uLash
Kaleidoscope

Sinema, kendisini oluşturan öğelerin bir bütünüdür: Işık, kamera, ses, kurgu, oyun, senaryo, müzik… Tercihiniz görsellik ise, renklerle oynar, biraz konu katar, Sin City, 300 gibi filmlerle seyirci toplarsınız. Yüz milyon dolarlar yatırarak bilim kurgu başyapıtları çekebilir veya hüsrana uğrayabilirsiniz. Küçük bütçelerle yola çıkıp tek mekanda film çekme cüretini de gösterebilirsiniz (Hitchcock bunu birkaç filmde yapmıştır). İyi oyuncuları kötü senaryolarda harcayabilir (Tim Roth bunun en yakın, en güzel örneğidir), iyi senaryoları kötü oyunculukla yok edebilirsiniz (Saw; 2004. söz konusu yazının konusu üçlemenin son halkasında yönetmenin kızı Sofia Coppola da buna ironik bir örnektir). Müziğe gelince, birçok kereler bahsettiğim üzere, sinemanın geçmişinden bugüne, en önemli öğelerden biri olmuştur.

Müziği iyi bir filmin kendisi kötü olsa dahi hatırlanması, müziğin yer aldığı sekansların zihinde yeniden canlanması ve dinleyenin de kendinden bir şeyler katarak filme ayrı anlamlar yüklemesiyle açıklanabilir. Sözünü bilmediğiniz yabancı bir parçanın sizde yarattığı duygu gibidir, veya okuduğu kitabı bir kenara koyup aklında kalanları yoğurarak film çeken yönetmen gibi (bkz. Hitchcock); müzik, filmi canlı tutan, ölümsüz kılan en önemli öğelerden biridir. Teknik becerileri ve reji kalitesini geçersek, geriye kalan en önemli öğe senaryodur. İyi bir senaryo, ister özgün, ister uyarlama olsun, filmin belkemiğidir ve doğru ellerde filmin başyapıta dönüşmesine katkı sağlar, kalitesiyle kalıcılığını taçlandırır.




Tüm zamanların en iyi filmi anketlerinde dönüp duran filmlere bakarsak, Citizen Kane (Yurttaş Kane, 1941) karanlık atmosferine karşın sağlam senaryosu ve rejisi ile parlar, müzik konusunda pek şansı yok gibidir; Casablanca (1942), bir eleştirmenin deyişiyle “tüm klişeleri kullanarak başyapıt olma payesine erişmiş bir filmdir”, oyunculuktan müziğe,rejiden senaryoya pek eksiği yok gibi gözükse de altın dönemin birçok filminin de aynı tadı verdiği aşikardır; yakın dönemden The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli, 1994), The Usual Suspects (Olağan Şüpheliler, 1995), Fight Club (Dövüş Kulübü, 1999) gibi sağlam uyarlamalar da çıkmıştır, fakat filmlerin de şarap gibi yıllandıkça değerlendiği, kalıcılıkları zamanla ölçüldüğü için, bu yarışta henüz genç oldukları söylenebilir.








Sinemanın bugününe damga vuran yönetmenlerin ortaya çıktığı 60 sonları ve 70’lerin en büyük isimleri olan Steven Spielberg, George Lucas, Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola ile bu dönemde sinemaya adım atıp efsane statüsüne erişmiş Al Pacino, Robert De Niro, Jack Nicholson, Dustin Hoffman gibi oyuncuların yer aldığı her film, sinema adına hayattan ve pastadan bir dilimdir ve her yeni filmle biraz daha doyar, film kültürünüzü ve sinemadan aldığınız zevki daha da pekiştirirsiniz. Geçmişle bugün arasında köprü oluşturan oyuncular ve yönetmenler de vardır. Eskinin mitleri, hiç beklenmedik anda yeni vuruşlar yapabilirler. Bu bazen iyi bir senaryo yakalayan büyük bir yönetmen olur, bazen de iyi bir yönetmenden teklif alarak küllerinden yeniden doğan büyük bir oyuncu.



