Cezaevi’nde Atatürk’ü Anlatmak!

MARCUSX

New member
Katılım
19 Ocak 2008
Mesajlar
2,051
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Kaf Dağının Ardı
Cezaevi’nde Atatürk’ü Anlatmak!

Cezaevi’ndeki çocuklara Atatürk’ü anlatacaktım. Suçlu veya suçsuz , onlar da
bizim çocuklarımız…
Yaklaşık yirmi gün önce cep telefonum çaldı. Arayan kişi, Antalya L tipi Cezaevi
Sosyal Hizmetler Md.lüğünden aradıklarını , 12-18 yaş arası hükümlü ve tutuklu erkek
çocuklarla , Atatürk’le ilgili bir söyleşi yapmamı istediklerini söylediler.Böyle
bir isteğin benim için, büyük bir onur olduğunu söyleyerek, isteklerini kabul
ettim. Ertesi gün, beni arayan Antalya L tipi Cezaevi Sosyal Hizmetler Md.den
yetkili kişilerle Atatürkçü Düşünce Derneği’nde bir araya geldik. Yetkili arkadaşlar
bana, 29-Ocak Cuma günü yapılması düşünülen söyleşi ve dinleyici olarak katılacak
tutuklu ve hükümlüler hakkında bilgi verdiler.
Çocuklar – onlara çocuk demek ilk başta bana pek doğru gelmedi nedense- ülkenin
dört bir yanından gelmişler.Yaklaşık 50 hükümlü ve tutuklunun çoğu , ne yazık ki
madde bağımlısı imiş.Bir o kadarı da gasp, darp, yaralama ve benzeri suçlar
nedeniyle cezaevindeymişler.
Daha sonra dost olarak yüreğimin bir köşesine kaydettiğim, L tipi Cezaevi Sosyal
Hizmetler Müdürlüğü’nde görevli iki yetkili, bana bu çocukları topluma kazandırmak
adına verdikleri yürekli savaşı anlattılar.
Bu çocukların Cumhuriyet’in kazanımlarının bilincinde olmadıklarını,
Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ü hiç tanımadıklarını söylediler.
İşte bu nedenle böyle bir söyleşiye gerek duyduklarını dile getiren iki değerli
dostla, 29-Ocak Cuma günü Cezaevi’nde görüşmek üzere vedalaştık.
Vedalaştık ama doğrusunu söylemek gerekirse, bu söyleşi nedeniyle bir çelişki
yumağı içinde buldum kendimi.Emperyalizm denilen şeytan, aralık bulduğu kapıdan
beynime ağını fırlatıverdi.Hırsızlıktan, darptan, adam yaralamadan, uyuşturucudan
tutuklu veya hükümlü 12-18 yaş arası arası çocuk veya genç… Salıverildikleri gün,
belki gene ayn suçu işleyecekler, topluma zarar verecekler ve cezaevine gene
döneceklerdi.. Bu çocukların Atatürk’ü anlamaları , O’nun ilke ve devrimlerini
özümsemeleri mümkün müydü?
O halde ben 29-Ocak’ta yaklaşık iki saat boşuna nefes tüketmeyecek
miydim?…Boşuna konuşacak, uyuklayan, birbirleri ile şakalaşan, uyuşturucunun
etkisinden henüz kurtulamamış,bu nedenle dikkatleri çok çabuk dağılan çocuklara
Atatürk’ü nasıl anlatacaktım? Pekala, evimde oturup, klavyenin başına geçip, en
büyük tehlikenin irtica olduğunu yineleyen iletilere cevap yazar veya Batı
kültürünün beynimizi uyuşturan TV programlarını seyrederdim.
Üstelik hiç de genç sayılmam. Yaş 66..Ayaklarımı uzatıp keyfimce bir kahve
içebilirdim.Bu çocuklar toplumun ötelediği, hatta yok saydığı, suç makinası olarak
gördüğü çocuklar değil mi? Toplum onlara arkalarını döndüğüne göre, Don Kişot misali
yel değirmenleri ile savaşmak bana mı kalmıştı?
Sonra birden aklım başıma geldi. Belki cezaevi adının, belki de suç ve suç
kavramının içimde oluşturduğu ürküntünün sürüklediği ” yolda durmak” gereğini
hissettim.Emperyalizmin beynime sarmaya çalıştığı teslimiyetçi ve ayrılıkçı ağı
kökünden temizleyip attım.Toprağın üzerindeki uykumdan vazgeçtim.
Cezaevi’ndeki çocuklara Atatürk’ü anlatacaktım. Suçlu veya suçsuz , onlar da
bizim çocuklarımız…Ama hangi Atatürk’ü anlatacaktım?
Atatürk 1881 de Selanik’te doğdu, annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi
desem, sonra devam etsem, başarılı bir okul hayatından sonra, Osmanlı ordusunda
