türk ocağı
serdengeçti
DOĞRU YOLUN SAPIK KOLLARI
ŞİA-ŞİÎLİK
Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep, itikadi bir dalâlet mektebi olarak, “Doğru Yolun Sapık Kollan” arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse, Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur.
Şiilik, “Beyt Ehli - Peygamber Evinin kadrosu”na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman'ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardırılması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumlan, Haricileri de geriden körükleyici İbn-i Sebe eliyle atılır.
Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali'ye :
- Sen Allah'sın.
Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:
- Demedim mi, insanları yakmak yalnız Allah'a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin.
Diye mukabele etmiştir.
Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali'ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali'nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandırma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.
İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali'ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta kainatın efendisine takdim etme dalâletini tohumlandırmış oldu. Öyle ki, Şiî kolları arasında doğrudan doğruya küfrü dillendiren bir sınıf, Cebrail'in, şaşırıp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.
Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali'yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı. ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da “Kıble Ehli” sayılır.
Nitekim “Şii” adını Hazret-i Hüseyin'in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vakasından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadî manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine “Gulât-aşırılar” denilen bölümlere ayrılmıştır.
Üç ana şube:
GALİYE: (Gulât-aşırılar)
Bu şube ayrıca 15 bölümlü.
RÂFIZA: (İlk iki Halifeyi reddedenler)
Bu şube de 24 fırka.
ZEYDİYE: (Râfızaya karşı çıkanlar)
Bunlar da 6 kısım.
Görülüyor ki .sayılabildiği kadarıyla 45 kollu bir “Şia-Şiilik” hareketi İslâm'ın ilk asrında başım almış gidiyor.
Şiilerin her ölçüyü devirici ve çiğneyici azgınlar ve aşırılar sınıflarım kasdederek kaydedelim ki, aynı hal, babasız hak peygamber Hazret-i İsa'dan sonra da meydana gelmiş ve bir yahudi eliyle bozulan İsevilik, yüce Resulü Allah'ın oğlu diye ilan etmişti.
Bu şeytanî mübalağa belası, en küçük dereceden en üstününe ve nihayet erişilmez olanına kadar topyekûn tarihe ve insanoğluna musallattır.
ŞİÎLİK ETRAFINDA
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri -ki bugün onun açtığı devre içinde ve o devrenin ortasındayız- Şiîliği ve kollarından “Rafıza”yı, Alevilik tabirini de ekleyerek sapıklıkların en korkunçlariyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak. Hazret-i Ali'ye ulûhiyet konduran dallarına kadar belirtir.
“Tutan; bir şahsı mübalâğayla tutan” mânasına Şiîlik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden “Bırakan” anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali'yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde Hulâsa edilebilecek olan şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kollan, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü... Hak nasıl bir, bâtıl da sayısızsa, Şiilik bâtılının da bölümleri öyle; ve sayısız bâtılını ilân etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!.. Bu bölümleri teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden İfrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz.
En başta İbn-i Sebe kolu olarak Haricilerden başlayıp Hazret-i Ali'nin hilâfeti boyunca süren ve Şiîlik mektebinin temelini kuran cereyan... Hazret-i Ali'yi ilâh ve Cebrail'i yanılmış bilenler... (Bu rivayet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tasdikinde olduğuna göre, vâki...)
Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip başkalarını o makama müstehak görmeyenler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia edenler.
“İsna Aşeriyye” adı altında Hazret-i Ali soyundan “12 İmam” nazariyesini güdenler ve hepsini birden insanüstü sayanlar... Bu imamlardan onikincisi nazarlarında gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi'yi temsil etmekte...
“Tenasüh-a, ölümden sonra ruhun başka cesetlere hululüne inananlar; Allah'ı insan şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali'ye geçtiğini öne sürenler...
Herşeyi bâtına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait. bütün yasaklan ve emirleri inkâr edenler...
Hazret-i Ali'nin öldürülmediğini, ölmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldırıldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, “şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!” iddiasında bulunanlar... Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah'ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazret-i Ali'ye benzetip vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur'anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar...
Hazret-i Ali'yi ilâh kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali'ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler...
Daha neler ve neler!.. Başıboş hayalin en süfli madde ve fiilden çizebileceği nispetleri en ulvi mâna ve hakikate yakıştıranlar ve sakat hayal ile sıhhatli hakikat görüşü arasında hiçbir mizana sahip bulunmayanlar...
Geniş ve toplu teşhis dairesi içinde Şiilik budur; ve onlardan “mutedil” diye sıfatlandırdığımız, Hazret-i Ali'yi “tafdil-üstün tutma” yolunda olsa da büyük sahabileri tasdik; ve Allahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar müstesna, gerisi, “El'küfrü milletün vâhide-küfür tek bir millettir!” hükmü altındadır.
Tefessüh ocağı Bizans'ın vecd kurutuculuğu, hayal puthanesi İran'ın ölçü bozuculuğu ve Hazret-i Musa'dan beri bütün bu nefsanî ve şeytanî fakültelerin başlıca işleticisi Yahudi dehâsının tesiriyle İslâmda ilk defa büyük sapık kol Şiîlik, o gidişin ismidir ki. Haricilerin kurduğu sığ ve kaba küfre dayalı baş kaldırma zemini üzerinde yüzde yüz mecnun ve hiçbir tartışmaya değmez itikadî hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve ileride, çok ileride, -belki bugün- arınmasını bekleyen hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur.
DEVLETLEŞEN ŞİÎLİK
Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve “Kırâmıta” ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu İsmailiyeden bir dal olan Kırâmıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke'yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve “Hacer-i Esved”i söküp Irak'a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.
Ayrıca Mısır'da Fâtımiler...
Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya Ismailiye, bir ismiyle de Bâtıniye şubesidir.
“-Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur'an'ın bir bâtını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş bâtındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar sadece meşakkat ve eziyet mevzuudur. Bâtına bağlananlar ise murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helâldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, (M...) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi'dir ve gelecektir. Allah ne vardır, ne yoktur, ne âlim ve ne câhildir, ne kudretli ve ne âcizdir!”
Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği ve tiksinti vereceği daha neler!..
Meselâ:
“-Kadın, âdetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza” eder, nasıl olur? idrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekât da bazıları 3 veya 2?..”
Ruh emrinde basit bir ölçü aleti olan akim hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran'ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan'ın himayesine ermişken Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır'a kaçmış, Şii Fatımîlerden himaye görmüş ve Fars illerinde, -nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam...
“Kartal yuvası” mânasına, dik kayalıklar üstünde “Alarmut” kalesi... Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fikir ve gözü-karalıkta ye cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiîliğin Rahmânilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması “İlhad - küfür” aksiyoncularının başında gelir.
İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail'i son imam tanıdıkları için “İsmailiye” ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden “Sebiyye - Yedicilik” diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü “Batınıyye” diye de yaftalanan bu fırka, Nuseyriler, Dürziler üzerinde dahi tesir sahibidir.
Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi'nin resmen Şiiliği ilân etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarını bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Alevîliği sokan Farslar... Fars tipi, İslâmı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.
ALEVÎLİK
Mutedil ve sınırlara riayetkar Şiiler “Gulât” diye isimlendirdikleri, ruhlarını topyekûn çerçevelediğimiz kolları kendilerinden saymazlar; hatta bunları “Kıble Ehli” yani mümin kabul etmezler.
“Gulât” kadrosunda en ileri kol da yine türlü şubeleriyle Alevîlerdir.
İmam-ı Rabbani Hazretleri bunlar için kaleme aldığı bir risalede şöyle buyuruyor.
“- Bugün Şiilerin en azgın fırkasına Alevi deniliyor.
Çoğu, okuma yazma bilmeyen din ve dünya cahilleri bunlar...”
Ve meseleye şu hadis ile cevap veriyor:
“- Fitneler, bid'atler ortaya çıkıp sahabilerime dil uzatıldığı zaman doğruyu bilenler onu bildirsin! Eğer bildirmezlerse, Allahın, meleklerinin ve insanların laneti bildirmeyenin üstüne olsun! Allah, böyle bilginlerin, ne farz, ne nafile, hiçbir ibadetini kabul etmez!”
Müthiş!.. Şiilik mevzuunda gerçekten bu muazzam hadisi göstermekten başka hiçbir mukabeleye değmez. Sırayla en büyük üç halifeden başlayarak Hazret-i Muaviye'ye kadar” -ki günümüzde bile buna yeltenen sözde İslâm düşünürleri vardır- bazı sahabileri kötüleyenler, içtihat ve davranışları ne olursa olsun, “sahabi”nin mânâsını sezmekten yoksun, İslâm'ı nakış gibi kalbinde değil, tasma gibi boynunda taşıyan nasipsizlerdir.
Yine bir hadis:
“- Ben her günâhın şefaatçısıyım; illâ sahabilerime sövenlere şefaat etmem!..”
Öbürlerinden farklı olarak sahabiliğinin inkârı küfre varıcı, nebilerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hazret-i Ebubekir'i kötülemeye kadar giden Rafızilik de cevabını bu hadisten alsın:
“-Son zamanlarda Rafızi diye isimlendirilen bir topluluk türer. Bunlar İslâm'ı terkederler. Onları öldürün, çünkü şirktedirler!”
Hazret-i Ali'ye hitap eden bir hadis daha:
“- Benden sonra bir topluluk gelir. Onlara Rafızi ismi verilir. Sen onlara yetişirsen, ya Ali, onları yaşatma! Onlar müşriktir!”
Hazret-i Ali buyuruyor:
- Bu emir üzerine sordum: Alâmetleri nedir, ey Allahın Resulü? Dediler ki. “Sende olmayan şeylerle seni medh ve sena edecekler ve evvelkileri kötüleyecekler!”
Eğer Şiîlik Hazret-i Ali'yi sevmek sanılıyorsa, tersinden, aldatıcı mantık oyunlarının en hain ve habisine kurban olunuyor demektir. Yaratıcı hakikatten yaratılmış hakikatlere kadar herşeyi inkâr edip hepsini birden Hazret-i Ali'ye bağlamak, onu, cımbızla etinin her zerresini kopararak öldürmeye kalkışmaktan farksızdır. Hazret-i Ali sevgisi “Sünnet ve Cemaat Ehli” ölçüsüne bağlıdır; ve tıpkı Musa ve İsâ Peygamberlerin gerçek kıymet ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin, bunu Yahudilerde ve Hristiyanlarda bulmak yerine İslâmda görmek mevkiinde olmaları gibi, topyekün Şiî ve Alevîlerin de hakiki Alevîliği, asli mezhepte gerçekleştirmeleri icap eder.
Ruhları İslâm aşkiyle dolu, en büyük üç Türk hakanından -Fatih, Birinci Selim ve İkinci Abdülhamid-in en köklü ve derin bir anlayışla mücadele ettiği, büyük çapta engellediği, fakat herşeye rağmen, tefessüh devrimizde önüne geçilemeyen ve bugün Türk nüfusunun, bilmem yüzde kaçını temsil eden Alevîlik, aynen İmam-ı Rabbani ölçüsüyle din ve dünya cahili ellerde, kutusunun içi boş bir etiketten ibarettir; ve ne Sünnet Ehlinin üzerine yürüyen, ne üzerine yürünülen ve ancak “hiç” kelimesiyle belirtilebilecek pasif, fakat her ân ve her türlü din aleyhtarı cereyanlarca istismarı mümkün bir manzara arz etmektedir.
Bugüne dek din aleyhinde girişilen ve adına “Devrim” denilen davranışlarda (direkt) veya (endirekt), Türk Alevileri, kendilerinden hiçbir tepki gelmeyecek ve İslâm esaslarının kıyımına seyirci kalacak bir sınıf olarak istismar ve bahane mevzuu olmuştur.
Kör ve habersiz bir gelenek yolundan gelen Türk Alevilerinin kültür, telkin ve temsil yoluyla fethedilmeleri lâzımdır.