Günümüzde Tarantino’nun öncülük ettiği bu ikinci gruba, 70’lerde, ismini Elia Kazan’ın büyüttüğü iki isimden biri olan (diğer 3 filmle rahmetli oldu: James Dean) Marlon Brando’yu yeniden zirveye çıkaran Francis Ford Coppola’yı da katabiliriz. 80’lerde çektiği başarılı gençlik filmleriyle, birçok oyuncuya da sektörün kapısını açan Coppola, daha sonraki bir takım başarısızlıklarına rağmen sadece bu seriyle bile sinema tarihinin en başarılı yönetmenlerinden biri olmaya hak kazanmıştır ve filmleri diğerlerinden bir adım öne geçiren o “sihir”, bu iki filmde bilumum şekilde kendisini gösterir, gerek oyunculuklarda, gerekse birbirinden bağımsız mükemmel kısa filmler gibi duran sekanslarda bu coşkuyu yakalamak mümkündür.

Brando, çok satan romandan uyarlama ilk film için, daha önce hiç yapmadığı üzere, deneme çekimlerini kabul etmiştir. Avurtlarına doldurduğu pamuklarla kendisine has bir görüntü ve mimik oluşturan Brando, sadece o yılın değil, tüm zamanların en iyi performanslarından birini vermiştir (7 yıl sonra, yine Coppola ile çalıştığı Apocalypse Now filmi için de yönetmenden habersiz saçlarını kazıtacaktır). Kendisinin rakibi yine On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde, 1954) filmindeki oyunuyla Marlon Brando’dur ve tüm Al Pacino sevgime rağmen, hem benim, hem akademi üyeleri, saygın sinema dergilerinin yazarları için hep öyle kalacaktır.


Mario Puzo’nun artık efsaneleşmiş The Godfather (Baba, 1969) romanının film hakları satın alındığında ve çekimlere başlandığında büyük sansasyon yaşanmış, Brando’nun vuruluş sahnesinde sokaklarda izdiham oluşmuş, filmin gişesi o zamanın en büyük rakamlarına ulaşmıştır. Her iki filmden 3’er yardımcı oyuncu adayı çıkmış, sadece 1 kişi, ikinci filmde bu ödüle uzanmıştır. İlk film, daha önce kullanıldığı gerekçesiyle, en iyi film müziği ödülünü alamamış; ikinci film, yönetmen ödülü de dahil bunu telafi ederek film tarihinin, ilk filmle beraber En İyi Film Oscarı’nı alan tek devam filmi olma şerefini yaşamıştır. İlginç olan, ilk filmin başarısı üzerine yazılıp hemen 2 sene sonra gösterime giren bu ikinci filmin, belki ilkini bile aşan başarısıdır. Bundan 17 yıl sonra çekilen son filmin hayal kırıklığı düşünülürse, bu kadar kısa sürede yazılıp filme alınan eserin başarısının büyüklüğü görülebilir.

Mario Puzo, iki filmin senaryosuna da katkıda bulunmuştur. Müzikleri, Fellini’nin kadim dostu Nino Rota eline almıştır ve yönetmenin babası Carmine Coppola’nın da desteğiyle, 1968 yılında Romeo & Juliet’te gösterdiği sihrini, ulaşılmaz şekilde tanrısal boyutlara taşımıştır. “Baba” serisi birbirinden bağımsız onlarca melodiyi barındırır ve bunlar film gibi, bağımsız oldukları kadar, iç içe geçerler, bütünün bölünmez parçasıdırlar, her biri bir sahneyi, filmin tamamını anımsatır, klasik müzikte bile kolay ulaşılamayacak bir yoğunluk ve saygınlık vardır bu üç albümde. Filmin başarısının en büyük mimarlarından biri, Leone’ye Morricone’nin katkısı gibi, kuşkusuz Nino Rota’dı




