- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
GEÇENLERDE TELEVİZYONDA Hz. Nuh’la ilgili bir film izledim. Hıristiyanların yaptığı bu filmde, bir yerde, bizim peygamberlere iman akidemize uygun düşmeyen bir sahne bulunuyordu.
Şöyle ki: Nuh aleyhisselam, karısı, oğulları ve gelinleri gemideler. Tüm dünya sular altında. Gece, gökte dolunay var. Yerde uçsuz bucaksız, pürüzsüz bir deniz, üzerinde yakamozların dans ettiğini görüyoruz. Kara yok, geminin dümeni yok, gidilecek bir yer de yok. Öylece daireler çiziyor gemi, Allah yolunu gösterene dek tavaf ediyor adeta.
Biz Mübarek Kitap’tan biliyoruz ki, Nuh aleyhissselam gemiye binerken “Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ” diyor. “Haydi, binin artık, yürümesi de demir atması da Allah adıyla olan bu gemiye!” Yola çıkarken, sair yol dualarını bilmediğimden olsa gerek, hep hatırlayıp söylemeye çalışırım, her işe başlarken tutunduğum bir iptir bu besmele, Nuh’un sünneti, yine hatırıma geliyor. Kuşkusuz Nuh aleyhisselam kalben de mutmaindi, Rabbi onu kurtarmıştı, sahil-i selamete de çıkaracaktı, zaman, yer O’nun bileceği işti.
Ancak bu filmde Allah, Nuh aleyhisselama vahyetmeyi bir müddet kesiyor, ve çocuklarından başlayan bir vesvese ve hüzün, hatta ye’se varan bir sarsıntı yaşıyorlar. “Ne olacak bizim halimiz?” Nuh aleyhisselam defalarca diz çöküp yalvarıyor, “Allahım ne olur konuş benimle.” Neredeyse deliriyor. Öyle ya, düşünün bir, tüm insanlar ölmüş, dünya sular altında, bundan sonra ne olacağı belirsiz, ve Allah onlarla konuşmuyor. Bu dünyada terk edilmiş gibiler. Yine İncil’de Hz. İsa’yı böyle konuştururlar ya, “Elohi Elohi, lime sabakteni”* “İlahi, İlahi neden beni terk ettin.” Efendimizin de vahyin kesildiği dönemde nasıl üzüldüğünü biliyoruz. Ancak Allah kulunu terk etmez, nitekim “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da” hitabı ile teselli edilmiştir Efendimiz, eminim tüm diğer nebiler de...
İnsan bu dünyaya fırlatılmış, terk edilmiş, hedefsiz, kararsız bırakıldığında ne azaptır hayat. Cehenneme ne hacet, dünya bir sakar (cehennem çukuru) oluverir o vakit. Kafir için daima böyledir. Lâyezal, kesintisiz bir cehennem. Kimi zaman mü’min de, vehmin ve belanın tazyikiyle, böyle bir fikre kapılır. Bir hardal tanesinde boğulmak gibi, bir hadisede batar. Ancak ekseriyetle böyle değildir. Ekseri mü’minin hali, “lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenun” (onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar) şeklindedir. Bunun biricik sebebi Allah’ın bizimle sürekli konuşmasıdır. Mü’min Allah’ın dostudur, ayetin tabiri ile evliyasıdır.** Elhamdülillah.
Allah mü’minle daima konuşur. Günde beş sefer Rabbin huzuruna kabul edilen kul, Rabbiyle söyleşir. Namazdaki kula “musalli” denir. Musalli Arapça dil kaidesinde yarışta ikinci gelen demektir. Bunun anlamı şudur: Namaz hakikatte Allah’ın kula tecellisidir. Kul bu tecellide zahiren etken de görünse edilgendir. Allah’a münacat eder, Allah da ona cevap verir. Kur’an okur, Allah onun ağzından konuşur. Nitekim “Semiallahu limen hamideh” (Allah hamd edeni işitti) ifadesi bizim ağzımızdan Allah’ın konuşması demektir. Zira bu cümlede, mütekellim Allah, muhatap insandır. Tahiyyat, abdiyyet makamıdır. Burada insan Rabbiyle sohbet eder. Bir o söyler, bir O. Tahiyyeleri ileten kuldur, selam veren Allah. Mufassal bir anlatım için Fütuhat-ı Mekkiye’nin Namaz bölümüne bakılmalıdır. Gönlüne bakan da orada çok şey bulacaktır. Ancak benim fehmime düşen, namazın iki kişilik bir eylem olduğudur. Diğeri Allah olan iki kişi.
