12 eylül ve ülkücüler

emrah1607

Banned
Katılım
21 Tem 2007
Mesajlar
1,436
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
ATALARIMIN İZİNDEN
MHP VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR" MAHKEMELERİ VE SANIKLARI

BAŞBUĞ TÜRKEŞ VE ÜLKÜCÜLER, 19 AĞUSTOS 1981 GÜNÜ ADINA "MHP VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR DAVASI" DENİLEN İÇİ TAMAMEN YALAN VE İFTİRALARLA DOLDURULARAK, 220'SİNİN İDAMI İSTENEN BİR İDDİANAME İLE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ İÇİNDE YUVALANMIŞ "OUR BOYS" CUNTASININ KURDUĞU MAHKEMELERDE YARGILANMAYA BAŞLADILAR.

3.MAYIS.1944'TEN SONRA, CUMHURİYET TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK MİLLİYETÇİ KATLİAMININ YAPILMAYA BAŞLADIĞI GÜNDÜR 19.AĞUSTOS...

YAPACAKLARI DARBEYİ HAKLI SEBEPLERE DAYANDIRABİLMEK İÇİN DEVLETİN BÜTÜN EMNİYET GÜÇLERİNİ BLOKE EDEREK OLUK GİBİ ÜLKÜCÜ KANININ AKMASINA SEBEP OLANLAR, KANLARINI İÇMEYE DOYAMADIKLARI ÜLKÜCÜLERİ DARAĞAÇLARINDA SALLANDIRMAK SURETİYLE EFENDİLERİNE HİZMET ETTİKLERİ GİBİ SADİST RUHLARINI DA TATMİN ETTİLER.

ASKERİ DARBECİLERİN, BİR AVUÇ ÜLKÜCÜNÜN ŞAHSINDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ YARGILAMAYA BAŞLADIKLARI GÜN




TARİH : 19.AĞUSTOS.1981

SUÇLANAN: MHP VE ÜLKÜCÜ YAN KURULUŞLAR

SUÇ: Anayasal düzenin, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak; TCK'nın 149. ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet oluşturmak"

SUÇLAYAN: Ankara, Çankırı, Kastamonu İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı

İDDİANAME TARİHİ: 29 Nisan 1981

MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'Nİ VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLARI "FAŞİST DEVLET DÜZENİ KURMAK İSTİYORLAR" DİYE SUÇLAYAN, ASKERİ DİKTATÖRLER, HAZIRLATTIKLARI BU İDDİANAME İLE BAŞBUĞ DAHİL 220 ÜLKÜCÜNÜN KELLESİNİ İSTEMİŞLERDİ.

İŞTE İDDİANAMEYİ HAZIRLAYANLAR, C-5' TE ÜLKÜCÜLERE İŞKENCE YAPTIRANLAR...

Başsavcı: NURETTİN SOYER (Albay)
Savcı: ENİS TUNGA (Yarbay)
Savcı: ERKAN BAŞEREN (Binbaşı)
Savcı: OKAN YALÇINKAYA (Yüzbaşı)
Savcı: FAHRETTİN DEMİRAĞ (Yüzbaşı)
Savcı: NİHAT DEMİREL (Üstteğmen)





Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi Başkanlığı'na


Dosya Nu: 1981/176
İfade Sahibi.....: Alparslan Türkeş.
Suç..................: TCK'nun 146/1. maddesinin ihlâli.
Konu................: Sorgulama ifadesi Hk.
Hâdise.............: Bir siyasî dâvanın, idam talebiyle yargılanan bir numaralı sanığı olarak burada bulunuyorum. Hakkımızdaki iddianameyi dinledik. Taleb edilen cezaları öğrendik. Şimdi de usûl gereği bize söz verilmiş bulunuyor.

Her safhasını ve bütün unsurlarıyla bu dâvanın -başta biz sanıklar olmak üzere, hâkim ve savcılardan cezaevi ve inzibat görevlilerine ve Millî Güvenlik Konseyi üyelerine kadar irâdesi ve rolü bulunan herkes dâhil- gerek şahıslarımız, gerekse devlet ve milletimizin açısından son derece ehemmiyetli olduğu kanaatindeyim. Bu dâva dolayısıyla burada Türk milletinin yakın geçmişi, hâli hâzırı ve geleceği tartışılacaktır. Bu dâvanın bugüne kadarki ve bundan sonraki safhalarında ortaya çıkmış ve çıkacak bütün neticeler, müşahede konusu olmuş ve olacak her türlü tutum, hâl ve hareketler ve dâva sonunda tesis olunacak nihaî hükümler, Türk devletinin dayandığı temel ve esas değerlerle, müesseselerinin işleyişiyle, hedef ve istikametleriyle doğrudan ilgilidir.

Bu dâva, Türk milletinin her türlü düşman taarruzuna karşı en büyük silâhı ve gücü olan millî birlik ve beraberliğimizle, millî güvenlik ve savunmamızla da doğrudan doğruya ilgilidir. Bunu söylerken asla mübalağa etmiyorum. Bu mahkemenin, bütün safhalarıyla, bugünkü nesilleri, yaşayan insanlarımızı olduğu kadar, gelecek nesillerimizi de yakından alâkadar edeceği muhakkaktır. Mücerret adalet açısından yargı organlarına intikal eden her dâva ehemmiyetlidir. Resmî kabullere göre mensup, taraftar ve sempatizanlarını iki milyon olarak ifâde edebilen, millî ve milliyetçi bir partinin, genel başkanından itibaren bütün organlarıyla ve idârecileriyle dünyâ adalet tarihinde görülmemiş bir sayıda -ikiyüzyirmi- idam istenerek yargılanması ve herhalde adalet terazisinde hassas tartılması gereken farklı bir ağırlık teşkil edecektir.

İslâmî, insanî, millî ve medenî bir prensip olarak milletimizle birlikte biz imân etmişizdir ki, "adalet mülkün temelidir". Zulme sapan, adalete gölge düşüren, mülkün, yâni devletin temellerine dinamit koymuş olur. Adaleti çiğneyen insaniyeti çiğnemiş olur, İslâmiyeti çiğnemiş olur! Zulüm ve adaletsizlik herşeyden önce Allah'a isyandır. İnancı olmayanlar, kalbi mühürlü ve küfürle kararmış olanlar bilmeseler ve inanmasalar da, Büyük Türk Milleti böyle bir isyanı bağışlamaz. Türk milletini zulümle idare etmenin, adaletsizliğe razı ve râm etmenin imkânı yoktur. Milletimizden aldığımız bu ilham ve inançladır ki, biz, her zaman ve her yerde "lekesiz ve gölgesiz bir adaletin" savunucusu olmuşuzdur. Mücâdelesini yaptığımız değerlerin başında "lekesiz ve gölgesiz bir adalet" şiarı yer almıştır. Hakka riâyet ve adaletle hükmetmek de şahıslarımızı çok aşan, millî, insanî ve ilâhî bir mes'uliyet davasıdır.

Ben meseleyi bu ölçüde şümullü ve ehemmiyetli gördüğüm için konuşmak istiyorum. Şuriü olanca sadeliği ile ifâde etmek isterim ki, ne vicdanen, ne de kanunen kendimi suçlu hissediyorum. Bu bakımdan da uzun uzadıya şahsımı savunmak ihtiyâcında ve telâşında değilim. Esasen iddianame diye ortaya konulan metin, her bakımdan o kadar gayrı ciddi ki, talebi idam da olsa, böyle bir metin karşısında, insan sâdece şahsını düşünerek savunma yapmaya tenezzül etmez. Yoktan yok çıkar; mevcut olmamış, hiçbir zaman işlenmemiş suçun iddianamesi de herhalde böyle olacaktır. Bu iddianame şahsım itibariyle yok hükmündedir! beni konuşmaya sevk eden husus, ne ceza korkusu, ne muhtemel bir cezadan kurtulma gayret ve ümididir.

Allah nasîb ettiği için, çok genç yaşlardan itibaren Türk milliyetçiliği gibi bir dâvanın mensubu oldum. Ömrümü dâvama adanmış olarak geçirdim. Yine Allah nasîb ettiği için bu mukaddes ve mübarek dâvanın siyâsî aksiyon plânında lidediğini, bayraktarlığını yaptım. 64 yaşındayım. Benim ayrıca anlatmama lüzum yok; hepiniz biliyorsunuz, herkes biliyor ki, bu dünyâda fânî bir beşer için tatmin sebebi sayılan ikbâlin en üst kademelerini gördüm. Mükerreren idbârı da gördüm, yaşadım. Siviliyle, askerîsiyle mahkemelere de girdim çıktım. Tecrübem az sayılmaz. Bu dünyâda iyiden kötüden birçok şeyi tartıp çekmek, değerli olan nedir, değersiz olan nedir, bunlar üzerinde düşünmek fırsatını buldum. Dolu dolu yaşanmış bir ömrün şu merhalesinde, inanç ve prensiplerimden, şeref ve haysiyetimden, uğruna ömrümü ve bütün varlığımı adayıp har­cadığım Türk milliyetçiliği dâvasından daha ehemmiyetli, tamah etmeye, tenezzül etmeye, peşinde koşup yorulmaya değer bir şey olduğuna inanmıyorum.

Elhamdülillah, inanmış, samîmî bir müslümanım; fânîlik hissine âşinâyım, dünyânın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu ânda burada bulunuşumuz da inanıyorum ki, her şeyden önce, bir kader tecellîsidir, ilâhî bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasîb etmesini Cenâb-ı Allah'tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah'tandır... Bir askerî mahkeme huzurunda olduğumu biliyorum. Bu vaziyetin gerektirdiği dikkat ve nezâket içinde olmaya çalışacağım. Ancak şunu bilesiniz ki, konuşmamın birinci sâiki, bu mahkemenin vereceği karâra tesir etmek, mahkemeden kendi lehimize bir karar istihsâline çalışmak olmayacaktır.

Şahsım itibariyle bu mahkemeden sâdır olacak her türlü karar bence müsavidir. Konuşmama "Şahsım için netice ne olacak?" endişesi yön verecek değildir. Ben burada, önce Allah'ın huzurunda, sonra târihin ve milletimin huzurunda olduğumu bil­menin huşûu, mes'uliyet ve vekarı içinde konuşacağım. Burada bir hesap görülecektir, benim için de bir hesap verme bahis ko­nusu ise, o hesabı milletime ve târihe vereceğim. Gayet açıklıkla söyliyeyim ki, Türk milletinin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve târihin hükmü, bana göre, mahkemenizin tesis edeceği hükümden çok önde gelir.

Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes Türk milliyetçiliği dâvası uğrunda, komünist ve bölücü hâinlerin kurşunlanyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran'dan Gün Sazak'a kadar şehit evlât ve kardeşlerimin rûhâniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzib etmiyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üçbinaltıyüz can, bu hak bildiğimiz yolda "vatan-millet-din ve devlet" uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şâhitlerimizdir. Yarın huzur-ı ilâhîde de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır... Onların huzurunda, onlar için konuşacağım! Ebed-müdded olan Türk devletine; kıyamete kadar hür, müstakil, mes'ud ve müreffeh yaşamasını, her gayeden aziz bildiğimiz Büyük Türk Milletine bugüne kadar hizmet etmiş ve etmekte olanlar için; yarın aynı yolda, aynı heyecan ve şuurla bu kutsal hizmetin bayrağını taşıyacak olanlar için konuşacağım! Milletim aldatılmasın, şaşırtılmasın; milletim gerçeği bilsin diye konuşacağım!

Huzur-ı ilâhîye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endîşeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşerî kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyâcım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakîkat nâmınadır; yalnız mülkün'temeli olan adalet nâmınadır, yalnız milletim ve devletim içindir...

Sizlerden bir tek ricam var: Sözlerimi kesmeden sonuna kadar dinleyiniz. Sormaya hazırlandığınız veya bilâhare sormak isteyeceğiniz birçok suâlin ve iddianamede ortaya konulan it­ham ve isnadların cevaplarını, tahmin ediyorum ki konuşmamın bütünlüğü içinde almış olacaksınız. Karşınızda sizlerin şu ânda tanidığınız üniformayı 37 yıl şerefle taşımış, Millî Birlik Komitesi üyeliği, parti genel başkanlığı, başbakan yardımcılığı yapmış, Türkiye'nin son yirmi yıllık târihi içinde emsali görülmedik düşmanlıkların ve emsalsiz sevgi ve bağlılıkların hedefi olmuş, bu dünyânın bin türlü kahır ve mihnetinden geçmiş bir insan konuşuyor.

