W
WoLF
Guest
Tarihte Pirus Zaferi olarak bilinen "kazanın da kaybettiği" zaferlerden AK Parti de kazandı. İşte onlardan bazıları...
TÜRKİYE'NİN PİRUS ZAFERİ ya da SENDROMU
Son üç gündür Türkiye sanki bir bayram havası yaşıyor. Önce kendimizi bilerek ya da bilmeyerek, aldanarak ya da aldatılarak bir zorluğa, bir çaresizliğe mahkum ediyoruz; sonra, birilerini aracı kılarak kendimizi bu durumdan kurtarıp zafer çığlıkları atıyoruz. AKP hükümetiyle birlikte, Türkiye'nin Sevr'den sonra artık ikinci bir sendromu daha var: Pirus Sendromu...
Kavramın aslı askeri, siyasi ve diplomasi tarihinde sıklıkla kullanılan “Pirus Zaferi” (Pyrrhus Victory)'dir. Ağır kayıplar verilerek kazanılan, aslında kazananın da kaybetmeye mahkum olduğu galibiyetleri anlatmak için kullanılan bir kavram bu. “Pirus Zaferi”yle ilgili rivayet şöyledir: Makedonya İmparatoru Büyük İskender'in (M.Ö. 356-323) uzaktan akrabası olarak kabul edilen Yunan Epir Kralı Pirus (M.Ö. 318-272), M.Ö. 280'lerde güney İtalya'da bir Yunan kolonisi olan Tarentum'un, kendisinden devrin en güçlü ordusuna sahip olan Romalılara karşı yardım istemesi üzerine hareket geçer. Pirus, yirmibeşbin kişilik ordusu ve 50 fille birlikte İtalya'yı fethe çıkar. Romalılarla beş yıl süren ve çok kanlı geçen savaşlara tutuşan Pirus, fillerin de desteğindeki ordusuyla Romalıları dize getirir. Getirir getirmesine ama, Pirus, savaşlarda o kadar çok askerini kaybetmiştir ki –neredeyse ordusunun tamamını heba etmiştir–, ordusu tamamen güçsüz kalmıştır ve bu savaş yöntemi Sicilya'lı Yunanlılar tarafından bile protesto edilmiştir. İddiaya göre Pirus, “Tanrım bana bir daha böyle bir zafer nasip etme” diyecek kader ironik bir durum yaşamıştır. O zamandan bu yana, sahte zaferleri, yenenin de aslında yenilmeye mahkum olduğu galibiyetleri anlatmak için “Pirus Zaferi” kavramı kullanılagelmiştir.
Şöyle bir hatırlayalım isterseniz 2002'den bu yana kazandığımızı zannettiğimiz zaferleri, nam-ı diğer Pirus Zaferlerini...
4 Temmuz 2003 Cuma günü saat 14:50-15:00 sıralarında, Kuzey Irak'ta Süleymaniye kentinde karargahı bulunan Türk Özel Kuvvetleri Komutanlığı'na, Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı'na bağlı 60 ila 90 arasında Amerikan askeri tarafından (yanlarında ayrıca Talabani'nin liderliğini yaptığı KYB'ye bağlı 150 peşmerge de var) yapılan bir baskın sonucu, 11 Türk askeri (1 yüzbaşı, 2 üsteğmen, 8 astsubay) tutuklanıp ve başlarına çuval geçirilmek suretiyle önce Süleymaniye'deki Atadi Parkı'na, ardından da Kerkük'te cezaevi gibi kullanılan Amerika üssüne götürülüp, 60 saat süresince alıkonulup sorguya çekildiğinde; bütün Türkiye devletiyle ve halkıyla ayağı kalktı. Resmi çevrelerde “Stratejik ortak” olarak nitelendirilen ABD'nin, her nasılsa, bu olayın kendi milli bayramı olan Bağımsızlık Günü'ne (Independence Day) denk gelmesi nedeniyle, Amerikan resmi makamlarına ulaşmanın uzun sürmesi, araya hafta sonunun da girmesi ve gözaltı süresinin uzamış olmasından hiç kimse bir sakınca duymadı. Atlantik'in ötesinden gelip denizden, karadan, havadan ve her türlü komünikasyon ve teknoloji desteğiyle Irak'ı vurabilen bir devletin başkanına ulaşmak meğer bu denli zormuş!?
