T
Banned
- Katılım
- 8 May 2006
- Mesajlar
- 3,665
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, geçtiğimiz günlerde Bursada düzenlenen Marmara Belediyeler Birliği toplantısında yaptığı konuşmada, Osmanlı Devletinin nasıl başardığını anlatırken demiş ki;
Bu başarının arkasında bir devlet felsefesi yatıyor... Bu felsefe neydi? İnsanı yücelt ki; devlet yücelsin... Yani bugünkü Anayasamızın söylediği gibi; yüce devlet kavramı yoktu, yüce olan bireydi, insandı... Devlet de insanın hizmetinde olması gereken bir kurumdu.
Çok doğru bir tesbit... Gerçekten de, Osmanlının başarısındaki sırrın altında insanın yüceltilmesi yatar... Çünkü, insanın yüceltilmesi ile devlet, otomatikman yücelir...
Günümüz Türkiyesinde ise; önce insanın yerini, maalesef önce devlet almıştır!.. Devlet öne çıkarılınca da; karşımıza devletin korunması gereği çıkıyor.
Düşünebiliyor musunuz;
Asıl korunmaya alınması gereken insan olduğu halde, insanın yerine geçen devlet kendisinin korunmasını istiyor?..
Kimden korunacak devlet?..
Kendisine kasteden düşmandan!..
Peki, düşman kim?..
İç ve dış mihraklar!
Peki, bu iç ve dış mihraklardan kim koruyacak devleti!..
Ordu!..
DEVLET KİMİN, ORDU KİMİN?
İşte, önce insan anlayışının yerini önce devlet anlayışı almaya başlamasıyladır ki; bir ayrışma oluştu...
Önceleri, kendini devleti korumakla görevli addeden Ordu, daha sonraları devletin de üstüne çıktı ve hatta kendini devletin sahibi görmeye başladı!..
O kadar ki;
Ordu sahip oldu!..
Devlet de, ona hizmet eden köle!
Yani, sadece millet değil, devlet de orduya hizmetle yükümlü birer Kunta Kinte olarak görülmeye başlandı!..
Şu andaki manzara odur ki;
Bütün demokrasilerde, her devletin bir ordusu var iken, Türkiyede durum tam tersinedir!..
Türkiye, maalesef ordunun devleti olan bir ülke durumundadır!..
Evet, Türkiyede;
Devletin ordusu yoktur!..
Ordunun devleti vardır!..
Ve ordu; hem milletin, hem de devletin bütün imkânlarını kullanmakta, tek egemen sınıf olarak hükümranlığını sürdürmektedir!..
MİLLET KENARDA VE SEYİRCİ!
Bilmem dikkatinizi çekti mi;
Önceki günkü Cumhuriyetin 86. yıldönümü kutlamalarında, hemen hepsi de; üretilen değil, ithal edilen uçaklarla, tanklarla gösteriler yapıldı!..
Hepsi de askerin emrine amade idi!..
Peki, millet neredeydi?..
Millet kenardaydı, seyirciydi!..
Görevi de, askeri alkışlamaktan ibaretti!..
Bakmayın siz;
Biz milletin bağrından çıktık demelerine!..
Milletin bağrından çıkan bir kurum, hiç milleti iç düşman olarak görüp, onunla mücadele planları yapar mı?.. Milletin bağrından çıkan bir kurum, milletin inancını belirlemeye ve milletin seçtiği hükümeti devirmeye çalışır mı?..
İşte, görüyoruz;
Bugüne kadar; namaz kıldıkları, örtündükleri veya gümüş yüzük taktıkları için milletin fertlerini fişlemek ve andıçlamakla uğraşan bir kurum, çıtayı daha da yükseltip; işi, milletin seçtiği hükümetleri devirme plânı hazırlamaya kadar götürdü!..
Var mı aksini iddia eden?..
Bakmayın siz;
Bazı askerler ve askercilerin;
Komplo!.. Yok böyle bir belge!.. Amaç TSKyı yıpratmak demelerine...
