'6 Ay'ın Gerçekleri...

atn42

New member
HH Üyesi
Katılım
6 Ağu 2008
Mesajlar
2,052
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
PROMETHEUS'UN yanından
Server Tanilli - Bir Bakıma
'6 Ay'ın Gerçekleri...

13 Kasım 1918’de, Mustafa Kemal’in, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan iki hafta sonra İstanbul’a geldiği tarihte, işgal güçlerini İstanbul’a taşımış gemilerin namlularını Saray’a çevirdikleri bir ortamda, Haydarpaşa’dan karşıya geçerken işgalcilere bakıp “Geldikleri gibi gidecekler bir gün” dediği ünlüdür.

Yenilgiye daha o gün karşı çıkıyordu.

Ne var ki, “düşman kavi talih zebun” idi o sıralar. Yurt kurtarılacaksa, onu örgütlemek gerekiyordu. Nitekim, o tarihten bir 6 ay sonra, Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru İstanbul’dan ayrılıyordu.

Ne olmuştu bu 6 ay içinde?

Çağdaş tarihimiz üstüne değerli çalışmalar yapmış olan Alev Coşkun, Cumhuriyet Kitapları arasında çıkan dev bir eserle bu konuda da gerçekten aydınlatıcıdır.

*

Söz konusu dönemde, İstanbul, olağanüstü koşullar içindedir.

Başta, bir düşman işgali vardır.

İngiliz, Fransız ve İtalyan güçleri kuş uçurtmazlar. Bir yanda işgal güçlerine omuz veren azınlıklar, her tarafta cirit atan casuslar, İngiliz işbirlikçileri; öte yanda, işgal edilmiş bir payitahtın üzgün, bitkin ve yorgun Türkleri... Bellidir ki, Osmanlı devleti “yüreğinden vurulmuş”tur; bir imparatorluğun son demleridir yaşanan. Ne var ki, tarih “diyalektik” gelişir, o yaşanacaktır gecikmeden.

Umut, ordudadır. Çünkü, her şeye karşın, “milli” odur ve disiplin ondadır. Büyük bir değişiklik de vardır: Enver, Cemal ve Talat’lar, korkunç yanılgılarının sonucu yurttan kaçmışlardır. Gözler, yeni bir kuşaktadır: Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Paşalar; ve Genelkurmay’da ve Harbiye Bakanlığı’nda daha gençler...

Hepsi ilişki içindedirler.

Hepsinde yıldız olarak görülen de, Mustafa Kemal Paşa’dır. Niçin öyle? Çünkü, bütün başarıları bir yana, “Anafartalar Kahramanı”dır o!

Yenilmemiş bir Çanakkale’den geliyordu...

Bir düşünceden ötekine geçilir ve siyasal girişimde bulunur: Birinde, Mustafa Kemal Harbiye Bakanı olmak ister. İkinci bir aşamada, barışçı yollardan ihtilalci yöntemlere geçilir. Üçüncü aşamada, Anadolu’ya geçiş kararına varılır.

Bir gün de, gökten inen bir müjde gibi, İngilizler bir nota verirler. Anadolu’ya geçilecektir. Mustafa Kemal’in ağır basan kişiliğine bakınız: Yetki kararnamesini bizzat yazdıracaktır...

Bütün bu süreçte bir görülen de, ast-üst ilişkisinden önce askerdeki yurtseverliktir: Nitekim, Anadolu’ya geçildiğinde, çok sürmez Mustafa Kemal’in görevine son verildiğinde, Ali Fuat Paşa’nın ilk yaptığı, İstanbul’un kararını suratlara çarpar, başkaldırmıştır. Ve Karabekir Paşa da, bizzat gelir Mustafa Kemal’in önünde hazır olup -bugün de duygulandırıp ağlatan- o ünlü selamını verir: “Emrinizdeyim!”

Samsun’dan önce kurtuluş için çare arayan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öyküsü bir destandır.

Alev Coşkun’un “6 Ay”ı bunu anlatıyor...

Samsun’dan önce bilinmeyeni tarihin aydınlığına çıkararak...

*

Peki, gerçekleri bir yana atıp yalanlara ve uydurmalara da sapmak neden?

Yok Vahdettin, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya göndermişmiş. Peki, aynı sultan, nasıl olmuş da kararından sonra dönmüştür? Daha da utanç verici olanı, Vahdettin’in, düşmanla işbirliği yapıp sonunda gidip onlara sığınması neden?

