emrah1607
Banned
MHP VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR" MAHKEMELERİ VE SANIKLARI
BAŞBUĞ TÜRKEŞ VE ÜLKÜCÜLER, 19 AĞUSTOS 1981 GÜNÜ ADINA "MHP VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR DAVASI" DENİLEN İÇİ TAMAMEN YALAN VE İFTİRALARLA DOLDURULARAK, 220'SİNİN İDAMI İSTENEN BİR İDDİANAME İLE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ İÇİNDE YUVALANMIŞ "OUR BOYS" CUNTASININ KURDUĞU MAHKEMELERDE YARGILANMAYA BAŞLADILAR.
3.MAYIS.1944'TEN SONRA, CUMHURİYET TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK MİLLİYETÇİ KATLİAMININ YAPILMAYA BAŞLADIĞI GÜNDÜR 19.AĞUSTOS...
YAPACAKLARI DARBEYİ HAKLI SEBEPLERE DAYANDIRABİLMEK İÇİN DEVLETİN BÜTÜN EMNİYET GÜÇLERİNİ BLOKE EDEREK OLUK GİBİ ÜLKÜCÜ KANININ AKMASINA SEBEP OLANLAR, KANLARINI İÇMEYE DOYAMADIKLARI ÜLKÜCÜLERİ DARAĞAÇLARINDA SALLANDIRMAK SURETİYLE EFENDİLERİNE HİZMET ETTİKLERİ GİBİ SADİST RUHLARINI DA TATMİN ETTİLER.
ASKERİ DARBECİLERİN, BİR AVUÇ ÜLKÜCÜNÜN ŞAHSINDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ YARGILAMAYA BAŞLADIKLARI GÜN
TARİH : 19.AĞUSTOS.1981
SUÇLANAN: MHP VE ÜLKÜCÜ YAN KURULUŞLAR
SUÇ: Anayasal düzenin, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak; TCK'nın 149. ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet oluşturmak"
SUÇLAYAN: Ankara, Çankırı, Kastamonu İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı
İDDİANAME TARİHİ: 29 Nisan 1981
MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'Nİ VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLARI "FAŞİST DEVLET DÜZENİ KURMAK İSTİYORLAR" DİYE SUÇLAYAN, ASKERİ DİKTATÖRLER, HAZIRLATTIKLARI BU İDDİANAME İLE BAŞBUĞ DAHİL 220 ÜLKÜCÜNÜN KELLESİNİ İSTEMİŞLERDİ.
İŞTE İDDİANAMEYİ HAZIRLAYANLAR, C-5' TE ÜLKÜCÜLERE İŞKENCE YAPTIRANLAR...
Başsavcı: NURETTİN SOYER (Albay)
Savcı: ENİS TUNGA (Yarbay)
Savcı: ERKAN BAŞEREN (Binbaşı)
Savcı: OKAN YALÇINKAYA (Yüzbaşı)
Savcı: FAHRETTİN DEMİRAĞ (Yüzbaşı)
Savcı: NİHAT DEMİREL (Üstteğmen)
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi Başkanlığı'na
Dosya Nu: 1981/176
İfade Sahibi.....: Alparslan Türkeş.
Suç..................: TCK'nun 146/1. maddesinin ihlâli.
Konu................: Sorgulama ifadesi Hk.
Hâdise.............: Bir siyasî dâvanın, idam talebiyle yargılanan bir numaralı sanığı olarak burada bulunuyorum. Hakkımızdaki iddianameyi dinledik. Taleb edilen cezaları öğrendik. Şimdi de usûl gereği bize söz verilmiş bulunuyor.
Her safhasını ve bütün unsurlarıyla bu dâvanın -başta biz sanıklar olmak üzere, hâkim ve savcılardan cezaevi ve inzibat görevlilerine ve Millî Güvenlik Konseyi üyelerine kadar irâdesi ve rolü bulunan herkes dâhil- gerek şahıslarımız, gerekse devlet ve milletimizin açısından son derece ehemmiyetli olduğu kanaatindeyim. Bu dâva dolayısıyla burada Türk milletinin yakın geçmişi, hâli hâzırı ve geleceği tartışılacaktır. Bu dâvanın bugüne kadarki ve bundan sonraki safhalarında ortaya çıkmış ve çıkacak bütün neticeler, müşahede konusu olmuş ve olacak her türlü tutum, hâl ve hareketler ve dâva sonunda tesis olunacak nihaî hükümler, Türk devletinin dayandığı temel ve esas değerlerle, müesseselerinin işleyişiyle, hedef ve istikametleriyle doğrudan ilgilidir.
Bu dâva, Türk milletinin her türlü düşman taarruzuna karşı en büyük silâhı ve gücü olan millî birlik ve beraberliğimizle, millî güvenlik ve savunmamızla da doğrudan doğruya ilgilidir. Bunu söylerken asla mübalağa etmiyorum. Bu mahkemenin, bütün safhalarıyla, bugünkü nesilleri, yaşayan insanlarımızı olduğu kadar, gelecek nesillerimizi de yakından alâkadar edeceği muhakkaktır. Mücerret adalet açısından yargı organlarına intikal eden her dâva ehemmiyetlidir. Resmî kabullere göre mensup, taraftar ve sempatizanlarını iki milyon olarak ifâde edebilen, millî ve milliyetçi bir partinin, genel başkanından itibaren bütün organlarıyla ve idârecileriyle dünyâ adalet tarihinde görülmemiş bir sayıda -ikiyüzyirmi- idam istenerek yargılanması ve herhalde adalet terazisinde hassas tartılması gereken farklı bir ağırlık teşkil edecektir.
İslâmî, insanî, millî ve medenî bir prensip olarak milletimizle birlikte biz imân etmişizdir ki, "adalet mülkün temelidir". Zulme sapan, adalete gölge düşüren, mülkün, yâni devletin temellerine dinamit koymuş olur. Adaleti çiğneyen insaniyeti çiğnemiş olur, İslâmiyeti çiğnemiş olur! Zulüm ve adaletsizlik herşeyden önce Allah'a isyandır. İnancı olmayanlar, kalbi mühürlü ve küfürle kararmış olanlar bilmeseler ve inanmasalar da, Büyük Türk Milleti böyle bir isyanı bağışlamaz. Türk milletini zulümle idare etmenin, adaletsizliğe razı ve râm etmenin imkânı yoktur. Milletimizden aldığımız bu ilham ve inançladır ki, biz, her zaman ve her yerde "lekesiz ve gölgesiz bir adaletin" savunucusu olmuşuzdur. Mücâdelesini yaptığımız değerlerin başında "lekesiz ve gölgesiz bir adalet" şiarı yer almıştır. Hakka riâyet ve adaletle hükmetmek de şahıslarımızı çok aşan, millî, insanî ve ilâhî bir mes'uliyet davasıdır.
Ben meseleyi bu ölçüde şümullü ve ehemmiyetli gördüğüm için konuşmak istiyorum. Şuriü olanca sadeliği ile ifâde etmek isterim ki, ne vicdanen, ne de kanunen kendimi suçlu hissediyorum. Bu bakımdan da uzun uzadıya şahsımı savunmak ihtiyâcında ve telâşında değilim. Esasen iddianame diye ortaya konulan metin, her bakımdan o kadar gayrı ciddi ki, talebi idam da olsa, böyle bir metin karşısında, insan sâdece şahsını düşünerek savunma yapmaya tenezzül etmez. Yoktan yok çıkar; mevcut olmamış, hiçbir zaman işlenmemiş suçun iddianamesi de herhalde böyle olacaktır. Bu iddianame şahsım itibariyle yok hükmündedir! beni konuşmaya sevk eden husus, ne ceza korkusu, ne muhtemel bir cezadan kurtulma gayret ve ümididir.
Allah nasîb ettiği için, çok genç yaşlardan itibaren Türk milliyetçiliği gibi bir dâvanın mensubu oldum. Ömrümü dâvama adanmış olarak geçirdim. Yine Allah nasîb ettiği için bu mukaddes ve mübarek dâvanın siyâsî aksiyon plânında lidediğini, bayraktarlığını yaptım. 64 yaşındayım. Benim ayrıca anlatmama lüzum yok; hepiniz biliyorsunuz, herkes biliyor ki, bu dünyâda fânî bir beşer için tatmin sebebi sayılan ikbâlin en üst kademelerini gördüm. Mükerreren idbârı da gördüm, yaşadım. Siviliyle, askerîsiyle mahkemelere de girdim çıktım. Tecrübem az sayılmaz. Bu dünyâda iyiden kötüden birçok şeyi tartıp çekmek, değerli olan nedir, değersiz olan nedir, bunlar üzerinde düşünmek fırsatını buldum. Dolu dolu yaşanmış bir ömrün şu merhalesinde, inanç ve prensiplerimden, şeref ve haysiyetimden, uğruna ömrümü ve bütün varlığımı adayıp harcadığım Türk milliyetçiliği dâvasından daha ehemmiyetli, tamah etmeye, tenezzül etmeye, peşinde koşup yorulmaya değer bir şey olduğuna inanmıyorum.