BATINILER
İslâm anlayışında en büyük yara, nasıl ileride zâhirciler (kuru dış yüz bağlıları: İbn-i Teymiyye ve Vahhabiler) eliyle açılacaksa, ilk zamanlarda da bâtıncılar (uydurma iç yüz bağlıları) tarafından açılmıştır. Bu bakımdan Bâtıniliği, devletleşmiş Şiiliğin Hasan Sabbah kolundan ayrı olarak öbür kollarıyla da gözden geçirmek lâzım :
Allah Resulünün zahiri, Şeriat, bâtını ise tasavvuf olduğuna ve bu iki cephe birbirine sımsıkı kenetli ve birbirini doldurucu mahiyette bulunduğuna göre bu İlâhi ahengi çiğneyip şeytanî hayaller peşinde bir içyüz dâvasına girişmek ve erdirici hisarın kapısı Şeriatı devirmek diye tarif edebileceğimiz Bâtınilik, Hasan Sabbah'tan önce de Frenklerin (mistifikasyon - sahte esrar oyunu) dediği türlü hokkabazlıklarla zuhura gelmiş; ve zahidleri, velileri ve güdücüleriyle dosdoğru yolda giden “Sünnet Ehli” caddesinin başlıca sapık kolunu teşkil etmiştir.
Öteden beri işaret ettiğimiz üzere, İslâmî temsil kadrosunu lekeleyen üç tesir vardır: Yahudi, Bizans ye Fars... Dinimizin hikmet kaynağı tasavvuf, insan istidadını tek bir insanın kötü olduğu nispette iyi olabileceğini ve her şeyin bir dönüşten ibaret bulunduğunu bildirdiğine göre istidat bakımından son derece kuvvetli olan Fars tipi, İslâm'a hizmet ve onu yıkmak gayretinde, müspet ve menfi iki iş kutbunun en büyüklerini yetiştirmiştir. Müspette; işte Selman-ı Farisi, işte İmam-ı Azam ve daha niceleri... Menfide İse Şiiliği takiben niceleri!..
Bâtıniliği kuranlar, Meymun bin Deydan ve oğlu Abdullah isimli iki İranlıdır. Hicri İkinci Asrın ikinci yansında, Fars medeniyetini yutan İslama ve onun bayraktarı Arab'a duydukları hınçla harekete geçmişler, gizli cemiyet kurmuşlar ve İslâmı yıkma metodu olarak “Bâtıniyye” ismi altında Kur'ân ve hadisleri keyflerine göre te'vil ve tefsir ederek her şeyi güya iç hakikate, bâtına bağlamak yolunu tutmuşlardır.
Milliyetlerini gizlediler, kendilerini Peygamber soyundan gösterdiler, “Beyt Ehli”ne edilen zulüm edebiyatını köpürterek cahil halkı kazandılar ve o yoldan, Peygamber evlâtlarına kızanları hedef tutma bahanesiyle şeriate kızmayı denediler. Yedi imam -sonuncusu Cafer Es'Sadık'ın oğlu İsmail- tanıdılar ve böylece “İsmailiyye” koluna da zemin açtılar. “İsmail'in oğlu ölmedi veya öldü; bir gün yeni bir şeriatle meydana çıkacak veya dünya onun neslinden gelen imamlardan boş kalmayacak!” farkiyle bölündüler, her bölüm dallandı ve her dal şubelendi ve bu facia, kâh kurutulacak, kâh yeniden yeşerecek şekilde yürüdü, gitti. Şiilikten itibaren de bütün bâtıl inanış ve görüşlerle münasebet halinde şurada veya burada, şu türlü veya bu türlü mezhepleşme seciyesini elden bırakmadı.
Başlıca kollar:
Müslimiyye, Hurremiyye, Bâbekiyye, Mâziyariyye, Mukannâiyye, Nusayriyye, Dürüzziyye (Dürzülük), Haşşaşiyye, Sabbâhiyye (Hasan Sabbah), Talimiyye, Fidaviyye, falan filân...
Hepsi de küçük ton farklariyle birbirinin aynı... Suratına altun bir maske takıp yüzünü gizliyen ve açtığı zaman da halkın üstüne aynalarla kuvvetlendirilmiş keskin güneş ışıkları püskürtüp kendisini ilâh diye tanıtan (Mukannâ) sefil gözbağcılara kadar aşağılık kollar...
Hepsine göre : “Her şey helâl, haram diye bir şey yok; ve hükümler zahirde değil, bâtında...”
Bu öyle bir bâtıl anlayış ki, evvelâ bâtını yıkıyor, sonra ortada zahir diye bir şey bırakmıyor ve sapık kollar arasında küfrün en dik uçurumunu belirtiyor.
Hurufilik; yani harf ve hecelerin sayımından mânalar çıkarmak ve bunları hususiyle Tevhid Kelimesi gibi mukaddes ibarelere ve Kur'ân âyetlerine bağlamak ve hayal almaz nispetlere götürmek hep bunların eseri...
İşlenmiş mermer bir sütun gibi, en berrak ve mükemmel ölçü şekillerini hendeseleştiren İslâmi çizgileri eğip bükmek, kesip kırmak ve bugüne kadar türlü bâtıl itikatlara fidelik vazifesini görmüş olmak, bunların marifeti...
MUTEZİLE
Haricilerin haşin ve kırıcı dış yüz mantığının yanıbaşında bütün Şiî kollarının hayali ve kaçırtıcı iç yüz anlayışı sürüp giderken bir de başlangıçta herhangi bir aksiyona talip görünmeyen ferd ve küçük zümre çapında itikat mezhepleri türemeye başladı.
“Mutezile” bunların ilkidir ve “kopup ayrılanlar” manasınadır.
Şöyle oldu:
Vâsıl bin Atâ... Vaktiyle Haricilere kendisini “müşrik” tanıtarak kurtulmayı beceren samimiyetsiz adam... Hasan Basri Hazretlerinin talebelerinden...
“Sünnet ve Cemaat Ehli” yolunda iç ve dış ilimlerinin üstün şahsiyetlerinden Hasan Basri Hazretleri (Hicri 2. Asır başları) bir gün ders meclislerinde şöyle bir suale muhatap oluyorlar:
- Haricilerin durumu nedir? Bunlardan bir kısmı, büyük günah işleyenlerin küfürde olduğunu, bir kısmı da imanını muhafaza ettikçe, mümin sayılacağını iddia ediyor. Doğrusu nedir?
Bu suale cevabı Vâsıl bin Atâ veriyor:
- Büyük günah işleyenler “El'menzile beynel'menzileteyn-iki durak arası” yerde... Yani ne mümin, ne kâfir; sadece fâsık... Tövbesiz ölürse cehenneme gider. Fakat cezası kâfirinkinden hafif olur.
Bu mukabele üzerine Hasan Basri Hazretleri diyor ki:
- Vâsıl bizden (itikat esasımızdan) ayrıldı!
Ve kopup ayrılma anlamına gelen “itizal” yaftasını asmış oluyor...
Vâsıl bin Atâ “hatâ”nın, imana bağlı viraj noktasını dönemediği için en büyüğü içindedir: Kuru mantık hercümercine giriftar bu şahıs bütün tâbileriyle beraber, imanın, ne ibadetle yerini bulacağı, ne de günahla yerinden olacağı, ayrı ve müstakil bir bütün olduğu ve bunlarla ancak parlaklık veya donukluk kazanacağı yolundaki “Sünnet Ehli” anlayışından yoksundur.
Nitekim İmam-ı Azam Hazretlerinin nurlu huzuruna çıkan, tepeden tırnağa silâhlı bir Harici grubu, menfi cevap alırlarsa koca hak mezhep sahibini öldürecekleri tavriyle en ağır günahları saymışlar ve sormuşlardır:
- Bunları işleyenler hangi dindendir?
Yüce İmam da ihtiyatlı bir üslûpla demiştir ki:
- Bunlar hangi dindenmiş?
- Müslüman!..
- İşte sualinizin cevabını kendiniz verdiniz!
İçi ve dışı sımsıkı koruyan “Sünnet Ehli” itikadı şudur ki, ibadet imanın müspet (emirler) gereği, günah ise menfi (yasaklar) icabıdır ve bunlardan hiçbiri imanın zatı üzerinde müessir değildir.
Vâsıl ve bir iki arkadaşı tarafından benimsenen ters görüşler tez zamanda zümreleşti ve fırkalaştı. Her zaman olduğu gibi 20'yi aşkın bölüme ayrıldılar ve topyekûn şu prensipler üzerinde birleştiler:
1. Büyük günah işleyenler ne mümin, ne kâfirdir, iddiası...
2. Allah'ın zatını “kadîm-ezeli” kabul edip sıfatlarını kadim ve ezelî kabul etmeme zihniyeti...
3. Kul, kendi fiilinin hâliki, yaratıcısıdır, hükmü...
4. Ceza ve mükâfatı Allah üzerine vacip bilme ve böylece Allah'ı kayd altına alma düşünüşü...
5. İkinci maddeye bağlı olarak Kur'ânı, İlâhi emirler ve yasakları hep mahluk bilme ve zattan başka her tecelliyi red ve nefyetme görüşü...
İlâhî sıfat ve tecellileri Hâlikten hariç ve mahluk bilmek. böylece “Zat”ı sıfatsız bir “mevhume-vehmedilen şey” haline getirmek, çoğun tekte birleştiği sırrını kavrayamamak, cüz'i iradeyle külli irade arasındaki birinde “yapmak” ve öbüründe “yaratmak” farkını sezememek, insanoğlunda her ân rahmete el açıcı girift ruh yapısını görememek ve kolayca küfrüne hükmetmek...
“Mutezile” bütün kollariyle bu tablodan İbarettir; ve İslâm da derin ve sırrı tefekkür yerine ilk ve sığ bir felsefe özentisi ve yeltenişinin eseridir.
Çok devam etmedi, fakat vecd ve aşkı kösteklemekte ve selim idrak yolunu tıkamakta tesiri büyük oldu.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İÇTİHAD
Bir konferansımda bana sordular:
- Devrimizde içtihâd kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?
Şu cevabı verdim:
- " Devrimizde ve her devirde içtihâd kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak...Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkansıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir "imkânsız" ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil...
Cins atların atladığı, meselâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?... Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihâd kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük müttefekkirler gelebilir ve bunlar asır yeniliyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbâni Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilâf pürüzü yoktu."
• • •
TASAVVUF
"Hezeyan aklı" diye yaftalayabileceğimiz sapık kollar cereyanı karşısında, başta İmam-ı Gazali bulunmak üzere üstün Sünnet ve Cemaat ehli düşünürleri baraj kurar ve Doğru Yolu en ince çizgilerine kadar hendeseleştirirken, gerçek bâtın yolu da bu anafor dünyasında su yüzüne çıkmış ve müesseseleşmiş bulunuyordu.
Tasavvuf...
Zâhir plânını kazıdıktan ve sildikten sonra herşeyi lâfta bâtına bağlayıp onu da büsbütün kaybeden ve "İsmailiyye" ve "Sabbahiyye"ye kadar varan "Batıniyye"cilerin cinnet kıvrımları çerçevesi değil, zâhirle bâtını sımsıkı perçinleyici gerçek bâtın yolu...
Zâhir ve bâtında ve bütün zaman ve mekân boyunca insanoğluna en yüce oluş sermayesini getiren "Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber"e bağlı ve onunla başlayan yol... İnsanoğlunu dinin zâhirine ve o zâhiri bâtınına da kapı açmakla mükellef bulunuyor ve biri kalabalıklara, öbürüyse yücelere mahsus yollardan bâtın geçidini yalnız iki mutemedine bağlamış bulunuyordu.
Hazret-i Ebubekr ve Hazret-i Ali...