Yok, Mustafa Kemal Paşa “saraya damat” olmak istemiş, olamayınca da Hanedan’a düşman kesilmişmiş...

Tarihe böyle bakılır mı? Böyle bakanlara da ne denir?

Alev Coşkun, “6 Ay” adlı eseriyle, tarihe nasıl bakılacağının dersini de veriyor ve bunu yaparken, bugün de aramızda dolaşan ifritleri teşhir ediyor...KAYNAK
 
vahdettinciler, damat feritcilerin okuması gereken bir romana benziyor

keşke arapçada yayınlansaymış...
 
işine gelmeyenler oldumu türkçe yazıları okumuyolar ki arapça yayınlanırsa hepten işlerine gelir.....
 
Devrin İktisat Vekili, yani Ekonomi Bakanı Mahmut Esat [Bozkurt] Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 30 Kasım 1922 günkü oturumunda yaptığı konuşmada Yunan işgalinin faturasını sıcağı sıcağına şöyle değerlendiriyordu: “Kurtulan Anadolu vilayetlerimizde iki aya yakın devam eden seyahatimde…

Eskişehir, Afyonkarahisar, Manisa, İzmir ve Aydın livaları da dahil olmak üzere dün daha mes’ut ve bahtiyar olan bu memleketlerimizde şimdi bir yangın harabesinden, bir alay yetimlerden, dullardan, çocuklarının nerede gömülüp kaldığını bilmeyen ak başlı ihtiyarlardan başka kimseye tesadüf edemedim. Bütün köylerimiz, en güzel şehirlerimiz düşman elinde yanmış, yakılmış, bir enkaz yığını haline getirilmiştir. Dün en güzel yerlerde oturan kardeşlerimiz, bugün izbelerde sürünüyorlar. Milyonlar ve milyonlara baliğ olan bu zararları memurlarımız tespit etmektedirler. Zarar yalnız maddi değildir. Manevî zarar da büyüktür.”

Peki burada sözü edilen zararları kim vermiştir? Sel, deprem gibi bir tabii afetten mi bahsediyor yoksa sayın bakanımız? Neden failini özellikle meçhul bırakıyor, birilerini suçlamıyor? Herkes bildiği için olabilir mi?

Öyle ya, o zaman cümle âlem biliyordu bu maddî ve manevî felaketlerin kimin eseri olduğunu. Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu köy, kasaba ve şehirlerini yakıp yıktıklarını, kadın ve kızlara tecavüz ettiklerini, erkekleri toplayıp kurşuna dizdiklerini herkes biliyordu. Hatta Kemalettin Sami Paşa’nın kuvvetleri Manisa’ya girerken, kaçtıkları dağlardan çıplak vaziyette genç kızlar ve kadınlar koşarak askerlerin önüne çıkıyorlar, bizi kurtarın diye ağlıyorlardı. Herhalde o günlerin havasını en iyi yansıtan yayınlardan birisi Halide Edip, Falih Rıfkı, Asım Us gibi yazarların kalemlerinden çıkma “İzmir’den Bursa’ya” başlıklı derlemedir.

Peki bu Yunanlılar neden çıkmışlardı İzmir’e? Malum, İngilizlerin desteğiyle ve Anadolu ile Yunanistan’ı birleştirmek iddiasıyla. Yani “Megali İdea”… Amaç, Büyük Yunanistan’ı kurmaktı.


Ne var ki, bu hülyayı söndürmek pahalıya patlamıştı bize. Neresinden baksanız 10 bine yakın şehit, on binlerce yaralı, dul, yetim ve öksüz, yanmış yıkılmış şehirler. Ve her şeyden önemlisi de, İktisat Vekili’nin de söylediği gibi o korkunç manevî yıkım.

İşte Münif Fehim’in Yunan gazetelerinde çıkan bir fotoğraftan yola çıkarak çizdiği resimde gördüğümüz gibi, Yunanistan başbakanının yedek subay olan oğlu Sofokles Venizelos’un Bursa’yı işgal edince ayağının tozuyla Osman Gazi’nin türbesine gitmesini unutmayacağız. Oğul Venizelos’un, türbenin kapısını tekmeleyerek açtığını, sandukaya çizmesinin mahmuzuyla vurarak “Kalk ey Osman! Karşıma geç de seninle vuruşayım” dediğini biliyoruz. Sonra da bir ayağını sandukanın üzerine koyarak yakışıklı bir “hatıra fotoğrafı” çektirdi.