Elhamdülillah, inanmış, samîmî bir müslümanım; fânîlik hissine âşinâyım, dünyânın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu ânda burada bulunuşumuz da inanıyorum ki, her şeyden önce, bir kader tecellîsidir, ilâhî bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasîb etmesini Cenâb-ı Allah'tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah'tandır... Bir askerî mahkeme huzurunda olduğumu biliyorum. Bu vaziyetin gerektirdiği dikkat ve nezâket içinde olmaya çalışacağım. Ancak şunu bilesiniz ki, konuşmamın birinci sâiki, bu mahkemenin vereceği karâra tesir etmek, mahkemeden kendi lehimize bir karar istihsâline çalışmak olmayacaktır.
Şahsım itibariyle bu mahkemeden sâdır olacak her türlü karar bence müsavidir. Konuşmama "Şahsım için netice ne olacak?" endişesi yön verecek değildir. Ben burada, önce Allah'ın huzurunda, sonra târihin ve milletimin huzurunda olduğumu bilmenin huşûu, mes'uliyet ve vekarı içinde konuşacağım. Burada bir hesap görülecektir, benim için de bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve târihe vereceğim. Gayet açıklıkla söyliyeyim ki, Türk milletinin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve târihin hükmü, bana göre, mahkemenizin tesis edeceği hükümden çok önde gelir.
Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes Türk milliyetçiliği dâvası uğrunda, komünist ve bölücü hâinlerin kurşunlanyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran'dan Gün Sazak'a kadar şehit evlât ve kardeşlerimin rûhâniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzib etmiyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üçbinaltıyüz can, bu hak bildiğimiz yolda "vatan-millet-din ve devlet" uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şâhitlerimizdir. Yarın huzur-ı ilâhîde de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır... Onların huzurunda, onlar için konuşacağım! Ebed-müdded olan Türk devletine; kıyamete kadar hür, müstakil, mes'ud ve müreffeh yaşamasını, her gayeden aziz bildiğimiz Büyük Türk Milletine bugüne kadar hizmet etmiş ve etmekte olanlar için; yarın aynı yolda, aynı heyecan ve şuurla bu kutsal hizmetin bayrağını taşıyacak olanlar için konuşacağım! Milletim aldatılmasın, şaşırtılmasın; milletim gerçeği bilsin diye konuşacağım!
Huzur-ı ilâhîye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endîşeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşerî kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyâcım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakîkat nâmınadır; yalnız mülkün'temeli olan adalet nâmınadır, yalnız milletim ve devletim içindir...
Sizlerden bir tek ricam var: Sözlerimi kesmeden sonuna kadar dinleyiniz. Sormaya hazırlandığınız veya bilâhare sormak isteyeceğiniz birçok suâlin ve iddianamede ortaya konulan itham ve isnadların cevaplarını, tahmin ediyorum ki konuşmamın bütünlüğü içinde almış olacaksınız. Karşınızda sizlerin şu ânda tanidığınız üniformayı 37 yıl şerefle taşımış, Millî Birlik Komitesi üyeliği, parti genel başkanlığı, başbakan yardımcılığı yapmış, Türkiye'nin son yirmi yıllık târihi içinde emsali görülmedik düşmanlıkların ve emsalsiz sevgi ve bağlılıkların hedefi olmuş, bu dünyânın bin türlü kahır ve mihnetinden geçmiş bir insan konuşuyor.
Sabırla dinlediğiniz takdirde, hem vazifenizi yapmış olursunuz, hem de ümid ediyorum ki, şahsen istifâdeniz olur. Çünkü konuşacağımız meseleler, yalnız şu ânı, sizi bizi değil, Türk milletinin gelecek bütün zamanlarını ve nesillerini de çok yakından ilgilendirecek hayatî ehemmiyette meselelerdir.
KARA EYLÜL ÇETESİ... DALTON KARDEŞLER...
"11 Eylül 1980 saat 23.00 suları; Küçükesat'taki Büyükelçi Sokağına giren mavi renkli Ford 20M Bülten Sokak kavşağına yaklaşınca sağa çekti ve durdu. Karşı sıranın birkaç apartman ilerisinde bir giriş katının perdeleri kıpırdadı. Yaşlı ford biraz sonra içindeki iki kişiyle Akay Yokuşu'ndan iniyordu. O zamanlar Necatibey Caddesi'nde olan TEK Genel Müdürlüğü'nün önüne geldiklerinde durdular. Arabadan inen "bürokrat" içeri girdi ve ekibin hazır olup olmadığını kontrol etti.
Ekibi taşıyan kamyonetin TEK binasından ayrılmasından bir saat sonra Bahçelievler'deki MHP Genel Merkezi'nin bulunduğu bölgenin ışıkları birden söndü. Saat 02.30'du. ihtilal anonsu daha yapılmamıştı. Aynı saatlerde Bolu'daki komando tugayının Ankara'ya gönderilmiş olan taburundan bir "özel tim" Mamak nizamiyesinden dışarı çıktı. Hedefi Bahçelievler'di. O gece elektriklerin birden nasıl kesiverildiği hala bir sır konusu... 12 Eylülcülere göre elektrik kesintilerinin sebebi bir tankın telsiz antenin elektrik teline çarpması sonucu meydana gelen bir teknik arıza. (1)
Ve senaryo böyle uygulanmaya başlıyordu... Saltık, Soyer, Özer üçlüsünün MHP ve Ülkücü Hareket'e yönelik planlı ve programlı çalışmaları doğrultusunda emirleri altındaki özel güçler devreye sokuldu ve karanlık MHP baskını böyle başlamıştı. 1978 yılında CHP iktidarı tarafından MHP aleyhine kurdurulan Pol-Der'li işkenceci özel timler 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bünyesinde yer alan Başsavcı Nurettin Soyer'in emrinde darbenin yapıldığı gece kanunsuz bir şekilde MHP Genel Merkezi'ni bastılar, binada bulunan Gençlik Kolları Genel Başkan Vekili İsmet Mirzaoğlu ve Gençlik Kolları mensuplarından Osman Yurt ile birlikte 8 ülkücü genç gözaltına alındı.
Hiçbir siyasi parti MHP hariç ihtilal gecesi aranmadı ve basılmadı. Siyasi partilerin aranması ancak MGK'den çıkan bir emir doğrultusunda olurdu. Konseyin MHP'nin basılmasıyla ilgili herhangi bir yazılı emri yoktu. Ancak bu emir ihtilal sabahı verildi. MHP ile birlikte bütün siyasi partilerin de arama saati 10.00 olarak belirlenmişti.
Konseyin komutanlıklara hitaben siyasi partilerin aranması ile ilgili yazılı emri yayınladıktan sonra savcılar bütün partileri aramaya sabah saat 10.00'da başlamıştı. Ama MHP gece saat 2.30'da asker, polis karışımı özel timler tarafindan basıldı. MHP Genel Merkezi'nin baskınında başta Nurettin Soyer olmak üzere Pol-Der'li Zeki Kaman ve Dürüst Oktay gibi özel tim görevlilerinin bulunması da bu baskının gerçek amacını ortaya koyuyordu.
Konseyin yazılı talimatı üzerine komutanlıklara ulaşan emir doğrultusunda dönemin Ankara Sıkıyönetim Savcısı Nurettin Soyer, sabat saat 8.30'da savcılar binasına telefon ederek hepsinin Sıkıyönetim Komutanlığı'nın karargahına gelmesini istiyordıı ve partilerin emir aldığını söylüyor, şifahi emir veriyordıı savcılara. Ancak saat 8.30'dan sonra savcılar partileri aramaya resmi ve meşru kaynağa dayanarak gidebiliyorlardı. Ama her nedense MHP gece saat 2.30'da aranıyordu.
MHP ile ilgili görevlendirilen savcıların saat 10:00 dan sonra geldikleri MHP Genel Merkezi, onların haberi bile yokken ihtilal gecesi Nurettin Soyer tarafından önceden görevlendirilen yüzbaşı Serdar Akyaza ve komiser muavini Necmettin Esen komutasındaki ekipler tarafından aranıyordu. Arama işlemleri esnasında Genel Merkez'de gençlik kollarının 2 gün sonraki kurultayını yapmak için çalışmalar yapan gençlik kolları başkan vekili İsmet Mirzaoğlu ile birlikte 8 ülkücü genç vardı. Fakat arama işlemleri sırasında kanunen bu gençlerin de bulunması gerekirken ülkücü gençler bir odaya kapatılarak arama işlemlerine katılmaları engelleniyordu. Böylece MHP aleyhine suç unsuru olarak gösterilecek olan deliller ortaya çıkartılmaya çalışılacaktı.
Genel Merkez'deki arama çalışmaları sadece 12 Eylül gecesiyle de kalmayacak, bu aramalardan herhangi bir netice elde edemeyen karanlık güçler arama işlemlerini 12 Eylül'den 8 Ekim tarihine kadar sistemli bir şekilde sürdüreceklerdi. Her arama işlemlerinden sonra MHP ile hiç alakası olmayan çok önceden organize edilen bir takım suç unsurları MHP'de bulunmuş gibi gösterilip cuntacıların MHP aleyhine yapacakları düzenlemelere delil oluşturacaktı.