Sabırla dinlediğiniz takdirde, hem vazifenizi yapmış olursunuz, hem de ümid ediyorum ki, şahsen istifâdeniz olur. Çünkü konuşacağımız meseleler, yalnız şu ânı, sizi bizi değil, Türk milletinin gelecek bütün zamanlarını ve nesillerini de çok yakından ilgilendirecek hayatî ehemmiyette meselelerdir.





KARA EYLÜL ÇETESİ... DALTON KARDEŞLER...

"11 Eylül 1980 saat 23.00 suları; Küçükesat'taki Büyükelçi Sokağına giren mavi renkli Ford 20M Bülten Sokak kavşağına yaklaşınca sağa çekti ve durdu. Karşı sıranın birkaç apartman ilerisinde bir giriş katının perdeleri kıpırdadı. Yaşlı ford biraz sonra içindeki iki kişiyle Akay Yokuşu'ndan iniyordu. O zamanlar Necatibey Caddesi'nde olan TEK Genel Müdürlüğü'nün önüne geldiklerinde durdular. Arabadan inen "bürokrat" içeri girdi ve ekibin hazır olup olmadığını kontrol etti.

Ekibi taşıyan kamyonetin TEK binasından ayrılmasından bir saat sonra Bahçelievler'deki MHP Genel Merkezi'nin bulunduğu bölgenin ışıkları birden söndü. Saat 02.30'du. ihtilal anonsu daha yapılmamıştı. Aynı saatlerde Bolu'daki komando tugayının Ankara'ya gönderilmiş olan taburundan bir "özel tim" Mamak nizamiyesinden dışarı çıktı. Hedefi Bahçelievler'di. O gece elektriklerin birden nasıl kesiverildiği hala bir sır konusu... 12 Eylülcülere göre elektrik kesintilerinin sebebi bir tankın telsiz antenin elektrik teline çarpması sonucu meydana gelen bir teknik arıza. (1)


Ve senaryo böyle uygulanmaya başlıyordu... Saltık, Soyer, Özer üçlüsünün MHP ve Ülkücü Hareket'e yönelik planlı ve programlı çalışmaları doğrultusunda emirleri altındaki özel güçler devreye sokuldu ve karanlık MHP baskını böyle başlamıştı. 1978 yılında CHP iktidarı tarafından MHP aleyhine kurdurulan Pol-Der'li işkenceci özel timler 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bünyesinde yer alan Başsavcı Nurettin Soyer'in emrinde darbenin yapıldığı gece kanunsuz bir şekilde MHP Genel Merkezi'ni bastılar, binada bulunan Gençlik Kolları Genel Başkan Vekili İsmet Mirzaoğlu ve Gençlik Kolları mensuplarından Osman Yurt ile birlikte 8 ülkücü genç gözaltına alındı.

Hiçbir siyasi parti MHP hariç ihtilal gecesi aranmadı ve basılmadı. Siyasi partilerin aranması ancak MGK'den çıkan bir emir doğrultusunda olurdu. Konseyin MHP'nin basılmasıyla ilgili herhangi bir yazılı emri yoktu. Ancak bu emir ihtilal sabahı verildi. MHP ile birlikte bütün siyasi partilerin de arama saati 10.00 olarak belirlenmişti.



Konseyin komutanlıklara hitaben siyasi partilerin aranması ile ilgili yazılı emri yayınladıktan sonra savcılar bütün partileri aramaya sabah saat 10.00'da başlamıştı. Ama MHP gece saat 2.30'da asker, polis karışımı özel timler tarafindan basıldı. MHP Genel Merkezi'nin baskınında başta Nurettin Soyer olmak üzere Pol-Der'li Zeki Kaman ve Dürüst Oktay gibi özel tim görevlilerinin bulunması da bu baskının gerçek amacını ortaya koyuyordu.

Konseyin yazılı talimatı üzerine komutanlıklara ulaşan emir doğrultusunda dönemin Ankara Sıkıyönetim Savcısı Nurettin Soyer, sabat saat 8.30'da savcılar binasına telefon ederek hepsinin Sıkıyönetim Komutanlığı'nın karargahına gelmesini istiyordıı ve partilerin emir aldığını söylüyor, şifahi emir veriyordıı savcılara. Ancak saat 8.30'dan sonra savcılar partileri aramaya resmi ve meşru kaynağa dayanarak gidebiliyorlardı. Ama her nedense MHP gece saat 2.30'da aranıyordu.

MHP ile ilgili görevlendirilen savcıların saat 10:00 dan sonra geldikleri MHP Genel Merkezi, onların haberi bile yokken ihtilal gecesi Nurettin Soyer tarafından önceden görevlendirilen yüzbaşı Serdar Akyaza ve komiser muavini Necmettin Esen komutasındaki ekipler tarafından aranıyordu. Arama işlemleri esnasında Genel Merkez'de gençlik kollarının 2 gün sonraki kurultayını yapmak için çalışmalar yapan gençlik kolları başkan vekili İsmet Mirzaoğlu ile birlikte 8 ülkücü genç vardı. Fakat arama işlemleri sırasında kanunen bu gençlerin de bulunması gerekirken ülkücü gençler bir odaya kapatılarak arama işlemlerine katılmaları engelleniyordu. Böylece MHP aleyhine suç unsuru olarak gösterilecek olan deliller ortaya çıkartılmaya çalışılacaktı.

Genel Merkez'deki arama çalışmaları sadece 12 Eylül gecesiyle de kalmayacak, bu aramalardan herhangi bir netice elde edemeyen karanlık güçler arama işlemlerini 12 Eylül'den 8 Ekim tarihine kadar sistemli bir şekilde sürdüreceklerdi. Her arama işlemlerinden sonra MHP ile hiç alakası olmayan çok önceden organize edilen bir takım suç unsurları MHP'de bulunmuş gibi gösterilip cuntacıların MHP aleyhine yapacakları düzenlemelere delil oluşturacaktı.

MHP Genel Merkezi'ne gece gelerek her türlü arama ve tarama işlerini yaparak kamuoyunda MHP'yi suçlu duruma düşürmek için çeşitli silahları MHP Genel Merkezi'nde bulunmuştur diyerek konseye yaranmak isteyen Nurettin Soyer zihniyetinin tek amaçları Milliyetçi Hareketi cuntanın mahkemelerinde yargılamaktı.

MHP Genel Merkezi aranırken, arama ile ilgili zabıt defterinin tutulması ve arama sona erdiğinde kapatılıp, mühürlenmesi işlemi yapılmadı. Aramaya maruz kalan MHP binasının sorumlularına verilmesi icab eden arama evrakları ve belgeleri verilmedi. Ve verilmeyiş sebepleri de hiç bir zaman açıklanmadı, açıklanamazdı da... Çünkü bu belgeler MHP sorumlularına verilmiş olsaydı, bunlar "MHP'deki aramada nelerin bulunmadığına dair belgeler" olacaktı.

Belgelerin verilmediği dönemde ülkücü hareket düşmanı malum basın devreye sokuldu. Ve arama sonuçları bire bin katılarak kamuoyuna yansıtıldı. Aramaya tabi tutulacak yerin sahibi veya eşyanın zilyedinin aramada hazır bulundurulmasına dair amir hüküm açıkça çiğnendi ve hiçbir MHP sorumlusu arama mahalline çağrılmadı. Askeri savcı 12 Eylül Mahkemelerinde MHP genel nıuhasibinin çağrılmış olduğunu fakat gelmediğini iddia etti. Bu da tamamen gerçeklere aykırı idi. Çünkü genel muhasip Mehmet Doğan kendisine böyle bir çağrının yapılmadığını mahkemede açıkça ifade etmişti.

MHP hakkında başlayacak olan tahkikatın iç yüzü burada ortaya çıkacaktı. Millî Güvenlik Konseyi'ni MHP aleyhine dava açılması noktasında etkileyen sebeplerin başında sözde arama çalışmaları esnasında 6 sayfa fotoğraf ve 2 sayfalık isim listesinin etkisi olmuştu. Özellikle fotoğraflarda kime ait olduğu belli olmayan silahların MHP'den çıkmış gibi gösterilmesi planlı olarak yapılan bir aldatmacaydı.

12 Eylül döneminde Ankara Sıkıyönetim Komutanı olan Recep Ergun bile kendisine bağlı olan Nurettin Soyer'in tamamen MHP ve ülkücüler aleyhine yapmış olduğu faaliyetlerden rahatsızlığını ve MHP ile ilgili yapılan illegal ııygulamaların perde arkasını şöyle anlatıyor:

"Siyasi partiler hakkında soruşturma açılması için emir verme yetkim yoktu.

12 Eylül günü, talî bölge sıkıyönetim komutanlığı yapan bir general telefon ederek Bahçelievler'deki MHP Gençlik Kolları Genel Merkezi'nin alt katının hastane olarak kullanıldığını Adlî Müşavirliğe bildirdi. Belirtilen adrese bir savcı gönderilmesi istenmiş, ancak Başsavcı Nurettin Soyer "kanunsuz olarak, MHP Genel Merkezi'ni aramış."

Emekli Orgeneral Recep Ergun daha sonra Sıkıyönetim Tali Bölge Komutanlığı yapan Korgeneral'le konuştum bana böyle bir telefondan haberi olmadığını, Bahçelievler semtini de çok iyi aradıklarını, böyle bir hastanenin bulunmadığının kesin olduğunu bildirerek, "Burada çeşitli ihtimaller akla geliyor. Belki de Nurettin Soyer, kendisi Korgeneral adına telefon edip mizansen hazırlamış ve ihbarda bulunmuştu" dedi.

"10 Ekim 1980 tarihine kadar Sıkıyönetim Komutanlıklarının 1402 sayılı kanıın gereği siyasi partiler hakkında soruşturma açma yetkisi yoktu. 12 Eylül'de Talî Bölge Komutanlığı, telefonla Adli Müşavirliği arayarak, "Bahçelievler'de, MHP Gençlik Kolları binası içerisinde tedavi gören insanlar var, bir savcı gelsin burayı incelesin ihbarında bulundu.

Bu ihbar üzerine bahsedilen yere bir savcı gönderilmesi istendi. Savcı arkadaşımız, dediğimiz yeri bırakıp gitmiş MHP Genel Merkezi'ne el koyup, aramış, üstelik yetkisi olmadığı halde, Bizim MHP Genel Merkezi'ne gittiğinden haberimiz yoktu. Söylediğimiz yer asla MHP Genel Merkezi değildi."

"Savcılık yeddiemininde bulunan 30 kadar silah kaybolmuştu. Suç unsuruydu aynı zamanda bunlar. Nurettin Soyer, bu 30 tabancayı kaybetti. Müfettiş istedim, geldi, ne yaptı bilemiyorum. Galiba hiç birşey yapmadı. Ama ben mecburum bunu gerekli mercilere intikal ettirmeye. Zira bu 30 silah olaylardan gelmişti, suç deliliydi. Hepsi kayıp oldu, Nurettin Soyer'in sorumluluğundaydı bu silahlar. Kayboldular. Bütün silahlar sol örgütlerden toplanmıştı."

Daha ne kadar yalanlar çıkacak bilmiyorum ama bir laf vardır, "Deveye boynun niye eğri demişler de, nerem doğru ki demiş"... Nurettin Soyer'in iddialarında hiçbir düzgün, doğru ifade yoktur. Bakın size şöyle anlatayım: "12 Eylül sabahı şifahi emir aldım. MHP parti merkezini araştırınaya gittim." diyor. Şimdi değil 12 Eylül sabahı, 10 Ekim'e kadar sıkıyönetim komutanlıklarının 1402 sayılı kanun gereği siyasi partiler hakkında soruşturma açmaya yetkisi yoktur. Biraz da, tahmin ederim ki, bu kişinin yaptığı baskı sonucu 10 Ekim'de bu kanun çıkmıştır. (Emrivaki sonııcu). Zira sıkıyönetimin esprisinde parti yoktur. Ne yapılmıştır, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştur, hukuki varlıkları devam ediyordu; parti başkanları vardı, Genel İdare Kurulu vardı, feshedilme olayı hele hiç yoktu. Feshedilme olayı bir, iki sene sonra olmuştur. 12 Eylül'den 10 Ekim'e kadar, kanuni düzene göre siyasi partiler hakkında kanuni işlem yapmaya tek yetkili Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Başsavcısıydı. Eğer ben, bırakın aklı başında olmayı, cinnet dahi geçirip de böyle bir emir versem, kendisinin bir hukukçu olarak "Aman efendim bu bizim yetkimiz dışı, ben nasıl giderim, ben nasıl btı işi yaparım" demesi gerekir.