Peki sonra ne oldu? 6 Temmuz 2003'te saat 06:30 civarında Türk askerleri serbest bırakıldı. Bu olayda “ABD'ye nota verilip verilmediği” sorusu üzerine, Türkiye'de “devletadamı” sorumluluğunu taşıyanlar bu ciddiyeti göstermek için olsa gerek, “Bakın, nota dediğiniz konu müzik notası değildir. Bunların bir ağırlığı vardır. Aklınıza esince nota verilmez” diyerek olayın nota verilecek ağırlıkta olmadığını teyit etmiştir. ABD'nin özür dilemesi gerektiği konusunda da aynı zihniyet yine sergilenerek basına “Büyük devletler özür dilemez” diye ilginç bir açıklama yapılmıştır. Türkiye'den beklediği sertlikte bir tepki bulamayan ABD de, Tümgeneral Petraeus'un Süleymaniye'ye bulunduğu bir ziyarette askeri anlamda “özür” dilemeyi uygun bulmuştur doğal olarak. Siyasilerce bu özür yeterli bulunsa da, Türk askeri kuvvetleri bunu yeterli bulmadığını belirtmiştir. Bunun üzerine, ABD'nin Avrupa'daki Kuvvet Komutanı Korgeneral Silverstre, Ankara'ya gelerek, “ABD Silahlı Kuvvetleri olarak sizden özür diliyorum. Ancak bizden şunu beklemeyin: ABD olarak illegal bir şey yaptık ve bu yüzden Türkiye'den özür diliyoruz diye bir açıklamada bulunamayız” demiştir. Böylelikle Türkiye'deki siyasal iradenin olayın ta en başından beri takındığı kararlı ve sert tutum sayesinde 1. Pirus Zaferi Türkiye açısından kazanılmış oluyordu!?
Türkiye'nin 2. Pirus Zaferi, Mart-Nisan 2009'da, Danimarka Başbakanı Rasmussen NATO Genel Sekreterliği'ne adaylığı konusunda Türkiye'deki siyasal iradenin tutumu sayesinde yaşandı. 2006 yılında Danimarka'da yayınlanan bir gazetede Hz. Muhammed'i (s.a.v.) sarığı içinde bomba taşıyan biri olarak resmeden bir karikatüre karşı İslam dünyasındaki yoğun tepki karşısında, karikatürde ifade edilen durumun “ifade özgürlüğü” kapsamında olduğunu belirten Rasmussen, bu tutumuyla Türkiye'deki siyasal iradenin de tepkisini üzerine çekmiştir. Öyle ki, Türkiye'deki siyasal iradenin başı Rasmussen'in adaylığına “şahsen” bile karşı olduğunu açıklama gereğini duymuştur. Fakat, her nasılsa, Türkiye'deki siyasal iradenin “görünürdeki itirazlarına ve karşıtlığına” rağmen, Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne seçilmesi veto edilmedi. “Görünürdeki itirazların” Rasmussen'in “kesin kabul”üne dönüşmesinin sebepleri de şöyle açıklandı: Rasmussen özür dileyecek, ROJ Tv'nin kapatılmasını sağlayacaktı. Birincisini belli-belirsiz yaptı, ikincisinde ise televizyonun hesaplarının incelenmesi dışında bir gelişme yok. Böylelikle Türkiye 2. Pirus Zaferi'ni de siyasal iradenin kesin, kararlı ve sert tutumuyla kazanmış oluyordu!?