Savaş bitiminde Yunanlıların Anadolu’ya verdikleri zarar hesaplandığında tam 4 milyar lira gibi korkunç bir fatura çıkarılmıştı. Karşılaştırmanız için söylüyorum: O tarihte piyasadaki toplam para miktarımız sadece 158 milyon lira idi. Lozan’a giden heyete Yunanlılardan savaş tazminatı almadan dönmemeleri sıkı sıkıya tembihlenmişti. Ancak tek kuruş alamadığımız gibi, aslında bal gibi Misak-ı Milli’ye dahil olan Karaağaç’ı bize tazminat diye yutturmuşlardı. İsmet Paşa ise Meclis’te “Ne yapalım, Yunanlıların bu tazminatı ödeyecek kudretleri yok!” diye akla zarar bir savunma yapmıştı. Sanki Yunanlıların avukatlığını yapmak kendisine kalmış gibi.

İşte İzmir’den denize dökene kadar akla karayı seçtiğimiz bu Yunanlılara Lozan’da Batı Trakya’yı da bırakmış, böylece masa başında bir darbe daha yemiştik. İzmir’i işgal emrini veren Başbakan Venizelos ise sözünden çıkmayan Lloyd George ile perde arkasından iş bitirmekle meşguldü. Gazeteci Mecdi Sadettin’e akan kanlar henüz kurumamış ve yangınlar yüreklerde sönmemişken, “Düşmanlıkları unutalım” mesajını veren de Venizelos’tan başkası değildi.

Derken devir değişti, Lozan imzalandı, Cumhuriyet ilan edildi. 1929’da dış konjonktürün de zorlamasıyla, İngilizlerin Sovyetler’e karşı bir Türk-Yunan yakınlaşmasına ihtiyaç duyduğu bir aşamada iki ülke arasında gülücükler gidip gelmeye başladı. Nihayet 1930 yılında, yani askerlerini denize döktüğümüzden 8 yıl sonra Venizelos bir heyetle Türkiye’yi ziyarete geldi, İnönü’yle bir dostluk antlaşması imzaladı. Hatta Yunan Başbakanı’nın gönlü incinmesin diye Dolmabahçe Sarayı’nda asılı Zonaro’nun tablosundan, yerde ölü yatan Yunan askerlerinin temizlendiğini okumuştum Resimli Tarih Mecmuası’nda. Ne centilmenlik yarabbi!

Hatta 1933’te Onuncu Yıl Kutlamaları’na, o sırada iktidarda olmamasına rağmen işgalci başı Venizelos ve eşi ‘şeref konuğu’ olarak davet edilmiş ve Ankara’da Çankaya dahil, birçok yerde krallar gibi ağırlanmıştır. Binlerce şehidimizin, yaralımızın, dul, yetim ve öksüzümüzün hâlâ tütmekte olan acılarının üzerine kalın bir sünger çekmiş ve dost olduğumuzu bütün dünyaya haykırmıştık.

İyi güzel, dost olalım tabii ki. Dostluk iyidir. Lazımdır. Eyvallah da, Anadolu’yu manen ve maddeten katletmiş olan Venizelos’u, aradan 10 yıl bile geçmeden affetmek bir yana, bağırlarına basanların, geçmişi unutalım diye nutuk çekenlerin, basın önünde el ele fotoğraf çektirmekte sakınca görmeyenlerin devletin tek kuruşuna el sürmeden sessiz sedasız ortalıktan çekilmiş olan Sultan Vahdettin’i hâlâ affetmeyişlerindeki derinlerden de derin olan sırrı anlamakta zorlanıyoruz hakikaten.

Kafamız karışıyor: Süleyman Demirel’in 2005 Temmuz’unda ağzından kaçırdığı, “Daha yüz yıl Vahdettin’in hain olarak bilinmesinin gerekli olduğu” şeklindeki açıklamanın Lozan’da verildiği söylenen sözlerle bir bağlantısı var mıdır? Böyle değilse Venizelos’u bile affeden bu devletin Vahdettin’i affetmeyişindeki derin gerekçeyi birisi bize açıklamalı değil midir?