O çok öğündüğü "ben çok müstakil bir hakimim, ben burnumdan kıl aldırmam" diyen bu adamın, böyle emir alması durumunda karşı çıkması gerekirdi. Kaldı ki, tersine konuşuyor şimdi, "Ben ısrarla yazılı emir istedim, bana vermedi" diyor. Bir kere Cumhuriyet savcısının bana soruşturma emri ver diye gelip komutanı zorlaması veyahut bir askeri savcının zorlaması kanunlara aykırıdır. Sıkıyönetim komutanının yetkisi dışardan gördüğünüz gibi, büyük değildir. Yetkisi herhangi bir suç olayını görünce "Burada bir suç görüyorum bakar mısınız?" diyerek bir ihbar, bir ikaz yazısı göndermesidir. Savcı bunu ister kullanır, ister kullanmaz, kullanmazsa niye kullanmadın demeye dahi benim kanuni hakkım yoktur.

Daha o devirde bir suç içinde olduğunu itiraf ediyor. Ve ben şaşırıyorum, bilmiyor farkında değil, yaptığı suçu konuşuyor diyorum ben...

O dönemde binbir meselem vardı adli müşavirim bunun manasız olduğunu (kanuna aykırı olduğunu) bildiği için bana onun tarafından yapılmış bir yazılı müracaat göndermemiş olabilir. Çünkü yazılar benim önüme gelmez. Onun yazdığı yazılar yanımda bulunan yakası terazili, ondan daha seçkin hakimler kadrosunun önüne gelir. Bana hukuki yolları gösteren kadromun... Benim kadrom okumuştur onun vazılarını belki de bir tarafa koymuştur, böyle birşey olmaz diye... Ve bana göstermemiştir, zira ben böyle bir yazı görmedim. Kesin biliyorum, zaten kanun gereği böyle bir istekte bulunamaz.

Üç sene beraber olmamıza rağmen ben bu arkadaşı üç defa ya gördüm ya görmedim. Çünkü kanunlarımız çok açıktır, yalnız ayda bir defa mahkemelerin seyri hakkında savcılar heyetinden bilgi alırım ve benden bir istekleri var mı, benim yapacağım eksik kalmış bir hizmet var mı bunu sorarım. Hiçbir zaman özel olarak Nurettin Soyer ile görüşmedim ve yanıma dahi çağırmadım. Bakın size enteresan bir hadise anlatayım. Şu anda vazifeli bir korgeneral arkadaşım (12 Eylül'de Tali Bölge Komutanı idi) telefonla sanırım adli müşavirimi aradı ve "Efendim, Bahçelievler'de MHP Gençlik Kolları binası içerisinde tedavi gören, burası hastane olmadığı halde tedavi gören insanlar var, bir savcı gelsin bunu incelesin" ihbarında bulundu. Adli müşavirime, "Söyleyin, başsavcıya, oraya bir savcı göndersin bakalım, olay neymiş baksın" dedim. Olay budur.

- Bu soruşturma olayı değildi, daha önceki bir zamanda silahlı çatışmalar yapmış ve hastaneyi hizmete sokmuş insanlar varsa, belki suçlu buluruz diye oraya savcı gitsin baksın dedim. Yalnız savcı arkadaşımızı Nurettin Soyer, dediğimiz yeri bırakıp, gitmiş MHP Genel Merkezine ve MHP Genel Merkezi'ne el koyup, aramış. Üstelik yetkisi olmadığı halde. Ve bizim MHP Genel Merkezine gittiği konusunda hiçbir bilgimiz yok. Söylediğimiz yer MHP Genel Merkezi asla değildi.

"Adli müşavirime telefon açarak yaralıların tedavi edildiği konusunda ihbarda bulunan korgeneral arkadaşımla telefonla görüştüm. Kendisinin bıı konuda hiçbir ihbarda bulunmadığını ve kastedilen bölgede çok iyi incelemeler yaptıklarını belirterek o bölgede, o tarihte hiçbir yaralının gizli tedavi görmediğini açıkladı. Burada çeşitli ihtimaller akla geliyor. Belki de Nurettin Soyer, kendisi korgeneral adına telefon açıp mizansen hazırlamış ve ihbarda bulunmuştur.

Bu olay, bir ay sonra ancak olabilirdi. Zira AP ve CHP'nin binalarının araştırılması Ekim'de, o kanun çıktıktan sonra, Ekim sonu, Kasım başında yapılmıştır. Nurettin Soyer ile karşı karşıya gelmedik ki, bana diğer partileri de araştırmak gerektiğini söyleyebilsin. Böyle birşey yok. Bunun şahitleri var. Şu konııştııklarımın hepsinin şahitleri de, evrakı da var...

- Nıırettin Soyer'in MHP Genel Merkezi'nde araştırma yapması kanuna aykırıdır.

- MHP'nin aranması sırasında Alparslan Türkeş'in kasasından çıkan belgeleri gördüğüm iddiası, hilaf-ı hakikattır... Ertesi gün (MHP Genel Merkezi'nin arandığı gecenin ertesi günü) Genelkurmay'dan çağırdılar. Gittim baktım Nurettin Soyer orada oturuyor. Beni görmedi ve bana değil oradaki bazı yetkililere, "Büyük suçlar tesbit ettim, soruşturma açacağım" diyordu. Bana döndüler, soruşturma emri verecek misin dediler. Kanuni olarak bu emri vermeye yetkim yok dedim. Bu konu, kanuni olarak beni ilgilendirmez. Bu konu 1402'ye girmez. Bu konu siyasi parti konusudıır, siyasi partiye ait kanun dışı işlemleri benim takip etmem için ya 1402 sayılı kanunun değişmesi lazım veya bu arkadaşın Cumhuriyet Başsavcısı'na evrakını vermesi lazım, zira şu andaki kanun bunu gerektiriyor dedim. Ben bunu söyleyince Nurettin Soyer'in tepkisi, "Ben bunu yaparım" şeklinde oldu. "Bana göre yapamazsın" dedim ve çıktım.

- Kanun gereği şifahi emir dahi vermeye yetkim yoktu."(2)

Savcı Nurettin Soyer'in nasıl bir zihniyete sahip olduğunu, Soyer'in ölümünden sonra "Nurettin Soyer Öldü" başlıklı bir yazıyı kaleme alan, kendisi de MHP Genel Merkezi'nin basıldığı saatlerde orada olan Gençlik Kolları mensuplarından Osman Yurt bakın neler söylüyor:

"Her fani gibi o da ölecekti, Bu ölüme sevinmek veya üzülmek değil, ismi etrafındaki sisi aralamak için, yazmaya değer.

Soyer herhangi bir askeri savcı değildi. 12 Eylül darbesi yapıldığında 4. Kolordu ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Başsavcılığı görevini yürütüyordu. Yeni nesiller bu ismi pek tanımasa da, dönemin acılarını yaşayanların hafızalarında silinmez izlerle kazınmış bir isimdir. Albay, Askeri Savcı Nurettin Soyer.

12 Mart 1971 Muhtırası'nda tasfiye edilen 9 Martçı, Baasçı YON Grubu'nun 28 Şubat sürecine kadar bir insiyatiflerinin bulunmadığı zannedilir. Bu büyük bir yanılgıdır. Y0N Grubu ordudaki varlığını her zaman güçlü bir şekilde korumuştur 12 Eylül döneminde bu grup MHP'ye karşı operasyonu yürütmüştü. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Nihat Özer ve Savcı Soyer, bu grup adına ön plana çıkan isimler oldular. 12 Eylül yapıldığında Özer, Sıkıyönetim Komutanlığı'nı bırakmıştı. Genelkurmay'da idi.

Soyer Başsavcılık görevine devam ediyordu. İhtilalden çok önceleri MHP'ye karşı özel çalışma yapan, asker, istihbaratçı, polis ve sivillerden oluşan bir grubun varlığı biliniyordu. Nitekim, bu grubun elemanlığını yapan Hicabi Koçyiğit bildiklerini anlatmıştı ve bu anlatımı içeren kaset bizzat Türkeş Bey tarafından notere konuşulmuştu. 12 Eylül gecesi, daha ihtilal başlamadan MHP Gene1 Merkezi'nin, elektrikleri kesilmek suretiyle basılmasının gerisinde bu grup vardı. Daha sonra Soyer'in emrinde, savcılık polisleri olarak görev yapacak olan ve işkence/sorgu yaptıkları yer olan C-5 ismi ile tanınan polis timi de bıı grubun üyelerinden oluşmuştu. Daha sonra Konsey'den ödül alacak bu işkenceciler önlerine gelen hemen bütün MHP'lileri kinle işkencelerden geçirdiler.

12 Eylül gecesi MHP Genel Merkezi'nde gözaltına alınan 8 kişi arasında bu satırların yazarı da vardı. Darbenin ilk günü, Türkeş Bey teslim olmamış olduğu için sanıyorıız. (Genel Merkez'in yan tarafından ve iç kısımdan az miktarda olmak üzere silah ele geçmişti.), bu sekiz kişi Ankara Emniyet Müdürlüğü'nden serbest bırakıldılar. Serbest bırakan emniyetçiler, sorumluluğu atmak için, Albay'ın emri olduğunu söylüyorlardı. İhtilal saatinden önce MHP'nin basılması, daha sonra haklarında gıyabi tutuklama kararı verilecek olan sekiz kişinin, Türkeş Bey teslim olmadığı için serbest bırakılması emrinin Savcı Soyer'den geldiği anlaşılacaktı.

Soyer'in Konsey'le arasından su sızmazdı. Emrindeki bir komiser, MHP çevrelerinden iki gençten (Süleyman Baydili ve Teoman Akyar) yüksek miktarda para istemişti. Pek bir şeyle ilgileri olmayan, yeni iş yapmaya çalışan, ödemeleri mümkün olmayan para istenen bu şahıslar konuyu Merkez Komutanlığı'na götürmüşlerdi. Merkez Komutanı da Ankara Emniyet Müdürlüğüne havale etmişti. Ankara Emniyeti, komiseri, aracı kullandığı şahsın bürosunda, tehdit ettiği şahıslardan aldığı paralarla yakalamıştı. Komiser Emniyete götürüldü. Hava gerildi. Albay Savcı Soyer devreye girdi. Konsey soruşturmayı Soyer'in emrine verdi. Soyer de, mağdur iki genci suçlayarak, üç gün boyunca sorguladı. Komiseri kurtardılar Yalnız C-5'den uzaklaştırıldı. Komiserin yaptığını herkes biliyordu, inanıyordu. Bu sebeple savcılık ekibinde görev yapmasına izin vermediler. Bir süre açıkta bekletildikten sonra, başka bir yerde göreve döndürdüler. Soyer güçlü idi. Adamını korumuştu. Şimdi Soyer de öldü. Bu dünyada hesap vermedi. Öbür dünyada verebilecek mi, bakalım."(3)

(1) Sezgin, Ferruh, Sistem'in Intikamı, Yeni Düşünce Yay, Ankara 1990, s. 19-21.
(2) Anadol, Cemal, Alparslan Türkeş Olayar Belgeler Hatıralar ve MHP, Burak Yay., Istanbul 1995, s. 135-140.
(3) Gündüz Gazetesi, 3 Ekinı 1998






POSTALLAR EYLÜL'Ü GÖSTERİYOR... 12 EYLÜL'ÜN AYAK SESLERİ

1979'un sonlarında Türkiye'de ABD'nin senaryoları yavaş yavaş uygulanmaya başlanıyordu. Yani kara Eylül'ün ayak sesleri duyuluyordu. Uzun bir süredir devam eden terör, cinayetler, katliamlar, iç savaş tahrikçilerinin ortaya koymuş olduğu provokasyonlar, kitlesel çatışmalar adım adım hedefine ulaşmıştı. Toplumun terörize edilmesi, dehşet duygularının yayılması, geleceğin belirsizliği içinde ölüm korkusunun bütün halka yayılması artık geniş toplum kesimlerini bir askeri darbeyi kurtuluş görmeye sevk edecek düzeye ulaşmıştı.