Namaz ümmet-i Muhammed’e verili bir hediye olduğu gibi, Mübarek Kitap da her an elimizde, aklımızda, kalbimizde, dilimizde oluşuyla öyledir. Eşiniz eve gelir, size bir derdini anlatır, siz ona bir ayetle cevap verirsiniz. O an anlarsınız, iki kişinin üçüncüsü Allah’tır. Allah kulağınıza eşinizin derdinin ilacını fısıldamış, kalbinize o an vahyini indirmiştir. O sizinledir. Derdiniz O’nu ilgilendirmekte, size yolunuzu göstermekte, menzilinizi işaret etmektedir. Geminiz ne dümensizdir, ne kaptansız. Sevinirsiniz. Kulağınıza fısıldayan O iken çözülmeyesi dert mi olur? Kaptanı Allah olan, dümeni Allah’ın şeriatı olan bir kutlu gemidir mü’minin hayatı…
Sonra hatırlarsanız, ne demişti Nebi arkadaşına, “Lâ tahzen innallahe maanâ” “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle.” Allah size en sevdiğini rehber olarak göndermiştir. O sizin hadiselerin dalgalarına yenilmenizi, uçsuz bucaksız denizlerde yolunuzu yitirmenizi, umutsuzluğa yahut hüzne düşmenizi istemez. O sizi sever. Asla terk etmez. “İstemiu mâ yûhâ ileyye” (sana vahyedileni dinle) emri sadece Musa aleyhisselama değildir. Kulağını açan, semi olan her mü’minedir hitap. Allah bize meleklerini daima indirir, haberler gönderir. Hıristiyanların bir sözü vardır, çok hoşuma gider. Derler ki “Ruhu’l-Kuds aramızda.” Elhak öyledir; vahiy taptaze, dipdiri, gencecik yanıbaşımızda durmakta, Cibril ilhamatıyla ve Furkan’la kalplerimizde bulunmaktadır. Kalplerinize bakın, kulaklarınızı açın! O bize kalpler, gözler, kulaklar verdi ya!
Allah’la beraber olmak bin cennete değişilmez. Cennet belki beklenilen bir yerdir, oysa Allah’la beraberlik el an buradadır. O’nu beklemek gerekmez. O bize şahdamarımızdan yakındır, kişi ile kalbinin arasındadır. Ona seslenmek için bağırmamız gerekmez, o bize binicinin atının boynuna yakın olduğundan daha yakındır.*** Akrebiyet bu yakınlığı fark etmektir. Perdeleri açmak, ışığa bakmaktır. Kör olmaktan korkmamaktır, zira ışıktan ancak haşereler korkarlar. Bunun için mü’min mahzun değildir. Zira o Sevgilisinden ayrı değildir. O tüm muhabbetlere mukabele edendir. “Seni seviyorum” denilince geri çevirmeyendir. Diyor ya: “Kullarım sana benden sorarlarsa de ki: Şüphesiz ben çok yakınım” (fe innî karîb)
Mü’min ne zaman hüzne düşse, kendini bu fark edişten alıkoymuş demektir. Öyle ya, hasta olsanız ve başınızda o beklese nasıl hüzünlenirsiniz, bilakis “iyi ki hasta olmuşum” demez misiniz? Hata etseniz ve azarlansanız, bir celal tokadı yeseniz, tokat atan O olunca, ağlayarak dizi dibine çocuk gibi çökmez misiniz? O ağlamada bile bir memnuniyet hissetmez misiniz? Aşikardır ki O sizi tokatladığında bile bu sizi umursadığı ve daha fazla yanlış yapmanızı istemediği içindir. Aklınızı başınıza getirmenin Rahmani yollarını tükettiğiniz içindir yenilen tokat. Elhak O’nu yanınızda bilseniz, yeryüzü patlasa bir havai fişek gösterisi izler gibi, haşyetle ama emniyetle seyredersiniz. Her gök gürültüsünde, kullukta kardeşiniz Rad meleğine selam verirsiniz. Mü’mini hiçbir şey yıkamaz. Belki sarsılır. Zira o içi rahmet dışı azap olan bir kapının yanında beklemektedir. Bu halde iken dünyadaymış, berzahtaymış, cennetteymiş, kimin umurunda! Değil mi ki Allah bizimle!