çeşitli görevlerde bulunan Mustafa Kemal Çanakkale’de Anafartalar Destanı’nı yaratan
komutandı, ülkenin düşmanlar tarafından işgaline tepki göstererek 19-Mayıs-1919 da
Samsun’a çıktı ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlattı diye eklesem,29-Ekim-1923
deCumhuriyet’in kuruluşunu ilan etti,yaptığı çok önemi devrimlerle ülkeyi çağdaş
yaşama kavuşturdu, 10-Kasım-1938′de Dolmabahçe Sarayı’nda bir Perşembe sabahı saat
9.05 de hayata veda etti diye bitirsem…
Olur muydu?…O çocuklar Atatürk’ü anlamış, ben Mustafa Kemal’i anlatmış olur
muydum?…
Elbet te hayır!…1949 dan bu yana ABD emperyalizminin koynuna girmiş milli (!)
eğitimimizin denetlediği ders kitaplarında anlatılan Atatürk ve O’nun ilke ve
devrimleri gerçek Mustafa Kemal’i ne kadar yansıtıyordu?..
O zaman eğitim hayatımız sürecinde bize pompalanan ve ezberletilen ne şiş yansın
, ne kebap misali kirli bilgileri bir kenara bırakıp, gerçek Mustafa Kemal’i
anlatmak gerekiyordu bu çocuklara..Bir bağımsızlık savaşçısı, anti-emperyalist bir
Türk milliyetçisi ve tüm emperyal güçlere direnişin sembolü olmuş Mustafa Kemal
anlatılmalıydı bu çocuklara…
29-Ocak da Cezaevi’nin gönderdiği arabaya bindiğim an, bana verilen görevin
ağırlığını, sorumluluğunu daha fazla hissettim omuzlarımda..Şehir merkezinden hayli
uzak olan Cezaevi’ne giderken kızımın yaptığı şaka kulaklarımda çınlamaya başladı.
” Anne, istersen yanına küçük bir valiz al.Malum bu sivri dilinle gittiğin
yerden dönmemek de var.”
Aslında bu şaka bile, toplumumuza yerleştirilmeye çalışılan ve şuur altına
pompalanan korkunun açık bir ifadesi idi.
Malum artık anti-emperyalist olmanın, yurtseverliğin,emeğin ve emekçinin yanında
saf tutmanın, sömürüye direnişin, Kemalist ideolojiye inanmanın ve bu yolda
savaşmanın suç sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz.
Araba Cezaevi avlusundan içeri girip, o kocaman demir kapı ardımızdan kapandığı
zaman, yüreğimde hala sebebini çözemediğim bir ürküntü oluştu.
Girişte daha önce savcılıktan gerekli izin alındığı için, işlemlerim uzun
sürmedi.Bir bayan infaz memuru tarafından üzerim arandı ve çantam emanete alındı.
Göz taramam yapılarak, kimliğim tespit edildi.Artık bu tarama ile yapılan ” göz
okuması” benim Cezaevi’ne sorunsuzca girebilmemin anahtarıydı.
Ya çıkış için de anahtar olarak kullanılacak olan bu ”göz okuması’
söylediklerimden daha çok söyleyemediklerimi baz olarak alırsa, beynimdekileri,
yüreğimdekileri açığa vurursa…
İşte o zaman ” yandı gülüm keten helva.” Demir kapılar bir daha açılmamak
üzere ardımdan kapanırdı herhalde..
Beni karşılamaya gelen Sosyal Hizmetler bölümündeki görevli dostumla birlikte
X-raydan geçerek ana binaya girdik.Girdik dedimse de o kadar kolay olmadı.Bir bayan
infaz memuru tekrar aradı beni tepeden tırnağa..Üstelik saçımdaki toka, çizmemdeki
fermuar bile X-rayın deli gibi ötmesine neden oluyordu.
Tekrar ” göz okumasından” geçip, kimliğim tespit edildikten sonra, çocukların
bulunduğu salona ulaştık.
Çocuklar…Sayısını, bir kaç tanesi hariç yüzlerini tam olarak hatırlayamıyorum.
Aradan tam bir hafta geçti.Ama bir ömür boyu unutamayacağım anılarım oldu o
salonda…
Yalnız gözlerini çok iyi hatırlıyorum…Farklı renklerde olmalarına rağmen hepsi
simsiyah ve şüpheyle bakıyorlardı bana.O zaman salonda eksik olan bir şeyin
eksikliğini çok daha iyi anladım. Sevgi…Bana hazırlanan yerde oturmaktansa,
aralarında dolaşarak, omuzlarına dokunarak, hatta yanaklarını okşayarak benim
bildiğim gerçek Mustafa Kemal’i anlatmaya başladım onlara..Bir kaç dakika sonra