Belge yoksa, altındaki imza neyin nesi?..
O imza yerinde niye Hasan Karakaya değil de Albay Dursun Çiçek yazıyor?..
Hadi belge uyduruk, isim de uyduruk diyelim... Peki, imza da mı uyduruk?..
Olur ama, bu kadar da askerci olunmaz ki!..
YASALAR ASKERE İŞLEMİYOR!
Size bir şey söyleyeyim mi;
86. yılını kutladığımız Cumhuriyet, bugün bir askeriye rejimi, devlet de ordunun devleti haline gelmişse, bunun tek sorumlusu asker değildir...
Bunda askerci kafaların da rolü büyüktür!..
Bu, askerden de askerci zümre yüzündendir ki; asker, Cumhuriyetin hedefleri dışına taşmakta, demokratik Cumhuriyeti, bir bürokratik Cumhuriyet haline getirmekte hiçbir sakınca görmemiştir!..
O kadar pervasız davranmışlardır ki;
Cumhuriyetin ilânının ardından çıkarılan kanunları; ya kendi lehlerine uygulamışlar, ya da paspas gibi çiğnemişlerdir!..
Buyurun, süreç nasıl işlemiş bir bakalım:
3 Mart 1924 tarihinde Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanunla hilafet kaldırıldı. 431 sayılı kanunda, Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır denildi.
Aynı gün Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) da kaldırıldı. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırıldı.
Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti de kaldırıldı.
Böylece ordu, siyasetin içinden çıkarıldı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu da o gün kabul edildi.
430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiyedeki bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması sağlandı ve medreselerin kapısına kilit vuruldu... Askerî okulların da Milli Eğitim bünyesinde toplanması kanun kapsamına alındı.
Peki, uygulama nasıl oldu?..
Uygulama biraz farklı oldu.
1845'te kurulan askerî okullar kapatılmadı ve günümüzde halen varlıklarını sürdürüyorlar. 1928de Kazım Karabekir Paşanın Atatürke telkini üzerine askerî okullar yeniden Genelkurmay Başkanlığına bağlandı. Ordunun asker ihtiyacını karşılamak üzere Deniz, Işıklar, Kuleli ve Maltepe Askerî Liseleri, halen Bursada bulunan Okullar Komutanlığına bağlı olarak faaliyet gösteriyor.
Bu okullara, hiçbir öğrenci doğrudan tercihle gidemiyor, özel bir sınavla alınıyor!..
Müfredatları da özel!..
Yani, Milli Eğitime bağlı değiller!..
Eee, hani Tevhid-i Tedrisat?
Öğrenim birliği hani nerede?..
ORDU SİYASETE KARIŞMAMALI; ÇÜNKÜ!
Bir de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin kaldırılması olayına gelelim...
Burada hedef neydi?..
Orduyu siyasetten uzaklaştırmak!
Çünkü, Atatürk de, 1 Mart 1924de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada diyordu ki;
Memleketin hayat-ı umumiyesinde orduyu siyasetten tecrit etmek umdesi, Cumhuriyetin daima nazk-ı nazar ettiği bir nokta-ı esasiyedir.
Bugünkü Türkçesi şu:
Orduyu siyasetten ayırma ilkesi, Cumhuriyetin daima gözettiği en temel noktadır.
Peki Atatürk, orduyu siyasetten ayırmayı neden bu kadar arzu ediyordu?..
Sebebini, Selanik Kongresinde açıklıyordu:
Sayın komutanlarım, ordunun siyasete karışması artık bitmelidir... Ordu kışlaya, siyasetçi de siyaset sahnesine dönmezse, her şeyi kaybederiz.
Bu, böyle olmaz!.. Şayet siyaset yapmak isteyen komutanlar varsa, ordu ile ilişkisini kessin, elbisesini çıkartsın, gitsin İttihat Terakkiye kaydolsun!..