31 Mayıs 2010'a gelinceye kadar başka Pirus Zaferlerimiz de oldu. Ancak, ben onları önemsemiyorum. Esas önemsediğim, 31 Mayıs 2010'da başlayan 3. Pirus Zaferimiz. Bu zaferde sivil Türk vatandaşlarına karşı, başka bir devletçe uluslararası sularda silahlı saldırıda bulunuldu ve 9 kişi öldü ve birçoğu da yaralandı, örselendi, korku yaşadı. Uluslararası camia tepkimize hak verdi ve üzüntülerini bildirdi. Peki sonra? BM Güvenlik Konseyi “kınama” kararı almadığı halde, Türkiye'deki siyasal irade Pirus Zaferi'nin ilk meyvesini halka açıkladı: “BM tarihinde Güvenlik Konseyi ilk kez İsrail'i kınadı, hem de sert bir biçimde!”. Bütün gün boyu BM'nin resmi web sitesini aradım taradım ama o kararı bulamadım. Zira ortada karar yoktu, sadece bir başkanlık açıklaması vardı ve o da İsrail'i kınamıyordu, yapılan eylemi kınıyordu! Sonra ABD'yi aracı kılarak, ABD'nin İsrail'e baskısı neticesinde Türk vatandaşları ülkemize getirdik. Çünkü kendi gücümüz ve varlığımızla “ültimatom” vererek bunu yapamazdık! Ancak yine de siyasal irade “Türkiye'nin düşmanlığının da o denli sert olduğunu” alkışlar arasında deklare ediyordu. Bu da Pirus Zaferi'nin bir meyvesi olarak algılandı kamuoyu tarafından. Bu arada TBMM'de bir “kınama bildirisi” krizi yaşandı. Zira, olayı Pirus Zaferi olmaktan çıkarmak isteyen TBMM, hükümetin bu işin peşini siyasi, ekonomik ve askeri olarak bırakmamasını istiyordu. Olayın, zaman içinde uluslararası kamuoyunun baskısı olmadıkça başka meyve vermeyeceğini de bilen hükümet, elbette ki bu konuda peşin sözler vermek istemiyordu. Ancak, dışarıda da yüzbinler ve ideolojik taban bu kınama kararını bekliyordu. Nasıl olsa hamasi söylemlerle iş yürüyordu, kim yazılana-çizilene bakardı! Böylelikle bu Pirus Zaferi'nde belki de tek anlamlı olan şey TBMM'nin iradesiyle, yani halkın iradesiyle ortaya çıkmış oldu. Bu olayda gururumuzu kurtaran tek ve son şey bu oldu. Bunun ötesinde bir beklentiye girmek Türkiye'deki siyasal iradenin gücünü ve kararlılığını aşmaktadır maalesef.
Şimdi söylenecek çok söz var aslında.. Ancak, ben bunun yerine Epir Kralı Pirus'un sözlerini kendi adıma tekrar ederek yazımı bitirmek istiyorum:
“Tanrım, Türkiye'ye bir daha böyle bir zafer nasip etme!”
Bülent ŞENER
KaynaK
TÜRKİYE'NİN PİRUS ZAFERİ ya da SENDROMU
Son üç gündür Türkiye sanki bir bayram havası yaşıyor. Önce kendimizi bilerek ya da bilmeyerek, aldanarak ya da aldatılarak bir zorluğa, bir çaresizliğe mahkum ediyoruz; sonra, birilerini aracı kılarak kendimizi bu durumdan kurtarıp zafer çığlıkları atıyoruz. AKP hükümetiyle birlikte, Türkiye'nin Sevr'den sonra artık ikinci bir sendromu daha var: Pirus Sendromu...
Kavramın aslı askeri, siyasi ve diplomasi tarihinde sıklıkla kullanılan “Pirus Zaferi” (Pyrrhus Victory)'dir. Ağır kayıplar verilerek kazanılan, aslında kazananın da kaybetmeye mahkum olduğu galibiyetleri anlatmak için kullanılan bir kavram bu. “Pirus Zaferi”yle ilgili rivayet şöyledir: Makedonya İmparatoru Büyük İskender'in (M.Ö. 356-323) uzaktan akrabası olarak kabul edilen Yunan Epir Kralı Pirus (M.Ö. 318-272), M.Ö. 280'lerde güney İtalya'da bir Yunan kolonisi olan Tarentum'un, kendisinden devrin en güçlü ordusuna sahip olan Romalılara karşı yardım istemesi üzerine hareket geçer. Pirus, yirmibeşbin kişilik ordusu ve 50 fille birlikte İtalya'yı fethe çıkar. Romalılarla beş yıl süren ve çok kanlı geçen savaşlara tutuşan Pirus, fillerin de desteğindeki ordusuyla Romalıları dize getirir. Getirir getirmesine ama, Pirus, savaşlarda o kadar çok askerini kaybetmiştir ki –neredeyse ordusunun tamamını heba etmiştir–, ordusu tamamen güçsüz kalmıştır ve bu savaş yöntemi Sicilya'lı Yunanlılar tarafından bile protesto edilmiştir. İddiaya göre Pirus, “Tanrım bana bir daha böyle bir zafer nasip etme” diyecek kader ironik bir durum yaşamıştır. O zamandan bu yana, sahte zaferleri, yenenin de aslında yenilmeye mahkum olduğu galibiyetleri anlatmak için “Pirus Zaferi” kavramı kullanılagelmiştir.