İnsan sevdiğine seninle dünyanın bir ucuna dahi gelirim demez mi? Bu sırdandır ki, mürşid-i kamiller Allah onlarla olduktan sonra, cehennemin alevleri içinde olmaya bile razı olmuşlardır. Onlar O’nunla olunca, ateşin berd ve selam olduğunu, dünyanın cennet olduğunu, hapishanenin medrese olduğunu derk etmişler. Mutluluk için beklemeye hacet yok ki, mutluluk mü’minin koynunda bir emanet gibi saklı. Değil mi ki O kalplere istiva etmiştir. Mutlu olmamak, yalnız kalmak, mahzun olmak, korkmak mümkün değildir…
Allahım, Seninle olduktan sonra her yer cennet. Bildim, şahit ol!
Allahım, Seninle her yere gelirim, sözüm söz, şahit ol!

Şöyle ki: Nuh aleyhisselam, karısı, oğulları ve gelinleri gemideler. Tüm dünya sular altında. Gece, gökte dolunay var. Yerde uçsuz bucaksız, pürüzsüz bir deniz, üzerinde yakamozların dans ettiğini görüyoruz. Kara yok, geminin dümeni yok, gidilecek bir yer de yok. Öylece daireler çiziyor gemi, Allah yolunu gösterene dek tavaf ediyor adeta.
Biz Mübarek Kitap’tan biliyoruz ki, Nuh aleyhissselam gemiye binerken “Bismillahi mecrâhâ ve mürsâhâ” diyor. “Haydi, binin artık, yürümesi de demir atması da Allah adıyla olan bu gemiye!” Yola çıkarken, sair yol dualarını bilmediğimden olsa gerek, hep hatırlayıp söylemeye çalışırım, her işe başlarken tutunduğum bir iptir bu besmele, Nuh’un sünneti, yine hatırıma geliyor. Kuşkusuz Nuh aleyhisselam kalben de mutmaindi, Rabbi onu kurtarmıştı, sahil-i selamete de çıkaracaktı, zaman, yer O’nun bileceği işti.
Ancak bu filmde Allah, Nuh aleyhisselama vahyetmeyi bir müddet kesiyor, ve çocuklarından başlayan bir vesvese ve hüzün, hatta ye’se varan bir sarsıntı yaşıyorlar. “Ne olacak bizim halimiz?” Nuh aleyhisselam defalarca diz çöküp yalvarıyor, “Allahım ne olur konuş benimle.” Neredeyse deliriyor. Öyle ya, düşünün bir, tüm insanlar ölmüş, dünya sular altında, bundan sonra ne olacağı belirsiz, ve Allah onlarla konuşmuyor. Bu dünyada terk edilmiş gibiler. Yine İncil’de Hz. İsa’yı böyle konuştururlar ya, “Elohi Elohi, lime sabakteni”* “İlahi, İlahi neden beni terk ettin.” Efendimizin de vahyin kesildiği dönemde nasıl üzüldüğünü biliyoruz. Ancak Allah kulunu terk etmez, nitekim “Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da” hitabı ile teselli edilmiştir Efendimiz, eminim tüm diğer nebiler de...