Toprağın üstünde dereler, çağlayanlar, göller ve denizler halinde yayılı din, toprak altı cereyanını Allah Resulünün nâmütenahilik merkezi kalbinden bu iki kemal pınarına bağlamış ve öbür Sahabiler de bu bâtından hisselerini almış olarak Bâtın yolu resmî bir ifadeye dökülmeksizin Birinci Asrın ilk yarısı içinde, ferde ait gâî ve nihâî oluşun marifet sırrı mânasiyle devam etmiştir. Zaten gizliliğin ruhu olan tasavvuf bu çığır içindeki göze görünmezliğini aslî seciyesine borçludur."
• • •
İBN-İ TEYMİYYE
"İbn-i Teymiyye, aklı çıkmaz sokaklara sürücü ve güya mantık zırhı içinde yürütücü ve topyekün insan ve kâinatı kaybettirici nazariyelerinin, kendisinden 4 asır sonra devletleştiğine, beşbuçuk, altı asır sonra da batı materyalizmasına akraba bir mahiyet kazanmasına ve arınmasını bekleyen İslâmı temelinden çürütme istidadının doğmasına vesile olmasaydı ele alınmaya değmezdi. Fakat belirttiğimiz hususiyetleri bakımından, İslâmî arınma dâvasının en büyük düşmanları arasında yer alıyor ve kozasında ölen bir böcek gibi eserlerinin ölü muhafazası içinde bırakılmaya gelmez bir mahiyet arzediyor.
Bugünkü Vehhâbiliğin, başı boş içtihad davranışlarının, her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mâna zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, yahut dolayısiyle babası İbn-i Teymiyyedir ve onu "İslâm materyalisti" diye yaftalamak yerinde bir teşhistir. Zira onun sistemi Allah ve Resulüne inanmanın değil, inanmamanın ve ancak böyle olursa tersinden mantıkî bir tertibe girmesi kaabil bir görüş belirtmektedir ve güneşi kabul edip ışığını kabul etmemek gibi bir akıl hezeyanı içine düştüğü tezat kuyusunu sadece her şeyi inkâr etmek suretiyle kapatabilir ve tezadsız bir küfür olarak kalır. Oysa, en büyük tezad içinde küfür... Allaha, yani gâibe inanan, böylece gâibler ve sırlar âlemine bel bağlayan bir anlayış nasıl olur da ruhu, ruhaniyeti reddeder, Kur'ân'dan başlayarak her şeyi beş hasse plânına bağlar ve yaratıcıya insanî vasıflar verir?.."
• • •
REFORMCULARIN ÖZÜ
Reformcu, dini, her türlü insan hamlesinin manivelası kabul etmek zorunda kaldıktan sonra ancak bu manivelayla kaldırılabilir yükleri sırtlayabilmeleri için insanlara daha hafif şartlar arayan ve dinin değişmez formüller tablosu Şeriati keyfine göre uydurmaya kalkan, yani dini içtimaî fayda plânında ele alıp Allah'a mutlak kulluk mânasında bozan gizli bir kâfirden başkası değildir. Sağdaki, ölçülerin kabuğunda kalan ham yobaz ve kaba softaya karşılık, solda, hikmetlerin kabuğunu delemeyen ve sır idrakine eremeyen reformcu...
Bizde birçok mefhumlar kelime mânasında bile kestirilemediği gibi (reform) tabiri de bilinmez. (Reform) kelimesi (röfer) mefhumuna eş olarak "tekrar şekillendirme" demektir. Tekrar şekillendirme ise, o biçimini kaybettiği sanılan uzviyeti, dışarıdan, takma kollar ve ayaklar misali, canlandırmaya yeltenmektir ki, bu da onun gerçek doktorunu bekleyen hakikatine kıymak olur.
Kelime mânası her ne olursa olsun, bizi taahhüt altına almaz. Kelimede değil, gerçekte yer alarak tespit edebiliriz ki, reformcu işte yukarıda çerçevelediğimiz mânanın adamıdır ve gayesi dinin hakikatini meydana çıkarmak değil, onu kendi hakikat vehmine feda etmektir. Mücerret "ulvî" yi, kendi müşahhas "süflî" lerine kurban edenler; yani reformcular...
Dinin ulvî ve mücerret hakikatini meydana çıkarmak için savaşanlarsa, onun üstündeki asırların biriktirdiği kir, ve pasların temizleyicileri mânasına hakiki reformculardır ve sıfatları "yenileyici"dir. Uydurucu değil, yenileyici... Kıl kadar farkla biri küfür uçurumunun dibini, öbürü iman şâhikasının zirvesini ihtar eden iki kutup...
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İBN-İ TEYMİYYE
Şimdi bütün bu yolu kaybedişlerin, çamura saplanışların, her şeyi beş hasseden ibaret kuru akıl çerçevesine döküşlerin; ona da nasıl inandıkları ayrı bir mesele teşkil etmek üzere “Nas-Kur’ân hükmü” dışında hiç bir şey kabul etmeyişlerin ve Kur’ân’ı kuru akla göründüğü gibi ele alışların baş temsilcisi İbn-i Teymiyye’ye sıra geliyor.
Sekizinci Hicrî Asrın bu kuru kafası, kendisinden birkaç asır ilerideki Vehhabîliğe, ondan 1 asır sonra da Mısırlı Muhammed Abduh ve Efganlı Cemaleddin’e (Cemaleddin-i Efganî) uzaktan ve yakından ana zemini kurmuş ve İslâmı yıkılmak üzüre bir bina farzedip onu dışından payandalamak isteyen daha sonraki (reform)culara doğrudan doğruya veya dolayısiyle dayanak olmuştur.
Bir âlim, evet… Fakat… Kuru, hedefini şaşkın, sır âleminin vecde düşürücü müşahedesini kaybetmiş ve derinliğine hikmet ufuklarını karanlığa boğmuş bir ilim, hiçbir şey bilmemekten daha kötüdür. îbn-i Teymiyye bu ikinci sınıfın baş örneğidir; ve mesleği, kısaca, şeriati dış çehresiyle ele almak, onu uzunluğuna ve genişliğine ele alırken derinliğinden mahrum ederek hacimden uzaklaştırmak ve satıh haline getirmek ve bu yolda İslama bir nevi maddecilik ve kuru akılcılık getirmeye kalkışmış olmaktır. Yâni İbn-i Teymiyye, şeriati doğrulayıcı akla, onun gördüğünden-ötesini kabul etmemekle, farkında olmaksızın bir nevi selâhiyet ve hâkimiyet tanımış oluyor ki, akla böyle bir selâhiyet ve hakimiyet tanımak, hem aklı, hem imanı anlamamak ve dalâletin en dipsizine düşmek oluyor. Eğer insan “ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim” dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir. Aynı akılla Allah’ı inkâr edenler, ters tarafından İbn-i Teymiyye ile aynı daire içinde mahpusturlar. Bu bahis gayet girift ve uzundur ve İbn-i Teymiyye mektebinin bazı ihtilâtları, hattâ son zamanlarda yurdumuzda talebe kaydetmeye kadar giden sirayetleri ve kolayca yerleşme avantajı bakımından ne kadar üzerinde durulsa yeridir. Akla bahşedilen öyle bir kolaylık ve ucuzluk ki, yarım akıllara İlâhî esrara karşı bir nevi horozlanma sevdasını veriyor, İlâhî esrarı çözülmüş şifre kâğıtları halinde sepete attırdığının farkında olmuyor; ve işte bu haliyle günümüzde İslâm Enstitülerine kadar sızmış ve bazı gruplar arasında modalaşmış bulunuyor.
Tasavvufu inkâr etmek, Resuller Resulünün ruhâniyet ve bâtınını tanımamaya varır ki, hem de sözde şeriatten yana görünmenin maskesi altında topyekûn ve en hain şekilde küfre ulaşır. Bu gibilerin (diyalektik) tekerlemeleri ise, (Sokrates)in buluşiyle, flüt çalana inanıp da flüte inanmamak derecesinde hayalî bir abes ve hamakat teşkil eder. Anlaşılmaza inanıyor da onun tecellilerindeki sırrîlik ve gizliliğe inanmıyor!
Koca İmam-ı Gazalî… Aklı akılla tükettikten sonra şöyle der:
“- Aklın hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın ötesidir.”
Bunlarsa aklı tüketip ötesine geçenler değil, en iptidaî aklın tükettikleri…
“- İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir…”
Bu sözü, ben söylemiyorum; “Altun Silsile”nin 33′üncü halkası, 14′üncü Hicrî ve 20′nci Milâdî Asrın « irşad kutbu » söylüyor.
Kocakarıların hayâl aynasındaki mevhum çizgilerle, Allah’ın esrar perdesindeki sonsuzluk nakışları ve tasavvufun sahtesiyle gerçeği arasında ayırd edici meleke, işte İbn-i Teymiyyede mevcut olmayan selim akıl ve mümîn kalbleri ışıldatıcı ilâhî nurdur. Nur yoksunu, o…
********************************************************************************************************
İkinci devre, temas ettiğimiz gibi, hezeyan aklından sonra akıl hezeyanı çığrıdır ve İbn-i Teymiyye isimli kişiden başlar.
«Hezeyan aklı» tabirinde ağırlık hezeyanda, «akıl hezeyanı»nda ise akılda… Birinde asıl, akıl taslayan hezeyan, öbüründe de hezeyana varan akıl… A-B çizgisi veya B-A hattı… Aynı şey… Fakat küçük bir (nüans-incelik)farkiyle ikincisi çok mühim ve nazik… Zira bu devrenin kapı açanı, günümüze kadar gelen ve günümüzde yeniden uyandırılmak istenen, İslam’a materyalist bakışın son derece tahripçi ve ilerideki ihtilatlariyle gayet tehditçi ilk örneğidir.
Hicri 5. ve 6. Asırlarda Hasan Sabbah’a kadar gelen ve sonra bir müddet durdurulan hezeyan aklı,7. Asrın sonunda ve 8. Asrın başında İbn-i Teymiyye eliyle ve dış idrak perdesinde mantıki hissini verici bir şeytaniyet dehasiyle, arada devletini kurmuş ve günümüzün iman iddiasındaki sefil idraklerine kadar nüfuz etmiş olarak sürüp geldi.
Ne gariptir ki, bazı muteber İslam ansiklopedilerinde, kıymet hükmü eserlerinde ve çağımızın birtakım karabaş beyaz sarıklılarında ve fetva hokkabazlarında İbn-i Teymiyye, akıl ermez bir itibar merkezi ve ihtiram hedefidir. 7.Asırdan beridir de, büyük bir velinin «dini içinden yıkan kafir» diye andığı bu itikat akrebini ateşle halkalayıcı bir davranış yapılamamış daha doğrusu, onun ilerideki ihtilatlarına karşı bir panzehir tertiplenememiş, bu mevzu küçümsenmiştir.
Büyük bir alim olduğu, hele Hadis ilminde parmakla sayılacak İnsanlar içinde bulunduğu bir hakikattir. Fakat İmam-ı Gazali gibi bir hikmet dehasına saldıran ve onu hadis ilminde cahillikle suçlayan bu adam «kitap yüklü merkep» ölçüsünü yüzde yüz canlandırıcı haliyle cehaletin ta kendisidir.
«Makul ve menkul (akıl ve nakil yoliyle gelen) ilimler arasında uygunluk» isimli 6 ciltlik eseri etrafında yüzlerce eser sahibi… Kimi felsefeye, kimi bid’atlere, kimi Hıristiyanlık hayal ve masallarına, kelam ilmine, Rafizilere, Şiilere ve Kaderiyyecilere çatan bu eserlerin yalnız başlıklarını okuyanlar, içinde bomba saklı bir çukulata kutusu gibi onu, en tatlı manada bir Sünnet Ehli mütefekkiri sanabilirler… Fakat kutuyu açıhnca bomba patlar ve «Kitab-ül-İman» isimli eserin sahibi bu sapığın, akli metoda hezeyan kusturan ve maverai idraki katleden «suret-i hak» peçeli bir imansız olduğu meydana çıkar.