Şöyle bir hatırlayalım isterseniz 2002'den bu yana kazandığımızı zannettiğimiz zaferleri, nam-ı diğer Pirus Zaferlerini...
4 Temmuz 2003 Cuma günü saat 14:50-15:00 sıralarında, Kuzey Irak'ta Süleymaniye kentinde karargahı bulunan Türk Özel Kuvvetleri Komutanlığı'na, Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı'na bağlı 60 ila 90 arasında Amerikan askeri tarafından (yanlarında ayrıca Talabani'nin liderliğini yaptığı KYB'ye bağlı 150 peşmerge de var) yapılan bir baskın sonucu, 11 Türk askeri (1 yüzbaşı, 2 üsteğmen, 8 astsubay) tutuklanıp ve başlarına çuval geçirilmek suretiyle önce Süleymaniye'deki Atadi Parkı'na, ardından da Kerkük'te cezaevi gibi kullanılan Amerika üssüne götürülüp, 60 saat süresince alıkonulup sorguya çekildiğinde; bütün Türkiye devletiyle ve halkıyla ayağı kalktı. Resmi çevrelerde “Stratejik ortak” olarak nitelendirilen ABD'nin, her nasılsa, bu olayın kendi milli bayramı olan Bağımsızlık Günü'ne (Independence Day) denk gelmesi nedeniyle, Amerikan resmi makamlarına ulaşmanın uzun sürmesi, araya hafta sonunun da girmesi ve gözaltı süresinin uzamış olmasından hiç kimse bir sakınca duymadı. Atlantik'in ötesinden gelip denizden, karadan, havadan ve her türlü komünikasyon ve teknoloji desteğiyle Irak'ı vurabilen bir devletin başkanına ulaşmak meğer bu denli zormuş!?
Peki sonra ne oldu? 6 Temmuz 2003'te saat 06:30 civarında Türk askerleri serbest bırakıldı. Bu olayda “ABD'ye nota verilip verilmediği” sorusu üzerine, Türkiye'de “devletadamı” sorumluluğunu taşıyanlar bu ciddiyeti göstermek için olsa gerek, “Bakın, nota dediğiniz konu müzik notası değildir. Bunların bir ağırlığı vardır. Aklınıza esince nota verilmez” diyerek olayın nota verilecek ağırlıkta olmadığını teyit etmiştir. ABD'nin özür dilemesi gerektiği konusunda da aynı zihniyet yine sergilenerek basına “Büyük devletler özür dilemez” diye ilginç bir açıklama yapılmıştır. Türkiye'den beklediği sertlikte bir tepki bulamayan ABD de, Tümgeneral Petraeus'un Süleymaniye'ye bulunduğu bir ziyarette askeri anlamda “özür” dilemeyi uygun bulmuştur doğal olarak. Siyasilerce bu özür yeterli bulunsa da, Türk askeri kuvvetleri bunu yeterli bulmadığını belirtmiştir. Bunun üzerine, ABD'nin Avrupa'daki Kuvvet Komutanı Korgeneral Silverstre, Ankara'ya gelerek, “ABD Silahlı Kuvvetleri olarak sizden özür diliyorum. Ancak bizden şunu beklemeyin: ABD olarak illegal bir şey yaptık ve bu yüzden Türkiye'den özür diliyoruz diye bir açıklamada bulunamayız” demiştir. Böylelikle Türkiye'deki siyasal iradenin olayın ta en başından beri takındığı kararlı ve sert tutum sayesinde 1. Pirus Zaferi Türkiye açısından kazanılmış oluyordu!?
