uLash
Kaleidoscope

Cezayir Savaşı hemen “ömür boyu garanti” vereceğim filmlerden. Hatta filmden öte, politik ve toplumsal bir olgu...
Cezayir Savaşı (La Battaglia di Algeri)
Yapım yılı: 1966
Yönetmen: Gillo Pontecorvo
Senaryo: Gillo Pontecorvo, Franco Solinas
Oyuncular: Brahim Hadjadj, Jean Martin, Yacef Saadi, Samia Kerbash
İtalya, Cezayir | 121 dk.
Bir başyapıt
Cezayir Savaşı hemen “ömür boyu garanti” vereceğimiz filmlerden. Hatta filmden öte, politik ve toplumsal bir olgu. Zira, film Cezayirlilerin Fransa’ya karşı olan bağımsızlık mücadelesini yarı-belgesel bir edayla, doğrudan taraf olarak Cezayirlilerin gözünden anlatır. Eser, birçok üçüncü dünya ülkesinde süren ulusal mücadelelere, anti-kolonyal hareketlere esin kaynağı olmuştur.
Cezayir Savaşı’nın yönetmeni Gillo Pontecorvo, eski bir İtalya Komünist Partisi üyesi. Sovyetlerin Macaristan’ı işgaliyle partiden istifa eden Pontecorvo, mücadelesini ulusal kurtuluş mücadelelerine destek vererek sürdürür. Yönetmen filmde 1954 ile 1957 arasında Cezayir’in Cazbah bölgesindeki FLN hareketi çevresindeki politik ve toplumsal olayları ele alır.
Filmden
Fransız askerlerinin yakaladıktan sonra gazetecilerin karşısına çıkardığı bir Cezayirli, kendisine yöneltilen, “Masum kurbanlara saldırmak için bombaları taşımakta kadınların sepetini kullanmak alçakça değil mi?” sorusunu şöyle yanıtlar:
“Korumasız köylere napalm bombaları atarak binlerce insanı öldürmek, daha alçakça değil mi? Uçaklarımız olsaydı bizim için daha kolay olurdu. Bize bombardıman uçaklarını verin, sepetler sizin olsun.”
Objektif kurşun geçirmez
Haberleri görüyoruz, okuyoruz: “İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik hava saldırısı devam ediyor. ölü sayısı 310’u, yaralı sayısı da 1420’yi buldu. Elektrik sıkıntısının had safhaya ulaştığı Gazze’de, ameliyatlar bile cep telefonu ışığı ile yapılıyor.”
Cumartesi günü, İsrail’in ilk saldırısının ardından, hemen ilk dakikalarda El Cezire sansürsüz bir şekilde, pür telaş görüntüler yayınlıyordu olay yerinden. İstif edilen, elden ele araçlara taşınan kimi parçalanmış, kimi kırıklar içinde ölü bedenleri seyrettik. Kan içindeki yüzleri.
Araçla patlama yerine giden kameraman, kamerayı takip eden bizlerin merakını, arzusunu, dileğini tam olarak biliyordu. Arabadan inerek koştu ve kandan yüzü seçilemeyen adamın başına dikildi. Acıyı seyrediyorduk işte.
Kameraman bizi anlıyor. Çünkü görüntünün şehvetine düşkün olduğumuzu biliyor. Kaydettiği insana yardım etmek aklından geçmiyor. Çünkü o vizörden akan bir “görüntü” sadece. Tam karşısında olsa da kamera aşılmaz bir mesafe koyuyor araya.
Son dönemde izlediğimiz [Rec] (2007) ve Cloverfield (2008) gibi filmlerde de görüntü çok ama çok nadir olarak kesilmiyor muydu? En ürkütücü, en şiddetli sahnelerde bile kameradan vazgeçilmemesi işlevsellikten ziyade kameranın altında yatan kalkan/sığınak sıfatı olabilir mi? Objektif kurşun geçirmez.
Ahlâk burada söz konusu değil artık. Tıpkı kitapların arasına yerleştirilmiş televizyondan yansıyan Ortadoğu görüntülerine kayıtsız kalan Saklı’nın (Caché, 2005) beyaz kahramanları gibi değil miyiz? Gerçekten de aslında şu an, burada, beyaz camın, bilgisayar ekranının, perdenin bu tarafında hiçbir şey olmuyor!
Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan Cezayir Savaşı da sonuçta hiçbir şeyin olmadığını “gösteren” bir meta olabilir. Ama sonuçta acı da, nefret de görünmek ister. Görüntüyü yırtmak size kalmış.