Davası, şu maddelerin çerçevesi içinde hulasa edilebilir: «Kur’an ayniyle, noktası noktasına zahirine göre anlaşılmalı ve ele alınmalıdır. Allah, Kur’anında Arş üstünde istiva ettiğini, zatiyle mekan ifade ettiğini mi bildiriyor, aynen böyledir ve onu şekil ve mekandan tenzih edici hiçbir mecazi idrake sebep yoktur. Allah (benim elim her elin üstündedir!) buyururken bu ifade mecazi değil, aynen vakidir. Bahis mevzuu el de bildiğimiz insan elidir.»
Ve işin en korkunç tarafı şu hükümde:
«Allah, ayniyle insan şekil ve suretindedir.»
Nitekim bir gün Şam’da zehrini ürettiği demlerde minberden bir iki basamak iner ve şöyle der:
- «İşte Allah, benim bu minberden indiğim gibi yere iner! »
Serapa küfür belirten bu görüşten sonra talak (boşanma) ve zekat bahsinde şeriate tam zıt nice iddialar… Din ölçülerinin üçüncü temeli «icma-ümmetin toplu hükmü» usulüne aykırılık ve bu aykırılığın caiz olduğu hükmü… Hazret-i Ömer ve Ali’ye hücumlar ve onların güya yanıldıkları noktaları sayıya vurmalar… İmam-ı Gazali ve Muhiddin Arabi’yi küfürle itham etmeye kadar gitmeler.
Ve en hassas tehlike noktası ve nasipsizlik ifadesi olarak, tasavvufu, batın temelini, topyekun evliyayı, ruhu, ruhaniyeti inkar etmesi ve onlara yönelmeyi küfür sayması, türbe ve mezarları ziyarete şirk göziyle bakması, hatta Allah Resulünün Kabe’den üstün bilinen mukaddes Ravzasına kadar ruhaniyet yollarını tıkamaya kalkması…
Bu adam, apaçıktır ki, dış dünyayı dışların dışından beş hasseden başka hiçbir anlayış ve seziş melekesine sahip değildir ve İlahi idrakten yana kör ve topaldır.
İbn-i Teymiyye, aklı çıkmaz sokaklara sürücü ve güya mantık zırhı içinde yürütücü ve topyekün insan ve kainatı kaybettirici nazariyelerinin, kendisinden 4 asır sonra da batı materyalizmasına akraba bir mahiyet kazanmasına ve arınmasını bekleyen İslamı temelinden çürütme istidadının doğmasına vesile olmasaydı ele alınmaya değmezdi. Fakat belirttiğimiz hususiyetleri bakımından, İslamı arınma davasının en büyük düşmanları arasında yer alıyor ve kozasında ölen bir böcek gibi eserlerinin ölü muhafazası içinde bırakılmaya gelmez bir mahiyet arzediyor.
Bugünkü Vehhabiliğin, başıboş içtihad davranışlarının, her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mana zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, yahut dolayısiyle babası İbn-i Teymiyyedir ve onu «İslam materyalisti» diye yaftalamak yerinde bir teşhistir. Zira o’nun sistemi Allah ve Resulüne inanmanın değil, inanmamanın ve ancak böyle olursa tersinden mantıkı bir tertibe girmesi kaabil bir görüş belirtmektedir ve güneşi kabul edip ışığını kabul etmemek gibi bir akıl hezeyanı içine düştüğü tezat kuyusunu sadece herşeyi inkar etmek suretiyle kapatabilir ve tezadsız bir küfür olarak kalır. Oysa, en büyük tezad içinde küfür… Allaha, yani gaibe inanan, böylece gaibler ve sırlar alemine bel bağlayan bir anlayış nasıl olur da ruhu, ruhaniyeti reddeder, Kur’andan başlayarak herşeyi beş hasse planına bağlar ve Yaratıcıya insanı vasıflar verir?…
Bütün bu verdiğimiz bilgiler gerçeğe öylesine uygundur ki. Batı kaynaklı ve Cumhuriyet mamülü bir eser olmasına rağmen sanki Sünnet Ehli diliyle konuşuyormuşçasına, Maarif Vekaletinin yayınladığı «İslam Ansiklopedisi»nde bile kayıtlıdır.
İbn-i Teymiyye devri Osmanlı Devletinin kuruluş zamanlarına tesadüf eder. Merkezini kurduğu yer, Mısır… Mısır Sultanının huzurunda bazı din adamlarıyla tartışmalara girişir ve neticede Kahire kalesinde hapse atılır. Bir müddet sonra kurtulur. Mısır’dan çıkar ve aynı yolda devam ettiği için Şam zindanına atılır.
İslam alimleri İbn-i Teymiyye mevzuunda değişik fikirlere yer vermiş ve bir kısmı onu rafizilik ve küfürle suçlandırırken bir kısmı da ilmine hayran ve iddialarına taraftarımsı veya sükuti bir tavır takınmışlardır. İbn-i Batuta ve İbn-i Hacer gibi büyükler o’nun sapıklığına inananlar arasındadır. Buna mukabil, birkaç asır sonra gelecek ve en tehlikeli yolu açacak olan Mısırlı Şeyh M. Abduh tarafından kurulan «Mısır Islahat Fırkası» onun eserlerine kucak açmış ve yerinde görüleceği gibi, İslamı asliyetinden inhiraf ettirmekten başka manaya çekilemez reformculuk cereyanının ilk destekçisi saymıştır.
Kur’an ve Hadisin zahirine göre itikat ve amel etmek ve bu iki emir kutbunun hakikatine erme yolunda ne «İcma», ne de «Kıyas» gibi hiçbir vasıta tanımamak, maverai her anlayış ve görüşü dibinden kazımak ve böylece başta Kur’an ve Hadis bulunmak üzere topyekün kainatı elden çıkarmak ve ebedi helake yol açmak metodundaki bu adam, birkaç cilt içinde serptiği zehirli tohumların, nihayet bir devlet ve maddecilik dünyasına uygun bir zihniyet ağacı haline gelmesinden başlıca sorumludur.
«Arınma Çağında İslam»ın da, içten başlıca bozguncusu olarak tam bir teşrih ve tahlile tabi tutulması gereken habaset merkezi…
******************
“- İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir…”
Bu sözü, ben söylemiyorum; “Altun Silsile”nin 33′üncü halkası, 14′üncü Hicrî ve 20′nci Milâdî Asrın « irşad kutbu » söylüyor.
*************************************************************************************************
Evvela Mevdudi:
«İslamda İhya Hareketleri» isimli eseriyle İslam'da imha hareketinin temsilcilerinden biri... Çağdaşımız... İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak... Gördüğü sert tepki üzerine eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı... Gerisi cila... Cemalettin ve Abduh'a hayran... İbn-i Teymiyye'ye ise kara sevdalı...
İslam onca bir felsefedir ve nice şer'i ölçüler bu bakımdan muhakeme edilerek değiştirilebilir. Çorap üstüne mesh etmenin cevazını iddia ettiği gibi...
Aynca mezheplerin birleştirilmesi fikrini müdafaa ve dört hak mezhebi birbirine karşı mücadele ve garaz halinde gösterme...
«Sana nasıl geliyorsa öyledir!» hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme, ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli alimlerini kötüleme...
Mevdudi sade fikirde kalmadı; aksiyona da girişti. Hind Müslümanlarının milli hareketlerinde önderlik sevdasına düştü. Hapse girip çıktı. İlk eseri «İslam'da Cihad» ihtilalci fikri telkin etmesi bakımından Mısır'da, kendisine telkin zemini buldu ve bazı kimselerin idam edilmelerine yol açtı. 1953'de Kaadiyanlik meselesine el attı, yine tutuldu ve 2 yıl 2 ay hapse mahkum edildi. Sapık fikirlerin sapık ihtilalcisi olarak 1964'de yine hapsi boyladı; bu defa da İslam Cemaati Derneğinin kapatılmasına sebep oldu. Derken Vehhabilik dünyasına kapılandı; Medine'deki Vehhabi Üniversitesi İstişare Heyetine aza seçildi. Orada da dikiş tutturamadı ve Vehhabilere bile giran gelen fikirleri yüzünden muhakeme altına alındı.
Hamidullah hakkında uzun söze lüzum görmüyoruz. Çağımızda din zaviyesinden temayülünün ne olduğu ve ne olabileceği besbelli bulunan üniversitelerimizin davetlisi olarak memleketimize gelip gitmekteki bu cüce akıl mütefekkirinin ne olduğunu göstermeye yalnız bu kucak açış yeterken onun «İslam Peygamberi» kitabına bir göz atmak bile kafi gelir.
Evvela Kainatın Efendisine,İslam'ın Peygamberi demekle O'na bir tahsis yaptığının ve bu tahsisle başka dinlere ve onların hükümleri yürürlükte peygamberlerine yer verdiğinin şuurlu veya şuursuz ifadesini taşıyan bu kitap, daha önsözünde Fransızları memnun etmek için kaleme alındığını itiraf ederken, hedef tuttuğu bu memnuniyetin dayanaklarını açıkça meydana koymaktadır. Zira bu adamın gözünde ALLAH'ın Sevgilisi, tükürükten başka ilacı olmayan biridir, İslam ise yalnız gençlerin, toy delikanlıların, fakirlerin, kölelerin, ezilenlerin, tek kelimeyle aşağı tabaka ve ayak takımının kucak açtığı bir dindir. Miraç mucizesi bir rüyadan ibaret ve daha nice madde üstü harikalar akılla teftişi gerekir şeylerdir. Tasavvuf ise uydurmadır.
Bir konferans münasebetiyle Erzurum'da bulunduğum sırada Hamidullah da oradaydı. İçinde kendisinden de bahsettiğim konferansa gelmek cesaretini gösteremedi. Ertesi gün bir toplantıda bağlılarının da bulunduğu bir mecliste hakkındaki tespitlerime cevap verebilen kimse çıkmadı. Yalnız, artık ne tarafı tuttuğu belli olan bir genç şöyle dedi: Ona hangi mezhepten olduğunu sordum:
- «Ben mezhepsizim!» cevabını verdi.
Bir de Seyyid Kutup var...
Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymunu Nasır'a «Bir mümin bir münafıktan af dilemez!» cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı «Sahte Kahramanlar» konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutup bir İbn-i Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman'a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır.
idam edilmeden bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyleyse tam kahraman ve şehit... Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.
Günümüzün reformcuları bunlarla bitmiyor. Onlardan birkaç batın önce başlayan ve Kazanlı Musa (Beykiyef) gibilerden geçen ve asıl istinadı ibn-i Teymiyye, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh olan kol, bu gösterdiklerimizde tam teşahhusunu bulurken, zakkumlarının silkintisi halinde Türkiye'de kendisine bir fidanlık bulamamış değildir.
iddia ve davalarını teker teker gösterip cevaplandırmayı abesle uğraşma saydığımız, ama buna rağmen bir kitaptan naklen vereceğimiz ve sadece özlerini belirtmekle yetineceğimiz yeni zaman sapıklıkları ve sapıkları işte bunlar!...
NOT: Yukarıda alıntı yaptığımız fikirler Necip Fazıl Kısaküreğe aittir. Yani tartışmaya açıktır. Üstadın ilmi ile sınırlanan ve en nihayetinde teslimiyete açılan bir manzumedir. Üzerinde düşünülmesi ve değerlendirilmesi açısından önemli bir eserden birkaç alıntıyı paylaşmakta fayda olacağını düşündüm Elbette en doğrusunu Allah Bilir.
ŞİA-ŞİÎLİK
Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep, itikadi bir dalâlet mektebi olarak, “Doğru Yolun Sapık Kollan” arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse, Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur.
Şiilik, “Beyt Ehli - Peygamber Evinin kadrosu”na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman'ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardırılması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumlan, Haricileri de geriden körükleyici İbn-i Sebe eliyle atılır.
Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali'ye :
- Sen Allah'sın.
Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:
- Demedim mi, insanları yakmak yalnız Allah'a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin.
Diye mukabele etmiştir.
Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali'ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali'nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandırma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.
İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali'ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta kainatın efendisine takdim etme dalâletini tohumlandırmış oldu. Öyle ki, Şiî kolları arasında doğrudan doğruya küfrü dillendiren bir sınıf, Cebrail'in, şaşırıp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.
Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali'yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı. ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da “Kıble Ehli” sayılır.
Nitekim “Şii” adını Hazret-i Hüseyin'in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vakasından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadî manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine “Gulât-aşırılar” denilen bölümlere ayrılmıştır.
Üç ana şube:
GALİYE: (Gulât-aşırılar)
Bu şube ayrıca 15 bölümlü.
RÂFIZA: (İlk iki Halifeyi reddedenler)
Bu şube de 24 fırka.
ZEYDİYE: (Râfızaya karşı çıkanlar)
Bunlar da 6 kısım.
Görülüyor ki .sayılabildiği kadarıyla 45 kollu bir “Şia-Şiilik” hareketi İslâm'ın ilk asrında başım almış gidiyor.
Şiilerin her ölçüyü devirici ve çiğneyici azgınlar ve aşırılar sınıflarım kasdederek kaydedelim ki, aynı hal, babasız hak peygamber Hazret-i İsa'dan sonra da meydana gelmiş ve bir yahudi eliyle bozulan İsevilik, yüce Resulü Allah'ın oğlu diye ilan etmişti.
Bu şeytanî mübalağa belası, en küçük dereceden en üstününe ve nihayet erişilmez olanına kadar topyekûn tarihe ve insanoğluna musallattır.
ŞİÎLİK ETRAFINDA
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri -ki bugün onun açtığı devre içinde ve o devrenin ortasındayız- Şiîliği ve kollarından “Rafıza”yı, Alevilik tabirini de ekleyerek sapıklıkların en korkunçlariyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak. Hazret-i Ali'ye ulûhiyet konduran dallarına kadar belirtir.
“Tutan; bir şahsı mübalâğayla tutan” mânasına Şiîlik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden “Bırakan” anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali'yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde Hulâsa edilebilecek olan şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kollan, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü... Hak nasıl bir, bâtıl da sayısızsa, Şiilik bâtılının da bölümleri öyle; ve sayısız bâtılını ilân etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!.. Bu bölümleri teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden İfrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz.
En başta İbn-i Sebe kolu olarak Haricilerden başlayıp Hazret-i Ali'nin hilâfeti boyunca süren ve Şiîlik mektebinin temelini kuran cereyan... Hazret-i Ali'yi ilâh ve Cebrail'i yanılmış bilenler... (Bu rivayet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tasdikinde olduğuna göre, vâki...)
Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip başkalarını o makama müstehak görmeyenler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia edenler.
“İsna Aşeriyye” adı altında Hazret-i Ali soyundan “12 İmam” nazariyesini güdenler ve hepsini birden insanüstü sayanlar... Bu imamlardan onikincisi nazarlarında gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi'yi temsil etmekte...
“Tenasüh-a, ölümden sonra ruhun başka cesetlere hululüne inananlar; Allah'ı insan şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali'ye geçtiğini öne sürenler...
Herşeyi bâtına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait. bütün yasaklan ve emirleri inkâr edenler...
Hazret-i Ali'nin öldürülmediğini, ölmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldırıldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, “şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!” iddiasında bulunanlar... Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah'ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazret-i Ali'ye benzetip vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur'anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar...
Hazret-i Ali'yi ilâh kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali'ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler...
Daha neler ve neler!.. Başıboş hayalin en süfli madde ve fiilden çizebileceği nispetleri en ulvi mâna ve hakikate yakıştıranlar ve sakat hayal ile sıhhatli hakikat görüşü arasında hiçbir mizana sahip bulunmayanlar...
Geniş ve toplu teşhis dairesi içinde Şiilik budur; ve onlardan “mutedil” diye sıfatlandırdığımız, Hazret-i Ali'yi “tafdil-üstün tutma” yolunda olsa da büyük sahabileri tasdik; ve Allahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar müstesna, gerisi, “El'küfrü milletün vâhide-küfür tek bir millettir!” hükmü altındadır.
Tefessüh ocağı Bizans'ın vecd kurutuculuğu, hayal puthanesi İran'ın ölçü bozuculuğu ve Hazret-i Musa'dan beri bütün bu nefsanî ve şeytanî fakültelerin başlıca işleticisi Yahudi dehâsının tesiriyle İslâmda ilk defa büyük sapık kol Şiîlik, o gidişin ismidir ki. Haricilerin kurduğu sığ ve kaba küfre dayalı baş kaldırma zemini üzerinde yüzde yüz mecnun ve hiçbir tartışmaya değmez itikadî hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve ileride, çok ileride, -belki bugün- arınmasını bekleyen hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur.
DEVLETLEŞEN ŞİÎLİK
Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve “Kırâmıta” ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu İsmailiyeden bir dal olan Kırâmıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke'yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve “Hacer-i Esved”i söküp Irak'a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.
Ayrıca Mısır'da Fâtımiler...
Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya Ismailiye, bir ismiyle de Bâtıniye şubesidir.
“-Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur'an'ın bir bâtını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş bâtındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar sadece meşakkat ve eziyet mevzuudur. Bâtına bağlananlar ise murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helâldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, (M...) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi'dir ve gelecektir. Allah ne vardır, ne yoktur, ne âlim ve ne câhildir, ne kudretli ve ne âcizdir!”
Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği ve tiksinti vereceği daha neler!..
Meselâ:
“-Kadın, âdetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza” eder, nasıl olur? idrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekât da bazıları 3 veya 2?..”
Ruh emrinde basit bir ölçü aleti olan akim hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran'ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan'ın himayesine ermişken Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır'a kaçmış, Şii Fatımîlerden himaye görmüş ve Fars illerinde, -nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam...
“Kartal yuvası” mânasına, dik kayalıklar üstünde “Alarmut” kalesi... Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fikir ve gözü-karalıkta ye cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiîliğin Rahmânilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması “İlhad - küfür” aksiyoncularının başında gelir.
İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail'i son imam tanıdıkları için “İsmailiye” ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden “Sebiyye - Yedicilik” diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü “Batınıyye” diye de yaftalanan bu fırka, Nuseyriler, Dürziler üzerinde dahi tesir sahibidir.
Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi'nin resmen Şiiliği ilân etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarını bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Alevîliği sokan Farslar... Fars tipi, İslâmı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.
ALEVÎLİK
Mutedil ve sınırlara riayetkar Şiiler “Gulât” diye isimlendirdikleri, ruhlarını topyekûn çerçevelediğimiz kolları kendilerinden saymazlar; hatta bunları “Kıble Ehli” yani mümin kabul etmezler.
“Gulât” kadrosunda en ileri kol da yine türlü şubeleriyle Alevîlerdir.
İmam-ı Rabbani Hazretleri bunlar için kaleme aldığı bir risalede şöyle buyuruyor.
“- Bugün Şiilerin en azgın fırkasına Alevi deniliyor.
Çoğu, okuma yazma bilmeyen din ve dünya cahilleri bunlar...”
Ve meseleye şu hadis ile cevap veriyor:
“- Fitneler, bid'atler ortaya çıkıp sahabilerime dil uzatıldığı zaman doğruyu bilenler onu bildirsin! Eğer bildirmezlerse, Allahın, meleklerinin ve insanların laneti bildirmeyenin üstüne olsun! Allah, böyle bilginlerin, ne farz, ne nafile, hiçbir ibadetini kabul etmez!”
Müthiş!.. Şiilik mevzuunda gerçekten bu muazzam hadisi göstermekten başka hiçbir mukabeleye değmez. Sırayla en büyük üç halifeden başlayarak Hazret-i Muaviye'ye kadar” -ki günümüzde bile buna yeltenen sözde İslâm düşünürleri vardır- bazı sahabileri kötüleyenler, içtihat ve davranışları ne olursa olsun, “sahabi”nin mânâsını sezmekten yoksun, İslâm'ı nakış gibi kalbinde değil, tasma gibi boynunda taşıyan nasipsizlerdir.
Yine bir hadis:
“- Ben her günâhın şefaatçısıyım; illâ sahabilerime sövenlere şefaat etmem!..”
Öbürlerinden farklı olarak sahabiliğinin inkârı küfre varıcı, nebilerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hazret-i Ebubekir'i kötülemeye kadar giden Rafızilik de cevabını bu hadisten alsın:
“-Son zamanlarda Rafızi diye isimlendirilen bir topluluk türer. Bunlar İslâm'ı terkederler. Onları öldürün, çünkü şirktedirler!”
Hazret-i Ali'ye hitap eden bir hadis daha:
“- Benden sonra bir topluluk gelir. Onlara Rafızi ismi verilir. Sen onlara yetişirsen, ya Ali, onları yaşatma! Onlar müşriktir!”
Hazret-i Ali buyuruyor:
- Bu emir üzerine sordum: Alâmetleri nedir, ey Allahın Resulü? Dediler ki. “Sende olmayan şeylerle seni medh ve sena edecekler ve evvelkileri kötüleyecekler!”
Eğer Şiîlik Hazret-i Ali'yi sevmek sanılıyorsa, tersinden, aldatıcı mantık oyunlarının en hain ve habisine kurban olunuyor demektir. Yaratıcı hakikatten yaratılmış hakikatlere kadar herşeyi inkâr edip hepsini birden Hazret-i Ali'ye bağlamak, onu, cımbızla etinin her zerresini kopararak öldürmeye kalkışmaktan farksızdır. Hazret-i Ali sevgisi “Sünnet ve Cemaat Ehli” ölçüsüne bağlıdır; ve tıpkı Musa ve İsâ Peygamberlerin gerçek kıymet ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin, bunu Yahudilerde ve Hristiyanlarda bulmak yerine İslâmda görmek mevkiinde olmaları gibi, topyekün Şiî ve Alevîlerin de hakiki Alevîliği, asli mezhepte gerçekleştirmeleri icap eder.
Ruhları İslâm aşkiyle dolu, en büyük üç Türk hakanından -Fatih, Birinci Selim ve İkinci Abdülhamid-in en köklü ve derin bir anlayışla mücadele ettiği, büyük çapta engellediği, fakat herşeye rağmen, tefessüh devrimizde önüne geçilemeyen ve bugün Türk nüfusunun, bilmem yüzde kaçını temsil eden Alevîlik, aynen İmam-ı Rabbani ölçüsüyle din ve dünya cahili ellerde, kutusunun içi boş bir etiketten ibarettir; ve ne Sünnet Ehlinin üzerine yürüyen, ne üzerine yürünülen ve ancak “hiç” kelimesiyle belirtilebilecek pasif, fakat her ân ve her türlü din aleyhtarı cereyanlarca istismarı mümkün bir manzara arz etmektedir.
Bugüne dek din aleyhinde girişilen ve adına “Devrim” denilen davranışlarda (direkt) veya (endirekt), Türk Alevileri, kendilerinden hiçbir tepki gelmeyecek ve İslâm esaslarının kıyımına seyirci kalacak bir sınıf olarak istismar ve bahane mevzuu olmuştur.
Kör ve habersiz bir gelenek yolundan gelen Türk Alevilerinin kültür, telkin ve temsil yoluyla fethedilmeleri lâzımdır.