öyle sallamayla olmuyor buyrun okuyun.
 
kaynak belirtirsen okurum
 
konusunuda açtım orada kaynak var.
 
Devrin İktisat Vekili, yani Ekonomi Bakanı Mahmut Esat [Bozkurt] Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 30 Kasım 1922 günkü oturumunda yaptığı konuşmada Yunan işgalinin faturasını sıcağı sıcağına şöyle değerlendiriyordu: “Kurtulan Anadolu vilayetlerimizde iki aya yakın devam eden seyahatimde…

Eskişehir, Afyonkarahisar, Manisa, İzmir ve Aydın livaları da dahil olmak üzere dün daha mes’ut ve bahtiyar olan bu memleketlerimizde şimdi bir yangın harabesinden, bir alay yetimlerden, dullardan, çocuklarının nerede gömülüp kaldığını bilmeyen ak başlı ihtiyarlardan başka kimseye tesadüf edemedim. Bütün köylerimiz, en güzel şehirlerimiz düşman elinde yanmış, yakılmış, bir enkaz yığını haline getirilmiştir. Dün en güzel yerlerde oturan kardeşlerimiz, bugün izbelerde sürünüyorlar. Milyonlar ve milyonlara baliğ olan bu zararları memurlarımız tespit etmektedirler. Zarar yalnız maddi değildir. Manevî zarar da büyüktür.”

Peki burada sözü edilen zararları kim vermiştir? Sel, deprem gibi bir tabii afetten mi bahsediyor yoksa sayın bakanımız? Neden failini özellikle meçhul bırakıyor, birilerini suçlamıyor? Herkes bildiği için olabilir mi?

Öyle ya, o zaman cümle âlem biliyordu bu maddî ve manevî felaketlerin kimin eseri olduğunu. Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu köy, kasaba ve şehirlerini yakıp yıktıklarını, kadın ve kızlara tecavüz ettiklerini, erkekleri toplayıp kurşuna dizdiklerini herkes biliyordu. Hatta Kemalettin Sami Paşa’nın kuvvetleri Manisa’ya girerken, kaçtıkları dağlardan çıplak vaziyette genç kızlar ve kadınlar koşarak askerlerin önüne çıkıyorlar, bizi kurtarın diye ağlıyorlardı. Herhalde o günlerin havasını en iyi yansıtan yayınlardan birisi Halide Edip, Falih Rıfkı, Asım Us gibi yazarların kalemlerinden çıkma “İzmir’den Bursa’ya” başlıklı derlemedir.

Peki bu Yunanlılar neden çıkmışlardı İzmir’e? Malum, İngilizlerin desteğiyle ve Anadolu ile Yunanistan’ı birleştirmek iddiasıyla. Yani “Megali İdea”… Amaç, Büyük Yunanistan’ı kurmaktı.


Ne var ki, bu hülyayı söndürmek pahalıya patlamıştı bize. Neresinden baksanız 10 bine yakın şehit, on binlerce yaralı, dul, yetim ve öksüz, yanmış yıkılmış şehirler. Ve her şeyden önemlisi de, İktisat Vekili’nin de söylediği gibi o korkunç manevî yıkım.

İşte Münif Fehim’in Yunan gazetelerinde çıkan bir fotoğraftan yola çıkarak çizdiği resimde gördüğümüz gibi, Yunanistan başbakanının yedek subay olan oğlu Sofokles Venizelos’un Bursa’yı işgal edince ayağının tozuyla Osman Gazi’nin türbesine gitmesini unutmayacağız. Oğul Venizelos’un, türbenin kapısını tekmeleyerek açtığını, sandukaya çizmesinin mahmuzuyla vurarak “Kalk ey Osman! Karşıma geç de seninle vuruşayım” dediğini biliyoruz. Sonra da bir ayağını sandukanın üzerine koyarak yakışıklı bir “hatıra fotoğrafı” çektirdi.

Savaş bitiminde Yunanlıların Anadolu’ya verdikleri zarar hesaplandığında tam 4 milyar lira gibi korkunç bir fatura çıkarılmıştı. Karşılaştırmanız için söylüyorum: O tarihte piyasadaki toplam para miktarımız sadece 158 milyon lira idi. Lozan’a giden heyete Yunanlılardan savaş tazminatı almadan dönmemeleri sıkı sıkıya tembihlenmişti. Ancak tek kuruş alamadığımız gibi, aslında bal gibi Misak-ı Milli’ye dahil olan Karaağaç’ı bize tazminat diye yutturmuşlardı. İsmet Paşa ise Meclis’te “Ne yapalım, Yunanlıların bu tazminatı ödeyecek kudretleri yok!” diye akla zarar bir savunma yapmıştı. Sanki Yunanlıların avukatlığını yapmak kendisine kalmış gibi.