Oyunculuklara gelirsek; ikinci filmde Carmine Coppola’nın ricasıyla oynayan, Pacino, De Niro ve birçoklarının hocası Lee Strasberg’den (Hyman Roth), gene onun gibi oyunuyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı’na aday olan Michael V. Gazzo (Frank Pentangeli)’dan önce; ilk filmde Tom Hagen rolünde dingin oyunuyla izleyenleri hayran bırakan Robert Duvall; ölmeden önce Meryl Streep’in kocası olan ve Fredo rolünde kaybetmeye mahkum, beceriksiz kardeşi mükemmel oynayan John Cazale; bu ikiliyle beraber daha sonra Dog Day Afternoon’da da oynayacak olan, kariyerinin henüz başında ama yine de bir efsane, Al Pacino; Sonny rolünde unutulmaz James Caan, polis şefi rolünde “Johnny Guitar” Sterling Hayden; Clemenza, Solozzo, Bonasera gibi isimler yanı sıra filmde öne çıkan bir avuç kadından yönetmenin kardeşi “Adrian” Talia Shire ve daha sonra “Mrs. Woody Allen” olacak Diane Keaton ve elbette, adını kimse bilmese de, çehresini, doğallığını ve saflığını kimsenin unutmadığı “Apollonia” Simonetta Stefanelli, on filme yetecek oyuncu kalitesini 2 filmde barındırarak, çok sağlam senaryoları mükemmel bir uyumla perdeye yansıtmışlardır.













The Godfather ne anlatır? Mafia, ya da Cosa Nostra denen İtalyan mafyasını konu ediniyor gibi görünse de, Brando’nun biyografi kitabında da anlattığı üzere, gerçek mafyayı bile hayran bırakan bu “gerçeküstü” yapım, aslında “aile” kavramını ve değerlerini, hem birey, hem kültür, hem zaman açısından yansıtarak, öncelikle her izleyenin saygısını ve hayranlığını kazanır. Ayrıca belirtmek gerek, Amerikan sinemasının bu en büyük yapıtı, temelinde İtalyan ailesinin değerlerini en ufak detayına kadar barındırarak tüm dünyaya tanıtır. Düğününden müziğine (tarantella için bile bir sahne vardır, ikinci düğünde milli marş çalar), köyünden geniş aile kavramına kadar, bize de tanıdık pek çok değer, filmin içine göze hoş gelecek şekilde serpiştirilmiştir.

Filme adını veren “Baba”, yıllar önce Sicilya’daki köyünden kan davası yüzünden göç etmiş bir yetimdir, babası öldürülmüş, ağabeyi intikam sözü verdiği için öldürülmüştür. Don Ciccio’ya çıkıp kalan tek oğlunun bağışlanmasını dileyen annesi de gözlerinin önünde öldürülen Vito Andolini, annesinin son öğüdünü dinleyip kaçar, merhametli köylülerce korunur ve bir süre sonra “hayaller ülkesi” Amerika’ya varır. Bu sekanstaki (ikinci filmin başları) The Immigrant müziği ve gemideki mültecilerin Özgürlük Heykeli’ne umutla bakışları eşliğinde küçük Vito’nun yeni vatanına ayak basması, unutulmayacak film sahnelerinden biridir (Kayıt memuru adını sorduğunda, hala konuşmayan Vito’nun yerine elindeki kağıdı okuyan görevli “Corleone köyünden Vito Andolini” der. Memurun kayda geçtiği isim Vito Corleone’dir).

İtalyan mahallesinde, fakir olsa da karısıyla sevgi dolu bir evde yaşayan Vito’nun çocuklarının doğumunu ve daha sonra en güvendiği adamlardan biri olacak Clemenza’nın onu nasıl bu işlere çektiğini görürüz. İtalyan olmasına rağmen “onları koruyan kimse olmadığı için” haraç kesen Don Fanucci’ye “reddedemeyeceği bir teklif” yapan Vito, herkesin saygınlığını kazanır ve son kere Sicilya’ya dönüp “babasının” intikamını aldıktan sonra zeytinyağı ithalatı ile Amerika’daki yaşamına başlar. Bu sekanstaki “babamın adı Antonio Andolini, bu da onun için” repliği, hem filmde görünmeyen baba, hem de oğlu için kendini feda eden anne düşünüldüğünde, filmin erkek egemen havasını kesin bir şekilde özetler.