İnsan bu dünyaya fırlatılmış, terk edilmiş, hedefsiz, kararsız bırakıldığında ne azaptır hayat. Cehenneme ne hacet, dünya bir sakar (cehennem çukuru) oluverir o vakit. Kafir için daima böyledir. Lâyezal, kesintisiz bir cehennem. Kimi zaman mü’min de, vehmin ve belanın tazyikiyle, böyle bir fikre kapılır. Bir hardal tanesinde boğulmak gibi, bir hadisede batar. Ancak ekseriyetle böyle değildir. Ekseri mü’minin hali, “lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenun” (onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar) şeklindedir. Bunun biricik sebebi Allah’ın bizimle sürekli konuşmasıdır. Mü’min Allah’ın dostudur, ayetin tabiri ile evliyasıdır.** Elhamdülillah.
Allah mü’minle daima konuşur. Günde beş sefer Rabbin huzuruna kabul edilen kul, Rabbiyle söyleşir. Namazdaki kula “musalli” denir. Musalli Arapça dil kaidesinde yarışta ikinci gelen demektir. Bunun anlamı şudur: Namaz hakikatte Allah’ın kula tecellisidir. Kul bu tecellide zahiren etken de görünse edilgendir. Allah’a münacat eder, Allah da ona cevap verir. Kur’an okur, Allah onun ağzından konuşur. Nitekim “Semiallahu limen hamideh” (Allah hamd edeni işitti) ifadesi bizim ağzımızdan Allah’ın konuşması demektir. Zira bu cümlede, mütekellim Allah, muhatap insandır. Tahiyyat, abdiyyet makamıdır. Burada insan Rabbiyle sohbet eder. Bir o söyler, bir O. Tahiyyeleri ileten kuldur, selam veren Allah. Mufassal bir anlatım için Fütuhat-ı Mekkiye’nin Namaz bölümüne bakılmalıdır. Gönlüne bakan da orada çok şey bulacaktır. Ancak benim fehmime düşen, namazın iki kişilik bir eylem olduğudur. Diğeri Allah olan iki kişi.
Namaz ümmet-i Muhammed’e verili bir hediye olduğu gibi, Mübarek Kitap da her an elimizde, aklımızda, kalbimizde, dilimizde oluşuyla öyledir. Eşiniz eve gelir, size bir derdini anlatır, siz ona bir ayetle cevap verirsiniz. O an anlarsınız, iki kişinin üçüncüsü Allah’tır. Allah kulağınıza eşinizin derdinin ilacını fısıldamış, kalbinize o an vahyini indirmiştir. O sizinledir. Derdiniz O’nu ilgilendirmekte, size yolunuzu göstermekte, menzilinizi işaret etmektedir. Geminiz ne dümensizdir, ne kaptansız. Sevinirsiniz. Kulağınıza fısıldayan O iken çözülmeyesi dert mi olur? Kaptanı Allah olan, dümeni Allah’ın şeriatı olan bir kutlu gemidir mü’minin hayatı…
Sonra hatırlarsanız, ne demişti Nebi arkadaşına, “Lâ tahzen innallahe maanâ” “Üzülme, şüphesiz Allah bizimle.” Allah size en sevdiğini rehber olarak göndermiştir. O sizin hadiselerin dalgalarına yenilmenizi, uçsuz bucaksız denizlerde yolunuzu yitirmenizi, umutsuzluğa yahut hüzne düşmenizi istemez. O sizi sever. Asla terk etmez. “İstemiu mâ yûhâ ileyye” (sana vahyedileni dinle) emri sadece Musa aleyhisselama değildir. Kulağını açan, semi olan her mü’minedir hitap. Allah bize meleklerini daima indirir, haberler gönderir. Hıristiyanların bir sözü vardır, çok hoşuma gider. Derler ki “Ruhu’l-Kuds aramızda.” Elhak öyledir; vahiy taptaze, dipdiri, gencecik yanıbaşımızda durmakta, Cibril ilhamatıyla ve Furkan’la kalplerimizde bulunmaktadır. Kalplerinize bakın, kulaklarınızı açın! O bize kalpler, gözler, kulaklar verdi ya!