Bunu yapmak istemeyenler ise siyasetten elini ayağını çeksin, ordu ile meşgul olsun.
Peki; Atatürkün bu çağrısına uyuldu mu?..
Yani, asker, siyasetten elini-eteğini çekip, kışlasında asli göreviyle meşgul oldu mu?..
Darbe günlükleri ve hükümeti devirme plânlarının havalarda uçuştuğu bir ülkede, askerin siyasete karışmadığı söylenebilir mi?..
Elbette söylenemez!..
Ama, tam tersi söylenebilir...
Çünkü, ordu, siyasetin tam göbeğindedir!..
Ama, bundan sonra; içindeki çürük elmaları, yani cuntacıları ayıklayıp, milletin ordusu gibi davranmaya mecbur kalacaktır!..
Çünkü;
Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecektir!..
Herkes, kendi işini yapacaktır!..
O zaman, herkes yücelecektir!..
Millet de, devlet de, ordu da!..
===================
Balkanları böyle kaybetmiştik
Başta askerler olmak üzere; Atatürkçü olduğunu söyleyen herkesin, Atatürkün uyarılarına kulak vermesinde yarar var...
Bakın ne diyor Atatürk:
¥ Bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siyasete karışırsa, birlikte hareket ve savaşma yeteneğini temelinden kaybeder. Ve vatanın savunma gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun, karışmadan önceki disiplini ve savaşma yeteneğini yeniden kazanabilmesi çok zaman ister.
¥ Şüphe yok ki tek amacı, vazifesi, düşüncesi ve hazırlığı vatan savunması ile sınırlandırılmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini idare edenlerin en nihayet verecekleri kararla faaliyete geçer.
Peki askerler Atatürkün uyarılarına kulak vermeyip de siyasete müdahale etmeye devam ederlerse ne olur?..
Ne olacağını değil ama, ne olduğunu söyleyeyim:
Askerlerin, Padişahçı ve İttihatçı diye ikiye ayrılmasından sonradır ki; Balkan Savaşlarında, tam 900 bin kilometrekare toprak kaybettik!.. Bilmem, anlatabildim mi?..
Kaynak
Bu başarının arkasında bir devlet felsefesi yatıyor... Bu felsefe neydi? İnsanı yücelt ki; devlet yücelsin... Yani bugünkü Anayasamızın söylediği gibi; yüce devlet kavramı yoktu, yüce olan bireydi, insandı... Devlet de insanın hizmetinde olması gereken bir kurumdu.
Çok doğru bir tesbit... Gerçekten de, Osmanlının başarısındaki sırrın altında insanın yüceltilmesi yatar... Çünkü, insanın yüceltilmesi ile devlet, otomatikman yücelir...
Günümüz Türkiyesinde ise; önce insanın yerini, maalesef önce devlet almıştır!.. Devlet öne çıkarılınca da; karşımıza devletin korunması gereği çıkıyor.
Düşünebiliyor musunuz;
Asıl korunmaya alınması gereken insan olduğu halde, insanın yerine geçen devlet kendisinin korunmasını istiyor?..
Kimden korunacak devlet?..
Kendisine kasteden düşmandan!..
Peki, düşman kim?..
İç ve dış mihraklar!
Peki, bu iç ve dış mihraklardan kim koruyacak devleti!..
Ordu!..
DEVLET KİMİN, ORDU KİMİN?
İşte, önce insan anlayışının yerini önce devlet anlayışı almaya başlamasıyladır ki; bir ayrışma oluştu...
Önceleri, kendini devleti korumakla görevli addeden Ordu, daha sonraları devletin de üstüne çıktı ve hatta kendini devletin sahibi görmeye başladı!..
O kadar ki;
Ordu sahip oldu!..
Devlet de, ona hizmet eden köle!
Yani, sadece millet değil, devlet de orduya hizmetle yükümlü birer Kunta Kinte olarak görülmeye başlandı!..