aramızdaki buzların eridiğini, artık bana şüpheyle bakmadıklarını fark ettim.
Neler mi anlattım onlara?..Bağımsızlık Savaşı’nda,1. Paylaşım Savaşı’nın ardından
işgal edilen ülkemizde, Mustafa Kemal’in emperyalizmin devlerine karşın nasıl bir
savaş verdiğini, bağımsızlığını yitiren tüm milletlerin nasıl köleliğe mahkum
olduklarını örnekler vererek sergilemeye çalıştım.
” Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımından
yola çıkarak, Mustafa Kemal’in Türk milletinin birlik ve beraberliğine ne kadar önem
verdiğini yineledim.
” Ben çocukken elime geçen her on kuruşun beş kuruşuyla kitap almasaydım, Mustafa
Kemal olamazdım.” söylemini tekrarlayarak, Atatürk’ün okumaya verdiği önemi
anlamalarına çalıştım.
TBMM’ni dualarla açan, cephede ”Suyu boşuna harcıyor” diyerek,askeri
tokatlayan çavuşun uyarıp, abdest alan askerin ellerine ibrikle su döktüğünü, dine
ve inanca saygısını dile getirdim Atatürk’ün.
Mustafa Kemal’in ” çağdaş medeniyet”i işaret ederken,batıyı ” maymun gibi
taklit etmenin uygarlıkla yakından uzaktan ilgisi olmadığını, uygarlığın kılık
kıyafetle değil, akıl ve bilime açık olmakla elde edilebileceğini defalarca
söylediğini anlattım.
Bağımsızlık Savaşı’nda omuzdaşı olan kadınlara hak ettikleri değeri verdiğini
dillendirdim.
Ama Mustafa Kemal’in en önemli özelliğinin bağımsızlıkçı olmasının, ancak siyasi
bağımsızlığın ekonomik bağımsızlık olmadan sağlamasının mümkün olmadığını sık,sık
vurguladığını anlatmaya çalıştım.
1923-1938 yılları arasında Türkiye’de tam 1200 fabrikanın açıldığını, hatta
Kayseri’de kurulan uçak fabrikasında üretilen jet uçaklarının satıldığını, o
zamanlar dış borcumuzun hiç olmadığını üzerine basa, basa ifade ettim.
Ve Anayasa’mızın ” Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez
bir bütündür. Dili Türkçedir.” maddesinde ifade edilen bölünmez bütünlüğün, birlik
ve beraberliğin Atatürk’ün değişmez anlayışı, olmazsa olmazı olduğunu defalarca
tekrarladım.
Ben onlara çocukluğu zorluk içinde geçen, babasız büyüyen ama çalışkanlığı ve
azmiyle her zorluğu yenen, milletini ve vatanını çok seven, ölen köpeğinin ardından
göz yaşı döken,bağımsızlık savaşçısı, ” En büyük hazinem Türk olarak doğmaktır.”
diyen Mustafa Kemal’i anlattım.
Tüm konuşmam boyunca tutuklu ve hükümlü çocukların gözlerinin içine
baktım,yanlarına gittim, omuzlarını okşadım. Onlarda benim gözlerimin içine bakarak
bazen soru sordular, bazen de dikkatlerini canlı tutmak için yaptığım şakalara
güldüler.Onlarla benim aramda sevgi ve güvenden oluşan bir köprü kurulmuştu sanki..
Konuşmamın sonunda en ön sırada tek başına oturan çocuğun yanına giderek, onu
kucakladım ve yanaklarından öptüm. Arkadaşlarının şahsında hepsini kucakladığımı ve
öptüğümü söyledim. Beni defalarca alkışladılar, ellerimi yakalayıp öptüler. Ama bir
çocuk, Mardinli Ufuk, bana 29-Ocakta hayatımın en büyük ödülünü verdi.
Tam salondan çıkarken, arkamdan bağırarak şunları söyledi. ” Hocam, ben Mardinli
Ufuk.Ülkemiz asla bölünmez. Tek bayrak, tek devlet, tek millet, tek dil…Ben
Mustafa Kemal’i böyle anladım hocam… Doğru mu?..”
Benim ödülüm Mardinli Ufuk’un ülkemizin bölünmez bütünlüğünün, ulusumuzun birlik
ve beraberliğinin altına attığı imza idi.Mustafa Kemal bundan daha güzel
anlatılabilir miydi?
Antalya L tipi Cezaevinde ben Mustafa Kemal’i böyle anlatmaya çalıştım. Belki
içlerinden biri veya bir kaçı, özgürlüğüne kavuşunca, Atatürk’ün Cumhuriyet’i emanet
ettiği gençlerden biri olur..
Önemli olan yitirilmişlerin yeniden kazanılması değil mi?

S. Figen Özen
 
Geri
Üst