İkinci film, ilk filmin kaldığı yerden devam etmekle birlikte, Marlon Brando’nun hayat verdiği Vito Corleone karakterinin geçmişine uzanır, paralel kurguyla iç içe geçmiş iki öyküyü sağlam bir şekilde aktarır. İlk filme geçmeden önce, bu filmde Robert De Niro’nun sesi ve mimikleriyle –ki oyununun çoğunu konuşmadan, vücut diliyle vermiştir- Marlon Brando’nun gençliğini şaşırtıcı ve mükemmel bir şekilde canlandırdığını söyleyebiliriz. 1974 yılının En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı, gene Vito Corleone’nin olmuştur (Robert De Niro). Gene diyorum, çünkü ilk filmde Marlon Brando, 1972 yılı En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı Vito Corleone rolüyle almıştır. Her iki filmde absürd şekilde es geçilen Al Pacino ise 8. adaylığına kadar (Scent of a Woman; Kadın Kokusu, 1992) ödülü alamayacaktır.



Yazık edilen Pacino değil, Michael Corleone’dir, ilk filmdeki madalyalı savaş kahramanından ikinci filmdeki kalbi katılaşmış, acımasız, neredeyse sadece gözleriyle oynayan mafya liderine dönüşen Michael, sinema tarihinin en kült karakterlerinden biridir, mitostur, efsanedir, Apollonia ile aşkları kısa sürse de film tarihinin unutulmazları arasında yer alır. 1974 yılı Erkek Oyuncu adayları arasında Jack Nicholson (Chinatown), Dustin Hoffman (Lenny), Albert Finney (Murder on the Orient Express) gibi isimlerin de yer aldığı düşünülürse, Art Carney (Harry and Tonto) seçiminin tüm bir sinema tarihinin en kara lekelerinden biri olduğu rahatlıkla görülebilir

İlk film “Ben Amerika’ya inanıyorum” repliğiyle başlar. Cenaze levazımatçısı Bonasera, Baba’dan, tecavüze yeltenilip, namusu koruyunca hunharca dövülen kızının intikamını istemektedir. Mahkeme suçluları birkaç aya mahkum etmiş ve şartlı salıvermiştir, “parası neyse ödemeye hazırım,” der gözü yaşı adam. “Bana bu saygısızlığı yapmana neden olacak ne yaptım?” der ‘Baba’, “iyi bir yaşam ümidiyle Amerika’ya geldin, ama yaşadıklarından şikayet ediyorsun. Daha önce bana gelmedin, açık konuşalım, benim dostluğumu hiç istemedin. Bana borçlu olmaktan korktun. Kızımın düğün gününde gelip benden cinayet işlememi istiyorsun. İstediğin adalet değil, kızın hala hayatta. Bana güzel bir şekilde gelseydin, suçlular daha bu akşam cezalarını bulmuş olurdu.” ‘Baba’ya yaklaşan ve eline doğru uzanan Bonasera “Dostum olur musun..Baba” der, ve Don Corleone’nin elini öper. Bundan sonraki yarım saat boyunca, süren düğünle birlikte, başlıca karakterleri tanırız. Bu uzun sekans, sinema tarihinin en iyi açılış sahnelerinden biridir.