Şu andaki manzara odur ki;
Bütün demokrasilerde, her devletin bir ordusu var iken, Türkiyede durum tam tersinedir!..
Türkiye, maalesef ordunun devleti olan bir ülke durumundadır!..
Evet, Türkiyede;
Devletin ordusu yoktur!..
Ordunun devleti vardır!..
Ve ordu; hem milletin, hem de devletin bütün imkânlarını kullanmakta, tek egemen sınıf olarak hükümranlığını sürdürmektedir!..
MİLLET KENARDA VE SEYİRCİ!
Bilmem dikkatinizi çekti mi;
Önceki günkü Cumhuriyetin 86. yıldönümü kutlamalarında, hemen hepsi de; üretilen değil, ithal edilen uçaklarla, tanklarla gösteriler yapıldı!..
Hepsi de askerin emrine amade idi!..
Peki, millet neredeydi?..
Millet kenardaydı, seyirciydi!..
Görevi de, askeri alkışlamaktan ibaretti!..
Bakmayın siz;
Biz milletin bağrından çıktık demelerine!..
Milletin bağrından çıkan bir kurum, hiç milleti iç düşman olarak görüp, onunla mücadele planları yapar mı?.. Milletin bağrından çıkan bir kurum, milletin inancını belirlemeye ve milletin seçtiği hükümeti devirmeye çalışır mı?..
İşte, görüyoruz;
Bugüne kadar; namaz kıldıkları, örtündükleri veya gümüş yüzük taktıkları için milletin fertlerini fişlemek ve andıçlamakla uğraşan bir kurum, çıtayı daha da yükseltip; işi, milletin seçtiği hükümetleri devirme plânı hazırlamaya kadar götürdü!..
Var mı aksini iddia eden?..
Bakmayın siz;
Bazı askerler ve askercilerin;
Komplo!.. Yok böyle bir belge!.. Amaç TSKyı yıpratmak demelerine...
Belge yoksa, altındaki imza neyin nesi?..
O imza yerinde niye Hasan Karakaya değil de Albay Dursun Çiçek yazıyor?..
Hadi belge uyduruk, isim de uyduruk diyelim... Peki, imza da mı uyduruk?..
Olur ama, bu kadar da askerci olunmaz ki!..
YASALAR ASKERE İŞLEMİYOR!
Size bir şey söyleyeyim mi;
86. yılını kutladığımız Cumhuriyet, bugün bir askeriye rejimi, devlet de ordunun devleti haline gelmişse, bunun tek sorumlusu asker değildir...
Bunda askerci kafaların da rolü büyüktür!..
Bu, askerden de askerci zümre yüzündendir ki; asker, Cumhuriyetin hedefleri dışına taşmakta, demokratik Cumhuriyeti, bir bürokratik Cumhuriyet haline getirmekte hiçbir sakınca görmemiştir!..
O kadar pervasız davranmışlardır ki;
Cumhuriyetin ilânının ardından çıkarılan kanunları; ya kendi lehlerine uygulamışlar, ya da paspas gibi çiğnemişlerdir!..
Buyurun, süreç nasıl işlemiş bir bakalım:
3 Mart 1924 tarihinde Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanunla hilafet kaldırıldı. 431 sayılı kanunda, Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır denildi.
Aynı gün Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) da kaldırıldı. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırıldı.
Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti de kaldırıldı.
Böylece ordu, siyasetin içinden çıkarıldı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu da o gün kabul edildi.
430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiyedeki bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığına bağlanması sağlandı ve medreselerin kapısına kilit vuruldu... Askerî okulların da Milli Eğitim bünyesinde toplanması kanun kapsamına alındı.
Peki, uygulama nasıl oldu?..
Uygulama biraz farklı oldu.
1845'te kurulan askerî okullar kapatılmadı ve günümüzde halen varlıklarını sürdürüyorlar. 1928de Kazım Karabekir Paşanın Atatürke telkini üzerine askerî okullar yeniden Genelkurmay Başkanlığına bağlandı. Ordunun asker ihtiyacını karşılamak üzere Deniz, Işıklar, Kuleli ve Maltepe Askerî Liseleri, halen Bursada bulunan Okullar Komutanlığına bağlı olarak faaliyet gösteriyor.