Orgeneral Bedrettin Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek ile yaptığı söyleşide bunu şöyle dile getiriyordu: "Benim kanaatim, 1978'de en geç 1979'da müdahalenin yapılmasıydı, hergün cinayetler işleniyor, önlenemiyor, tırmanıyordu. Bu yargımı, sayın Evren'e, daha 1978'de, hele 1979'da açık seçik söyledim(...) Sayın Evren. bütün bu olumsuz durumu görüyordu, kabul ediyordu. Fakat bir ordu müdahalesi için "zamanın iyi seçilmesi" kanaatinde idi."(1)

Artık darbenin yapılacağı kesinleşmiş gibi bir şeydi. Sorun zamanlama sorunırydu yalrıızca. Darbeciler 13 Aralık 1979'da Selimiye'deki 1. Ordu Karargahında bir araya geldiler. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren kara, hava, deniz komııtanlarına hitaben "müdahaleden önce siyasilere bir imkan daha tanıyalım, belki toparlanrrlar, bir uyarı yollayalım" dedi.

Bu görüş komutanlarca da kabııl gördü. Belli ki gerekli ihtilal ortamı darbecilere göre henüz tam olgunlaşmamıştı. Müdahaleden önce bir uyarı mektubu kaleme alınması gündeme geldi. 12 Eylül sonrası darbeci komutanlardan Bedrettin Demirel'in tarihe geçen şu sözü o günlerin bir işareti değil miydi? "İhtilalin olgunlaşması için daha fazla kan dökülmesini bekledik."(2)

Bu toplantıda 12 Mart formülü gündeme geldi. Yani ordunun gayri resmi denetimi ardında bir partiler üstü hükümet çağrısında bulunma görüşüldü; fakat ordunun 1971-1973 deneyimi bu planı olası çekiciliğinden yoksun bıraktı. Sonunda Cumhurbaşkanı Korutürk'e siyasi liderleri düzeni sağlamada işbirliği yapmayı davet eden ve Evren ile kuvvet komutanlarının imzaladığı bir uyarı mektubu gönderilmesi kararlaştırıldı. Görünüşe göre generallerin istediği bir AP-CHP koalisyonuydu. Mektubun başarı şansı konusunda pek fazla umutlu görünmemiş olsalar da, en azından askeri müdahalenin son çare olarak geleceğini açık hale getirecekti. Sıkıyönetim komutanlarının yetkilerini arttıracak yeni yasal ve idari önlemler isteyen bir muhtırayla birlikte uyarı mektubu 27 Aralık 1979'da Evren tarafından Korutürk'e verildi.

Mektuba cevap olarak Korutürk, 1 Ocak 1980'de Evren ve kuvvet komutanIarını Çankaya'da bir toplantıya çağırdı. Korutürk, politikacıların önerileri dikkate almamaları halinde ne yapacaklarını generallere sordu. Evren, son çare olarak müdahale edip meclisi kapatmaya hazır oldukları yanıtını verdi. Ne var ki, Cumhurbaşkanı bir darbenin sorunları daha da kötüleştireceğini düşündüğünü ve normal anayasal mekanizmalar içinde düzenin sağlanması gerektiğini açıkladı.

Görev süresi Nisan 1980'de sona erecekti ve bir askeri darbeye onay vererek görevini bitiren bir Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmek istemiyordu. Generallerin mektubu 2 Ocak 1980'de millete duyuruldu. Yine de, Demirel'le görüşmesinde Korutürk bir darbe olasılığını ciddiye almadı ve böylece Başbakan'a böyle bir tehlikenin bulunmadığı ve kendi önlemleriyle krizin üstesinden gelebileceği izlenimini verdi.

Cumhurbaşkanı Korutürk generallerin kendisine verdiği mektubu yani muhtırayı 2 büyük siyasi partinin liderini yanına çağırarak bu mektubu kendilerine iletiyordu. Aslında bu muhtıra 12 Eylül'ün habercisiydi. Yani Eylül'ün ayak sesleri duyulmaya başlanıyordu. 4 Ocak 1980 günü İstanbul Ticaret Odası Başkanı Nuh Kuşçulu, basına verdiği demeçte burjuvazinin görüşünü şöyle seslendiriyordu. "Silahlı Kuvvetler düşüncemize tercüman oldu".

Muhtırayla birlikte yeni hükümet TÜSİAD'ın ve çıkar çevrelerinin doğrultusunda 24 Ocak kararlarını uygulamaya başladı. İMF'nin önermiş olduğu oranın üstünde % 49 develüasyon yapıldı. Petrole, demir çeliğe ve kağıda oldukça yüksek oranlarda zam yapıldı. Hükümetin aldığı bu kararlar yoksul halk kitleleri üzerinde büyük şok etkisi yaptı. 24 Ocak kararları ancak askeri faşist diktatörlüklerde uygulanabilecek türdendi. Ve bu kararların ileride 12 Eylül darhesiyle nasıl uygulanacağını cunta rejimi gösterecekti.

İMF'nin talimatları doğrultusunda uygulamaya konulan 24 Ocak kararlarının mimarı Demirel'in DPT müsteşarı Turgut Özal'dı. Alınan kararların ordu komuta kademelerine tanıtılmasında ve belirtilmesinde Turgut Özal'ın inisiyatifi belirleyiciydi. "Komutanların" 24 Ocak operasyonu hakkında bilgilendirilmesi gerektiği konusunda Demirel'i ikna eden Özal; 8 ve 30 Ocak'ta Genelkurmay'da generallere bu karar paketi hakkında bizzat brifing verdi.

Topantılarda, "ekonominin düze çıkarılması" için toplumsal muhalefetin dizginlenmesi, hatta mevcut sendikal çerçevenin daraltılması gerektiği üzerinde; Özal'ın temsil ettiği İMF'ci/Friedmancı teknokrasi ile generaller arasındaki mutabakat pekişti: "Grev alanları ve grev mevzuatı mutlaka gözden geçirilmelidir. Grevler ve anarşi, yatırımları birlikte önlemektedir. Demokrasi bir başıbozukluk değil, disiplin rejimidir" (Özal); "Türkiye'yi bu toplu sözleşme düzeni batırmadığı takdirde hiçbir Şey batıramaz" (Oramiral Bülent Ulusu). Özal'ın verdiği brifinglerde sağlanan iletişim ve mutabakat, 24 Ocak çizgisinin ileride 12 Eylül rejimiyle bütünleşmesini hızlandırmış, kolaylaştırmıştı.

Ülkede ekonomik bunalım ve karışıklıklar sürerken, 1980 yılının Mart ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldi. Meclis'teki turlarda Cumhurbaşkanı'nın seçilemeyeceği anlaşılıyordu. Mevcut siyasi buhranın en üst noktasını oluşturan bu olayla birlikte Türkiye, bir askeri müdahale sürecine girmiş bulunuyordu. Tabii bu arada Bab-ı Ali de durmuyordu. Tekelci sermaye ve askeri çevrelerle birlikte anayasa taslakları tartışılmaya başlanıyordu.

1980'e girerken Ortadoğu'da ilginç gelişmeler oluyordu. Sovyetler, Afganistan'ı işgal etmişti. ABD'nin Ortadoğu'daki ileri karakollarından biri olan İran'daki Şahlık rejimi de devrilmişti. ABD böylelikle en önemli müttefikini kaybediyordu. Ortadoğu'daki anti-Amerikancı politikalar Pentagon'u rahatsız ediyordu. Pentagon Ortadoğu'nun jeopolitik ve jeostratejik bakımdan en önemli ülkesi olan Türkiye'ye ayağını sağlam basmalıydı.

ABD-Türkiye ilişkileri demokratik ve sivil rejimde pek iyi gitmiyordu. Yani ABD açısından NATO'nun güney kanadındaki Kıbrıs ve Ege'deki meseleler yüzünden Yunanistan'la çıkan pürüz ve kriz, U-2 Casus uçaklarının Türkiye'de üstlendirilmesi için yoğunlaşan talepler, mevcut demokratik ortam içinde halledilemezdi. O günlerde ABD Türkiye'de sivil bir yönetim yerine askeri bir yönetim kurulması için çok ciddi temaslarda bulunuyordu.

ABD dış politika uzmanı Brezinski, TUSİAD heyetiyle ve zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'le yaptığı görüşmelerde "Türkiye'de istikrarlı bir yönetim istiyoruz" diyordu. İstikrardan kastedilen ise 12 Eylül sonrasında Brezinski'nin yayınladığı anılarından anlaşılıyordu. Acaba Brezinski'nin yapmış olduğu temasların müdahale günlerinde gerçekleşmiş olması bir tesadüf müydü?

1980'de bunalımlı dönemde bir başka hadise daha gerçekleşiyordu. Fakat hiç kimse olayın farkında değildi. Olay Notam 714'ün kaldırılmasıydı. 6 Şubat'ta ABD'den gelen generaller ile Türk Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan toplantılardan sonra 23 Şubat'ta Notam 714'ün kaldırıldığı açıklandı. Zamanın hükümetinin bu konudan haberi bile yoktu.

NATO'nun çift şapkalı komutanı General Rogers kendisine muhatap olarak hükümeti değil, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'i seçmişti. Genelkurmay bu konuda Dışişleri Bakanı'nı bile devre dışı bıraktı. Notam 714'ün kaldırılmasına en çok hükümet şaşırmıştı. Böylesine önemli bir konudan hükümetin haberi yoktu. Konunun önemi ve siyasi niteliği ileride görülecekti. ABD artık TC Hükümeti'ni değil Genelkurmay Başkanlığı'nı muhatap gördüğünü resmen ilan ediyordu.

(1) Arcayürek, Cüneyt, 12'Eylül'e Doğru Koşar Adım, Cilt: 9, Bilgi Yay. Ankara 1988, S. 269.
(2) Bizim Ocak Dergisi, Eylül 1987, Sayı: 42






12 Eylül İtleri

Genelkurmay başkanı Org. Kenan Evren

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Esin

Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer

Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun


Evren; -Vur emri verdim

12 Eylül'ün eli kanlı başkanı Kenan Evren, 1980'de Milli Güvenlik Konseyi üyelerine suikast yapacak örgütün hapisteki tüm üyelerinin öldürülmesi için emir verdiğini itiraf etti.



BU CELSENİN HÜKMÜ !..

Aşağıda resimde ki an Başbuğ, kürsüye gelmiş ellerini açarak savcı Nurettin Soyer 'i suçlayan dehşetli bir konuşma yapmıştı... Mahkeme sözcüsü Vural Özenirler başta olmak üzere, bütün rütbeli zevat titremeye başladılar sanki hakim ve mahkum yer değiştirmişti...

Hele savcı Soyer korkudan gözlükleri ters takmış, biz nasılda onun bu aciz ve sefil haline gülüşmüştük... Onlarda sonraki mahkemelerde bizi arka sıralara attılar... Fakat son gülen yine biz olduk... Türk'ün son Başbuğu yine mahkemeye son noktayı koymuştu...



12 Eylül Cuntasının, başta Alpaslan Türkeş olmak üzere ülkücülere kurduğu tuzak, ihtilalin üzerinden çok bir zaman geçmeden ortaya çıktı. Aralarında Alparslan Türkeş ve teşkilat yöneticilerinin bulunduğu 587 kişi hakkında, "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar" davası adı altında davalar açılmıştı...

Mamak Askerî Cezaevinin C 5 işkencehanelerinde yıllarca süren sorgular, mesnetsiz suçlamalar ile bu dönem, ülkücü gençliğin unutamayacağı ve affedemeyeceği acı bir dönem olacaktır.

Savcı Nurettin Soyer tarihe utanç vesikası olarak geçmiş olan iddianamesinde, başta Alparslan Türkeş olmak üzere pek çok ülkücünün "146/1" , "149/1" gibi maddelerden "idam"la tecziyesini talep etmekteydi. Savcı, Alparslan Türkeş'in idamını istediği "iddianame"de suç delili olarak şunları öne sürmekteydi.