MHP Genel Merkezi'ne gece gelerek her türlü arama ve tarama işlerini yaparak kamuoyunda MHP'yi suçlu duruma düşürmek için çeşitli silahları MHP Genel Merkezi'nde bulunmuştur diyerek konseye yaranmak isteyen Nurettin Soyer zihniyetinin tek amaçları Milliyetçi Hareketi cuntanın mahkemelerinde yargılamaktı.
MHP Genel Merkezi aranırken, arama ile ilgili zabıt defterinin tutulması ve arama sona erdiğinde kapatılıp, mühürlenmesi işlemi yapılmadı. Aramaya maruz kalan MHP binasının sorumlularına verilmesi icab eden arama evrakları ve belgeleri verilmedi. Ve verilmeyiş sebepleri de hiç bir zaman açıklanmadı, açıklanamazdı da... Çünkü bu belgeler MHP sorumlularına verilmiş olsaydı, bunlar "MHP'deki aramada nelerin bulunmadığına dair belgeler" olacaktı.
Belgelerin verilmediği dönemde ülkücü hareket düşmanı malum basın devreye sokuldu. Ve arama sonuçları bire bin katılarak kamuoyuna yansıtıldı. Aramaya tabi tutulacak yerin sahibi veya eşyanın zilyedinin aramada hazır bulundurulmasına dair amir hüküm açıkça çiğnendi ve hiçbir MHP sorumlusu arama mahalline çağrılmadı. Askeri savcı 12 Eylül Mahkemelerinde MHP genel nıuhasibinin çağrılmış olduğunu fakat gelmediğini iddia etti. Bu da tamamen gerçeklere aykırı idi. Çünkü genel muhasip Mehmet Doğan kendisine böyle bir çağrının yapılmadığını mahkemede açıkça ifade etmişti.
MHP hakkında başlayacak olan tahkikatın iç yüzü burada ortaya çıkacaktı. Millî Güvenlik Konseyi'ni MHP aleyhine dava açılması noktasında etkileyen sebeplerin başında sözde arama çalışmaları esnasında 6 sayfa fotoğraf ve 2 sayfalık isim listesinin etkisi olmuştu. Özellikle fotoğraflarda kime ait olduğu belli olmayan silahların MHP'den çıkmış gibi gösterilmesi planlı olarak yapılan bir aldatmacaydı.
12 Eylül döneminde Ankara Sıkıyönetim Komutanı olan Recep Ergun bile kendisine bağlı olan Nurettin Soyer'in tamamen MHP ve ülkücüler aleyhine yapmış olduğu faaliyetlerden rahatsızlığını ve MHP ile ilgili yapılan illegal ııygulamaların perde arkasını şöyle anlatıyor:
"Siyasi partiler hakkında soruşturma açılması için emir verme yetkim yoktu.
12 Eylül günü, talî bölge sıkıyönetim komutanlığı yapan bir general telefon ederek Bahçelievler'deki MHP Gençlik Kolları Genel Merkezi'nin alt katının hastane olarak kullanıldığını Adlî Müşavirliğe bildirdi. Belirtilen adrese bir savcı gönderilmesi istenmiş, ancak Başsavcı Nurettin Soyer "kanunsuz olarak, MHP Genel Merkezi'ni aramış."
Emekli Orgeneral Recep Ergun daha sonra Sıkıyönetim Tali Bölge Komutanlığı yapan Korgeneral'le konuştum bana böyle bir telefondan haberi olmadığını, Bahçelievler semtini de çok iyi aradıklarını, böyle bir hastanenin bulunmadığının kesin olduğunu bildirerek, "Burada çeşitli ihtimaller akla geliyor. Belki de Nurettin Soyer, kendisi Korgeneral adına telefon edip mizansen hazırlamış ve ihbarda bulunmuştu" dedi.
"10 Ekim 1980 tarihine kadar Sıkıyönetim Komutanlıklarının 1402 sayılı kanıın gereği siyasi partiler hakkında soruşturma açma yetkisi yoktu. 12 Eylül'de Talî Bölge Komutanlığı, telefonla Adli Müşavirliği arayarak, "Bahçelievler'de, MHP Gençlik Kolları binası içerisinde tedavi gören insanlar var, bir savcı gelsin burayı incelesin ihbarında bulundu.
Bu ihbar üzerine bahsedilen yere bir savcı gönderilmesi istendi. Savcı arkadaşımız, dediğimiz yeri bırakıp gitmiş MHP Genel Merkezi'ne el koyup, aramış, üstelik yetkisi olmadığı halde, Bizim MHP Genel Merkezi'ne gittiğinden haberimiz yoktu. Söylediğimiz yer asla MHP Genel Merkezi değildi."
"Savcılık yeddiemininde bulunan 30 kadar silah kaybolmuştu. Suç unsuruydu aynı zamanda bunlar. Nurettin Soyer, bu 30 tabancayı kaybetti. Müfettiş istedim, geldi, ne yaptı bilemiyorum. Galiba hiç birşey yapmadı. Ama ben mecburum bunu gerekli mercilere intikal ettirmeye. Zira bu 30 silah olaylardan gelmişti, suç deliliydi. Hepsi kayıp oldu, Nurettin Soyer'in sorumluluğundaydı bu silahlar. Kayboldular. Bütün silahlar sol örgütlerden toplanmıştı."
Daha ne kadar yalanlar çıkacak bilmiyorum ama bir laf vardır, "Deveye boynun niye eğri demişler de, nerem doğru ki demiş"... Nurettin Soyer'in iddialarında hiçbir düzgün, doğru ifade yoktur. Bakın size şöyle anlatayım: "12 Eylül sabahı şifahi emir aldım. MHP parti merkezini araştırınaya gittim." diyor. Şimdi değil 12 Eylül sabahı, 10 Ekim'e kadar sıkıyönetim komutanlıklarının 1402 sayılı kanun gereği siyasi partiler hakkında soruşturma açmaya yetkisi yoktur. Biraz da, tahmin ederim ki, bu kişinin yaptığı baskı sonucu 10 Ekim'de bu kanun çıkmıştır. (Emrivaki sonııcu). Zira sıkıyönetimin esprisinde parti yoktur. Ne yapılmıştır, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştur, hukuki varlıkları devam ediyordu; parti başkanları vardı, Genel İdare Kurulu vardı, feshedilme olayı hele hiç yoktu. Feshedilme olayı bir, iki sene sonra olmuştur. 12 Eylül'den 10 Ekim'e kadar, kanuni düzene göre siyasi partiler hakkında kanuni işlem yapmaya tek yetkili Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Başsavcısıydı. Eğer ben, bırakın aklı başında olmayı, cinnet dahi geçirip de böyle bir emir versem, kendisinin bir hukukçu olarak "Aman efendim bu bizim yetkimiz dışı, ben nasıl giderim, ben nasıl btı işi yaparım" demesi gerekir.
O çok öğündüğü "ben çok müstakil bir hakimim, ben burnumdan kıl aldırmam" diyen bu adamın, böyle emir alması durumunda karşı çıkması gerekirdi. Kaldı ki, tersine konuşuyor şimdi, "Ben ısrarla yazılı emir istedim, bana vermedi" diyor. Bir kere Cumhuriyet savcısının bana soruşturma emri ver diye gelip komutanı zorlaması veyahut bir askeri savcının zorlaması kanunlara aykırıdır. Sıkıyönetim komutanının yetkisi dışardan gördüğünüz gibi, büyük değildir. Yetkisi herhangi bir suç olayını görünce "Burada bir suç görüyorum bakar mısınız?" diyerek bir ihbar, bir ikaz yazısı göndermesidir. Savcı bunu ister kullanır, ister kullanmaz, kullanmazsa niye kullanmadın demeye dahi benim kanuni hakkım yoktur.
Daha o devirde bir suç içinde olduğunu itiraf ediyor. Ve ben şaşırıyorum, bilmiyor farkında değil, yaptığı suçu konuşuyor diyorum ben...
O dönemde binbir meselem vardı adli müşavirim bunun manasız olduğunu (kanuna aykırı olduğunu) bildiği için bana onun tarafından yapılmış bir yazılı müracaat göndermemiş olabilir. Çünkü yazılar benim önüme gelmez. Onun yazdığı yazılar yanımda bulunan yakası terazili, ondan daha seçkin hakimler kadrosunun önüne gelir. Bana hukuki yolları gösteren kadromun... Benim kadrom okumuştur onun vazılarını belki de bir tarafa koymuştur, böyle birşey olmaz diye... Ve bana göstermemiştir, zira ben böyle bir yazı görmedim. Kesin biliyorum, zaten kanun gereği böyle bir istekte bulunamaz.