Bu okullara, hiçbir öğrenci doğrudan tercihle gidemiyor, özel bir sınavla alınıyor!..
Müfredatları da özel!..
Yani, Milli Eğitime bağlı değiller!..
Eee, hani Tevhid-i Tedrisat?
Öğrenim birliği hani nerede?..
ORDU SİYASETE KARIŞMAMALI; ÇÜNKÜ!
Bir de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletinin kaldırılması olayına gelelim...
Burada hedef neydi?..
Orduyu siyasetten uzaklaştırmak!
Çünkü, Atatürk de, 1 Mart 1924de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada diyordu ki;
Memleketin hayat-ı umumiyesinde orduyu siyasetten tecrit etmek umdesi, Cumhuriyetin daima nazk-ı nazar ettiği bir nokta-ı esasiyedir.
Bugünkü Türkçesi şu:
Orduyu siyasetten ayırma ilkesi, Cumhuriyetin daima gözettiği en temel noktadır.
Peki Atatürk, orduyu siyasetten ayırmayı neden bu kadar arzu ediyordu?..
Sebebini, Selanik Kongresinde açıklıyordu:
Sayın komutanlarım, ordunun siyasete karışması artık bitmelidir... Ordu kışlaya, siyasetçi de siyaset sahnesine dönmezse, her şeyi kaybederiz.
Bu, böyle olmaz!.. Şayet siyaset yapmak isteyen komutanlar varsa, ordu ile ilişkisini kessin, elbisesini çıkartsın, gitsin İttihat Terakkiye kaydolsun!..
Bunu yapmak istemeyenler ise siyasetten elini ayağını çeksin, ordu ile meşgul olsun.
Peki; Atatürkün bu çağrısına uyuldu mu?..
Yani, asker, siyasetten elini-eteğini çekip, kışlasında asli göreviyle meşgul oldu mu?..
Darbe günlükleri ve hükümeti devirme plânlarının havalarda uçuştuğu bir ülkede, askerin siyasete karışmadığı söylenebilir mi?..
Elbette söylenemez!..
Ama, tam tersi söylenebilir...
Çünkü, ordu, siyasetin tam göbeğindedir!..
Ama, bundan sonra; içindeki çürük elmaları, yani cuntacıları ayıklayıp, milletin ordusu gibi davranmaya mecbur kalacaktır!..
Çünkü;
Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecektir!..
Herkes, kendi işini yapacaktır!..
O zaman, herkes yücelecektir!..
Millet de, devlet de, ordu da!..
===================
Balkanları böyle kaybetmiştik
Başta askerler olmak üzere; Atatürkçü olduğunu söyleyen herkesin, Atatürkün uyarılarına kulak vermesinde yarar var...
Bakın ne diyor Atatürk:
¥ Bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siyasete karışırsa, birlikte hareket ve savaşma yeteneğini temelinden kaybeder. Ve vatanın savunma gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun, karışmadan önceki disiplini ve savaşma yeteneğini yeniden kazanabilmesi çok zaman ister.
¥ Şüphe yok ki tek amacı, vazifesi, düşüncesi ve hazırlığı vatan savunması ile sınırlandırılmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini idare edenlerin en nihayet verecekleri kararla faaliyete geçer.
Peki askerler Atatürkün uyarılarına kulak vermeyip de siyasete müdahale etmeye devam ederlerse ne olur?..
Ne olacağını değil ama, ne olduğunu söyleyeyim:
Askerlerin, Padişahçı ve İttihatçı diye ikiye ayrılmasından sonradır ki; Balkan Savaşlarında, tam 900 bin kilometrekare toprak kaybettik!.. Bilmem, anlatabildim mi?..
Kaynak