Asabiyetiyle ünlü Sonny’i, onun tam tersi soğukkanlılığı, dingin samimiyetiyle, Sonny’nin küçükken sokakta bulup getirdiği evlatlık, ailenin yarı Alman - yarı İrlandalı Consigliere’si Tom Hagen’i, deniz kuvvetlerinden savaş madalyasıyla ve kolunda sevgilisiyle dönen küçük kardeş Michael’ı, Fredo’yu, ‘yeni gelin’ şımarık Connie’yi, annelerini, dışarıda ‘Baba’ya teşekkür konuşması provası yapan Luca Brasi’yi, ‘Baba’nın vaftiz oğlu Johnny Fontaine’yi tanırız. Johnny Fontaine, sesi artık eskimekte olan, tamamen kendisini anlatan bir senaryoda oynayarak yeniden bir çıkış yakalamak isteyen ünlü bir şarkıcıdır. Söylentiye göre gerçekte bahsedilen film From Here To Eternity, şarkıcı da Frank Sinatra’dır. Film 8 Oscar almıştır ve biri de yardımcı oyuncu dalında Sinatra’ya gitmiştir. Keşfedip aşık olduğu genç aktisti (Ava Gardner, belki) John Fontaine’ye kaptıran yönetmen, öfkesinden ötürü bu rolü vermemekte diretince, Baba, elçisi ve danışmanı Tom Hagen’i yönetmene gönderir; rolü vermeme sebebini anlattığı akşam yemeği sonrası evinden kovmadan önce Hagen’le bir gün geçiren Jack Woltz, en değerli varlığı olan damızlık atına saydığı paranın dudak uçuklattığından bahseder. Ertesi sabah “reddedilemeyecek bir teklif” aldığını, saten yatak takımını açtığında fark eder. Her yer kandır ve atın kesilmiş kafası, ayaklarının dibinde yatmaktadır.

Sonraki bölümde rakip aileleri ve uyuşturucu işini elinde tutan Solozzo’yu tanırız. Tattaglia ailesiyle çalışan ve polis şefi McCluskey (Sterling Hayden) tarafından korunan Solozzo, Baba tarafından reddedilir, okul önlerinde uyuşturucu satılmasına karşı olan Don Corleone, bu pis işin kumar ve kadın işi gibi olmadığını, bulaşırsa tüm politik bağlantılarını kaybedeceğini söyler. Bu bölümde beklenmedik şekilde Baba suikaste uğrar, manavdan alışveriş yaparken yanında ortanca oğlu Fredo olduğu halde (Fredo panikle elindeki silahı düşürür) kurşun yağmuruna tutulur. Neyse ki ölmez ve hastaneye yatar, polis de satın alındığı için korumasız kalan hastanede Baba’sını koruyan, onu ziyarete gittiğinde durumu fark eden ve uyanık davranan Michael’dır. “Artık yanındayım, seni ben koruyacağım” dediği babasının elini öper. Daha sonra Michael, Solozzo ve polis şefiyle ayarlanmış bir buluşmada, silahsız gidip, daha önce buluşma yeri tespit edilerek tuvalete gizlenmiş bir silahla ikisini de öldürür. Clemenza’nın deyişiyle “beş on yılda bir pislikleri temizlemek gerektir.”

Ortalık karışınca zorunlu bir sürgüne yollanan Michael, babasının köyüne, Corleone, Sicilya’ya gider. Orada tanıştığı Apollonia ile babasının izniyle görüşmeye başlar, Baba filmlerinin en güzel müzikleri bu sahnelere eşlik eder, tüm saflığı, doğallığı, bozulmamışlığıyla, bizim de kültürümüzden pencereler sunan bu bölümler, insanı romantize ederek, “zaman değişiyor” mottosuyla melankoliye sürükler. Kısa da olsa mutlu geçen bu bölümlerde Apollonia, Michael’ın hediye ettiği kolyeyi (“Gracias”. “Bene”.), tüm ailenin bulunduğu kalabalık sofrada Michael’la göz teması kurarak okşar ve gülümser, Michael herhalde hiç olmadığı kadar mutludu


Yine büyük bir düğünle köyde evlenen çiftin mutluluğu ne yazık ki uzun sürmez. Önce ağabeyi Sonny, aile işlerine karıştırılmayan ve Barzini ailesiyle anlaşan damat Rizzi’nin, kardeşini dövmesi üzerine tek başına yola çıkar ve gişelerde kurulan tuzakla kurşun yağmuruna tutularak öldürülür (Baba, Bonasera’dan kendisine borcu için hizmetini ister. Ceset o hale gelmiştir ki annesine gösterilmesi için üzerinde çalışılması gerekmektedir. Baba “Bak, oğluma ne yaptılar” der ve yıkılır). Daha sonra düşmanlarınca yeri tespit edilen Michael, arabasına konulan bombayla öldürülmek istenir fakat binemeden, kocasından aldığı dersler sonrası kendisine sürpriz yapmak isteyen Apollonia, direksiyon başında can verir. Bu, Michael’ın kalbinin kapılarını da kapattığı sahnedir.