Üç sene beraber olmamıza rağmen ben bu arkadaşı üç defa ya gördüm ya görmedim. Çünkü kanunlarımız çok açıktır, yalnız ayda bir defa mahkemelerin seyri hakkında savcılar heyetinden bilgi alırım ve benden bir istekleri var mı, benim yapacağım eksik kalmış bir hizmet var mı bunu sorarım. Hiçbir zaman özel olarak Nurettin Soyer ile görüşmedim ve yanıma dahi çağırmadım. Bakın size enteresan bir hadise anlatayım. Şu anda vazifeli bir korgeneral arkadaşım (12 Eylül'de Tali Bölge Komutanı idi) telefonla sanırım adli müşavirimi aradı ve "Efendim, Bahçelievler'de MHP Gençlik Kolları binası içerisinde tedavi gören, burası hastane olmadığı halde tedavi gören insanlar var, bir savcı gelsin bunu incelesin" ihbarında bulundu. Adli müşavirime, "Söyleyin, başsavcıya, oraya bir savcı göndersin bakalım, olay neymiş baksın" dedim. Olay budur.
- Bu soruşturma olayı değildi, daha önceki bir zamanda silahlı çatışmalar yapmış ve hastaneyi hizmete sokmuş insanlar varsa, belki suçlu buluruz diye oraya savcı gitsin baksın dedim. Yalnız savcı arkadaşımızı Nurettin Soyer, dediğimiz yeri bırakıp, gitmiş MHP Genel Merkezine ve MHP Genel Merkezi'ne el koyup, aramış. Üstelik yetkisi olmadığı halde. Ve bizim MHP Genel Merkezine gittiği konusunda hiçbir bilgimiz yok. Söylediğimiz yer MHP Genel Merkezi asla değildi.
"Adli müşavirime telefon açarak yaralıların tedavi edildiği konusunda ihbarda bulunan korgeneral arkadaşımla telefonla görüştüm. Kendisinin bıı konuda hiçbir ihbarda bulunmadığını ve kastedilen bölgede çok iyi incelemeler yaptıklarını belirterek o bölgede, o tarihte hiçbir yaralının gizli tedavi görmediğini açıkladı. Burada çeşitli ihtimaller akla geliyor. Belki de Nurettin Soyer, kendisi korgeneral adına telefon açıp mizansen hazırlamış ve ihbarda bulunmuştur.
Bu olay, bir ay sonra ancak olabilirdi. Zira AP ve CHP'nin binalarının araştırılması Ekim'de, o kanun çıktıktan sonra, Ekim sonu, Kasım başında yapılmıştır. Nurettin Soyer ile karşı karşıya gelmedik ki, bana diğer partileri de araştırmak gerektiğini söyleyebilsin. Böyle birşey yok. Bunun şahitleri var. Şu konııştııklarımın hepsinin şahitleri de, evrakı da var...
- Nıırettin Soyer'in MHP Genel Merkezi'nde araştırma yapması kanuna aykırıdır.
- MHP'nin aranması sırasında Alparslan Türkeş'in kasasından çıkan belgeleri gördüğüm iddiası, hilaf-ı hakikattır... Ertesi gün (MHP Genel Merkezi'nin arandığı gecenin ertesi günü) Genelkurmay'dan çağırdılar. Gittim baktım Nurettin Soyer orada oturuyor. Beni görmedi ve bana değil oradaki bazı yetkililere, "Büyük suçlar tesbit ettim, soruşturma açacağım" diyordu. Bana döndüler, soruşturma emri verecek misin dediler. Kanuni olarak bu emri vermeye yetkim yok dedim. Bu konu, kanuni olarak beni ilgilendirmez. Bu konu 1402'ye girmez. Bu konu siyasi parti konusudıır, siyasi partiye ait kanun dışı işlemleri benim takip etmem için ya 1402 sayılı kanunun değişmesi lazım veya bu arkadaşın Cumhuriyet Başsavcısı'na evrakını vermesi lazım, zira şu andaki kanun bunu gerektiriyor dedim. Ben bunu söyleyince Nurettin Soyer'in tepkisi, "Ben bunu yaparım" şeklinde oldu. "Bana göre yapamazsın" dedim ve çıktım.
- Kanun gereği şifahi emir dahi vermeye yetkim yoktu."(2)
Savcı Nurettin Soyer'in nasıl bir zihniyete sahip olduğunu, Soyer'in ölümünden sonra "Nurettin Soyer Öldü" başlıklı bir yazıyı kaleme alan, kendisi de MHP Genel Merkezi'nin basıldığı saatlerde orada olan Gençlik Kolları mensuplarından Osman Yurt bakın neler söylüyor:
"Her fani gibi o da ölecekti, Bu ölüme sevinmek veya üzülmek değil, ismi etrafındaki sisi aralamak için, yazmaya değer.
Soyer herhangi bir askeri savcı değildi. 12 Eylül darbesi yapıldığında 4. Kolordu ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Başsavcılığı görevini yürütüyordu. Yeni nesiller bu ismi pek tanımasa da, dönemin acılarını yaşayanların hafızalarında silinmez izlerle kazınmış bir isimdir. Albay, Askeri Savcı Nurettin Soyer.
12 Mart 1971 Muhtırası'nda tasfiye edilen 9 Martçı, Baasçı YON Grubu'nun 28 Şubat sürecine kadar bir insiyatiflerinin bulunmadığı zannedilir. Bu büyük bir yanılgıdır. Y0N Grubu ordudaki varlığını her zaman güçlü bir şekilde korumuştur 12 Eylül döneminde bu grup MHP'ye karşı operasyonu yürütmüştü. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Nihat Özer ve Savcı Soyer, bu grup adına ön plana çıkan isimler oldular. 12 Eylül yapıldığında Özer, Sıkıyönetim Komutanlığı'nı bırakmıştı. Genelkurmay'da idi.
Soyer Başsavcılık görevine devam ediyordu. İhtilalden çok önceleri MHP'ye karşı özel çalışma yapan, asker, istihbaratçı, polis ve sivillerden oluşan bir grubun varlığı biliniyordu. Nitekim, bu grubun elemanlığını yapan Hicabi Koçyiğit bildiklerini anlatmıştı ve bu anlatımı içeren kaset bizzat Türkeş Bey tarafından notere konuşulmuştu. 12 Eylül gecesi, daha ihtilal başlamadan MHP Gene1 Merkezi'nin, elektrikleri kesilmek suretiyle basılmasının gerisinde bu grup vardı. Daha sonra Soyer'in emrinde, savcılık polisleri olarak görev yapacak olan ve işkence/sorgu yaptıkları yer olan C-5 ismi ile tanınan polis timi de bıı grubun üyelerinden oluşmuştu. Daha sonra Konsey'den ödül alacak bu işkenceciler önlerine gelen hemen bütün MHP'lileri kinle işkencelerden geçirdiler.
12 Eylül gecesi MHP Genel Merkezi'nde gözaltına alınan 8 kişi arasında bu satırların yazarı da vardı. Darbenin ilk günü, Türkeş Bey teslim olmamış olduğu için sanıyorıız. (Genel Merkez'in yan tarafından ve iç kısımdan az miktarda olmak üzere silah ele geçmişti.), bu sekiz kişi Ankara Emniyet Müdürlüğü'nden serbest bırakıldılar. Serbest bırakan emniyetçiler, sorumluluğu atmak için, Albay'ın emri olduğunu söylüyorlardı. İhtilal saatinden önce MHP'nin basılması, daha sonra haklarında gıyabi tutuklama kararı verilecek olan sekiz kişinin, Türkeş Bey teslim olmadığı için serbest bırakılması emrinin Savcı Soyer'den geldiği anlaşılacaktı.
Soyer'in Konsey'le arasından su sızmazdı. Emrindeki bir komiser, MHP çevrelerinden iki gençten (Süleyman Baydili ve Teoman Akyar) yüksek miktarda para istemişti. Pek bir şeyle ilgileri olmayan, yeni iş yapmaya çalışan, ödemeleri mümkün olmayan para istenen bu şahıslar konuyu Merkez Komutanlığı'na götürmüşlerdi. Merkez Komutanı da Ankara Emniyet Müdürlüğüne havale etmişti. Ankara Emniyeti, komiseri, aracı kullandığı şahsın bürosunda, tehdit ettiği şahıslardan aldığı paralarla yakalamıştı. Komiser Emniyete götürüldü. Hava gerildi. Albay Savcı Soyer devreye girdi. Konsey soruşturmayı Soyer'in emrine verdi. Soyer de, mağdur iki genci suçlayarak, üç gün boyunca sorguladı. Komiseri kurtardılar Yalnız C-5'den uzaklaştırıldı. Komiserin yaptığını herkes biliyordu, inanıyordu. Bu sebeple savcılık ekibinde görev yapmasına izin vermediler. Bir süre açıkta bekletildikten sonra, başka bir yerde göreve döndürdüler. Soyer güçlü idi. Adamını korumuştu. Şimdi Soyer de öldü. Bu dünyada hesap vermedi. Öbür dünyada verebilecek mi, bakalım."(3)
(1) Sezgin, Ferruh, Sistem'in Intikamı, Yeni Düşünce Yay, Ankara 1990, s. 19-21.
(2) Anadol, Cemal, Alparslan Türkeş Olayar Belgeler Hatıralar ve MHP, Burak Yay., Istanbul 1995, s. 135-140.
