En Büyük Ibadet: Namaz

-HaKiKaT-

Altın Üye
Altın Üye
Katılım
22 Haz 2007
Mesajlar
10,386
Reaction score
0
Puanları
0
1. Namaz En Vazgeçilmez İbadet
Rabbimizin bize emrettiği en büyük ve en vazgeçilmez “namaz ibâdeti”ni hakkıyla ve eksiksiz yerine getirebilmemiz için ilk şart, “namazın önemini çok iyi kavramak”tır.
Her şey önemi derecesinde vazgeçilmezdir. İslâm büyükleri, ölüm döşeğinde bile namazlarını kılmaktan vazgeçmemiştir. Ama biz, ahir zaman Müslümanları, hiçbir gerçek mazeretimiz olmadığı halde namazlarımızı terk edebiliyoruz.
Gereken önemi verseydik böyle durumlara düşer miydik? Yemekten, sudan, havadan vazgeçtiğiniz oldu mu hiç? Daha fazla imkâna kavuşabilmek için yapılan “açlık grevi” dışında hiçbir insan, yeyip içmeyi terk etmez, unutmaz, vazgeçmez.
Maddî hayatımızın devamı bu ihtiyaçlarımızın karşılanmasına bağlıdır. Onların önemi ve değeri, onları vazgeçilmez kılmıştır.
Mânevî hayatımızın canlılığının devamı da, başta namaz olmak üzere tüm ibâdetlerimizi hakkıyla yerine getirmemize bağlı olacaktır.
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) ve yüce sahabeleri, Bedir Savaşının en şiddetli ânında bile namaz kılmayı ihmal etmemişlerdi. Canlarını kurtarmayı değil, sonu ölüm de olsa namazı tercih etmişlerdi.
Niçin?
Çünkü biliyorlardı ki, canı korumak, canı bağışlayanın elinde. Namaz ise, canı verenin emri. Canlar cananının emrini hiçe sayan candan hayır gelir mi? Hem bütün canları elinde tutanın emri hiçe sayılarak o can korunabilir mi? Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (k.s.) Hazretleri, en şiddetli hastalık ânında dahi ibâdetlerini ihmal etmemiş, hattâ rahatlaması için ayağının uzatılması üzerine hemen ayağını geri çekmiş, “Rabbime saygısızlık yapamam” demişti.
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, bir Ramazan ayında, çok şiddetli bir hastalık döneminde, beş gün boyunca, neredeyse yeyip içmeden yaşamış, ama namazını ve orucunu asla ihmal etmemişti.
Onlar namazı nasıl görüyorlardı ki, onun önünde hiçbir engel tanımadılar? Günümüz Müslümanının eksiği ne ki, en basit bir engelde namazdan kolayca vazgeçiyor?
İşte burada Rabbimize ve Onun Yüce Resulüne (a.s.m.) yönelmemiz gerekiyor. Çünkü, namazı bize emreden, öğreten, anlatan onlardır.
Namazı biz icat etmedik. Durup durduk yerde, “Bizi Yaratanı nasıl hoşnut edebiliriz? Gelin şöyle yatıp kalkalım ve dua edelim” diyerek namazı biz uydurmadık. Namazı Allah emrettiğine göre, namazın önemi konusunda da Ona başvurmamız gerekiyor. Yoksa, hem “Müslümanım” deyip, hem de namaz konusunda dilimizle veya fiilimizle akıl yürütemeyiz.
“Müslüman”, Allah’a teslim olan, her meselede Ona başvuran, Onun rızasını gözeten demek, değil mi?
Oysa namaz konusundaki ihmaller, kusurlar, tembellikler ve öne sürülen bahaneler, “Allah’a teslim olunmadığını” gösteriyor. Bu ise, büyük bir çelişkidir, büyük bir hatadır.
Bunun için namaz konusunda nefsimizi konuşturmak yerine Allah’ın kitabına, Onun Yüce Resulüne (a.s.m.) ve bu iki kaynaktan beslenen İslâm âlimlerine yönelmek gerekir.
Acaba onlar, namazı nasıl görmüşler, nasıl bir önem ve değer vermişler, nasıl anlatmışlar, nasıl kılmışlar?