Baba’nın, tüm aileleri toplayıp “intikam istemiyorum, oğlumun sağ salim dönmesini istiyorum” diyerek pastadan pay verme uzlaşısından sonra ülkeye dönen Michael, eski sevgilisi Kay’i (Diane Keaton) bulur ve onunla evlenir. Baba da artık yaşlanmıştır, bunun olmasını istememiş olsa da (kendisi istemeden bu yola girmiştir ve pişman değildir, ama oğlunun bu işlere bulaşmamasını ve yasal yollardan saygınlık kazanmasını istemiştir) işleri oğlu Michael’a devretmiştir. “Dostunu yakın tut, düşmanını daha da yakın”, “sana ilk kim gelirse hain odur” gibi vecizlerle Michael’i yetiştiren Baba, portakal bahçesinde torunuyla oynarken can verir. Michael beş ailenin de başlarını ve haini temizler, bu sahneler kızkardeşi Connie’nin oğlunun vaftiz babalığını yaptığı sahneyle paralel kurgulanmıştır (“Michael Corleone: Şeytanı ve yaptıklarını reddediyor musun?”). Sonrasında yaptığı entrikayı itiraf ettirdiği damadı da temizleyen Michael, yeni Don olarak Baba’nın adamlarına elini öptürür ve yüzüne kapanan kapıyla gerçekliğe adım atan Kay’in yüzündeki ifadeyle ilk film sona erer.

Michael’ın karısına beş yıl içinde tamamen yasal bir aile olacağının sözünü vermesinin üzerinden yedi yıl geçmiştir. İkinci filmde aileden kopmalar başlar ve filmin henüz başlarında, tüm aile evdeyken Michael, yatak odasına kurşun yağdırılarak suikaste uğrar. Kazayı yara almadan atlatan Michael, işleri Tom Hagen’e devrederek Küba’da birlikte iş yaptığı Yahudi iş adamı Hyman Roth’un yanına gider. Babasının öğüdü üzerine “düşmanını kendisine yakın tutan” Michael, onun güvenini kazanır ve bu sırada içlerindeki haini bulur. Fakat hain hiç beklemediği biridir. Marlon Brando’nun “Baba” tiplemesinin parodisini birebir canlandırdığı The Freshman filmindeki sinema derslerinde de gösterilen sahneyle Michael, kalabalık pistte kardeşini bulduktan sonra yüzünden yakalayıp sıkarak dudaklarından öper ve şunları söyler: “Sen olduğunu biliyorum Fredo. Kalbimi kırdın kardeşim. Kalbimi kırdın.” (I know it was you Fredo. You broke my heart). Bu sahneyi izleyip de intikamından korkmayan bir ademoğlu herhalde yoktur.


İronik şekilde, Michael’ın bu filmdeki ayak işçisinin adı da Al’dir: Annesi hayattayken Fredo’ya dokunulmamasını ister. Annesinin cenazesinde, artık akıllandığını ve kendisine bakmak istediğini, onu affettiğini söyleyen kızkardeşi Connie’nin ricası üzerine herkesin içinde ağabeyi Fredo’yu kollarına alan Michael, Hyman Roth’un ve yine paralel kurguyla Pentangeli’nin ortadan kaldırılışı akabininde, aynı babasının ölümünden sonra damadın cezasını verdiği gibi, öz kardeşini de katledecektir.