(3) Gündüz Gazetesi, 3 Ekinı 1998
POSTALLAR EYLÜL'Ü GÖSTERİYOR... 12 EYLÜL'ÜN AYAK SESLERİ
1979'un sonlarında Türkiye'de ABD'nin senaryoları yavaş yavaş uygulanmaya başlanıyordu. Yani kara Eylül'ün ayak sesleri duyuluyordu. Uzun bir süredir devam eden terör, cinayetler, katliamlar, iç savaş tahrikçilerinin ortaya koymuş olduğu provokasyonlar, kitlesel çatışmalar adım adım hedefine ulaşmıştı. Toplumun terörize edilmesi, dehşet duygularının yayılması, geleceğin belirsizliği içinde ölüm korkusunun bütün halka yayılması artık geniş toplum kesimlerini bir askeri darbeyi kurtuluş görmeye sevk edecek düzeye ulaşmıştı.
Orgeneral Bedrettin Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek ile yaptığı söyleşide bunu şöyle dile getiriyordu: "Benim kanaatim, 1978'de en geç 1979'da müdahalenin yapılmasıydı, hergün cinayetler işleniyor, önlenemiyor, tırmanıyordu. Bu yargımı, sayın Evren'e, daha 1978'de, hele 1979'da açık seçik söyledim(...) Sayın Evren. bütün bu olumsuz durumu görüyordu, kabul ediyordu. Fakat bir ordu müdahalesi için "zamanın iyi seçilmesi" kanaatinde idi."(1)
Artık darbenin yapılacağı kesinleşmiş gibi bir şeydi. Sorun zamanlama sorunırydu yalrıızca. Darbeciler 13 Aralık 1979'da Selimiye'deki 1. Ordu Karargahında bir araya geldiler. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren kara, hava, deniz komııtanlarına hitaben "müdahaleden önce siyasilere bir imkan daha tanıyalım, belki toparlanrrlar, bir uyarı yollayalım" dedi.
Bu görüş komutanlarca da kabııl gördü. Belli ki gerekli ihtilal ortamı darbecilere göre henüz tam olgunlaşmamıştı. Müdahaleden önce bir uyarı mektubu kaleme alınması gündeme geldi. 12 Eylül sonrası darbeci komutanlardan Bedrettin Demirel'in tarihe geçen şu sözü o günlerin bir işareti değil miydi? "İhtilalin olgunlaşması için daha fazla kan dökülmesini bekledik."(2)
Bu toplantıda 12 Mart formülü gündeme geldi. Yani ordunun gayri resmi denetimi ardında bir partiler üstü hükümet çağrısında bulunma görüşüldü; fakat ordunun 1971-1973 deneyimi bu planı olası çekiciliğinden yoksun bıraktı. Sonunda Cumhurbaşkanı Korutürk'e siyasi liderleri düzeni sağlamada işbirliği yapmayı davet eden ve Evren ile kuvvet komutanlarının imzaladığı bir uyarı mektubu gönderilmesi kararlaştırıldı. Görünüşe göre generallerin istediği bir AP-CHP koalisyonuydu. Mektubun başarı şansı konusunda pek fazla umutlu görünmemiş olsalar da, en azından askeri müdahalenin son çare olarak geleceğini açık hale getirecekti. Sıkıyönetim komutanlarının yetkilerini arttıracak yeni yasal ve idari önlemler isteyen bir muhtırayla birlikte uyarı mektubu 27 Aralık 1979'da Evren tarafından Korutürk'e verildi.
Mektuba cevap olarak Korutürk, 1 Ocak 1980'de Evren ve kuvvet komutanIarını Çankaya'da bir toplantıya çağırdı. Korutürk, politikacıların önerileri dikkate almamaları halinde ne yapacaklarını generallere sordu. Evren, son çare olarak müdahale edip meclisi kapatmaya hazır oldukları yanıtını verdi. Ne var ki, Cumhurbaşkanı bir darbenin sorunları daha da kötüleştireceğini düşündüğünü ve normal anayasal mekanizmalar içinde düzenin sağlanması gerektiğini açıkladı.
Görev süresi Nisan 1980'de sona erecekti ve bir askeri darbeye onay vererek görevini bitiren bir Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmek istemiyordu. Generallerin mektubu 2 Ocak 1980'de millete duyuruldu. Yine de, Demirel'le görüşmesinde Korutürk bir darbe olasılığını ciddiye almadı ve böylece Başbakan'a böyle bir tehlikenin bulunmadığı ve kendi önlemleriyle krizin üstesinden gelebileceği izlenimini verdi.
Cumhurbaşkanı Korutürk generallerin kendisine verdiği mektubu yani muhtırayı 2 büyük siyasi partinin liderini yanına çağırarak bu mektubu kendilerine iletiyordu. Aslında bu muhtıra 12 Eylül'ün habercisiydi. Yani Eylül'ün ayak sesleri duyulmaya başlanıyordu. 4 Ocak 1980 günü İstanbul Ticaret Odası Başkanı Nuh Kuşçulu, basına verdiği demeçte burjuvazinin görüşünü şöyle seslendiriyordu. "Silahlı Kuvvetler düşüncemize tercüman oldu".
Muhtırayla birlikte yeni hükümet TÜSİAD'ın ve çıkar çevrelerinin doğrultusunda 24 Ocak kararlarını uygulamaya başladı. İMF'nin önermiş olduğu oranın üstünde % 49 develüasyon yapıldı. Petrole, demir çeliğe ve kağıda oldukça yüksek oranlarda zam yapıldı. Hükümetin aldığı bu kararlar yoksul halk kitleleri üzerinde büyük şok etkisi yaptı. 24 Ocak kararları ancak askeri faşist diktatörlüklerde uygulanabilecek türdendi. Ve bu kararların ileride 12 Eylül darhesiyle nasıl uygulanacağını cunta rejimi gösterecekti.
İMF'nin talimatları doğrultusunda uygulamaya konulan 24 Ocak kararlarının mimarı Demirel'in DPT müsteşarı Turgut Özal'dı. Alınan kararların ordu komuta kademelerine tanıtılmasında ve belirtilmesinde Turgut Özal'ın inisiyatifi belirleyiciydi. "Komutanların" 24 Ocak operasyonu hakkında bilgilendirilmesi gerektiği konusunda Demirel'i ikna eden Özal; 8 ve 30 Ocak'ta Genelkurmay'da generallere bu karar paketi hakkında bizzat brifing verdi.
Topantılarda, "ekonominin düze çıkarılması" için toplumsal muhalefetin dizginlenmesi, hatta mevcut sendikal çerçevenin daraltılması gerektiği üzerinde; Özal'ın temsil ettiği İMF'ci/Friedmancı teknokrasi ile generaller arasındaki mutabakat pekişti: "Grev alanları ve grev mevzuatı mutlaka gözden geçirilmelidir. Grevler ve anarşi, yatırımları birlikte önlemektedir. Demokrasi bir başıbozukluk değil, disiplin rejimidir" (Özal); "Türkiye'yi bu toplu sözleşme düzeni batırmadığı takdirde hiçbir Şey batıramaz" (Oramiral Bülent Ulusu). Özal'ın verdiği brifinglerde sağlanan iletişim ve mutabakat, 24 Ocak çizgisinin ileride 12 Eylül rejimiyle bütünleşmesini hızlandırmış, kolaylaştırmıştı.
Ülkede ekonomik bunalım ve karışıklıklar sürerken, 1980 yılının Mart ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldi. Meclis'teki turlarda Cumhurbaşkanı'nın seçilemeyeceği anlaşılıyordu. Mevcut siyasi buhranın en üst noktasını oluşturan bu olayla birlikte Türkiye, bir askeri müdahale sürecine girmiş bulunuyordu. Tabii bu arada Bab-ı Ali de durmuyordu. Tekelci sermaye ve askeri çevrelerle birlikte anayasa taslakları tartışılmaya başlanıyordu.
1980'e girerken Ortadoğu'da ilginç gelişmeler oluyordu. Sovyetler, Afganistan'ı işgal etmişti. ABD'nin Ortadoğu'daki ileri karakollarından biri olan İran'daki Şahlık rejimi de devrilmişti. ABD böylelikle en önemli müttefikini kaybediyordu. Ortadoğu'daki anti-Amerikancı politikalar Pentagon'u rahatsız ediyordu. Pentagon Ortadoğu'nun jeopolitik ve jeostratejik bakımdan en önemli ülkesi olan Türkiye'ye ayağını sağlam basmalıydı.
ABD-Türkiye ilişkileri demokratik ve sivil rejimde pek iyi gitmiyordu. Yani ABD açısından NATO'nun güney kanadındaki Kıbrıs ve Ege'deki meseleler yüzünden Yunanistan'la çıkan pürüz ve kriz, U-2 Casus uçaklarının Türkiye'de üstlendirilmesi için yoğunlaşan talepler, mevcut demokratik ortam içinde halledilemezdi. O günlerde ABD Türkiye'de sivil bir yönetim yerine askeri bir yönetim kurulması için çok ciddi temaslarda bulunuyordu.
