2012nin ilk yarısında (6 Ocak-29 Haziran arasında) ülkemizde 111 yabancı (üçü üç boyutlu olarak yeniden olmak üzere), 28 yerli film vizyona girdi. Ben de bu 136 eser arasından en iyilerini seçmek istedim. Bakalım sene sonundaki 2012nin en iyilerini içeren listemde bu filmler hangi oranda bir ağırlığa sahip olacak?
Gelenekselleşen yıl sonu en iyi yabancı film listelerime bakınca; 2011de ilk 25imdeki 13, 2010da ilk 20imdeki 12 eserin, senelerin ilk yarısından çıktığını görmek mümkün. Bunun sebebi büyük oranda sonbaharda ABDde vizyon şansı bulan Oscar filmlerinin Ocak ve Şubat aylarına sıkışmasıyla ilintili. Ben de bu durumu öngörerek bu yılın en iyilerine ayna tutacak bir 2012nin ilk yarısının en iyileri listesi oluşturdum. Bunların içinde özellikle Oscar yarışındaki filmlerin öne çıkması da şaşırtıcı değil.

Moonrise Kingdom (2012): Royal Tenenbaum mucizesi ile tanıdığımız Wes Andersonın anti-kahraman yüklü evrenine iki çocuk ve bir kaçış senaryosu yerleştiren, oradan da cesur alt metinlere açılan alternatif bir absürt-deadpan komedi. Moonrise Kingdom, işlevsiz aile, çocuk büyütme teknikleri ve daha nicesi üzerine bir yabancılaşma dersi veriyor. Buradan da kısa sürede klasikleşmesi beklenebilecek bir Wes Anderson anlatısına açılıyor.

Sürücü (Drive) (2011): Nicolas Winding Refnin stilize güdüsüyle sarılan, özgün, sarsıcı ve zihinlerde iz bırakma garantili bir kiralık katil filmi. Gangster dünyasına Michael Mann ekolünden bir yorum olarak anılabilecek eserin müziklerini ve görüntülerini unutmak kolay değil!

Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy) (2011):İngiltere kaynaklı, casusluk filmlerinin Babaya cevabı olarak anılabilecek eser, Thomas Alfredsonun imzasını taşıyor. Gir Kanımanın başarısından sorumlu İsveçli yönetmen, burada da soğukkanlılığını destansı bir yaklaşımla törpüleyip İngiliz Gizli İstihbarat Teşkilatı MI6nın görevlerini masaya yatırıyor.

Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin) (2011): Anne-çocuk ilişkisinin Tarkovskyesk bir kıyıma dönüştüğü nokta. Semboller, metaforlar ve renklerin anlam kazandığı bir Lynne Ramsay harikası. Ufak tefek eksiklerine karşın her zaman başucunuza almak isteyeceğiniz bir film.

Ejderha Dövmeli Kız (The Girl with the Dragon Tattoo) (2011): Seri katil filmlerine tekinsiz bir üslup getirirken bunun üzerinden de işitsel dokuyu keskinleştirmesiyle sivrilen bir yönetmenlik başarısı... David Fincherın Yediden sonra çektiği bu en iyi polisiyenin, 2009 tarihli orijinal İsveç filmini de doğru bir şekle soktuğu görülebiliyor. Kadına uygulanan şiddet ve Nazizim gibi konularda söyledikleriyle de ayrı bir incelemeyi hak ettiği söylenebilir.

-Faust (2011): Belki de sinemanın en ayrıksı Faust uyarlaması diyebiliriz. Aleksandr Sokurovun yedinci sanatın gelenekleriyle derdi olan yabancılaştırıcı sineması, burada iki tarafı kesilmiş eski geniş ekran formatının tam ekran formatında canlandırılmasıyla derinlik kazanıyor. Ruhani, mistik, fantastik ve imgesel bir yolculuğun ya da iyi-kötü mücadelesinin sözünü veriyor.