Bunları öğrenirsek, namaza verdiğimiz önem artar ve namaz hiçbir zaman vazgeçemediğimiz bir eylem olur.
Namazı, hayatının en vazgeçilmez bir parçası yapmak isteyen Müslümanın ilk kazanması gereken, “sağlam ve güçlü bir îman”dır.
Emirler ve yasaklar; geldikleri makama olan inanç, saygı, güven ve bağlılığın derecesine göre önem ve değer kazanırlar. Bir çocuk, kardeşinin emrine kulak asmayabilir. Ama babasına itiraz edemez.
Eğer bir kimse, “Müslümanım” dediği halde namazını kılmıyor veya ihmaller gösteriyorsa ilk problemi bellidir: Allah’a olan inancı sağlam değildir. Çünkü insan bir ağaç veya bina gibidir. Onun kökü ve temeli, îmandır. Dalları ve duvarları ise, ibâdetlerdir.
Kökü hastalanmış bir ağacı dallarını ilâçlayarak kurtaramadığımız gibi, temelleri sarsılmış bir binayı da odalarını boyayarak tâmir edemeyiz.
Bu örneklerde olduğu gibi, namazında ihmali olan bir mü’min de önce îmanını kuvvetlendirmelidir ki, namaza dört elle sarılsın.
Her yerde hazır ve nazır olan Allah’ın, her an kendisini görüp gözettiğini çok iyi bilmelidir ki, hareketlerine çekidüzen versin ve namazını hiç bırakmasın. Hepimiz, “Acaba güçlü ve sarsılmaz bir îmana nasıl sahip olabiliriz? Dünyamızı ve âhiretimizi aydınlatacak bu muhteşem gücü nasıl kazanabiliriz?” diye düşünmeliyiz.
Kendimizi, bile bile tehlikeye atamayız. Namazı ihmal etmenin dünyada ve ahirette bizi uğratacağı acıklı hâli bilmeyerek vurdumduymaz olamayız. Böyle bir umursamazlık bize yakışmaz. İnsan varlıkların en akıllısı, sonunu en iyi düşüneni ve çıkarını en fazla kollayanı değil mi?
Namaz, kılındığında en fazla sevap kazandıran, ihmal edildiğinde ise en büyük azaba sebep olan bir ibâdet olduğuna göre, her gün namazı düşünmemiz, her gün bir adım daha ilerlememiz gerekmez mi?

2. Güçlü İman Nedir?
İman ve ibadetle ilgili birbirine yakın üç kavram vardır.
Bunlar, “huzur-u daimî”, “hakka’l-yakîn” ve “ihsan”dır.
Hakka’l-yakîn, kendisinden önce gelen iman mertebelerinden ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakînin üçüncüsü ve en üstünüdür.
İhsan, iman ve İslâm’dan sonra gelir ve ibâdette en kemal mertebedir. Huzur-u daimî ise, her an Allah’ın huzurunda olduğunu hissetme hâlidir ve mârifetullahta pek mühim ve faziletli bir yeri vardır.
Bunların hepsi de, tahkikî imanla ilgilidir. Çok kuvvetli ve sarsılmaz bir imanın ifadesidir.
Hakka’l-yakîn, iman hakikatini tam hissetmek, zevk etmek ve yaşamaktır. Nasıl ki, mutfaktaki yemeğin varlığı üç yolla bilinir. Birisi onun kokusunu duyunca ne olduğunu anlamaktır ki, buna ilme’l-yakîn denir. Diğeri, gidip gözle görmektir ki, ayne’l-yakîndir. Üçüncüsü ise, bizzat yemek, onun tadına bakmak ve özelliklerini hissetmektir. Nasıl ki, sonuncusu en kuvvetli bilgi ise, hakka’lyakîn de, en kuvvetli iman mertebesidir.
İhsan ise, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Peygamberimiz bir hadislerinde bunu anlatırken, “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmektir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor” buyurmuştur. Bu durumda ihsan, “Allah’ın seni gördüğünü bilme şuuru”dur bir bakıma.
Bir gün Allah dostlarından birisi, namaz kılarken evine hırsız girmiş ve ne var ne yok her şeyi toplayıp gitmiş. “Nasıl olur, sen evde iken her şeyi alır gider. Hiçbir şey duymadın mı?” diye sormuşlar.