"(Alparslan Türkeş), İktidarı ele geçirmek için siyasî parti içinde yer alarak genel başkanlığa kadaryükselmiş, bir yandan Anayasa ve yasalar çerçevesinde tanıtma, propaganda, seçmen toplamakişlemlerini yürütürken, bir yandan da, yönetimi ele geçirip yukarıda belirtilen düşünceleri yönünde birdevlet düzeni getirmeyi amaçlamış, bu amaç uğruna kurduğu örgütlenmeyle

Türkiye ahalisini birbirialeyhine toplu kıyıma götürmüştür. Bunun için MHP, MHP Gençlik Kolları, Ülkücü Dernekler, Ülkücü Meslek Teşekkülleri ve bazı mahalle, okul ve yurtlarda vatandaşlar arasında merkeziyetçi, yukarıdanaşağıya kademeleşmiş, otoriter, organize bir teşkilâtlanmaya gitmiştir...

Toplu kıyım (!!!!!!!!) amacıyla; 1980 Temmuz ayı içerisinde Yılma Durak ve Celâl Adan ile konuşurken DİSK'in komünist hareketin kaynağı olduğunu söylemiş), "konuşma bitip kalkarken elini yatay birşekilde ot biçer gibi yaparak" DİSK Başkanı Kemal Türkler'in yokedilmesini emretmiş miş...(!!!!!!!!!!!)"



Dünya Hukuk Tarihini yeniden yazdıracak bir iddia gerçekten... Sanki sessiz film gibi bir şey.... Bu uyduruk mahkemeler Türkün son Başbuğu ve çelik iradeli ülkücüleri yıldıramamış ve kutlu şafakların habercisi olmuştur...

Yusuf Ziya ARPACIK




http://www.12eylul.yalniz-kurt.com/index.php






Allah tüm ülkücü abilerimize rahmet eylesin . birileri yükselen milliyetçiliğin önünü kesmek için o gündede bu günde de engel koydular ve koyuyorlar .ülkücü hareket engelleri yılmadan aşmaya devam edecektir .


Allah müslüman - türk milletinin ve onun yılmaz neferlerinin yardımcısı olsun
 
Ne Güzel Demiş Ahmet Yılmaz;

Geldi Geçti Eylüller
Yine Yeşerdi Güller
Biz Bize Kurbanız Dost
Bizi Ne Bilsin Eller?

Ne oLanları ne de onları unutacağız ruhları şad olsun.

Bir öldük bin dirildik!
 
Paylasım Için Saol
 
Şehit olmak her yiğidin sevdasıdır yaşarken,
Güneşin yüzü solarmış yüce dağı aşarken,
Al bayrağa rengini veren kanlara selam olsun,
Vatan için serden geçen canlara selam olsun.
 
sehpaya.jpg

Hayatlarını davaları için sebil ettiler...

Tarihteki isimsiz kahramanları temsil ettiler...

İnançlarına bağlı, Turan illerine sevdalıydılar...

"Türkiye" denince kalpleri bir başka çarpardı...

Yüreklerinde hep vatan ve bayrak aşkı vardı...

Türk'e muhabbeti İslam'a hürmet bildiler...

Gönül mimarlarının rahlesinde gerçek aşkı buldular...

Ve her zaman "Ülkü denen nazlı gelin"e sadık kaldılar...

Taş medreselerin Yusuf yüzlü mazlumları hayatlarının baharında "Eylül'ü" yaşadılar...

Fırtınalı yılların toz-duman ortamında bu idealist gençlerden bir kısmı, şahadet güllerinin derildiği bahçelerde dünya misafirliğini tamamladılar...

Delikanlı çağında Hakk'a yürüdüler...

Musalla taşına konup namazları kılınırken, " Er kişi niyetine" tekbir alan her kişi, onların tam manasıyla "Er kişi" olduklarını çok iyi biliyordu...

Onlar, nefretin kucağına oturmayıp, muhabbetin ocağını tüttürdüler...

Ergenekon'dan yola çıkan "Oğuz Kağan nesli" olarak Mekke'nin tevhit nurunda yıkandılar...

Gece vakti batmayan güneşi, secdede buldular...

Kimi zaman Yunus, kimi zaman Yavuz oldular...



Onlar; fıtratlarının ve meşreplerinin gereğini yerine getirip, "Yüce dileğe doğru" yola çıktılar...

"Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz" diyerek hedefe doğru vakur adımlarla yürüdüler...



Onlar, en olumsuz şartlarda bile firuze sevdalarını aşikâr ettiler; kimi zaman tek başlarına kaldılar ama hak bildikleri yolda yalnızlığın asaletini yaşadılar...

" Vakti gelmiş dökülür, yel neylesin gazeli" şarkısının zamanı anlattığı, ılık sabah meltemlerinin yerine sonbaharın serin ve sert rüzgârlarının esmeye başladığı, sararmış yaprakların dallarından bir bir kopup aslına rücu ettiği her hazan mevsiminde; hayattayken destanlaşan "Eylül'ün Kırdığı Gül"leri, "Soylu atlara binip giden" o güzel insanları, onların mazlum ve mağdurken mahkûm olan dava arkadaşlarını, "hor, öksüz ve büyük" olan davalarını anlatmayı ve o idealist yiğitleri yâd etmeyi; mutlaka ifa edilmesi gereken, ihmali mümkün olmayan bir vazife bilirim...



Kimdi "Onlar"?..



Onlar; "Gayesiz bir hayatın, manasız bir kelimeden ne farkı vardır" düşüncesiyle, hayatlarını İ'lây-ı Kelimetullah davasına adayan, "Kanımız aksa da zafer İslâm'ın" diyerek "Bir hilâl uğruna" gurûb eden güneşlerdi...

"Hubb-ül vatan minel îman" (Vatan sevgisi imandandır) diye buyuran İki Cihan Serveri'nin mukaddes dâvâsının karasevdalısıydılar...



Onlar, "Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun" diyerek; vatana can, bayrağa kan veren muzdarip bahtiyarlardı.....



Onlar; sahte hakikatlerin sayısız yalanları yerine, Mutlak Hakikat’in sönmeyen nurundan ilham alarak küfrün karanlığını İslam güneşiyle aydınlığa tedvir etme cehti ve aşkı içinde "Çağrımız İslâm'da dirilişedir" diye cihana seslenen, "Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi"ni "cihat" ruhuyla yorumlayarak, Anadolu yaylasından dün olduğu gibi bugün de ayağa kalkacak bir hareketin insanlığı yeniden iman çağına ulaştıracağına ve bu göreve Türk Milleti'nin memur edildiğine inanan bir düşüncenin temsilcileriydiler...



Onlar; ihtişamlı bir medeniyetin inşası için besmele çekip zora talip olan, mücadelenin iman, sabır ve çileyle yoğrulması gerektiğine inanan, "zaferle değil seferle yükümlü olduklarını" bilen, "Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman’ız" diyen Anadolu Alperenleri olarak tabutluklardan başlayıp idam sehpalarına kadar uzanan bir hayata talip oldular, gençliklerini yaşamadan en güzel yıllarını zindanlarda, hücrelerde geçirdiler... "Yusufiye" denilen çilehanelerde yeni bir ruh ve aşk potansiyeli idrak edip, nefis terbiyesini tamamladılar...



Onlar, vatanda gurbeti yaşarken bile milletin derdiyle Mecnun oldular... Telli duvaklı bir sevgilinin değil, "Bir Güzel Ülkü"nün peşinden gittiler, tarihe yeni kahramanlar armağan edip, hüzünle umudu birlikte çivilediler gözlerimize...



Onlar, "...öğretilmemiş, tevarüs edilmiş bir asaletin emriyle; gâhî kızılcık, gâhî keder, gâhî sabır, gâhî ecel şerbeti içtiler de, bir dem olsun kan tükürmediler..."



Onlar; inandıkları dava için şahadet şerbetini içtiler... "Yaslı, yaralı Türklerin" bağımsızlıklarına kavuşmalarını göremeseler de, onların hayallerinde "Esir Türk illerinin hürriyet mücadelesi" çok önceden neticelenmiş, "Güzel Türkistan senge ne oldu" diye haykırırlarken bile mübarek Gök bayrak çoktan zafer burçlarına çekilmiş, Kafkaslardan esen yellerle Karadeniz çırpınırken "Yeni bir Türk Asrı"nın doğacağına gönülden inanmışlardı...



Onlar; hayatlarını Hakk'a göre tanzim eden, muhabbetleri de, nefretleri de Türk-İslâm Ülküsü'ne göre şekillenen Alperenlerdi... Süflî sevdalar onların gönlünde asla yer bulamadı... Basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideallerini rafa kaldırmadılar... Kalbini ve beynini hiç bir zaman midelerinin emrine vermediler...



Onlar; "Nefsini yularla güdenlerdendi", yularını nefsinin eline verenlerden olmadılar... Allah'a hakkıyla kul oldukları için, kula kulluk etmediler...



Onlar, "Şerefle kaybedilen davanın üzüntüsü bir gün sürer, şerefsizce kazanılan makam ve mevkiin zilleti bir ömür boyu devam eder" diyen koç yiğitlerdi...



Onlar; Efendim iz’in "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" hadîsini serlevha ettikleri için zulme ve haksızlığa rıza göstermediler... "Mazlumlara karşı izzetli ve merhametli, zalimlere karşı da onurlu ve kuvvetli" oldular... "Kadife eldiven içindeki çelik yumruk" diye tarif edildiler... Hakkın sevdasıyla zamana ve mekâna meydan okudular... Makama, şöhrete ve servete itibar etmediler... "O'nu bulan neyi kaybetmiştir ki, O'nu kaybeden neyi bulmuştur ki" anlayışının müntesibiydiler...



Onlar; idealleri öldürülen bir milletin önce zihnen, sonra da cismen küçüleceğini biliyorlardı... Bu sebeple şahsî ideallerin değil, millî mefkûrelerin peşinde koştular...



Onların lügatlerinde köşe dönmek, şaibeli ihale almak, rüşvet almak, haraç almak, vebal almak yoktu; gönül almak, dua almak, şan ve şeref almak vardı...



Onların, gayri meşru edinilmiş malları, haram üzerine bina edilmiş mülkleri ve alın teri değmemiş bol sıfırlı banka hesapları yoktu ama dünya nizamını tesis etmek gibi bir ülküleri, Turan denen mukaddes mefkûreleri ve Türk Milleti'ni "Ufukların Efendisi" yapacak Kızılelmaları vardı...



Onlar; Türk Milleti'nin muhteşem mazisini daha mükemmel bir istikbale bağlayacak olan köprünün temellerine kendi bedenlerini toprak yaptılar, taş yaptılar, böyle ulvî bir gayenin hizmetinde taş-toprak olarak bulunmayı en büyük şeref saydılar...



Onlar Türk-İslam davası için taş oldular, gözlerde yaş oldular, çileyle gardaş oldular, ama alçaklarla asla yoldaş olmadılar... "Galiba hilkat, onların kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah'a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için "maznun" iken de, "mahpus" iken de, "mağdur" iken de hep güzel kaldılar..."



Onlar; millet kültürü üzerine kurulacak bir devletin Devlet-i Ebed Müddet olacağını, milletle bütünleşmeyen, milleti yok sayan, millete ters düşen yapılanmaların uzun ömürlü olmayacağını bilen tarih şuurunun sahibiydiler...



Onlar, maziyi sahiplenip, hâli kucaklayarak, istikbale milletimizin mührünü vurmak isteyen yerli düşüncenin temsilcileriydiler, Batılı değerlerin taşeronluğuna hiç ama hiç soyunmadılar; çünkü onlar Türk'tü, Jöntürk değildi...



Onlar; yiğitliklerinin bedelini canlarıyla ödeyip, kendi tarihlerini kanlarıyla yazan, bir kaç damla gözyaşına okyanusları sığdıran, "Yiğit bir kere ölür, korkak bin kere" diyerek ölümle dost olmuş gönül erleriydiler...



Onlar, çelik bilekliydiler, çatal yürekliydiler, mertlik sembolüydüler, gani gönüllüydüler...



Onlar, mübarek ecdadımız Yavuz Sultan Selim Han gibi "Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür" diyen ve akıncılar çağından günümüze kalan son Osmanlıydılar...



Onlar; urganlı şafaklardan nurlu basamaklara mütebessim bakışlarla yol bulup, Ahirete gülümseyip giderken bizleri ağlatan, ruhlarındaki sükûneti yüzlerine yansıtan, hayatlarını hesap günü kazançlı çıkmak için tanzim eden, dünyevî kazanç ve kayıpları önemsemeyen, Cenâb-ı Hakk'ın ve Kâinatın Solmayan Gülü'nün sevdasıyla son yolculuklarına "Bir gül bahçesine girercesine" çıkan yiğitlik abidesiydiler...