İşte İzmir’den denize dökene kadar akla karayı seçtiğimiz bu Yunanlılara Lozan’da Batı Trakya’yı da bırakmış, böylece masa başında bir darbe daha yemiştik. İzmir’i işgal emrini veren Başbakan Venizelos ise sözünden çıkmayan Lloyd George ile perde arkasından iş bitirmekle meşguldü. Gazeteci Mecdi Sadettin’e akan kanlar henüz kurumamış ve yangınlar yüreklerde sönmemişken, “Düşmanlıkları unutalım” mesajını veren de Venizelos’tan başkası değildi.

Derken devir değişti, Lozan imzalandı, Cumhuriyet ilan edildi. 1929’da dış konjonktürün de zorlamasıyla, İngilizlerin Sovyetler’e karşı bir Türk-Yunan yakınlaşmasına ihtiyaç duyduğu bir aşamada iki ülke arasında gülücükler gidip gelmeye başladı. Nihayet 1930 yılında, yani askerlerini denize döktüğümüzden 8 yıl sonra Venizelos bir heyetle Türkiye’yi ziyarete geldi, İnönü’yle bir dostluk antlaşması imzaladı. Hatta Yunan Başbakanı’nın gönlü incinmesin diye Dolmabahçe Sarayı’nda asılı Zonaro’nun tablosundan, yerde ölü yatan Yunan askerlerinin temizlendiğini okumuştum Resimli Tarih Mecmuası’nda. Ne centilmenlik yarabbi!

Hatta 1933’te Onuncu Yıl Kutlamaları’na, o sırada iktidarda olmamasına rağmen işgalci başı Venizelos ve eşi ‘şeref konuğu’ olarak davet edilmiş ve Ankara’da Çankaya dahil, birçok yerde krallar gibi ağırlanmıştır. Binlerce şehidimizin, yaralımızın, dul, yetim ve öksüzümüzün hâlâ tütmekte olan acılarının üzerine kalın bir sünger çekmiş ve dost olduğumuzu bütün dünyaya haykırmıştık.

İyi güzel, dost olalım tabii ki. Dostluk iyidir. Lazımdır. Eyvallah da, Anadolu’yu manen ve maddeten katletmiş olan Venizelos’u, aradan 10 yıl bile geçmeden affetmek bir yana, bağırlarına basanların, geçmişi unutalım diye nutuk çekenlerin, basın önünde el ele fotoğraf çektirmekte sakınca görmeyenlerin devletin tek kuruşuna el sürmeden sessiz sedasız ortalıktan çekilmiş olan Sultan Vahdettin’i hâlâ affetmeyişlerindeki derinlerden de derin olan sırrı anlamakta zorlanıyoruz hakikaten.

Kafamız karışıyor: Süleyman Demirel’in 2005 Temmuz’unda ağzından kaçırdığı, “Daha yüz yıl Vahdettin’in hain olarak bilinmesinin gerekli olduğu” şeklindeki açıklamanın Lozan’da verildiği söylenen sözlerle bir bağlantısı var mıdır? Böyle değilse Venizelos’u bile affeden bu devletin Vahdettin’i affetmeyişindeki derin gerekçeyi birisi bize açıklamalı değil midir?



öyle sallamayla olmuyor buyrun okuyun.

Dostum bazıları,birilerinin ütopik destanlarını tarih diye yazadursun.Bazıları hainlari kahraman,kahramanları hain gösteredursun.Herkes kimin ne olduğunu biliyor ama söylemeğe cesaretleri yok.Çünkü nefislerine uymuş insanlar ve türlü nefsani işe müsade eden şu ortamın elden gitmesini istemiyorlar.Karşılığında ağır bedel ödense de bu nefsani ortamı kim kurduysa onu baş tacı ediyorlar.