“Ben o anda namaz kılıyordum. Rabbimle beraberdim. Hiçbir şey ne gördüm, ne duydum” demiş. İşte ihsan budur. Tıpkı Hz. Ali Efendimizin (r.a.) ayağına batan oku, namaza durduğu zaman çıkarmalarını istemesi gibi. Çünkü o anda kendinden geçiyor ve namaz ona, ameliyat anında kullanılan bir anestezi görevi görüyor. Dış âlemden kopup, ulvî âlemlere dalıyor.
Huzur-u daimî, “Ve Hüve meaküm eynemâ küntüm” âyetinin sırrına mazhar olmaktır. Yani “Siz nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadîd: 4) Günün 24 saatinde, ne kadar mekân değiştiriyorsak değiştirelim, nereye gidersek gidelim, her yerde isim ve sıfatlarıyla hazır ve nâzır olan Rabbimiz bizimle beraberdir.
“İmanın en mükemmeli, nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir” buyuran Peygamberimiz (a.s.m.), hem bu âyeti, hem de huzur-u daimîyi açıklamış oluyor.
Huzur-u daimî, Allah’ın varlığını, isimlerini ve sıfatlarını öyle bir hissetmektir ki, her ânının Onun bir ihsanı ve her davranışının Onun kontrolü ve gözetiminde olduğunu bilmektir. Âyetlerde belirtilen, “Onun izni olmadan bir yaprak bile düşmez”, “O gönüllerinizdekini bilir”, “O, kişi ve kalbi arasına girer” gibi manalar, inandığımız, kabul ettiğimiz gerçeklerdir. Her mü’min bunu kabul ve tasdik eder. Ancak huzur-u daimî, “her an bu gerçeklerin farkında olduğunu bilerek yaşamak”tır.
Allah’ın kendisini görüp gözettiğini, bütün isim ve sıfatlarıyla her yerde tecelli ettiğini, her şeyiyle Ona teslim olduğunu bilen ve her an bu gerçekleri hisseden bir insan, günah işleyebilir mi? Haksızlık yapıp, yalan söyleyebilir mi? Huzur- u daimîyi bütün zerreleriyle hisseden bir mü’min, ezanlar asumanı çınlatırken namaza koşmak dışında bir başka işle meşgul olabilir mi? Hele ibadetlerini ihmal edebilir mi? Sabah namazı vakti geldiğinde uyumaya devam eder mi? Mümkün değil.
Onun varlığına yürekten inanan, her yerde hazır ve nazır olduğunu bilen, hayatının ve ölümünün, sevincinin ve üzüntüsünün ancak ve ancak Onun kudret ve iradesinde bulunduğunu tam kabul eden bir mü’min, Allah’ın emir ve yasakları dışına çıkamaz.
İşte bu makama ulaşan maneviyat büyüklerinden Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi (k.s.), hasta iken bile ayağını uzatmaktan kaçınır. Çünkü o, Allah’ın huzurundadır. Sultanlar Sultanının huzurunda ayak uzatılır mı? Etrafındakiler onu rahatlatmak için ayağını uzatırlar, hemen geri çeker. “Beni günaha sokmayın” der.
Bu yüce makamın yücelerinde olan Bediüzzaman Hazretleri, bir saniyesini bile boş geçirmeden ibadet eder, diz çökmekten ayakları yara olur. Talebesi Molla Resul böylesi takvayı aklına sığıştıramaz ve nazı geçtiği için şunları söylemekten kendini alamaz:
“Biz de Allah’tan korkuyoruz ama, senin ödün patlıyor.”
Bediüzzaman Hazretleri, huzur-u daimîyi anlatırken sık sık, bir Arap şairine ait olan şu ifadeyi zikreder: “Her şeyde Allah’ın birliğine delâlet eden bir âyet vardır.”
Evet, huzur-u daimî aynı zamanda her şeyle Allah’ı bulmak ve bilmektir. Hava, su, dağ, taş, orman, deniz, nehir hep Allah’ı anlatır. Atom, hücre, çekirdek, arı, yumurta, çiçek, balık, meyve, ağaç Onun isim ve sıfatlarına ayna olur. İşte huzur-u daimî, bütün varlıklara bakıp Allah’ı hatırlamak, Onun isim ve sıfatlarını kavramaktır.