Karısıyla da bağları kopar bu filmde Michael’ın: Kendisi uzaktayken karısı düşük yapmıştır ve Kay’in evi terk etmek istemesinin ardından yaptıkları konuşmada bunun kürtaj olduğunu öğrenir. Karısını tokatlayıp evden kovan Michael, filmin sonlarına doğru çocuklarını görmeye gelen Kay’in yüzüne kapıyı kapatır. Son sahnede ilk filmdeki kadroyla bir aile sofrasını görürüz: Masada Michael, Tom, Fredo ve Connie vardır, Sonny de kolunda arkadaşıyla (Rizzi) gelir ve kızkardeşiyle tanıştırır. Baba yeni yıl alışverişindedir. Michael, deniz kuvvetlerine yazıldığını söyler, Sonny öfkelenir ve gider. Masada Tom’la baş başa kalırlar. “Babanla senin geleceğini birçok kereler konuştuk, Michael. Baban senin için başka şeyler düşünmüştü”. “Benim geleceğim Tom. Benim geleceğim.” Baba’nın gelmesi üzerine masada tek başına kalan Michael, kadehini yudumlar. Bugüne döneriz. Michael bahçede tek başına oturmakta ve seyrettiğimiz anıları düşünmektedir. Yüzüne yakın plan yapılan çekimle sahne ve “saga” sona erer.

Bu iki film “The Godfather Saga” adıyla televizyonlarda birkaç bölüm halinde gösterilmiştir. Üçüncü filmin gerek zaman, gerekse konu olarak kopuk olmasından ve iki filmin yanında zayıf kalmasından dolayı, bu iki film tek başına bir bütün olarak ele alınmaktadır ve bu haliyle sinema tarihinin en büyük yapıtı olma nişanını gururla ve rakipsiz taşıdığını söylemek, bundan elli yıl sonra bile iddialı bir laf olmaz. Böyle bir kadronun bir araya gelmesi bir daha mümkün olmayacağı gibi, bu kadar özgün bir senaryonun, mükemmel müziklerin ve daha birçok öğenin bileşimi, kolay yakalanamasa gerektir.


“Baba” filmlerinden bana kalan, Brando, De Niro ve Pacino gibi devleri tanımak, sonraki izleyişlerde Tom Hagen gibi bir karakteri keşfedip hayran olmak, film müziği kavramını zirvesinden öğrenmek, beyaz perdede olup biteni seyirciye geçirebilme yetisini sonuna kadar hissedip “orada” olmak, geçmişi ve bugünü yaşamak, değişen zamanı görmek, güçlünün zayıf yanlarını gördüğümüz kadar, karşısına çıkan her entrikayı kıvrak zekasıyla alt eden güçlü karakterlere şaşkınlıkla hayran olmak (Baba’dan Michael’e nasihat: “kadınlar ve çocuklar dikkatsiz olabilir, ama erkekler asla”), bir imparatorluğun dağılması gibi, elinden geleni yapmasına rağmen ailenin dağılmasına engel olamayan (Anne: “aile asla dağılamaz” Michael: “Zaman değişiyor anne. Zaman değişiyor.”). Michael’ın (mutluluğu bir kere yakalayıp kaybederek) mutsuz hayatına tanık olmak, ilk filmde birbiri ardına şok sahnelerle kısa film süresinde sekanslar ve geniş kadroyla gücü, mutluluğu ve dramı bir arada yaşamak, ikinci filmde geçmişin romantik büyüsüyle bugünün soğuk gerçekliğinin tezatında, Michael gibi geçmişe dalıp gitmek…




Birkaç cümleyle anlatmak kifayetsiz kalıyor ve haksızlık oluyor bu başyapıtlar için. İlki 177, ikincisi 200 dakika süren ve toplamı 6 saati geçen bu dev yapıt, bir kere izlenildi mi bir daha unutulmuyor ve sinemayı seviyorum diyen her izleyicinin bir kere izlemesi, tekrar izlemek ve izletmek üzere arşivinde bulundurması farz gibi gözüküyor. Filmle birlikte müziklerini edinmek ve çalan her notada Michael’ın gözlerinden geçmişe, kâh Sicilya’ya, kâh aile sofrasına dalıp gitmek, acı da verse bu yolculuğu yapmak boynumuzun borcu. Bu borca sadık kalırsanız emin olun Don Corleone size minnettar kalır ve bunu asla unutmaz. Kimbilir, bir gün hizmetinizden yararlanmak için kapınızı çalar ve dostluğunuzu gösterme şansını elde edersiniz. O güne dek dostluğun ve sadakatin anlamını keşfetmeniz dileğiyle,