Onlar; sonbaharın mecalsiz bıraktığı mihrican vurgunu yemiş yapraklar misali sararıp solmadılar, baharı yaşarken inancını bir kuvvet iksiri gibi ruhuna doldurup, ülkenin de bu inanç iklimini soluklamasını istedikleri için gök ekinken solduruldular...



Onlar; sistemin bekçiliğini yapmadılar, davalarının gereğini ifa ettiler... Birileri onlar adına ihale almış olsalar bile; onlar sistemin sistemsizliğini sorguladılar, zulüm düzenine karşı kavga verdiler... "Bu düzen batmaz ise bu vatan batacaktır", "Kavgamız vurguncu düzenedir" dedikleri için, beşeri doktrinleri aşıp İ'lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem Ülküsü'nü savundukları için, sistemin hâkimlerinin hadimleri olmadıkları için, çizmeyi aşıp "çok oldukları" için mimlendiler, zulme uğradılar, haklarında idam kararları verildi...



Onlar; mevcut sisteme alternatif olacak "gölgesiz ve lekesiz bir adalet nizâmı" savunurken, köhnemiş bir düzene çekidüzen vermenin ya da düzenin bir parçası olmanın düzenbazlık olduğunu çok iyi bilecek ferâset ve basîret sahibiydiler.. Bu sebeple egemen iradenin "tehdit sıralamasında" her zaman "tehlikeli" sayıldılar...



Onlar; aynı yağmurda ıslandığımız, aynı sevgiden beslendiğimiz, aynı duygularla seslendiğimiz, aynı maziye yaslandığımız, aynı karda kışta, soğukta şehit omuzladığımız, aynı acıları ve sevinçleri paylaştığımız, gençliğini yaşamadan ihtiyar olan, ama sistemin adamı olmayan, inandığı gibi yaşamayı refah içinde yaşamaya tercih eden; çileyle, işkenceyle, zulümle, kanla canla, zindanla imtihana çekilen, "...bile bile aldanan, kaybettiğine değil aldatıldığına yanan, hesabı gülümseyerek imzalayan...", kimi zaman "Yatağına kırgın" akan ya da akıtılan, "aldatıldığını ve kullanıldığını anladığı için yaralı ve muğber" olan, ama "Alnında namus lekesi" taşımayan dava adamıydılar...



Onlar; yüreğimizin en mutena köşelerine oturttuğumuz, bazen tarifsiz bir heyecan içinde, bazen ah ederek, bazen de kalbimize derin bir hüzün çökerek yâd ettiğimiz, dokunaklı hatıraları gönlümüze dokundukça ağlamaklı olduğumuz, anılarımızın, gençlik yıllarımızın, uykusuz gecelerimizin, fikir çilemizin, kutsî ideallerimizin, en güzel hayallerimizin ortağı olan, dünyevi gailelerden azade, feragat ve fedakârlıkta zirveyi tutmuş, bencilliğe, ihtirasa, şöhrete ve servete meyletmeyen mahzun ve mağdur bir nesildi...



Onların imanından, vatanseverliğinden, dürüstlüğünden, samimiyetinden hiç kimsenin şüphesi yoktu...



Onlar; "...bir ekmeği bölüşen, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi paylaşan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla veya ölümle cilveleşen..." yiğitlerdi...



Onlar; hançeremizi yırtarcasına söylediğimiz kahramanlık türküleriyle ve mehter marşlarıyla coştuğumuz, Kerkük'te Ata Hayrullah, Azerbaycan'da Şehriyâr, Kırım da Mustafa Cemiloğlu, Doğu Türkistan'da Osman Batur olduğumuz, kimi zaman Çin sarayını basan Kürşad'la, kimi zaman Ötüken'de ki yiğitler yiğidi Oğuz Han'la, kimi zaman Malazgirt Meydanı'nda Alpaslan'la, kimi zaman İstanbul surlarında Ulubatlı Hasan'la, Çaldıran'da Yavuz Sultan Selim Han'la, Mohaç'ta, Kanuni Sultan Süleyman'la, Bağdat'ta Genç Osman'la, Tuna boylarında akıncı beyleriyle özdeşleştiğimiz ve Türk tarihini ruhumuzda yeniden yaşattığımız serdengeçtilerdi...



Onlar; "istikrar" icat olup mertlik bozulmadan önce Şeyh Sadi’nin " Dünya bir meta değil ki, niza'a değsin" sözünü hayat felsefesi yapmışlardı... Dünya nimetleri karşısında eğilmemişler, bükülmemişler " Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi" diyen Yunus Emre gibi gönül sultanlarını rehber edinmişlerdi... "Bir devrin delikanlıları" diye de tabir edilen bu Alperenler; "Asım'ın Nesli" de oldular, "Beyaz Zenci" de oldular, "Beşiktaşlı" da oldular, ama asla düzene payanda olmadılar... Millî değerlerimizin, kültürümüzün ve Türk Kimliği'nin savunucusu oldular, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiler... Zamana teslim olmamak, zamanı teslim almak için mücadele verdiler...



Onlar, Hakk için yola çıktılar, yoldan çıkmadılar...



Onlar; Allah'tan başkasına minnet etmediler... Eylül'deki hüznü, çileyi, yalnızlığı ve ihaneti yaşadılar, fakat inançlarını ve ideallerini kat'iyyen inkâr etmediler...



Onlar; beşerî ihtiraslar ve dünyevî menfaatler için başkalaşım geçirmediler...



Onlar; malûm odaklara şirin gözükmek ve menhus mahfillere yaranmak adına mefkûrelerine gölge düşürmediler, itibarlarını zedeletmediler...



Onlar; mevsimlik idealist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr ve fason dava adamı olmadılar...



Onlar; fikir, şuur ve hareket birlikteliğinin idrakini yaşarken, önce "adam" sonra "dava adamı" olan, ne adamlığını ne de davasını kaybetmeyen Eylül darbesi yemiş destan kahramanlarıydı...



Onlar, birilerinin müsaade ettiği kadar milliyetçilik yapmayı, zinde güçlerin izin verdikleri nispette inançlı olmayı kabul etmeyen; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble'ye dönük olan, gönlü Türk Dünyası'nı kucaklayan, kalbi Türkiye için çarpan Alperenlerdi...



Onlar; resmi bir paragrafta nesne olmaktansa, sivil bir cümlede özne olmayı tercih eden, inandıkları yolda dimdik yürüyen, kırılmayı göze alan, fakat hiç bir zaman bükülmeyen yiğitlik abideleriydi...



Onlar, başı dik, alnı ak, sevdası Hakk olan güzel insanlardı...



Onlar, "Kevser akan, "Gül" kokan" kahramanlardı...



Onlar, "Türk Dünyası"na sevdalı gönüllerdi...



Onlar, "Eylül'ün Kırdığı Gül"lerdi...



Onlar, Türk'ün yürek sesiydi...



Onlar, Türkiye'nin beşik kertmesiydi...



Onlar, idealizmin son efsanesiydi...



Onlar, Anadolu'nun alın teriydi...



Onlar, "Bu Ülke"nin "yerli"leriydi...



Onlar, bize "Eylül"den değil, "Ocak"tan yadigârdı...



Onlar, "Bizim çocuklar"dı...



Dr. Mehmet GÜNEŞ


*****************************************************************************************************

Muhterem babacığım ve anneciğim, bu mektubu son ebedi yolculuğumuz olan Allah'ın huzuruna çıkmadan önce yazmış bulunuyorum. Yüce Mevla'm sizlere sabır ve dayanma gücü versin. Benim ve sizlerin başına gelen her ne ise, Cenab-ı Mevla'mızdan gelmiştir. Onun için sabır edin, şükredin ki, geçmiş ve gelecek günahlarımız, Mevla'mın vermiş olduğu musibetlerle temizlensin.
.....
İşte babacığım ve anneciğim, sizlerde sakın üzülmeyiniz. Yüce Mevla'mıza sabır ve şükrediniz. Bizim için böylesi daha hayırlıdır belki, bunu bilemeyiz. Mevla'mız günahlarımızı affeylesin inşallah.
...
Sizlerin sabredeceğini biliyorum. Eğer beni biraz seviyorsanız sakın ağlamayınız, üzülmeyiniz, Çünkü Peygamberimiz bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Ölümü üzerine yas tutulan kimse, kıyamet gününde bu yüzden azaba uğratılır."
...
Canım babacığım ve anneciğim, biliyorsunuz ki, babanın ve annenin hakkı evlatlar üzerinde çok büyüktür. Ben oğlunuzu bu yükten kurtarın ve hakkınızı helal ediniz ki, bizler de Mevla'mızın huzurunda perişan olmayalım.
....
Yüce Rabbimize kavuşuyoruz. Onun için bizler üzülmüyoruz. Sizler de üzülmeyin."

Aciz ve garip oğlunuz, SELÇUK DURACIK; Haziran 1983


SelcukDuracik2.jpg


*****************************************************************************************************



"Sevgili anneciğim ve babacığım, sizler beni bu yasa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz. Benim sizlere karşı islemiş olduğum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkinizi helal edin. Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkin ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış. Kader ne ise onu çekeceğiz. Ben de kardeşim Haydar gibi bir an önce Allah'ın huzuruna çıkacağım. Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah'ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah'tan bulsunlar. Sunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakindir. Zafer her zaman Allah'a inananlarındır.

Bunun için hiç üzülmeyin. Cenazemin arkasından ağlamayın, günahtır. Sizden ricam ağlamayın. Anne, sizlerle helalleşmek isterdim, fakat olmadı. Hakkim varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin.

Son olarak, abime, yengeme, yiyenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah'ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim."

Mustafa Pehlivanoğlu

mpahlivanoglu.jpg



**************************************************************************************************


"Hakime küfrettim. Hakim put! Vicdanı adaletin görkemli sarayından, sarayın mücerret bekçisinden, görünmez koruyucularından azade.. Kişiliği silik... Benim böylesi muğlak bir kişilikten ne alıp veremediğim var?

Baktı önündeki yazılı müeyyidelere, kırdı kalemi. Küçük dilinin dönmesi ile çıkardığı kahkahayı duydum. Onun haline güldüm. Güya sinsi gülüyor. O kim, bilmem ne maddesi kim? Her şeyin vasıta olduğu bu dünyada, oluşlara basamaklık edenlere kızmaya hiç gerek yok.

Doğru olan, gücün ve tedbirin kar etmediği yerde durup tevekkül etmek, her daim ona sığınmaktır. Karanlığı aydınlık bilmek, mutlu olmasını öğrenmektir. Her zaman ve mekanda Yüce Allah'a dayanmak biricik yol. Tabii yol bilene!

Allah'a iyi bir kul olmalıyım. Bütün uğraşım, çabam bu yönde olmalı. Şayet nasipse şahadet şerbeti içmek, beni bu mertebeye getiren mazimle övünmeliyim.
Şehid olmak her er kişiye nasip değil! Bil kıymetini! Bu büyük mertebeye ulaşmak için, Allah'ın sevgilisinden, Bedir harbine katılmak için izin isteyen sahabenin çırpınışları unutulur mu?
....

"Allah yolunda ölenleri ölü bilmeyiniz... Onlar diridirler!", "...Onlara cennet müjdelenmiştir."
Virajı dönmek ve has bahçesinin güllerini derlemek... Derleyeceğim renk renk gülleri sonra da koklayacağım doyasıya...

Ben ilk değilim. Uzayan zincirin bir halkası olacağım. Ardım sıra bu zincirin bir halkası olabilmek için didinenler, çalışanlar çok. Heyecanlı bekleşen kalabalık var.
Allah'ın eli! Bu davanın üzerinde... Tökezlemek, sürünmek, yakalanmak yok.
...
Anam köyde. Son günler sık sık rüyama girer oldu. Ağlamaz anam hep güler. Bir şehit anası olacak, keyfi bu yüzden. Heyecanı, gönlündeki haz ılıklığı bu sebepten...
Titrer anam, elleri ile bazı kereler yüzünü örter. Ben idam sehpasına yürürken anam karalar bağlamaz. Bilir, inanır ki, oğul ölmedi, yaşıyor. Bu dünya hancıların konakladığı bir misafirhane. Buradan göç eden bir başka alemde, ebedi yurt evinde yaşar. Anam yeşil yemenisini hiç başından eksik etmez. Allah örtünün dediği için örtünür. Anam ülkü sahibi yiğitleri över.