ABD dış politika uzmanı Brezinski, TUSİAD heyetiyle ve zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'le yaptığı görüşmelerde "Türkiye'de istikrarlı bir yönetim istiyoruz" diyordu. İstikrardan kastedilen ise 12 Eylül sonrasında Brezinski'nin yayınladığı anılarından anlaşılıyordu. Acaba Brezinski'nin yapmış olduğu temasların müdahale günlerinde gerçekleşmiş olması bir tesadüf müydü?
1980'de bunalımlı dönemde bir başka hadise daha gerçekleşiyordu. Fakat hiç kimse olayın farkında değildi. Olay Notam 714'ün kaldırılmasıydı. 6 Şubat'ta ABD'den gelen generaller ile Türk Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan toplantılardan sonra 23 Şubat'ta Notam 714'ün kaldırıldığı açıklandı. Zamanın hükümetinin bu konudan haberi bile yoktu.
NATO'nun çift şapkalı komutanı General Rogers kendisine muhatap olarak hükümeti değil, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'i seçmişti. Genelkurmay bu konuda Dışişleri Bakanı'nı bile devre dışı bıraktı. Notam 714'ün kaldırılmasına en çok hükümet şaşırmıştı. Böylesine önemli bir konudan hükümetin haberi yoktu. Konunun önemi ve siyasi niteliği ileride görülecekti. ABD artık TC Hükümeti'ni değil Genelkurmay Başkanlığı'nı muhatap gördüğünü resmen ilan ediyordu.
(1) Arcayürek, Cüneyt, 12'Eylül'e Doğru Koşar Adım, Cilt: 9, Bilgi Yay. Ankara 1988, S. 269.
(2) Bizim Ocak Dergisi, Eylül 1987, Sayı: 42
12 Eylül İtleri
Genelkurmay başkanı Org. Kenan Evren
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Esin
Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer
Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun
Evren; -Vur emri verdim
12 Eylül'ün eli kanlı başkanı Kenan Evren, 1980'de Milli Güvenlik Konseyi üyelerine suikast yapacak örgütün hapisteki tüm üyelerinin öldürülmesi için emir verdiğini itiraf etti.
BU CELSENİN HÜKMÜ !..
Aşağıda resimde ki an Başbuğ, kürsüye gelmiş ellerini açarak savcı Nurettin Soyer 'i suçlayan dehşetli bir konuşma yapmıştı... Mahkeme sözcüsü Vural Özenirler başta olmak üzere, bütün rütbeli zevat titremeye başladılar sanki hakim ve mahkum yer değiştirmişti...
Hele savcı Soyer korkudan gözlükleri ters takmış, biz nasılda onun bu aciz ve sefil haline gülüşmüştük... Onlarda sonraki mahkemelerde bizi arka sıralara attılar... Fakat son gülen yine biz olduk... Türk'ün son Başbuğu yine mahkemeye son noktayı koymuştu...
12 Eylül Cuntasının, başta Alpaslan Türkeş olmak üzere ülkücülere kurduğu tuzak, ihtilalin üzerinden çok bir zaman geçmeden ortaya çıktı. Aralarında Alparslan Türkeş ve teşkilat yöneticilerinin bulunduğu 587 kişi hakkında, "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar" davası adı altında davalar açılmıştı...
Mamak Askerî Cezaevinin C 5 işkencehanelerinde yıllarca süren sorgular, mesnetsiz suçlamalar ile bu dönem, ülkücü gençliğin unutamayacağı ve affedemeyeceği acı bir dönem olacaktır.
Savcı Nurettin Soyer tarihe utanç vesikası olarak geçmiş olan iddianamesinde, başta Alparslan Türkeş olmak üzere pek çok ülkücünün "146/1" , "149/1" gibi maddelerden "idam"la tecziyesini talep etmekteydi. Savcı, Alparslan Türkeş'in idamını istediği "iddianame"de suç delili olarak şunları öne sürmekteydi.
"(Alparslan Türkeş), İktidarı ele geçirmek için siyasî parti içinde yer alarak genel başkanlığa kadaryükselmiş, bir yandan Anayasa ve yasalar çerçevesinde tanıtma, propaganda, seçmen toplamakişlemlerini yürütürken, bir yandan da, yönetimi ele geçirip yukarıda belirtilen düşünceleri yönünde birdevlet düzeni getirmeyi amaçlamış, bu amaç uğruna kurduğu örgütlenmeyle
Türkiye ahalisini birbirialeyhine toplu kıyıma götürmüştür. Bunun için MHP, MHP Gençlik Kolları, Ülkücü Dernekler, Ülkücü Meslek Teşekkülleri ve bazı mahalle, okul ve yurtlarda vatandaşlar arasında merkeziyetçi, yukarıdanaşağıya kademeleşmiş, otoriter, organize bir teşkilâtlanmaya gitmiştir...
Toplu kıyım (!!!!!!!!) amacıyla; 1980 Temmuz ayı içerisinde Yılma Durak ve Celâl Adan ile konuşurken DİSK'in komünist hareketin kaynağı olduğunu söylemiş), "konuşma bitip kalkarken elini yatay birşekilde ot biçer gibi yaparak" DİSK Başkanı Kemal Türkler'in yokedilmesini emretmiş miş...(!!!!!!!!!!!)"
Dünya Hukuk Tarihini yeniden yazdıracak bir iddia gerçekten... Sanki sessiz film gibi bir şey.... Bu uyduruk mahkemeler Türkün son Başbuğu ve çelik iradeli ülkücüleri yıldıramamış ve kutlu şafakların habercisi olmuştur...
Yusuf Ziya ARPACIK
http://www.12eylul.yalniz-kurt.com/index.php
Allah tüm ülkücü abilerimize rahmet eylesin . birileri yükselen milliyetçiliğin önünü kesmek için o gündede bu günde de engel koydular ve koyuyorlar .ülkücü hareket engelleri yılmadan aşmaya devam edecektir .
Allah müslüman - türk milletinin ve onun yılmaz neferlerinin yardımcısı olsun
BAŞBUĞ TÜRKEŞ VE ÜLKÜCÜLER, 19 AĞUSTOS 1981 GÜNÜ ADINA "MHP VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLAR DAVASI" DENİLEN İÇİ TAMAMEN YALAN VE İFTİRALARLA DOLDURULARAK, 220'SİNİN İDAMI İSTENEN BİR İDDİANAME İLE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ İÇİNDE YUVALANMIŞ "OUR BOYS" CUNTASININ KURDUĞU MAHKEMELERDE YARGILANMAYA BAŞLADILAR.
3.MAYIS.1944'TEN SONRA, CUMHURİYET TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK MİLLİYETÇİ KATLİAMININ YAPILMAYA BAŞLADIĞI GÜNDÜR 19.AĞUSTOS...
YAPACAKLARI DARBEYİ HAKLI SEBEPLERE DAYANDIRABİLMEK İÇİN DEVLETİN BÜTÜN EMNİYET GÜÇLERİNİ BLOKE EDEREK OLUK GİBİ ÜLKÜCÜ KANININ AKMASINA SEBEP OLANLAR, KANLARINI İÇMEYE DOYAMADIKLARI ÜLKÜCÜLERİ DARAĞAÇLARINDA SALLANDIRMAK SURETİYLE EFENDİLERİNE HİZMET ETTİKLERİ GİBİ SADİST RUHLARINI DA TATMİN ETTİLER.
ASKERİ DARBECİLERİN, BİR AVUÇ ÜLKÜCÜNÜN ŞAHSINDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ YARGILAMAYA BAŞLADIKLARI GÜN
TARİH : 19.AĞUSTOS.1981
SUÇLANAN: MHP VE ÜLKÜCÜ YAN KURULUŞLAR
SUÇ: Anayasal düzenin, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak; TCK'nın 149. ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet oluşturmak"
SUÇLAYAN: Ankara, Çankırı, Kastamonu İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı
İDDİANAME TARİHİ: 29 Nisan 1981
MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'Nİ VE ÜLKÜCÜ KURULUŞLARI "FAŞİST DEVLET DÜZENİ KURMAK İSTİYORLAR" DİYE SUÇLAYAN, ASKERİ DİKTATÖRLER, HAZIRLATTIKLARI BU İDDİANAME İLE BAŞBUĞ DAHİL 220 ÜLKÜCÜNÜN KELLESİNİ İSTEMİŞLERDİ.
İŞTE İDDİANAMEYİ HAZIRLAYANLAR, C-5' TE ÜLKÜCÜLERE İŞKENCE YAPTIRANLAR...
Başsavcı: NURETTİN SOYER (Albay)
Savcı: ENİS TUNGA (Yarbay)
Savcı: ERKAN BAŞEREN (Binbaşı)
Savcı: OKAN YALÇINKAYA (Yüzbaşı)
Savcı: FAHRETTİN DEMİRAĞ (Yüzbaşı)
Savcı: NİHAT DEMİREL (Üstteğmen)
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi Başkanlığı'na
Dosya Nu: 1981/176
İfade Sahibi.....: Alparslan Türkeş.