Halbuki İslam mizanı ile olayları tartsak görürüz ki kazandığımız şeyler,kaybettiğimiz değerlerin yanında denizdeki kum tanesi gibi kalır.Bu kaybettiğimiz değerler sadece bizim değil,bütün bizim gibi olan toplumların da değeri olduğundan korkum odur ki onların zilleti de perişanlığının bedeli de bizim boynumuza yüklenir.
 
Halbuki İslam mizanı ile olayları tartsak görürüz ki kazandığımız şeyler,kaybettiğimiz değerlerin yanında denizdeki kum tanesi gibi kalır.Bu kaybettiğimiz değerler sadece bizim değil,bütün bizim gibi olan toplumların da değeri olduğundan korkum odur ki onların zilleti de perişanlığının bedeli de bizim boynumuza yüklenir.
N.Zengi

geçmişi islam mizanı ile tartalım o zaman
bir yana ingilizlere sığınan damat feritleri en sonunda kaçan vahdettini
ve diğer yana Misaki Milliyi kanlarıyla çizen Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını koyalım
eğer gerçek müslümansanız kazandığınız şeylerin kum tanesi değilde okyanuslara bile sığmayan şey olduğunu görürsünüz
nemi?
namusunuz ve özgürlüğünüz
hiçbir mizan hiçbir vicdan hiçbir akıl sizin burada yapmaya çalıştığınız şeyi mazur göstermez kabul etmez
sizin şehitlere bile saygınız yok
bari konuyu saptırmayın
 
Herkesim okuması gereken bir eser diyecektim yorumları ve bazı
yazıları okuyunca konuda son satırın son cümlesinde geçen kişiler
okumasada olur...
**bugün de aramızda dolaşan ifritleri teşhir ediyor*
 
Halbuki İslam mizanı ile olayları tartsak görürüz ki kazandığımız şeyler,kaybettiğimiz değerlerin yanında denizdeki kum tanesi gibi kalır.Bu kaybettiğimiz değerler sadece bizim değil,bütün bizim gibi olan toplumların da değeri olduğundan korkum odur ki onların zilleti de perişanlığının bedeli de bizim boynumuza yüklenir.
N.Zengi

geçmişi islam mizanı ile tartalım o zaman
bir yana ingilizlere sığınan damat feritleri en sonunda kaçan vahdettini
ve diğer yana Misaki Milliyi kanlarıyla çizen Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını koyalım
eğer gerçek müslümansanız kazandığınız şeylerin kum tanesi değilde okyanuslara bile sığmayan şey olduğunu görürsünüz
nemi?
namusunuz ve özgürlüğünüz
hiçbir mizan hiçbir vicdan hiçbir akıl sizin burada yapmaya çalıştığınız şeyi mazur göstermez kabul etmez
sizin şehitlere bile saygınız yok
bari konuyu saptırmayın

İslam ile mizan edersek kayıplarımızın ne kadar ağır olduğunu görürsün.

Hilafetimizin ilgası,İslam hukukunun yerine barbarların kanunun ikamesi,medeniyetimizin alameti farikası İslam harflerinin yerine Latin harflerinin konması,İngilizin şapkası;kıyafetini giymemiz,Ayasofya...Daha sayalım mı?

Batum,Hicaz,Kerkük,Sancak,Makedonya,Bosna,Tunus;Fas,Cezayir...Bizim kurtuluşumuz bu.Kurtulduk yukarıdaki hasletlerimizden,topraklarımızdan.

Lozana gitmeden 5 milyon km2 toprağımız var.Lozandan sonra 800 bin.

Irkçı(milliyetçi) kafalar kaybettiğimiz toprakları bizden saymayabilirler.Çünkü onlar kafatasından bakıyor dünyaya.Biz ise İslam şuuru ile bakarak "Ne mutlu Müslümanım" diyoruz ve ahalisi Müslüman olan her belde bizimdir diyoruz.
 