Babam da öyle. Babam süslü hayat yaşamak uğruna zillet, illete boyun eğen bel kıvıran, yılanlaşan insanları sevmez. Kötülerin baş düşmanıdır. İnsan Allah'a inanmadıkça, yüce ülküleri yakalamak için cehd ve gayret sarfetmedikçe o adama insan denmez.
Hele halife hiç denmez. Her adam insan değil, her insan da halife değil! Bu biline!
Sabırsızım, içimde sevinç coşkusu, kulaklarımda Kur'an kıratı... Ben uçmak istiyorum, uzaklara, pak mekanlara, gül ekenlere, çiçek dikenlere uçmak... Bükülmeyeceğim, kırılmayacağım. Bu emanet olan "ben"i yüce yaradanıma helali ile teslim edeceğim. Ölsem bile ölmeyeceğim. Varın siz anlayın!
....
Onun içindir ki, bu dava sönmez, bitmez, çapulcuların çökmesinden, kaçmasından etkilenmez... İlay-ı kelimetullah! diyen diller lal olmaz.
Allah diye inleyen güller solmaz. Tekbir getiren, tesbih eden güller solmaz. Susmayacak Hakk'ın dili!"

Ahmet KERSE

ahmet-kerse.jpg



*******************************************************************************************


"Bismillahirrahmanirrahim

Ol deyince bütün alemleri olduran, herşeyin sahibi ve mutlak hakimi Cenab-ı Rabbül alemine sonsuz hamd ve sena olsun. Selatü selam, alemlere rahmet olarak gönderilen Cenab-ı Allah'ın en sevdiği kulu ve Resul'u ümmeti olarak şereflendirdiğimiz "O" en güzele Hz. Muhammed (S.A.V) efendimize, sevgili ailen, ashabına, Saadet-i Kiram ve gönüller sultanı Şeyda (K.S) Hazretlerine cümle Evliyaya ve mü'minlere olsun inşallah.
Esselamün Aleykûm ve Rahmetullahi ve berakatühü. Pek muhterem abi ve dünya ukba kardeşlerimiz, gönüller dolusu sevgi, hürmet ve hasretle kucaklaşır muhabbetle büyüklerimizin ellerinden, küçüklerimizin gözlerinden öper aciz şahsımız ve ehl-i islâm hayır dualarınızı Cenab-ı Rabbül Alemin'den niyaz ederim.

Muhterem abilerimiz ve gardaşlarımız...

Bu aciz satırları yazmamızın gayesi sizle gönüllerde helâlleşmek içindir. Cümleniz hakkınızı helal edin hayır ve dualarınızı eksik etmeyin. Bizlerin varsa cümlenize hakkımız helal olsun. Rabbül Alemin takdiri böyleymiş. Elhamdülillah biz acizlere takdiri ilahisine rıza göstermeyi nasip etsin, Rabbül Alemin inşallah.

Bir haberde şöyle buyuruluyor: Ölüler için yapılan dualar nurdan tabaklarla onlara takdim olunur (Hadis-i Şerif)

Ölüye kendisinin üzerine yas tutulması sebebiyle kabirde azap olunur. (Hadis-i Şerif) imân sahibi Mevlamıza kavuşuncaya kadar rahata eremez.

Esselamün Aleykûm ve Rahmetullahi ve Berekatühü."

Halil Esendağ

HalilEsendag2.jpg


********************************************************************************************************

ŞEHİDLERİN YOLCULUKLARINA TANIK OLANLARA MUTİ OLUN-DİNLEYİN!

Beklediği an geldi, çattı, içi içine sığmıyor. Ahiret yurdunun merakı ve sırrı onu heyecana boğmuştur...
Merkez Kapalı Cezaevi'nin avlusunda yanan ampullerin şavkı bet ve nurdan nasipsiz... Bir adım ötesine ışık uzatmaktan aciz ampuller...
Uzun boy, geniş omuzlar, esmer ten, mutedil bir kalp.
Yürüyor silahlar arasında...
Dünü düşünüyor., dünün mutlu, mutsuz anlarını, vakalarını, insanlarını...
Bu mapus damında nice müslümanlar çile doldurdular.
Ve nice iman sahipleri inançları yüzünden urganda sallandılar... iskilipli Atıf Hocalar, Maşallahlar, imamlar, Memetler, Memetler... illâ da Memetler

Karanlık bir oda. Bir köşesine büzülmüş, ayakları karnına çekilmiş, nefes almakta güçlük çekiyor. Harap bir hane. Ev atadan yadigar. Duvarlarda, tavanlarda, halılarda kan var, şehidlerin kanı. Öyle hoppadan omuz vermedi bugünlere bu yapı. Ne simalar, ne rüzgarlar, ne yağmurlar, dolular gördü...
Evin dört yanı çevrilmiş. Yılanlar, çıyanlar, sıçanlar sıra sıra...
Bu zararlı mahlukatı izale etmek gerek. Aksi takdirde ev evlikten çıkacak, içindekiler kılık değiştirecek, hayvanlaşacaklar...
Kafası bulutların orta yerinde günlerce düşündü, aklı, görünüyordu...
Önünde, arkasında, yanında, yönünde zıplayan, çağıran, zehir akıtan mahlukatı göre göre tefekkür kapısında gözyaşları döktü.
Sonra da vardı bir karara: Teslim olmayacak, savaşacaktı...
Geçerli silahlarla ölüm dirim savaşma girdi. Vurdu, vuruldu, düştü, kalktı, süründü...
Netice: "Hayvanları Besleyenler Derneği" onu suçlu ilan etti.
Sandalyelere kurulu, kurul toplandı. Sonunda karar "saptandı."
HANÇER SAPLANACAKTI MAZLUMUN KALBİNE!
Kan aktı. Kanı hayvanatlar şarap sanıp kadehlere doldurdular ve şerefe kadeh kaldırdılar...
- Son bir arzun? Görevli soruyor.
O gülüyor, gözleri sonbaharın ilk turfandası olan üzüm tanesinin berraklığı ve parlaklığında...
Görevli kızdı:
- Arzunu sordum, sen gülüyorsun! Cevabı:
- Beni öldü bileceklere gülüyorum. Temizim, pakım,
Allah'ıma kavuşuyorum. Daha ne isteyeceğim? Hazırım ben.

Son sözün de mi yok? Yani annene, babana ve...
Kafası dik, göğsü çıkık, ağzı yarım açık:

- Vazifemizi yaptığımıza inanıyoruz. Ülkücünün kadir ve kıymeti ve ülkücünün nişanı pek yakındır Bu hakikati bütün insanlığa duyurunuz. İstediğim bu!
Bütün kafaların içinde dumanı kovuyor. Böylesi laflar da neyin sesi? Ölüme giden bir insan bu kadar metin, bu kadar serbest olabilir mi? Bu insana bu kuvveti veren kimdir, nerdedir?
Kafalardaki sual bu!
Karar yüzüne karşı okundu. Emir verildi:
- Girin kollarına!

Aniden geri döndü. Kızgın bir yüzü, çakmak çakmak gözleri ...

- Lüzum yoktur. Düğünüme gidecek kadar güçlüyüm, kuvvetliyim.
Durmuş kalpler, kar yağıyor lapa lapa. Rüzgarın uğultusu keşfi güç nağmeler türetti.
Korkunun yerini merak ve şaşkınlık almış. Kalplerde tekdir duygusu...
Allah'ın ayeti her yerde: "Allah yolunda ölenlere cennet vaadedilmiştir..."
Ağlayanlar var. Yüzünü başka yönlere çevirenler var.
Kalpleri kütük kütük yananlar var. Vakarlı duruşu ile onlara haykırıyor, Ali Bülent:
AĞLAMAYIN, BEN YENİDEN DOĞUYORUM!
Bu denli soğukkanlılık, bu denli itidal ve cesaret görülmüş şey değil.
Boynunda ip, ağzında imanı tasdik:
"EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RASULULLAH"
Bir yıldız kaydı gökyüzünden, diğer yıldızlar titreşimde.
Gökyüzünde bir tek parça bulut dahi yok. Lakin gökyüzü gürül gürül gürüldemekte. Ayın peçesi açılmış, ay kızgın!
Ağladı yıldızlar, sızladı ay!
Raporu tanzim eden eller titriyor, bir yıldızın, kayan bir şehidin cesaretinden...
Korkmuşlar.
Hikmeti istikbalde.
Gözlerinizi ileriye dikin. Şayet gözler yaşarmamışsa, derim ki, herkes akıttığı yaşların diyetini ödesin!
Ödemeli!
Başka bir yol yok. Felaha kavuşmanın yolu BİR Kurtuluş BİR de...
Naaşı, maaşlı ellerde. Onlar bile korkuyorlar... Toprağa değil, ahiret yurduna göçtü Ali Bülent...

Ali Bülen Orkan

aborkan.jpg
 
12 Eylül'e Sitem

Kolum, kanadım diyordum.
Sevdalanıp gidiyordum
Yurdum diye seviyordum
Yurdum, felaketim oldu.

Türküm! dedim, Türk'ü sevdim
Öğünen bir koca devdim
Volkandım, alev-alevdim
Kor'dum... felaketim oldu.

Kimisi Rus, kimisi Çin...
Uşağıydı; dedim niçin?
Bayrağıma selam için
Durdum... felaketim oldu.

Vatan millet idi tasam
Çiğnenmişti ana-yasam
Vuracaklardı vurmasam
Vurdum... felaketim oldu.

Neyim varsa birer birer
Tutup çarmıha gerdiler
Bozkurt'uma 'it' dediler
Kurdum... felaketim oldu.

Bu ahlaksız dubaraya,
Tarih 'mim' koysun buraya
Eylül darbesini hayra
Yordum... felaketim oldu.

Gönlümün yiğit beğiydi
Gözlerimin bebeğiydi...
Ona da mı nazar değdi
Merdim... felaketim oldu.

Tarafsızlık diye diye
Şu en soysuz haramiye
Başımızı vermek niye
Sordum... felaketim oldu.

Ben değildim esip-tozan
Kanlı kuyuları kazan
Bütün tuzakları bozan
Zordum... felaketim oldu.

Kolum, kanadım diyordum.
Sevdalanıp gidiyordum
Yurdum diye seviyordum
Yurdum, felaketim oldu.

Yavuz Bülent Bakiler
 
Başbuğ'dan 12 Eylül Şehitlerine

Senelerdir, devletin varligi, milletin birligi, vatanin bölünmezligi ugrunda, bu mukaddesleri yikmak için ugrasanlarla yaptiklari mücadelede binlerce memleket evladi kara topraga düstü, sehit oldular. Hayatlarinin baharinda, en güzel günlerinde kimi arkasinda anasini, babasini, kimi karisini, çocugunu, nisanlisini gözü yasli birakarak göçüp gittiler. Her biri içimizden bir parçayi kopartip aldi götürdü.

Suçlari neydi , günahlari neydi? Bu suçu günahi onlara kim kesmisti? Bir tek suçlari, bir tek günahlari vardi: Türk milletini seviyorlardi. Türk olmanin gururuyla doluydular, Türk gibi düsünüyorlardi,

Yüce dinleri Islam'in ahlak ve faziletini tasiyorlardi, Allah'a inaniyorlardi. Devletlerini yasatmak, ona uzanan ellerle mücadele etmek hayatlarinin manasiydi. Milleti böldürtmemek, vatanlarini parçalatmamak yegane gayeleriydi... Iste suçlari, iste günahlari... "Ben komünistim-Marksist-Leninist'im. Türk ve Islam degilim" diyenler ve onlarin arkasindaki dis düsmanlar ise, onlara bu suçu kesenler, bu günahi biçenlerdir.

Onlar hayatlari boyunca imkansizliklarla mücadele ettiler, iftiralarin, yalanlarin hedefi oldular, yilmadilar, mücadelelerini devam ettirdiler, ama hain ellerin siktigi kizil kursunlar onlari aramizdan aldi. Türk milliyetçiligi mücadelesinin atacagi her adimda, ileride mutlaka ulasacagimiz zafer günlerinde sehitlerimiz de bizimle olacaklardir. Çünkü sehitler ölmez...