BATINILER
İslâm anlayışında en büyük yara, nasıl ileride zâhirciler (kuru dış yüz bağlıları: İbn-i Teymiyye ve Vahhabiler) eliyle açılacaksa, ilk zamanlarda da bâtıncılar (uydurma iç yüz bağlıları) tarafından açılmıştır. Bu bakımdan Bâtıniliği, devletleşmiş Şiiliğin Hasan Sabbah kolundan ayrı olarak öbür kollarıyla da gözden geçirmek lâzım :
Allah Resulünün zahiri, Şeriat, bâtını ise tasavvuf olduğuna ve bu iki cephe birbirine sımsıkı kenetli ve birbirini doldurucu mahiyette bulunduğuna göre bu İlâhi ahengi çiğneyip şeytanî hayaller peşinde bir içyüz dâvasına girişmek ve erdirici hisarın kapısı Şeriatı devirmek diye tarif edebileceğimiz Bâtınilik, Hasan Sabbah'tan önce de Frenklerin (mistifikasyon - sahte esrar oyunu) dediği türlü hokkabazlıklarla zuhura gelmiş; ve zahidleri, velileri ve güdücüleriyle dosdoğru yolda giden “Sünnet Ehli” caddesinin başlıca sapık kolunu teşkil etmiştir.
Öteden beri işaret ettiğimiz üzere, İslâmî temsil kadrosunu lekeleyen üç tesir vardır: Yahudi, Bizans ye Fars... Dinimizin hikmet kaynağı tasavvuf, insan istidadını tek bir insanın kötü olduğu nispette iyi olabileceğini ve her şeyin bir dönüşten ibaret bulunduğunu bildirdiğine göre istidat bakımından son derece kuvvetli olan Fars tipi, İslâm'a hizmet ve onu yıkmak gayretinde, müspet ve menfi iki iş kutbunun en büyüklerini yetiştirmiştir. Müspette; işte Selman-ı Farisi, işte İmam-ı Azam ve daha niceleri... Menfide İse Şiiliği takiben niceleri!..
Bâtıniliği kuranlar, Meymun bin Deydan ve oğlu Abdullah isimli iki İranlıdır. Hicri İkinci Asrın ikinci yansında, Fars medeniyetini yutan İslama ve onun bayraktarı Arab'a duydukları hınçla harekete geçmişler, gizli cemiyet kurmuşlar ve İslâmı yıkma metodu olarak “Bâtıniyye” ismi altında Kur'ân ve hadisleri keyflerine göre te'vil ve tefsir ederek her şeyi güya iç hakikate, bâtına bağlamak yolunu tutmuşlardır.
Milliyetlerini gizlediler, kendilerini Peygamber soyundan gösterdiler, “Beyt Ehli”ne edilen zulüm edebiyatını köpürterek cahil halkı kazandılar ve o yoldan, Peygamber evlâtlarına kızanları hedef tutma bahanesiyle şeriate kızmayı denediler. Yedi imam -sonuncusu Cafer Es'Sadık'ın oğlu İsmail- tanıdılar ve böylece “İsmailiyye” koluna da zemin açtılar. “İsmail'in oğlu ölmedi veya öldü; bir gün yeni bir şeriatle meydana çıkacak veya dünya onun neslinden gelen imamlardan boş kalmayacak!” farkiyle bölündüler, her bölüm dallandı ve her dal şubelendi ve bu facia, kâh kurutulacak, kâh yeniden yeşerecek şekilde yürüdü, gitti. Şiilikten itibaren de bütün bâtıl inanış ve görüşlerle münasebet halinde şurada veya burada, şu türlü veya bu türlü mezhepleşme seciyesini elden bırakmadı.
Başlıca kollar:
Müslimiyye, Hurremiyye, Bâbekiyye, Mâziyariyye, Mukannâiyye, Nusayriyye, Dürüzziyye (Dürzülük), Haşşaşiyye, Sabbâhiyye (Hasan Sabbah), Talimiyye, Fidaviyye, falan filân...
Hepsi de küçük ton farklariyle birbirinin aynı... Suratına altun bir maske takıp yüzünü gizliyen ve açtığı zaman da halkın üstüne aynalarla kuvvetlendirilmiş keskin güneş ışıkları püskürtüp kendisini ilâh diye tanıtan (Mukannâ) sefil gözbağcılara kadar aşağılık kollar...
Hepsine göre : “Her şey helâl, haram diye bir şey yok; ve hükümler zahirde değil, bâtında...”
Bu öyle bir bâtıl anlayış ki, evvelâ bâtını yıkıyor, sonra ortada zahir diye bir şey bırakmıyor ve sapık kollar arasında küfrün en dik uçurumunu belirtiyor.
Hurufilik; yani harf ve hecelerin sayımından mânalar çıkarmak ve bunları hususiyle Tevhid Kelimesi gibi mukaddes ibarelere ve Kur'ân âyetlerine bağlamak ve hayal almaz nispetlere götürmek hep bunların eseri...
İşlenmiş mermer bir sütun gibi, en berrak ve mükemmel ölçü şekillerini hendeseleştiren İslâmi çizgileri eğip bükmek, kesip kırmak ve bugüne kadar türlü bâtıl itikatlara fidelik vazifesini görmüş olmak, bunların marifeti...
MUTEZİLE
Haricilerin haşin ve kırıcı dış yüz mantığının yanıbaşında bütün Şiî kollarının hayali ve kaçırtıcı iç yüz anlayışı sürüp giderken bir de başlangıçta herhangi bir aksiyona talip görünmeyen ferd ve küçük zümre çapında itikat mezhepleri türemeye başladı.
“Mutezile” bunların ilkidir ve “kopup ayrılanlar” manasınadır.
Şöyle oldu:
Vâsıl bin Atâ... Vaktiyle Haricilere kendisini “müşrik” tanıtarak kurtulmayı beceren samimiyetsiz adam... Hasan Basri Hazretlerinin talebelerinden...
“Sünnet ve Cemaat Ehli” yolunda iç ve dış ilimlerinin üstün şahsiyetlerinden Hasan Basri Hazretleri (Hicri 2. Asır başları) bir gün ders meclislerinde şöyle bir suale muhatap oluyorlar:
- Haricilerin durumu nedir? Bunlardan bir kısmı, büyük günah işleyenlerin küfürde olduğunu, bir kısmı da imanını muhafaza ettikçe, mümin sayılacağını iddia ediyor. Doğrusu nedir?
Bu suale cevabı Vâsıl bin Atâ veriyor:
- Büyük günah işleyenler “El'menzile beynel'menzileteyn-iki durak arası” yerde... Yani ne mümin, ne kâfir; sadece fâsık... Tövbesiz ölürse cehenneme gider. Fakat cezası kâfirinkinden hafif olur.
Bu mukabele üzerine Hasan Basri Hazretleri diyor ki:
- Vâsıl bizden (itikat esasımızdan) ayrıldı!
Ve kopup ayrılma anlamına gelen “itizal” yaftasını asmış oluyor...
Vâsıl bin Atâ “hatâ”nın, imana bağlı viraj noktasını dönemediği için en büyüğü içindedir: Kuru mantık hercümercine giriftar bu şahıs bütün tâbileriyle beraber, imanın, ne ibadetle yerini bulacağı, ne de günahla yerinden olacağı, ayrı ve müstakil bir bütün olduğu ve bunlarla ancak parlaklık veya donukluk kazanacağı yolundaki “Sünnet Ehli” anlayışından yoksundur.
Nitekim İmam-ı Azam Hazretlerinin nurlu huzuruna çıkan, tepeden tırnağa silâhlı bir Harici grubu, menfi cevap alırlarsa koca hak mezhep sahibini öldürecekleri tavriyle en ağır günahları saymışlar ve sormuşlardır:
- Bunları işleyenler hangi dindendir?
Yüce İmam da ihtiyatlı bir üslûpla demiştir ki:
- Bunlar hangi dindenmiş?
- Müslüman!..
- İşte sualinizin cevabını kendiniz verdiniz!
İçi ve dışı sımsıkı koruyan “Sünnet Ehli” itikadı şudur ki, ibadet imanın müspet (emirler) gereği, günah ise menfi (yasaklar) icabıdır ve bunlardan hiçbiri imanın zatı üzerinde müessir değildir.
Vâsıl ve bir iki arkadaşı tarafından benimsenen ters görüşler tez zamanda zümreleşti ve fırkalaştı. Her zaman olduğu gibi 20'yi aşkın bölüme ayrıldılar ve topyekûn şu prensipler üzerinde birleştiler:
1. Büyük günah işleyenler ne mümin, ne kâfirdir, iddiası...
2. Allah'ın zatını “kadîm-ezeli” kabul edip sıfatlarını kadim ve ezelî kabul etmeme zihniyeti...
3. Kul, kendi fiilinin hâliki, yaratıcısıdır, hükmü...
4. Ceza ve mükâfatı Allah üzerine vacip bilme ve böylece Allah'ı kayd altına alma düşünüşü...
5. İkinci maddeye bağlı olarak Kur'ânı, İlâhi emirler ve yasakları hep mahluk bilme ve zattan başka her tecelliyi red ve nefyetme görüşü...
İlâhî sıfat ve tecellileri Hâlikten hariç ve mahluk bilmek. böylece “Zat”ı sıfatsız bir “mevhume-vehmedilen şey” haline getirmek, çoğun tekte birleştiği sırrını kavrayamamak, cüz'i iradeyle külli irade arasındaki birinde “yapmak” ve öbüründe “yaratmak” farkını sezememek, insanoğlunda her ân rahmete el açıcı girift ruh yapısını görememek ve kolayca küfrüne hükmetmek...
“Mutezile” bütün kollariyle bu tablodan İbarettir; ve İslâm da derin ve sırrı tefekkür yerine ilk ve sığ bir felsefe özentisi ve yeltenişinin eseridir.
Çok devam etmedi, fakat vecd ve aşkı kösteklemekte ve selim idrak yolunu tıkamakta tesiri büyük oldu.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İÇTİHAD
Bir konferansımda bana sordular:
- Devrimizde içtihâd kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?
Şu cevabı verdim:
- " Devrimizde ve her devirde içtihâd kapısı ardına kadar açıktır. Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak...Fakat müçtehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcud değil. Şu kadar ki, imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkansıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir "imkânsız" ki, mücerrette mümkün fakat müşahhasta kabil değil...
Cins atların atladığı, meselâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayabilecek?... Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?.. Demek ki, hem gerektirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık içtihâd kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellilerine karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük müttefekkirler gelebilir ve bunlar asır yeniliyicileri olmak gibi muazzam bir makama namzed olabilirler; fakat asla, müçtehid olamazlar. Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmam-ı Rabbâni Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müçtehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini bu mezheb üzerine bina etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu bina arasında en küçük ihtilâf pürüzü yoktu."
• • •
TASAVVUF
"Hezeyan aklı" diye yaftalayabileceğimiz sapık kollar cereyanı karşısında, başta İmam-ı Gazali bulunmak üzere üstün Sünnet ve Cemaat ehli düşünürleri baraj kurar ve Doğru Yolu en ince çizgilerine kadar hendeseleştirirken, gerçek bâtın yolu da bu anafor dünyasında su yüzüne çıkmış ve müesseseleşmiş bulunuyordu.
Tasavvuf...
Zâhir plânını kazıdıktan ve sildikten sonra herşeyi lâfta bâtına bağlayıp onu da büsbütün kaybeden ve "İsmailiyye" ve "Sabbahiyye"ye kadar varan "Batıniyye"cilerin cinnet kıvrımları çerçevesi değil, zâhirle bâtını sımsıkı perçinleyici gerçek bâtın yolu...
Zâhir ve bâtında ve bütün zaman ve mekân boyunca insanoğluna en yüce oluş sermayesini getiren "Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber"e bağlı ve onunla başlayan yol... İnsanoğlunu dinin zâhirine ve o zâhiri bâtınına da kapı açmakla mükellef bulunuyor ve biri kalabalıklara, öbürüyse yücelere mahsus yollardan bâtın geçidini yalnız iki mutemedine bağlamış bulunuyordu.
Hazret-i Ebubekr ve Hazret-i Ali...