Türkiye'nin 2. Pirus Zaferi, Mart-Nisan 2009'da, Danimarka Başbakanı Rasmussen NATO Genel Sekreterliği'ne adaylığı konusunda Türkiye'deki siyasal iradenin tutumu sayesinde yaşandı. 2006 yılında Danimarka'da yayınlanan bir gazetede Hz. Muhammed'i (s.a.v.) sarığı içinde bomba taşıyan biri olarak resmeden bir karikatüre karşı İslam dünyasındaki yoğun tepki karşısında, karikatürde ifade edilen durumun “ifade özgürlüğü” kapsamında olduğunu belirten Rasmussen, bu tutumuyla Türkiye'deki siyasal iradenin de tepkisini üzerine çekmiştir. Öyle ki, Türkiye'deki siyasal iradenin başı Rasmussen'in adaylığına “şahsen” bile karşı olduğunu açıklama gereğini duymuştur. Fakat, her nasılsa, Türkiye'deki siyasal iradenin “görünürdeki itirazlarına ve karşıtlığına” rağmen, Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne seçilmesi veto edilmedi. “Görünürdeki itirazların” Rasmussen'in “kesin kabul”üne dönüşmesinin sebepleri de şöyle açıklandı: Rasmussen özür dileyecek, ROJ Tv'nin kapatılmasını sağlayacaktı. Birincisini belli-belirsiz yaptı, ikincisinde ise televizyonun hesaplarının incelenmesi dışında bir gelişme yok. Böylelikle Türkiye 2. Pirus Zaferi'ni de siyasal iradenin kesin, kararlı ve sert tutumuyla kazanmış oluyordu!?
31 Mayıs 2010'a gelinceye kadar başka Pirus Zaferlerimiz de oldu. Ancak, ben onları önemsemiyorum. Esas önemsediğim, 31 Mayıs 2010'da başlayan 3. Pirus Zaferimiz. Bu zaferde sivil Türk vatandaşlarına karşı, başka bir devletçe uluslararası sularda silahlı saldırıda bulunuldu ve 9 kişi öldü ve birçoğu da yaralandı, örselendi, korku yaşadı. Uluslararası camia tepkimize hak verdi ve üzüntülerini bildirdi. Peki sonra? BM Güvenlik Konseyi “kınama” kararı almadığı halde, Türkiye'deki siyasal irade Pirus Zaferi'nin ilk meyvesini halka açıkladı: “BM tarihinde Güvenlik Konseyi ilk kez İsrail'i kınadı, hem de sert bir biçimde!”. Bütün gün boyu BM'nin resmi web sitesini aradım taradım ama o kararı bulamadım. Zira ortada karar yoktu, sadece bir başkanlık açıklaması vardı ve o da İsrail'i kınamıyordu, yapılan eylemi kınıyordu! Sonra ABD'yi aracı kılarak, ABD'nin İsrail'e baskısı neticesinde Türk vatandaşları ülkemize getirdik. Çünkü kendi gücümüz ve varlığımızla “ültimatom” vererek bunu yapamazdık! Ancak yine de siyasal irade “Türkiye'nin düşmanlığının da o denli sert olduğunu” alkışlar arasında deklare ediyordu. Bu da Pirus Zaferi'nin bir meyvesi olarak algılandı kamuoyu tarafından. Bu arada TBMM'de bir “kınama bildirisi” krizi yaşandı. Zira, olayı Pirus Zaferi olmaktan çıkarmak isteyen TBMM, hükümetin bu işin peşini siyasi, ekonomik ve askeri olarak bırakmamasını istiyordu. Olayın, zaman içinde uluslararası kamuoyunun baskısı olmadıkça başka meyve vermeyeceğini de bilen hükümet, elbette ki bu konuda peşin sözler vermek istemiyordu. Ancak, dışarıda da yüzbinler ve ideolojik taban bu kınama kararını bekliyordu. Nasıl olsa hamasi söylemlerle iş yürüyordu, kim yazılana-çizilene bakardı! Böylelikle bu Pirus Zaferi'nde belki de tek anlamlı olan şey TBMM'nin iradesiyle, yani halkın iradesiyle ortaya çıkmış oldu. Bu olayda gururumuzu kurtaran tek ve son şey bu oldu. Bunun ötesinde bir beklentiye girmek Türkiye'deki siyasal iradenin gücünü ve kararlılığını aşmaktadır maalesef.
Şimdi söylenecek çok söz var aslında.. Ancak, ben bunun yerine Epir Kralı Pirus'un sözlerini kendi adıma tekrar ederek yazımı bitirmek istiyorum:
“Tanrım, Türkiye'ye bir daha böyle bir zafer nasip etme!”
Bülent ŞENER
KaynaK