3. Güçlü İman Nasıl Kazanılır?
Daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, iman, bir binanın temeli veya bir ağacın kökü gibidir. Nasıl ki, ağacın kökündeki değişim ve gelişim dallarında ve meyvelerinde etkisini gösterir; imandaki terakkî de insanın ibadetlerinde duyarlılığa, devama ve gelişime sebep olur.
Bu iman, teknolojik alet ve makinelere hareket veren elektrik veya bedene canlılık kazandıran ruh gibi, fonksiyonel ve etkilidir. Hiç şüphesiz bahsini ettiğimiz, basmakalıp, üstünkörü, ruhsuz, cansız, etkisiz, kuru bir iman değildir.
Kast ettiğimiz, Kur’an’da ve hadislerde anlatılan, başta Resulüllahın (a.s.m.), ashabının ve maneviyat büyüklerinin yaşadığı coşkun, hareketli, muhteşem imandır.
İşte bu imanı Yüce Rabbimiz, binlerce ayetle anlatıyor. Belki diyebiliriz ki, Kur’an’ın yarısı bu imanı anlatan ibret dolu âyetlerle doludur. Yoğun bir biçimde Kur’an’ın imanî ayetlerini açıklayan Risale-i Nur’da anlatılan iman ise, Kur’an’ın istediği o coşkun ve fonksiyonel imandır.
Bu iman, Rabbimizin sadece varlığını değil, aynı zamanda isim ve sıfatlarını, hatta şuunatını ve tecellilerini bilmekle elde edilir. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî’nin dediği gibi, “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.”
“Allah bilgisi” diyebileceğimiz, mârifetullah, Onun sadece varlığına inanmakla meydana gelmez. Onun bütün isimlerini, sıfatlarını, şuunatını ve bunların zerreden kürelere kadar her şeyde, her varlıkta tecellilerini anbean, günbegün görmekle, bilmekle, inanmakla elde edilir.
İnsan kendi vücudunda, duygularında, âlemdeki bütün varlıklarda bu tecellileri defalarca görmeli, her fırsatta tefekkür etmeli, Rabbine olan bağlılığını her an tazelemelidir.
Zaten Peygamberimizin (a.s.m.) bir hadislerinde, “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibâdetten hayırlıdır” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 1:310) demesi, bu sırra işarettir. Ancak “tefekkür”, uçsuz bucaksız, sınırsız, kuralsız bir kavramdır. Onu yapabilmek için bir kurallar silsilesi, bir program, bir rehber lâzımdır.
İşte Risale-i Nur, Kur’an’ın imanî âyetlerini anlatan muazzam bir programdır. Yoksa plânsız, programsız, kuralsız; hangi varlığın, hangi cihetle Rabbimizin hangi isim ve sıfatına delâlet ettiğini bilemeyiz. Onu ne kadar çok okuyup anlarsak, o derece imanımız ziyadeleşir.
Bu eseri şuurlu, plânlı, dikkatli okumanın ve ondan hakkıyla istifade edebilmenin bir dizi kuralı vardır. Bu kurallara uyulduğu takdirde istifade artar. (Bu konuyu, “Risale-i Nur’u Okuma ve Anlama Teknikleri” isimli kitabımızda genişçe işlediğimiz için ona havale ediyoruz.)
İman, nazarımızı, zihnimizi, dikkatlerimizi, Allah’tan başkasından (mâsivadan) alıp Ona yöneltmektir. Ne kadar zihnimizi dağıtan mâsivadan yüzümüzü çevirip, ilgimizi Rabbimize yöneltirsek o kadar imanımız parlar.
Bunun için de Kur’an’ın imanî ayetlerini derinlemesine açıklayan eserleri yoğun okumak gerekir. Yüzeysel, üstünkörü, göstermelik meşguliyet, istediğimiz istifadeyi sağlamaz.
İmanın bütün haşmetiyle hayatımıza hükmetmesini istiyorsak, her gün ve yoğun bir şekilde meşguliyetten başka seçenek yoktur.


Kaynak: http://www.cagriweb.com/modules.php?name=Sayfalar&file=SabahNamaz
 
Geri
Üst