Toprağın üstünde dereler, çağlayanlar, göller ve denizler halinde yayılı din, toprak altı cereyanını Allah Resulünün nâmütenahilik merkezi kalbinden bu iki kemal pınarına bağlamış ve öbür Sahabiler de bu bâtından hisselerini almış olarak Bâtın yolu resmî bir ifadeye dökülmeksizin Birinci Asrın ilk yarısı içinde, ferde ait gâî ve nihâî oluşun marifet sırrı mânasiyle devam etmiştir. Zaten gizliliğin ruhu olan tasavvuf bu çığır içindeki göze görünmezliğini aslî seciyesine borçludur."
• • •
İBN-İ TEYMİYYE
"İbn-i Teymiyye, aklı çıkmaz sokaklara sürücü ve güya mantık zırhı içinde yürütücü ve topyekün insan ve kâinatı kaybettirici nazariyelerinin, kendisinden 4 asır sonra devletleştiğine, beşbuçuk, altı asır sonra da batı materyalizmasına akraba bir mahiyet kazanmasına ve arınmasını bekleyen İslâmı temelinden çürütme istidadının doğmasına vesile olmasaydı ele alınmaya değmezdi. Fakat belirttiğimiz hususiyetleri bakımından, İslâmî arınma dâvasının en büyük düşmanları arasında yer alıyor ve kozasında ölen bir böcek gibi eserlerinin ölü muhafazası içinde bırakılmaya gelmez bir mahiyet arzediyor.
Bugünkü Vehhâbiliğin, başı boş içtihad davranışlarının, her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mâna zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, yahut dolayısiyle babası İbn-i Teymiyyedir ve onu "İslâm materyalisti" diye yaftalamak yerinde bir teşhistir. Zira onun sistemi Allah ve Resulüne inanmanın değil, inanmamanın ve ancak böyle olursa tersinden mantıkî bir tertibe girmesi kaabil bir görüş belirtmektedir ve güneşi kabul edip ışığını kabul etmemek gibi bir akıl hezeyanı içine düştüğü tezat kuyusunu sadece her şeyi inkâr etmek suretiyle kapatabilir ve tezadsız bir küfür olarak kalır. Oysa, en büyük tezad içinde küfür... Allaha, yani gâibe inanan, böylece gâibler ve sırlar âlemine bel bağlayan bir anlayış nasıl olur da ruhu, ruhaniyeti reddeder, Kur'ân'dan başlayarak her şeyi beş hasse plânına bağlar ve yaratıcıya insanî vasıflar verir?.."
• • •
REFORMCULARIN ÖZÜ
Reformcu, dini, her türlü insan hamlesinin manivelası kabul etmek zorunda kaldıktan sonra ancak bu manivelayla kaldırılabilir yükleri sırtlayabilmeleri için insanlara daha hafif şartlar arayan ve dinin değişmez formüller tablosu Şeriati keyfine göre uydurmaya kalkan, yani dini içtimaî fayda plânında ele alıp Allah'a mutlak kulluk mânasında bozan gizli bir kâfirden başkası değildir. Sağdaki, ölçülerin kabuğunda kalan ham yobaz ve kaba softaya karşılık, solda, hikmetlerin kabuğunu delemeyen ve sır idrakine eremeyen reformcu...
Bizde birçok mefhumlar kelime mânasında bile kestirilemediği gibi (reform) tabiri de bilinmez. (Reform) kelimesi (röfer) mefhumuna eş olarak "tekrar şekillendirme" demektir. Tekrar şekillendirme ise, o biçimini kaybettiği sanılan uzviyeti, dışarıdan, takma kollar ve ayaklar misali, canlandırmaya yeltenmektir ki, bu da onun gerçek doktorunu bekleyen hakikatine kıymak olur.
Kelime mânası her ne olursa olsun, bizi taahhüt altına almaz. Kelimede değil, gerçekte yer alarak tespit edebiliriz ki, reformcu işte yukarıda çerçevelediğimiz mânanın adamıdır ve gayesi dinin hakikatini meydana çıkarmak değil, onu kendi hakikat vehmine feda etmektir. Mücerret "ulvî" yi, kendi müşahhas "süflî" lerine kurban edenler; yani reformcular...
Dinin ulvî ve mücerret hakikatini meydana çıkarmak için savaşanlarsa, onun üstündeki asırların biriktirdiği kir, ve pasların temizleyicileri mânasına hakiki reformculardır ve sıfatları "yenileyici"dir. Uydurucu değil, yenileyici... Kıl kadar farkla biri küfür uçurumunun dibini, öbürü iman şâhikasının zirvesini ihtar eden iki kutup...
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
İBN-İ TEYMİYYE
Şimdi bütün bu yolu kaybedişlerin, çamura saplanışların, her şeyi beş hasseden ibaret kuru akıl çerçevesine döküşlerin; ona da nasıl inandıkları ayrı bir mesele teşkil etmek üzere “Nas-Kur’ân hükmü” dışında hiç bir şey kabul etmeyişlerin ve Kur’ân’ı kuru akla göründüğü gibi ele alışların baş temsilcisi İbn-i Teymiyye’ye sıra geliyor.
Sekizinci Hicrî Asrın bu kuru kafası, kendisinden birkaç asır ilerideki Vehhabîliğe, ondan 1 asır sonra da Mısırlı Muhammed Abduh ve Efganlı Cemaleddin’e (Cemaleddin-i Efganî) uzaktan ve yakından ana zemini kurmuş ve İslâmı yıkılmak üzüre bir bina farzedip onu dışından payandalamak isteyen daha sonraki (reform)culara doğrudan doğruya veya dolayısiyle dayanak olmuştur.
Bir âlim, evet… Fakat… Kuru, hedefini şaşkın, sır âleminin vecde düşürücü müşahedesini kaybetmiş ve derinliğine hikmet ufuklarını karanlığa boğmuş bir ilim, hiçbir şey bilmemekten daha kötüdür. îbn-i Teymiyye bu ikinci sınıfın baş örneğidir; ve mesleği, kısaca, şeriati dış çehresiyle ele almak, onu uzunluğuna ve genişliğine ele alırken derinliğinden mahrum ederek hacimden uzaklaştırmak ve satıh haline getirmek ve bu yolda İslama bir nevi maddecilik ve kuru akılcılık getirmeye kalkışmış olmaktır. Yâni İbn-i Teymiyye, şeriati doğrulayıcı akla, onun gördüğünden-ötesini kabul etmemekle, farkında olmaksızın bir nevi selâhiyet ve hâkimiyet tanımış oluyor ki, akla böyle bir selâhiyet ve hakimiyet tanımak, hem aklı, hem imanı anlamamak ve dalâletin en dipsizine düşmek oluyor. Eğer insan “ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim” dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir. Aynı akılla Allah’ı inkâr edenler, ters tarafından İbn-i Teymiyye ile aynı daire içinde mahpusturlar. Bu bahis gayet girift ve uzundur ve İbn-i Teymiyye mektebinin bazı ihtilâtları, hattâ son zamanlarda yurdumuzda talebe kaydetmeye kadar giden sirayetleri ve kolayca yerleşme avantajı bakımından ne kadar üzerinde durulsa yeridir. Akla bahşedilen öyle bir kolaylık ve ucuzluk ki, yarım akıllara İlâhî esrara karşı bir nevi horozlanma sevdasını veriyor, İlâhî esrarı çözülmüş şifre kâğıtları halinde sepete attırdığının farkında olmuyor; ve işte bu haliyle günümüzde İslâm Enstitülerine kadar sızmış ve bazı gruplar arasında modalaşmış bulunuyor.
Tasavvufu inkâr etmek, Resuller Resulünün ruhâniyet ve bâtınını tanımamaya varır ki, hem de sözde şeriatten yana görünmenin maskesi altında topyekûn ve en hain şekilde küfre ulaşır. Bu gibilerin (diyalektik) tekerlemeleri ise, (Sokrates)in buluşiyle, flüt çalana inanıp da flüte inanmamak derecesinde hayalî bir abes ve hamakat teşkil eder. Anlaşılmaza inanıyor da onun tecellilerindeki sırrîlik ve gizliliğe inanmıyor!
Koca İmam-ı Gazalî… Aklı akılla tükettikten sonra şöyle der:
“- Aklın hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın ötesidir.”
Bunlarsa aklı tüketip ötesine geçenler değil, en iptidaî aklın tükettikleri…
“- İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir…”
Bu sözü, ben söylemiyorum; “Altun Silsile”nin 33′üncü halkası, 14′üncü Hicrî ve 20′nci Milâdî Asrın « irşad kutbu » söylüyor.
Kocakarıların hayâl aynasındaki mevhum çizgilerle, Allah’ın esrar perdesindeki sonsuzluk nakışları ve tasavvufun sahtesiyle gerçeği arasında ayırd edici meleke, işte İbn-i Teymiyyede mevcut olmayan selim akıl ve mümîn kalbleri ışıldatıcı ilâhî nurdur. Nur yoksunu, o…
********************************************************************************************************
İkinci devre, temas ettiğimiz gibi, hezeyan aklından sonra akıl hezeyanı çığrıdır ve İbn-i Teymiyye isimli kişiden başlar.
«Hezeyan aklı» tabirinde ağırlık hezeyanda, «akıl hezeyanı»nda ise akılda… Birinde asıl, akıl taslayan hezeyan, öbüründe de hezeyana varan akıl… A-B çizgisi veya B-A hattı… Aynı şey… Fakat küçük bir (nüans-incelik)farkiyle ikincisi çok mühim ve nazik… Zira bu devrenin kapı açanı, günümüze kadar gelen ve günümüzde yeniden uyandırılmak istenen, İslam’a materyalist bakışın son derece tahripçi ve ilerideki ihtilatlariyle gayet tehditçi ilk örneğidir.
Hicri 5. ve 6. Asırlarda Hasan Sabbah’a kadar gelen ve sonra bir müddet durdurulan hezeyan aklı,7. Asrın sonunda ve 8. Asrın başında İbn-i Teymiyye eliyle ve dış idrak perdesinde mantıki hissini verici bir şeytaniyet dehasiyle, arada devletini kurmuş ve günümüzün iman iddiasındaki sefil idraklerine kadar nüfuz etmiş olarak sürüp geldi.
Ne gariptir ki, bazı muteber İslam ansiklopedilerinde, kıymet hükmü eserlerinde ve çağımızın birtakım karabaş beyaz sarıklılarında ve fetva hokkabazlarında İbn-i Teymiyye, akıl ermez bir itibar merkezi ve ihtiram hedefidir. 7.Asırdan beridir de, büyük bir velinin «dini içinden yıkan kafir» diye andığı bu itikat akrebini ateşle halkalayıcı bir davranış yapılamamış daha doğrusu, onun ilerideki ihtilatlarına karşı bir panzehir tertiplenememiş, bu mevzu küçümsenmiştir.
Büyük bir alim olduğu, hele Hadis ilminde parmakla sayılacak İnsanlar içinde bulunduğu bir hakikattir. Fakat İmam-ı Gazali gibi bir hikmet dehasına saldıran ve onu hadis ilminde cahillikle suçlayan bu adam «kitap yüklü merkep» ölçüsünü yüzde yüz canlandırıcı haliyle cehaletin ta kendisidir.
«Makul ve menkul (akıl ve nakil yoliyle gelen) ilimler arasında uygunluk» isimli 6 ciltlik eseri etrafında yüzlerce eser sahibi… Kimi felsefeye, kimi bid’atlere, kimi Hıristiyanlık hayal ve masallarına, kelam ilmine, Rafizilere, Şiilere ve Kaderiyyecilere çatan bu eserlerin yalnız başlıklarını okuyanlar, içinde bomba saklı bir çukulata kutusu gibi onu, en tatlı manada bir Sünnet Ehli mütefekkiri sanabilirler… Fakat kutuyu açıhnca bomba patlar ve «Kitab-ül-İman» isimli eserin sahibi bu sapığın, akli metoda hezeyan kusturan ve maverai idraki katleden «suret-i hak» peçeli bir imansız olduğu meydana çıkar.