Suç..................: TCK'nun 146/1. maddesinin ihlâli.
Konu................: Sorgulama ifadesi Hk.
Hâdise.............: Bir siyasî dâvanın, idam talebiyle yargılanan bir numaralı sanığı olarak burada bulunuyorum. Hakkımızdaki iddianameyi dinledik. Taleb edilen cezaları öğrendik. Şimdi de usûl gereği bize söz verilmiş bulunuyor.
Her safhasını ve bütün unsurlarıyla bu dâvanın -başta biz sanıklar olmak üzere, hâkim ve savcılardan cezaevi ve inzibat görevlilerine ve Millî Güvenlik Konseyi üyelerine kadar irâdesi ve rolü bulunan herkes dâhil- gerek şahıslarımız, gerekse devlet ve milletimizin açısından son derece ehemmiyetli olduğu kanaatindeyim. Bu dâva dolayısıyla burada Türk milletinin yakın geçmişi, hâli hâzırı ve geleceği tartışılacaktır. Bu dâvanın bugüne kadarki ve bundan sonraki safhalarında ortaya çıkmış ve çıkacak bütün neticeler, müşahede konusu olmuş ve olacak her türlü tutum, hâl ve hareketler ve dâva sonunda tesis olunacak nihaî hükümler, Türk devletinin dayandığı temel ve esas değerlerle, müesseselerinin işleyişiyle, hedef ve istikametleriyle doğrudan ilgilidir.
Bu dâva, Türk milletinin her türlü düşman taarruzuna karşı en büyük silâhı ve gücü olan millî birlik ve beraberliğimizle, millî güvenlik ve savunmamızla da doğrudan doğruya ilgilidir. Bunu söylerken asla mübalağa etmiyorum. Bu mahkemenin, bütün safhalarıyla, bugünkü nesilleri, yaşayan insanlarımızı olduğu kadar, gelecek nesillerimizi de yakından alâkadar edeceği muhakkaktır. Mücerret adalet açısından yargı organlarına intikal eden her dâva ehemmiyetlidir. Resmî kabullere göre mensup, taraftar ve sempatizanlarını iki milyon olarak ifâde edebilen, millî ve milliyetçi bir partinin, genel başkanından itibaren bütün organlarıyla ve idârecileriyle dünyâ adalet tarihinde görülmemiş bir sayıda -ikiyüzyirmi- idam istenerek yargılanması ve herhalde adalet terazisinde hassas tartılması gereken farklı bir ağırlık teşkil edecektir.
İslâmî, insanî, millî ve medenî bir prensip olarak milletimizle birlikte biz imân etmişizdir ki, "adalet mülkün temelidir". Zulme sapan, adalete gölge düşüren, mülkün, yâni devletin temellerine dinamit koymuş olur. Adaleti çiğneyen insaniyeti çiğnemiş olur, İslâmiyeti çiğnemiş olur! Zulüm ve adaletsizlik herşeyden önce Allah'a isyandır. İnancı olmayanlar, kalbi mühürlü ve küfürle kararmış olanlar bilmeseler ve inanmasalar da, Büyük Türk Milleti böyle bir isyanı bağışlamaz. Türk milletini zulümle idare etmenin, adaletsizliğe razı ve râm etmenin imkânı yoktur. Milletimizden aldığımız bu ilham ve inançladır ki, biz, her zaman ve her yerde "lekesiz ve gölgesiz bir adaletin" savunucusu olmuşuzdur. Mücâdelesini yaptığımız değerlerin başında "lekesiz ve gölgesiz bir adalet" şiarı yer almıştır. Hakka riâyet ve adaletle hükmetmek de şahıslarımızı çok aşan, millî, insanî ve ilâhî bir mes'uliyet davasıdır.
Ben meseleyi bu ölçüde şümullü ve ehemmiyetli gördüğüm için konuşmak istiyorum. Şuriü olanca sadeliği ile ifâde etmek isterim ki, ne vicdanen, ne de kanunen kendimi suçlu hissediyorum. Bu bakımdan da uzun uzadıya şahsımı savunmak ihtiyâcında ve telâşında değilim. Esasen iddianame diye ortaya konulan metin, her bakımdan o kadar gayrı ciddi ki, talebi idam da olsa, böyle bir metin karşısında, insan sâdece şahsını düşünerek savunma yapmaya tenezzül etmez. Yoktan yok çıkar; mevcut olmamış, hiçbir zaman işlenmemiş suçun iddianamesi de herhalde böyle olacaktır. Bu iddianame şahsım itibariyle yok hükmündedir! beni konuşmaya sevk eden husus, ne ceza korkusu, ne muhtemel bir cezadan kurtulma gayret ve ümididir.
Allah nasîb ettiği için, çok genç yaşlardan itibaren Türk milliyetçiliği gibi bir dâvanın mensubu oldum. Ömrümü dâvama adanmış olarak geçirdim. Yine Allah nasîb ettiği için bu mukaddes ve mübarek dâvanın siyâsî aksiyon plânında lidediğini, bayraktarlığını yaptım. 64 yaşındayım. Benim ayrıca anlatmama lüzum yok; hepiniz biliyorsunuz, herkes biliyor ki, bu dünyâda fânî bir beşer için tatmin sebebi sayılan ikbâlin en üst kademelerini gördüm. Mükerreren idbârı da gördüm, yaşadım. Siviliyle, askerîsiyle mahkemelere de girdim çıktım. Tecrübem az sayılmaz. Bu dünyâda iyiden kötüden birçok şeyi tartıp çekmek, değerli olan nedir, değersiz olan nedir, bunlar üzerinde düşünmek fırsatını buldum. Dolu dolu yaşanmış bir ömrün şu merhalesinde, inanç ve prensiplerimden, şeref ve haysiyetimden, uğruna ömrümü ve bütün varlığımı adayıp harcadığım Türk milliyetçiliği dâvasından daha ehemmiyetli, tamah etmeye, tenezzül etmeye, peşinde koşup yorulmaya değer bir şey olduğuna inanmıyorum.
Elhamdülillah, inanmış, samîmî bir müslümanım; fânîlik hissine âşinâyım, dünyânın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu ânda burada bulunuşumuz da inanıyorum ki, her şeyden önce, bir kader tecellîsidir, ilâhî bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasîb etmesini Cenâb-ı Allah'tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah'tandır... Bir askerî mahkeme huzurunda olduğumu biliyorum. Bu vaziyetin gerektirdiği dikkat ve nezâket içinde olmaya çalışacağım. Ancak şunu bilesiniz ki, konuşmamın birinci sâiki, bu mahkemenin vereceği karâra tesir etmek, mahkemeden kendi lehimize bir karar istihsâline çalışmak olmayacaktır.
Şahsım itibariyle bu mahkemeden sâdır olacak her türlü karar bence müsavidir. Konuşmama "Şahsım için netice ne olacak?" endişesi yön verecek değildir. Ben burada, önce Allah'ın huzurunda, sonra târihin ve milletimin huzurunda olduğumu bilmenin huşûu, mes'uliyet ve vekarı içinde konuşacağım. Burada bir hesap görülecektir, benim için de bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve târihe vereceğim. Gayet açıklıkla söyliyeyim ki, Türk milletinin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve târihin hükmü, bana göre, mahkemenizin tesis edeceği hükümden çok önde gelir.
Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes Türk milliyetçiliği dâvası uğrunda, komünist ve bölücü hâinlerin kurşunlanyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran'dan Gün Sazak'a kadar şehit evlât ve kardeşlerimin rûhâniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzib etmiyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üçbinaltıyüz can, bu hak bildiğimiz yolda "vatan-millet-din ve devlet" uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şâhitlerimizdir. Yarın huzur-ı ilâhîde de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır... Onların huzurunda, onlar için konuşacağım! Ebed-müdded olan Türk devletine; kıyamete kadar hür, müstakil, mes'ud ve müreffeh yaşamasını, her gayeden aziz bildiğimiz Büyük Türk Milletine bugüne kadar hizmet etmiş ve etmekte olanlar için; yarın aynı yolda, aynı heyecan ve şuurla bu kutsal hizmetin bayrağını taşıyacak olanlar için konuşacağım! Milletim aldatılmasın, şaşırtılmasın; milletim gerçeği bilsin diye konuşacağım!
Huzur-ı ilâhîye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endîşeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşerî kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyâcım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakîkat nâmınadır; yalnız mülkün'temeli olan adalet nâmınadır, yalnız milletim ve devletim içindir...
Sizlerden bir tek ricam var: Sözlerimi kesmeden sonuna kadar dinleyiniz. Sormaya hazırlandığınız veya bilâhare sormak isteyeceğiniz birçok suâlin ve iddianamede ortaya konulan itham ve isnadların cevaplarını, tahmin ediyorum ki konuşmamın bütünlüğü içinde almış olacaksınız. Karşınızda sizlerin şu ânda tanidığınız üniformayı 37 yıl şerefle taşımış, Millî Birlik Komitesi üyeliği, parti genel başkanlığı, başbakan yardımcılığı yapmış, Türkiye'nin son yirmi yıllık târihi içinde emsali görülmedik düşmanlıkların ve emsalsiz sevgi ve bağlılıkların hedefi olmuş, bu dünyânın bin türlü kahır ve mihnetinden geçmiş bir insan konuşuyor.