Mukaddes dava yolunda topraga düsmüs bütün ülküdaslarimizi yetistiren analara, babalara, hocalara, arkada gözü yasli kardeslere, eslere, çocuklara Allah'tan sonsuz sabirlar diliyorum. Cenab-i Allah (c.c) bütün "' sehitlerimizin mekanini cennet eylesin ve onlardan razi olsun!..

Alparslan Türkeş
 
12 Eylül

Kaç yıl oldu 12 Eylül oldu olalı
İdareyi bu beyler ele aldı alalı
Senelerce dinledik tantanayı mavalı
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Seven sensin arkadaş sevenede karışmam
Alkışlayan alkışlar övenede karışmam
Önce sevip sonra diz dövenede karışmam
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Sahi ne için gelmişti 12 Eylül ne için?
Cümle alem bilir ki anarşi terör için
Hepsi yine tastamam buyrun burdan için
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Dün ülkücü vuranlar bugün asker vuruyor
Hemde tek tek değil cemse cemse kırıyor
Gün geçtikçe anarşi dahada azıyor
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Soruyorum 12 Eylül neye yaradı?
Herifler İstanbul'da karakolu taradı
Ülkücü'yü ezmekmiş bu beylerin muradı
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Güneydoğu kan gölü, kan ağlıyor taş toprak
Köyler yasa bürünmüş ırganmıyor dal yaprak
Ülkücü'de yok bundan sonra sen gör bak
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Ülkücü yok dediysem varım, varım ama sessizim
Ocağımı yıktılar yuvasızım, ıssızım
Bunlar ile helaya gidersem namussuzum
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

İkide bir denen şu, EŞKIYA KAZINACAK
Komünistde demezler dürzilere bak bak
Çünkü öyle deseler itibar sarsılacak
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Silahlar dağıtıldı tutuşunca etekler
Komünist gelecek diye bundan sonra kim bekler
Anlasın ülkücünün kıymetini köpekler
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Ne değişti heşerim, anarşi var terör var
Süleyman yokta, beslemesi Turgut var
Yeğen Yahya yerine Ağabeyi Korkut var
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Köşkün eski sahibi kim? Fahri Korutürk
Şimdi ki Türk de değil yarı hırvat yarı Türk
Gelen çoban oluyor, nasıl olsa sürü Türk
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Türk-İslam diyeni zulümle yıldırdılar
Milliyetçi Hareket koymayıp kaldırdılar
Bir iltica tutturup İslam'a saldırdılar
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Benim bacım türbanla mektebine gidemez
Onların ki çırçıplak hiç kimse bişey demez
Bizde mümin rum kadar hür ibadet edemez
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Neymişte Türkiye hızla gelişmiş hızla
Gelişmede ölçü ne? Ölcü çikita muzla
O zaman Uganda'da gelişme bizden fazla
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Dünya zaten devamlı gelişme halindedir
Bizde ki gelişmenin sürati, hızı nedir?
Adımız hala yine geri kalmış ülkedir
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Kandırdılar hemşerim kandırdılar vatanı
Yiyip içip ceplere indirdiler vatanı
Kel Ali'nin barına döndürdüler vatanı
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

İstatistik rapordur şimdi bakın şu işe
80'de 30bin'miş vesikalı ******
Şimdi tam çeyrek milyon, yayılmış kıyı köşe
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Vesikalı bu ise peki vesikasızı
Onlar hızlı sosyete dersem asarlar bizi
Kimi bakan dostudur, kimi Başkan kızı
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Allah zeval vermesin vatana ve millete
Benim sözüm 12 Eylül denen illete
Yapanları şikayet ediyorum millete
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Acım millet içindir, millet bilir acımı
Terk eyledim yurdumu, gardaşımı bacımı
Ben ölürsem oğluma miras koydum öcümü
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Sevmediğim gibide devamlı söveceğim.

Biliyorum bunlar tuzak kuracak
Bunlar Ozan Arif'i ya asıp ya vuracak
Asarlarsa son sözümü soracak
Ben 12 Eylül'ün nesini seveceğim
Yapana yaptırana iptede söveceğim...

*****Ozan ARİF*****

Hiç bir ihtilalci görülmemiştir ki;
Yıkmakta gösterdiği başarıyı yapmaktada göstermiş olsun.

==Abdülhamit HAN==
 
12 eylül Türk Gençliğine vurulmuş ağır darbedir ,kim ne derse desin gençliği birbirine düşüren ümmetçi zihniyete lanet olsun..şimdiki ümmmetçiler kimlik karmaşası çıkarttılar sonumuz hayrola........

menderes rahat yatıyormusun yerinde ,şimdi rahatmısın?
 
Ne Sizleri, Ne Kara Eylülleri Unutmadık...unutmak Ihanettir......
 
Bu bir nesildir sürekli,
Gözü pek çatal yürekli...
Zor günlerimde gerekli,
Tuğ gibi beş binim gitti!..




Türk Milletinin bekası için mücadele eden, canları pahasına da olsa bedel ödemekten çekinmeyen ve "gül bahçesi"ne girercesine toprağa düşen Ülkücü Şehitler`imizi kara 12 Eylül'ün 28. yıl dönümünde minnetle şükranla, duayla yaad ediyoruz.. İşkencehanelerde çile dolduran, sakat bırakılan istikbali karartılan gazilerimizi ve o destansı mücadelede çakıl taşı nispetinde dahi olsa emeği geçen bütün ağabeylerimizi minnetle anıyoruz.




Ülkücü olmanın zor, Ülkücü kalmanın daha da zor olduğu bu dönek dünyada Şehitlerimize ve gazilerimize layık bir hayat sürebilmeyi Cenab-ı Mevlam ülkücüyüm diyen herkese nasip etsin... 12 Eylül 1980 den bu güne koskoca 28 yıl geçti.. Bu geçen zaman içerisinde şehitlerimiz gibi hala zindanlarda yatan ve gurbette sürgünde bulunan ülkücüler unutuldu ülkücülerin her biri bir taraflara dağıldı... Edilen intikam yeminleri çerçeveletilip duvarlara asıldı!.. ve kan emici köpekler hayatlarına "nü" resim yaparak devam ediyorlar.. ve dünya hala dönüyor.. Biz inanıyoruz ki keser döner sap döner, gün gelir hesap döner! O keserin sapının gerçek dava adamlarının eline geçeceği günlerin özlemiyle çapraz biçilen isyanlarımıza rağmen, felce uğrayan beynimizin sağ yarısına rağmen "Yılgınlığa İnat" yolumuza devam ediyoruz..

Ülkücüler bu yüce milletin, bu asil milletin mihenk taşıdır. (Her ne kadar bu asil millet ülkücülerin kıymetini bilmese de) biz "her şeye rağmen" bu yüce milleti sevmeye, onun için mücadele etmeye ve gerektiğinde de "seve seve" ölmeye devam edeceğiz... Cenab-ı Allah bu millete hizmet etmek için Ülkücülere güç kuvvet ve yetki versin. Dün 12 Eylül`ün insafsız mahkemelerinin verdiği acımasız cezalar sonucu idam edilen şehitlerimizin, istikbali karartılan gazilerimizin ve geleceği filistin askılarında çarmıha gerilen gençliğimizin cuntacı katillerinden hesap sormayı bizlere nasip etsin. Bugün de oğullarına "gemicik" alarak, holdingler kurarak tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenlerin Şehit kanı ile sulanmış kutsal vatan toprağını küresel güçlere satan, "benim hırısızım senin hırsızından daha iyi" zihniyetini taşıyan hainlerin kafasına "Ülkümüz kurulmuş düzene kafa tutuşumuz, kurumuş kafalara balyoz vuruşumuzdur" nidalarıyla bir balyoz gibi inmeyi bizlere nasip etsin...

12 Eylül`ün 28. yılını intikam yeminleri ile andığımız şu mübarek günler yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Allah bizleri Şehitlerimizin Şefaatine nail etsin. Ülkücülerin birliğini, beraberliğini, kardeşliğini daim etsin.. Bu iman ordusunun neferlerini muzaffer eylesin.. "Ve tarih bir gün acz içinde kıvrana kıvrana inanmış bir Ülkücüden daha güçlü bir silahın keşfedilemeyeceğini yazmak zorunda kalacaktır" diyerek davalarına aşkla sarılan dava adamlarına selam olsun!..

Kan emici baykuşlar bir yol açtılar darağacına ve bu yoldan ölümlere gülerek yürüdü 8 yiğit, 8 kutlu yolbaşçı! Ve yemin ettik... Sekizlerin üstüne, kıyamda kısas bizim olacak!

Ahmet Kerse, Ali Bülent Orkan, Cengiz Baktemur, Cevdet Karakaş, Fikri Arıkan, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Mustafa Pehlivanoğlu ve isimleri unutulan kahramanlar ne sizi unutacağız, ne kahpe Eylülleri!..
 
Eylül Vurur!

EYLÜL VURUR...

Sardı beni Eylül havası
Sardı işte savurgan Eylül
Anlıyorum,
Kahpelikler Eylül’ü sever.
Ve gelecek her karanlık,
Eylül’ü bekler…
Anlıyorum,
Eylül vurur!


Bilir misiniz hiç bir şey acıtmamıştır canımı, gül yüzlü çocukların yokluğu kadar... Onlara bir şeyler öğretebilmek çabasındayken ya da en zor anlarda, geçmiş gelirdi aklıma, miras bildiğim geçmiş... Kimi gün güç verdiler, kimi gün sızı olup akamayan bir kaç damla yaş ve utandım çok kez onları anarken, sustum doğrusu bu diyerek...

Sonbaharı onca sevmeme rağmen acıdır bende Eylül'ün adı. Neden mi? Çünkü Eylül vurur! Ak alınları toprağa düşüren, yirmilik ömürlere bedel biçen, ölüm üzerine kurtuluş vaat eden Eylül vurur! Kenan`lı zamanlarda yitirilmiş koca bir nesil Eylül`den bize yadigâr. Ne makam, ne mal telaşı... Bir candı sermayeleri, tabutluklardan gelmişti mazileri, Mamak`larda bitecekti hayat çizgileri.

Allah davasında içteki hainlere karşı önce bir avuç Türk milliyetçisi... Son baştan bellidir aslında, kalem zaten kırıktır, bir oyundu yaşanan, ölüm sahnesiydi eksik kalan... Dimdik çıktılar sehpalara çirkef cellâtlar inadına... Kimbilir bahtsız olan hangi nesil ya da yüreksiz olan... Benim bir cevabım var kendi nefis muhasebemde sizlerin de vardır elbet, benimki bana, sizinki size kalsın. Yalnız şu isimler kazınsın beyinlerinize; Ruhi Kılıçkıran'la başlayan kervanın bayraklaşan sekiz yiğidi, sekiz infazı, Eylül`ün vurduğu yolbaşçılardan yalnızca sekizinin ismi:

ALİ BÜLENT ORKAN
MUSTAFA PEHLİVANOĞLU
FİKRİ ARIKAN
HALİL ESENDAĞ
SELÇUK DURACIK
AHMET KERSE
CEVDET KARAKAŞ
CENGİZ BAKTEMUR

Sanmayın göçüp gittiler, hepsi aramızda, unutmadık unutturmayacağız. 'Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyiniz. Bilakis, onlar diridirler. Fakat siz göremezsiniz.(Bakara-154) Son olarak VAR OLACAĞIZ EYLÜLLERİN İNADINA! Unutturmaya çalışanlara inat.

İlk aklıma gelen Ülkücü kalemlerden Zihni Açba, Recep Küçükizsiz, Süleyman Kalaycı, Yusuf Ziya Arpacık ve isimlerini anamadığım, bizlere kahpe Eylülleri anlatan herkesten Allah razı olsun...

VATAN ONUN İÇİN SAVAŞAN, ONU SEVDALISI YAPAN, TAŞIDIĞI DEĞERİ HİSSEDENLERİNDİR!

VATAN ELBET, ELBET ONU SAHİPLENENLERİNDİR!

Tüm Eylül çiçeklerinin ruhları şad olsun... Her daim dua, sevgi ve muhabbetle…

S. Dilek Demir
 
Şafaklara kıyıp, ne varsa söndüreyim! Beni bağrıma, bağrımı kabrime döndüreyim! Anneler ağlamasın, Bir daha "Kara Eylül"ler olmasın!...(İhsan Barutçu) ...
 
Geri
Üst