Davası, şu maddelerin çerçevesi içinde hulasa edilebilir: «Kur’an ayniyle, noktası noktasına zahirine göre anlaşılmalı ve ele alınmalıdır. Allah, Kur’anında Arş üstünde istiva ettiğini, zatiyle mekan ifade ettiğini mi bildiriyor, aynen böyledir ve onu şekil ve mekandan tenzih edici hiçbir mecazi idrake sebep yoktur. Allah (benim elim her elin üstündedir!) buyururken bu ifade mecazi değil, aynen vakidir. Bahis mevzuu el de bildiğimiz insan elidir.»
Ve işin en korkunç tarafı şu hükümde:
«Allah, ayniyle insan şekil ve suretindedir.»
Nitekim bir gün Şam’da zehrini ürettiği demlerde minberden bir iki basamak iner ve şöyle der:
- «İşte Allah, benim bu minberden indiğim gibi yere iner! »
Serapa küfür belirten bu görüşten sonra talak (boşanma) ve zekat bahsinde şeriate tam zıt nice iddialar… Din ölçülerinin üçüncü temeli «icma-ümmetin toplu hükmü» usulüne aykırılık ve bu aykırılığın caiz olduğu hükmü… Hazret-i Ömer ve Ali’ye hücumlar ve onların güya yanıldıkları noktaları sayıya vurmalar… İmam-ı Gazali ve Muhiddin Arabi’yi küfürle itham etmeye kadar gitmeler.
Ve en hassas tehlike noktası ve nasipsizlik ifadesi olarak, tasavvufu, batın temelini, topyekun evliyayı, ruhu, ruhaniyeti inkar etmesi ve onlara yönelmeyi küfür sayması, türbe ve mezarları ziyarete şirk göziyle bakması, hatta Allah Resulünün Kabe’den üstün bilinen mukaddes Ravzasına kadar ruhaniyet yollarını tıkamaya kalkması…
Bu adam, apaçıktır ki, dış dünyayı dışların dışından beş hasseden başka hiçbir anlayış ve seziş melekesine sahip değildir ve İlahi idrakten yana kör ve topaldır.
İbn-i Teymiyye, aklı çıkmaz sokaklara sürücü ve güya mantık zırhı içinde yürütücü ve topyekün insan ve kainatı kaybettirici nazariyelerinin, kendisinden 4 asır sonra da batı materyalizmasına akraba bir mahiyet kazanmasına ve arınmasını bekleyen İslamı temelinden çürütme istidadının doğmasına vesile olmasaydı ele alınmaya değmezdi. Fakat belirttiğimiz hususiyetleri bakımından, İslamı arınma davasının en büyük düşmanları arasında yer alıyor ve kozasında ölen bir böcek gibi eserlerinin ölü muhafazası içinde bırakılmaya gelmez bir mahiyet arzediyor.
Bugünkü Vehhabiliğin, başıboş içtihad davranışlarının, her türlü reformcuların, her türlü ruh ve mana zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, yahut dolayısiyle babası İbn-i Teymiyyedir ve onu «İslam materyalisti» diye yaftalamak yerinde bir teşhistir. Zira o’nun sistemi Allah ve Resulüne inanmanın değil, inanmamanın ve ancak böyle olursa tersinden mantıkı bir tertibe girmesi kaabil bir görüş belirtmektedir ve güneşi kabul edip ışığını kabul etmemek gibi bir akıl hezeyanı içine düştüğü tezat kuyusunu sadece herşeyi inkar etmek suretiyle kapatabilir ve tezadsız bir küfür olarak kalır. Oysa, en büyük tezad içinde küfür… Allaha, yani gaibe inanan, böylece gaibler ve sırlar alemine bel bağlayan bir anlayış nasıl olur da ruhu, ruhaniyeti reddeder, Kur’andan başlayarak herşeyi beş hasse planına bağlar ve Yaratıcıya insanı vasıflar verir?…
Bütün bu verdiğimiz bilgiler gerçeğe öylesine uygundur ki. Batı kaynaklı ve Cumhuriyet mamülü bir eser olmasına rağmen sanki Sünnet Ehli diliyle konuşuyormuşçasına, Maarif Vekaletinin yayınladığı «İslam Ansiklopedisi»nde bile kayıtlıdır.
İbn-i Teymiyye devri Osmanlı Devletinin kuruluş zamanlarına tesadüf eder. Merkezini kurduğu yer, Mısır… Mısır Sultanının huzurunda bazı din adamlarıyla tartışmalara girişir ve neticede Kahire kalesinde hapse atılır. Bir müddet sonra kurtulur. Mısır’dan çıkar ve aynı yolda devam ettiği için Şam zindanına atılır.
İslam alimleri İbn-i Teymiyye mevzuunda değişik fikirlere yer vermiş ve bir kısmı onu rafizilik ve küfürle suçlandırırken bir kısmı da ilmine hayran ve iddialarına taraftarımsı veya sükuti bir tavır takınmışlardır. İbn-i Batuta ve İbn-i Hacer gibi büyükler o’nun sapıklığına inananlar arasındadır. Buna mukabil, birkaç asır sonra gelecek ve en tehlikeli yolu açacak olan Mısırlı Şeyh M. Abduh tarafından kurulan «Mısır Islahat Fırkası» onun eserlerine kucak açmış ve yerinde görüleceği gibi, İslamı asliyetinden inhiraf ettirmekten başka manaya çekilemez reformculuk cereyanının ilk destekçisi saymıştır.
Kur’an ve Hadisin zahirine göre itikat ve amel etmek ve bu iki emir kutbunun hakikatine erme yolunda ne «İcma», ne de «Kıyas» gibi hiçbir vasıta tanımamak, maverai her anlayış ve görüşü dibinden kazımak ve böylece başta Kur’an ve Hadis bulunmak üzere topyekün kainatı elden çıkarmak ve ebedi helake yol açmak metodundaki bu adam, birkaç cilt içinde serptiği zehirli tohumların, nihayet bir devlet ve maddecilik dünyasına uygun bir zihniyet ağacı haline gelmesinden başlıca sorumludur.
«Arınma Çağında İslam»ın da, içten başlıca bozguncusu olarak tam bir teşrih ve tahlile tabi tutulması gereken habaset merkezi…
******************
“- İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir…”
Bu sözü, ben söylemiyorum; “Altun Silsile”nin 33′üncü halkası, 14′üncü Hicrî ve 20′nci Milâdî Asrın « irşad kutbu » söylüyor.
*************************************************************************************************
Evvela Mevdudi:
«İslamda İhya Hareketleri» isimli eseriyle İslam'da imha hareketinin temsilcilerinden biri... Çağdaşımız... İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak... Gördüğü sert tepki üzerine eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı... Gerisi cila... Cemalettin ve Abduh'a hayran... İbn-i Teymiyye'ye ise kara sevdalı...
İslam onca bir felsefedir ve nice şer'i ölçüler bu bakımdan muhakeme edilerek değiştirilebilir. Çorap üstüne mesh etmenin cevazını iddia ettiği gibi...
Aynca mezheplerin birleştirilmesi fikrini müdafaa ve dört hak mezhebi birbirine karşı mücadele ve garaz halinde gösterme...
«Sana nasıl geliyorsa öyledir!» hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme, ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli alimlerini kötüleme...
Mevdudi sade fikirde kalmadı; aksiyona da girişti. Hind Müslümanlarının milli hareketlerinde önderlik sevdasına düştü. Hapse girip çıktı. İlk eseri «İslam'da Cihad» ihtilalci fikri telkin etmesi bakımından Mısır'da, kendisine telkin zemini buldu ve bazı kimselerin idam edilmelerine yol açtı. 1953'de Kaadiyanlik meselesine el attı, yine tutuldu ve 2 yıl 2 ay hapse mahkum edildi. Sapık fikirlerin sapık ihtilalcisi olarak 1964'de yine hapsi boyladı; bu defa da İslam Cemaati Derneğinin kapatılmasına sebep oldu. Derken Vehhabilik dünyasına kapılandı; Medine'deki Vehhabi Üniversitesi İstişare Heyetine aza seçildi. Orada da dikiş tutturamadı ve Vehhabilere bile giran gelen fikirleri yüzünden muhakeme altına alındı.
Hamidullah hakkında uzun söze lüzum görmüyoruz. Çağımızda din zaviyesinden temayülünün ne olduğu ve ne olabileceği besbelli bulunan üniversitelerimizin davetlisi olarak memleketimize gelip gitmekteki bu cüce akıl mütefekkirinin ne olduğunu göstermeye yalnız bu kucak açış yeterken onun «İslam Peygamberi» kitabına bir göz atmak bile kafi gelir.
Evvela Kainatın Efendisine,İslam'ın Peygamberi demekle O'na bir tahsis yaptığının ve bu tahsisle başka dinlere ve onların hükümleri yürürlükte peygamberlerine yer verdiğinin şuurlu veya şuursuz ifadesini taşıyan bu kitap, daha önsözünde Fransızları memnun etmek için kaleme alındığını itiraf ederken, hedef tuttuğu bu memnuniyetin dayanaklarını açıkça meydana koymaktadır. Zira bu adamın gözünde ALLAH'ın Sevgilisi, tükürükten başka ilacı olmayan biridir, İslam ise yalnız gençlerin, toy delikanlıların, fakirlerin, kölelerin, ezilenlerin, tek kelimeyle aşağı tabaka ve ayak takımının kucak açtığı bir dindir. Miraç mucizesi bir rüyadan ibaret ve daha nice madde üstü harikalar akılla teftişi gerekir şeylerdir. Tasavvuf ise uydurmadır.
Bir konferans münasebetiyle Erzurum'da bulunduğum sırada Hamidullah da oradaydı. İçinde kendisinden de bahsettiğim konferansa gelmek cesaretini gösteremedi. Ertesi gün bir toplantıda bağlılarının da bulunduğu bir mecliste hakkındaki tespitlerime cevap verebilen kimse çıkmadı. Yalnız, artık ne tarafı tuttuğu belli olan bir genç şöyle dedi: Ona hangi mezhepten olduğunu sordum:
- «Ben mezhepsizim!» cevabını verdi.
Bir de Seyyid Kutup var...
Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymunu Nasır'a «Bir mümin bir münafıktan af dilemez!» cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı «Sahte Kahramanlar» konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutup bir İbn-i Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman'a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır.
idam edilmeden bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyleyse tam kahraman ve şehit... Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.
Günümüzün reformcuları bunlarla bitmiyor. Onlardan birkaç batın önce başlayan ve Kazanlı Musa (Beykiyef) gibilerden geçen ve asıl istinadı ibn-i Teymiyye, Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh olan kol, bu gösterdiklerimizde tam teşahhusunu bulurken, zakkumlarının silkintisi halinde Türkiye'de kendisine bir fidanlık bulamamış değildir.
iddia ve davalarını teker teker gösterip cevaplandırmayı abesle uğraşma saydığımız, ama buna rağmen bir kitaptan naklen vereceğimiz ve sadece özlerini belirtmekle yetineceğimiz yeni zaman sapıklıkları ve sapıkları işte bunlar!...
KAYNAK:
DOĞRU YOLUN SAPIK KOLLARI
"Arınma Çağında İslâm"
Necip Fazıl KISAKÜREK
Büyük Doğu Yayınları
DOĞRU YOLUN SAPIK KOLLARI
"Arınma Çağında İslâm"
Necip Fazıl KISAKÜREK
Büyük Doğu Yayınları
NOT: Yukarıda alıntı yaptığımız fikirler Necip Fazıl Kısaküreğe aittir. Yani tartışmaya açıktır. Üstadın ilmi ile sınırlanan ve en nihayetinde teslimiyete açılan bir manzumedir. Üzerinde düşünülmesi ve değerlendirilmesi açısından önemli bir eserden birkaç alıntıyı paylaşmakta fayda olacağını düşündüm Elbette en doğrusunu Allah Bilir.