Allah’la beraber olmak bin cennete değişilmez. Cennet belki beklenilen bir yerdir, oysa Allah’la beraberlik el an buradadır. O’nu beklemek gerekmez. O bize şahdamarımızdan yakındır, kişi ile kalbinin arasındadır. Ona seslenmek için bağırmamız gerekmez, o bize binicinin atının boynuna yakın olduğundan daha yakındır.*** Akrebiyet bu yakınlığı fark etmektir. Perdeleri açmak, ışığa bakmaktır. Kör olmaktan korkmamaktır, zira ışıktan ancak haşereler korkarlar. Bunun için mü’min mahzun değildir. Zira o Sevgilisinden ayrı değildir. O tüm muhabbetlere mukabele edendir. “Seni seviyorum” denilince geri çevirmeyendir. Diyor ya: “Kullarım sana benden sorarlarsa de ki: Şüphesiz ben çok yakınım” (fe innî karîb)
Mü’min ne zaman hüzne düşse, kendini bu fark edişten alıkoymuş demektir. Öyle ya, hasta olsanız ve başınızda o beklese nasıl hüzünlenirsiniz, bilakis “iyi ki hasta olmuşum” demez misiniz? Hata etseniz ve azarlansanız, bir celal tokadı yeseniz, tokat atan O olunca, ağlayarak dizi dibine çocuk gibi çökmez misiniz? O ağlamada bile bir memnuniyet hissetmez misiniz? Aşikardır ki O sizi tokatladığında bile bu sizi umursadığı ve daha fazla yanlış yapmanızı istemediği içindir. Aklınızı başınıza getirmenin Rahmani yollarını tükettiğiniz içindir yenilen tokat. Elhak O’nu yanınızda bilseniz, yeryüzü patlasa bir havai fişek gösterisi izler gibi, haşyetle ama emniyetle seyredersiniz. Her gök gürültüsünde, kullukta kardeşiniz Rad meleğine selam verirsiniz. Mü’mini hiçbir şey yıkamaz. Belki sarsılır. Zira o içi rahmet dışı azap olan bir kapının yanında beklemektedir. Bu halde iken dünyadaymış, berzahtaymış, cennetteymiş, kimin umurunda! Değil mi ki Allah bizimle!
İnsan sevdiğine seninle dünyanın bir ucuna dahi gelirim demez mi? Bu sırdandır ki, mürşid-i kamiller Allah onlarla olduktan sonra, cehennemin alevleri içinde olmaya bile razı olmuşlardır. Onlar O’nunla olunca, ateşin berd ve selam olduğunu, dünyanın cennet olduğunu, hapishanenin medrese olduğunu derk etmişler. Mutluluk için beklemeye hacet yok ki, mutluluk mü’minin koynunda bir emanet gibi saklı. Değil mi ki O kalplere istiva etmiştir. Mutlu olmamak, yalnız kalmak, mahzun olmak, korkmak mümkün değildir…
Allahım, Seninle olduktan sonra her yer cennet. Bildim, şahit ol!
Allahım, Seninle her yere gelirim, sözüm söz, şahit ol!
*Aramice bir İncil ifadesi, ne kadar Arapça gibi değil mi? Anlamak için Aramca’ya gerek kalmıyor, Arapça yetiyor. Aslında o kadar fark var aramızda ilk İsevilerle Aramca ve Arapça kadar. Suriye’de bir Aramca İncil duası dinlemiştim epey anlaşılırdı, oradan biliyorum.
**Evliya kelimesini yaygın kullanımıyla değil, kelime manasıyla kullandım, yoksa elbette kendimizi insan-ı kâmillerle karıştırıyor değilim.
***Bu bir hadis metninde geçen bir teşbih, “Allah sana atının/devenin boynundan daha yakındır, niçin bağırarak dua ediyorsun?” mealinde idi hatırımda kaldığı kadarıyla…
© 2009 karakalem.net, Mona İslam
**Evliya kelimesini yaygın kullanımıyla değil, kelime manasıyla kullandım, yoksa elbette kendimizi insan-ı kâmillerle karıştırıyor değilim.
***Bu bir hadis metninde geçen bir teşbih, “Allah sana atının/devenin boynundan daha yakındır, niçin bağırarak dua ediyorsun?” mealinde idi hatırımda kaldığı kadarıyla…
© 2009 karakalem.net, Mona İslam