YİNE YAZIYORUM YÜZDE 74 YANLIŞ HESAPLAMIŞSIN
konuyla ilgili yorumların varsa alalım
konu islam halifelik veya osmanlı değil
bunları tartışmak istiyorsan açarsın konusunu tartışırsın
 
İslam ile mizan edilen Osmanlı imparatorluğuna bak sen arkadaşım

zvpuvt.jpg
 
İslam ile mizan edilen Osmanlı imparatorluğuna bak sen arkadaşım

zvpuvt.jpg

Bu harita ne zaman gerçekleşti ha bölücü herif?Ne zaman İtalyanlar Antalyaya vali gönderdi?Fransız Maraşa vali gönderdi?Ulan M.Kemal ve İnönü Sevr için proje derken siz nasıl yürürlüğe girmemiş Sevri ön plana atıyrosunuz?Ha Kürdistan haritasını koymuşsun ha bunu ve bir de İslam la mizan edilen diyerek densiz ve dinsiz bir laf edilmiş.Ayıp be

Sevr ne zaman imzalandı ne zaman yürürlüğe girdi?Ulan bu kadar olmayan olayı nasıl olmuş gibi gösteriyorsun be hinni adam?
 
ULAN MULAN NE İŞ YA
seviyeyi bu kadar düşürmek zorundamısınız
hakaret etmeden tartışamıyacakmısın
diğerlerinden ne farkın kalacak peki
farklı düşünüyor olabilirsin
ama lütfen seviyeyi düşürme
 
İslam ile mizan edilen Osmanlı imparatorluğuna bak sen arkadaşım

zvpuvt.jpg

birde buradan bak. İslam ile mizan edilen Osmanlı Devletine.

Allah yolunda cihat yapan Osmanlı Devletine bak.

her yükselişin bir inişi, her inişin bir çıkışı vardır. ama sonunda olacak olan şey belli.

dünyaya hakim bir islam devleti. selçuklu-osmanlı bunu başaramadı ama mutlaka bu başarılacaktır.

ottomanempirein1683mapsbg0.png
 
birde buradan bak. İslam ile mizan edilen Osmanlı Devletine.

Allah yolunda cihat yapan Osmanlı Devletine bak.

her yükselişin bir inişi, her inişin bir çıkışı vardır. ama sonunda olacak olan şey belli.

dünyaya hakim bir islam devleti. selçuklu-osmanlı bunu başaramadı ama mutlaka bu başarılacaktır.

ottomanempirein1683mapsbg0.png

Tek kelimeyle taşı gediğine koymuşsun kardeşim

Allah(c.c) razı olsun
 
2.ci haritadan ilk konulan haritaya nasıl gelindi
kimlerin hatası var bunuda açıkça yazarmısınız
ırkçı=milliyetçi diye dar açıdan bakanlar bu açıklamayı nasıl yapacak merak ediyorum
osmanlı ırkçılığı yapmadan yazalım lütfen
 
Arkadaşlar burası türkiye hatırlatim size
 
Bu harita ne zaman gerçekleşti ha bölücü herif?Ne zaman İtalyanlar Antalyaya vali gönderdi?Fransız Maraşa vali gönderdi?Ulan M.Kemal ve İnönü Sevr için proje derken siz nasıl yürürlüğe girmemiş Sevri ön plana atıyrosunuz?Ha Kürdistan haritasını koymuşsun ha bunu ve bir de İslam la mizan edilen diyerek densiz ve dinsiz bir laf edilmiş.Ayıp be

Sevr ne zaman imzalandı ne zaman yürürlüğe girdi?Ulan bu kadar olmayan olayı nasıl olmuş gibi gösteriyorsun be hinni adam?

*Bu harita hiçbir zaman gerçekleşmedi.

*Bu haritayı ben çizmedim

*Bu harita 1920 yılında Anadoluyu Yani Osmanlıyı işgal
eden devletler tarafındann çizildi.

*Krtik soru......Osmanlı üç kıtada hüküm sürdü
.....................Osmanlı niye çöktü o zaman,nerede yanlış yapıldı?

.....O söylediğin sözler içinde kırılmadım.Ama yaptığınız işler
yanlış bu konularda kendi aklınızlı kullanın başkasının değil...
 
*Bu harita hiçbir zaman gerçekleşmedi.

*Bu haritayı ben çizmedim

*Bu harita 1920 yılında Anadoluyu Yani Osmanlıyı işgal
eden devletler tarafındann çizildi.

*Krtik soru......Osmanlı üç kıtada hüküm sürdü
.....................Osmanlı niye çöktü o zaman,nerede yanlış yapıldı?

.....O söylediğin sözler içinde kırılmadım.Ama yaptığınız işler
yanlış bu konularda kendi aklınızlı kullanın başkasının değil...

son cümlene katılmamak elde değil
ama şeiat heveslileri anlayabilirmi bilmiyorum
 
Geri
Üst