir durumda istediğimizi elde etmiş olacak mıyız gerçekten?
Şimdinin Ergenekoncularının işgal ettikleri bazı mevkileri bizden birileri sahiplenince problem çözülmüş mü olacak?
İşte AKP tecrübesi…
Hatta işte Özal tecrübesi…
İpler kimin elinde?
Çevrenize bir bakın bakalım…
Üst hedef çıtasını demokraside sabitlemiş, küresel kapitalist ve liberal döngüye dünden râzı, kendi dinî kaynaklarını sorgulamaktan iflahı kesilmiş bir müslüman güruh, Ergenekon’u tasfiye etse ne olur; etmese ne olur?
Doğrudur; Ergenekon gibi karanlık yapılar Hukuku’l ibâd’ı tehlikeye atıyorlar ve tasfiye edilmeleri başarılırsa da Hukuku’l ibâdın muhafazası kolaylaşır.
Ama ya Hukukullah?
Siz Ergenekonsuz bir Türkiye’de Hukukullah’a hassasiyetle riayet edileceğine inanıyor musunuz?
Ben bundan o kadar emin değilim!
Sağımda solumda, talepleri ülkenin hassas makamlarına ‘bizden birilerinin’ oturmasından ibaret müslüman kardeşlerimi gördükçe de tereddüdüm iyice artıyor.
Bir müslüman profili takılıyor sürekli gözüme: Beklenti çıtasını demokrasi ve insan haklarına ayarlamış, Batılı seçkinlerin kendilerine bahşettiği bazı standartlara baştan ‘tav’ olmuş, dünyanın jandarmalığına soyunan merkezleri rahatsız eden bir hülyası olmayan edilgen bir profil bu…
İnşallah ben yanılıyorumdur ama şayet yanılmıyorsam, işimiz bir hayli zor demektir…
Eğer benim teşhisim ve gördüğüm hakikatse, bir değil birden fazla Ergenekon da çökertsek, mücadelemizi böyle sınırlı ve yanlış bir zemine hasrettiğimiz için idbârımızı ikbâle çevirmemiz zor olacak demektir.
*
Yazdıklarımı Ergenekon yapılanması karşıtı çabaları tahfif ettiğime hamledeceklere söyleyecek sözüm yok…
Ben, yıllardır süren zâlim bir hegemonyanın yıkılışından, ancak mutluluk duyabilirim.
Kaygım, tâlî hususların asıl mesele sanılıp, daha derindeki köklü sorunlardan sarf-ı nazar edilmesidir.
Siyasal yordamların iyiden iyiye öne çıktığı bir asırda neş’et ettiği halde, etrafındakileri siyaset ve devlet merkezli tutumlardan sakındıran Zât’ın sesine belki de en çok bugünlerde kulak vermeliyiz.