Arıza Aşk (Bellflower) (2011): Evan Glodellın ilk yönetmenlik denemesi, buram buram yanık kokan görsel dokusuyla bir ihtişam aşılıyor. Filmin genç kültürün gözünden akarken 80lerin gençlik filmleri ile kıyamet portrelerini akla getirmesi, dilsel anlamda ilgi çekici bir eserin tanımını yapmasını sağlıyor.

Azraili Beklerken (Poulet aux Prunes / Chicken with Plums) (2011): Bir Acem Masalının tanımını yapan eserin, Vincent Paronnaud-Marjane Satrapi birlikteliğinden çıkan dışavurumcu ve leziz bir evrene açıldığı kesin. Buradan kemancı hikayesini ölümün gelmesi ile harmanlaması da Yedinci Mühürün masalsı versiyonu tanımıyla anılmasını sağlıyor.

Prometheus (2012):Yaratık serisinin yönünü değiştiren ve her efsanenin önünde-arkasında farklı bir yol olduğunu kanıtlayan bir eser. Yüksek Ridley Scott mimarisi ile parlayan Prometheus, yeni Solaris olmak için yola çıkıyor ve insanoğlunun varoluşunu sorguluyor.

Aşk Perisi (La Fée / The Fairy) (2011): Sessiz dönemin mizah anlayışını, masalsı bir mimari ile birleştirirken, fazlaca da fiziksel komediden güç alan özel bir minimalist absürt komedi ürünü. Dominique Abel-Fiona Gordon-Bruno Romy üçlüsü, bu üçüncü filmlerinde bir fantastik aşkın peşine takılmakla kalmıyor. Aynı zamanda sıradan insanların hayalleri üzerine keskin bir sinema temsili de sunuyor.

-Elveda İlk Aşk (Un Amour de Jeunesse / Goodbye First Love) (2011): Godardiyen bir aşk filminin tanımını yapan katıksız bir yönetmen filmi diyebiliriz. Mia Hansen-Løveın gözünden bir kurgu şovu sunan bu eser, mesafeler ve soyutluklar üzerinden akan parçalı bir serüvenin sözünü veriyor.

-Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir (2011): Listemizin tek Türk üyesi... Uğruna onca tartışma ve patırtı kopan İstanbulun mekanikleşme süreci üzerine yoğun alt metinleri olan bir belgesel... İmre Azemin araştırma, dil ve siyasi üslup düşüncesi büyük oranda tutuyor burada. Ekümenopolis için gerçek bir kapitalist sisteme karşı haykırışın adresi diyebiliriz.

Pariste Çılgın Macera (Un Monstre à Paris / A Monster in Paris) (2011): Bibo Bergerondan postmodern Paris ışıklarından yükselen bir 1910 tarihli canavar filmi... Yüksek pastiş ve suç oranından eğlenceli bir yön bulan eserin, el çizimi animasyon ve dijital sanat yönetiminin katkısıyla steampunk ve Sanayi Devrimi arka planlı evreniyle dikkat çektiği kesin..

-Diktatör (The Dictator) (2012): Boratla patlayan Larry Charles-Sacha Baron Cohen birlikteliğinin Woody Allenın Muz Cumhuriyetine (Bananas, 1971) cevabı olarak anılabilir. Belgesel gerçekliği ile siyasi içeriği bir araya getiren tuvalet komedisi anlayışı, burada kurmaca bir ülke olan Wadiyanın diktatör liderinin çevresine uyarlanıyor. Tabii ki özgün ve antolojik sahneler eşliğinde

-Pamuk Prenses ve Avcı (Snow White & the Huntsman) (2012): Pamuk Prenses kimliğinin üzerinden isyancı, savaşçı ve feminist metinler açan, burdan da Yüzüklerin Efendisi temsili çıkaran bir postmodern deneme. Rupert Sandersın ilk yönetmenlik işinde gerçek anlamda ümit vaat ederken dünyasıyla sınıfı geçtiği söylenebilir. Zira son 10 yılda fantezi-epik alanında fazla kayda değer iş çıkmadı.