Sabırla dinlediğiniz takdirde, hem vazifenizi yapmış olursunuz, hem de ümid ediyorum ki, şahsen istifâdeniz olur. Çünkü konuşacağımız meseleler, yalnız şu ânı, sizi bizi değil, Türk milletinin gelecek bütün zamanlarını ve nesillerini de çok yakından ilgilendirecek hayatî ehemmiyette meselelerdir.
KARA EYLÜL ÇETESİ... DALTON KARDEŞLER...
"11 Eylül 1980 saat 23.00 suları; Küçükesat'taki Büyükelçi Sokağına giren mavi renkli Ford 20M Bülten Sokak kavşağına yaklaşınca sağa çekti ve durdu. Karşı sıranın birkaç apartman ilerisinde bir giriş katının perdeleri kıpırdadı. Yaşlı ford biraz sonra içindeki iki kişiyle Akay Yokuşu'ndan iniyordu. O zamanlar Necatibey Caddesi'nde olan TEK Genel Müdürlüğü'nün önüne geldiklerinde durdular. Arabadan inen "bürokrat" içeri girdi ve ekibin hazır olup olmadığını kontrol etti.
Ekibi taşıyan kamyonetin TEK binasından ayrılmasından bir saat sonra Bahçelievler'deki MHP Genel Merkezi'nin bulunduğu bölgenin ışıkları birden söndü. Saat 02.30'du. ihtilal anonsu daha yapılmamıştı. Aynı saatlerde Bolu'daki komando tugayının Ankara'ya gönderilmiş olan taburundan bir "özel tim" Mamak nizamiyesinden dışarı çıktı. Hedefi Bahçelievler'di. O gece elektriklerin birden nasıl kesiverildiği hala bir sır konusu... 12 Eylülcülere göre elektrik kesintilerinin sebebi bir tankın telsiz antenin elektrik teline çarpması sonucu meydana gelen bir teknik arıza. (1)
Ve senaryo böyle uygulanmaya başlıyordu... Saltık, Soyer, Özer üçlüsünün MHP ve Ülkücü Hareket'e yönelik planlı ve programlı çalışmaları doğrultusunda emirleri altındaki özel güçler devreye sokuldu ve karanlık MHP baskını böyle başlamıştı. 1978 yılında CHP iktidarı tarafından MHP aleyhine kurdurulan Pol-Der'li işkenceci özel timler 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bünyesinde yer alan Başsavcı Nurettin Soyer'in emrinde darbenin yapıldığı gece kanunsuz bir şekilde MHP Genel Merkezi'ni bastılar, binada bulunan Gençlik Kolları Genel Başkan Vekili İsmet Mirzaoğlu ve Gençlik Kolları mensuplarından Osman Yurt ile birlikte 8 ülkücü genç gözaltına alındı.
Hiçbir siyasi parti MHP hariç ihtilal gecesi aranmadı ve basılmadı. Siyasi partilerin aranması ancak MGK'den çıkan bir emir doğrultusunda olurdu. Konseyin MHP'nin basılmasıyla ilgili herhangi bir yazılı emri yoktu. Ancak bu emir ihtilal sabahı verildi. MHP ile birlikte bütün siyasi partilerin de arama saati 10.00 olarak belirlenmişti.
Konseyin komutanlıklara hitaben siyasi partilerin aranması ile ilgili yazılı emri yayınladıktan sonra savcılar bütün partileri aramaya sabah saat 10.00'da başlamıştı. Ama MHP gece saat 2.30'da asker, polis karışımı özel timler tarafindan basıldı. MHP Genel Merkezi'nin baskınında başta Nurettin Soyer olmak üzere Pol-Der'li Zeki Kaman ve Dürüst Oktay gibi özel tim görevlilerinin bulunması da bu baskının gerçek amacını ortaya koyuyordu.
Konseyin yazılı talimatı üzerine komutanlıklara ulaşan emir doğrultusunda dönemin Ankara Sıkıyönetim Savcısı Nurettin Soyer, sabat saat 8.30'da savcılar binasına telefon ederek hepsinin Sıkıyönetim Komutanlığı'nın karargahına gelmesini istiyordıı ve partilerin emir aldığını söylüyor, şifahi emir veriyordıı savcılara. Ancak saat 8.30'dan sonra savcılar partileri aramaya resmi ve meşru kaynağa dayanarak gidebiliyorlardı. Ama her nedense MHP gece saat 2.30'da aranıyordu.
MHP ile ilgili görevlendirilen savcıların saat 10:00 dan sonra geldikleri MHP Genel Merkezi, onların haberi bile yokken ihtilal gecesi Nurettin Soyer tarafından önceden görevlendirilen yüzbaşı Serdar Akyaza ve komiser muavini Necmettin Esen komutasındaki ekipler tarafından aranıyordu. Arama işlemleri esnasında Genel Merkez'de gençlik kollarının 2 gün sonraki kurultayını yapmak için çalışmalar yapan gençlik kolları başkan vekili İsmet Mirzaoğlu ile birlikte 8 ülkücü genç vardı. Fakat arama işlemleri sırasında kanunen bu gençlerin de bulunması gerekirken ülkücü gençler bir odaya kapatılarak arama işlemlerine katılmaları engelleniyordu. Böylece MHP aleyhine suç unsuru olarak gösterilecek olan deliller ortaya çıkartılmaya çalışılacaktı.
Genel Merkez'deki arama çalışmaları sadece 12 Eylül gecesiyle de kalmayacak, bu aramalardan herhangi bir netice elde edemeyen karanlık güçler arama işlemlerini 12 Eylül'den 8 Ekim tarihine kadar sistemli bir şekilde sürdüreceklerdi. Her arama işlemlerinden sonra MHP ile hiç alakası olmayan çok önceden organize edilen bir takım suç unsurları MHP'de bulunmuş gibi gösterilip cuntacıların MHP aleyhine yapacakları düzenlemelere delil oluşturacaktı.
MHP Genel Merkezi'ne gece gelerek her türlü arama ve tarama işlerini yaparak kamuoyunda MHP'yi suçlu duruma düşürmek için çeşitli silahları MHP Genel Merkezi'nde bulunmuştur diyerek konseye yaranmak isteyen Nurettin Soyer zihniyetinin tek amaçları Milliyetçi Hareketi cuntanın mahkemelerinde yargılamaktı.
MHP Genel Merkezi aranırken, arama ile ilgili zabıt defterinin tutulması ve arama sona erdiğinde kapatılıp, mühürlenmesi işlemi yapılmadı. Aramaya maruz kalan MHP binasının sorumlularına verilmesi icab eden arama evrakları ve belgeleri verilmedi. Ve verilmeyiş sebepleri de hiç bir zaman açıklanmadı, açıklanamazdı da... Çünkü bu belgeler MHP sorumlularına verilmiş olsaydı, bunlar "MHP'deki aramada nelerin bulunmadığına dair belgeler" olacaktı.
Belgelerin verilmediği dönemde ülkücü hareket düşmanı malum basın devreye sokuldu. Ve arama sonuçları bire bin katılarak kamuoyuna yansıtıldı. Aramaya tabi tutulacak yerin sahibi veya eşyanın zilyedinin aramada hazır bulundurulmasına dair amir hüküm açıkça çiğnendi ve hiçbir MHP sorumlusu arama mahalline çağrılmadı. Askeri savcı 12 Eylül Mahkemelerinde MHP genel nıuhasibinin çağrılmış olduğunu fakat gelmediğini iddia etti. Bu da tamamen gerçeklere aykırı idi. Çünkü genel muhasip Mehmet Doğan kendisine böyle bir çağrının yapılmadığını mahkemede açıkça ifade etmişti.
MHP hakkında başlayacak olan tahkikatın iç yüzü burada ortaya çıkacaktı. Millî Güvenlik Konseyi'ni MHP aleyhine dava açılması noktasında etkileyen sebeplerin başında sözde arama çalışmaları esnasında 6 sayfa fotoğraf ve 2 sayfalık isim listesinin etkisi olmuştu. Özellikle fotoğraflarda kime ait olduğu belli olmayan silahların MHP'den çıkmış gibi gösterilmesi planlı olarak yapılan bir aldatmacaydı.
12 Eylül döneminde Ankara Sıkıyönetim Komutanı olan Recep Ergun bile kendisine bağlı olan Nurettin Soyer'in tamamen MHP ve ülkücüler aleyhine yapmış olduğu faaliyetlerden rahatsızlığını ve MHP ile ilgili yapılan illegal ııygulamaların perde arkasını şöyle anlatıyor:
"Siyasi partiler hakkında soruşturma açılması için emir verme yetkim yoktu.
12 Eylül günü, talî bölge sıkıyönetim komutanlığı yapan bir general telefon ederek Bahçelievler'deki MHP Gençlik Kolları Genel Merkezi'nin alt katının hastane olarak kullanıldığını Adlî Müşavirliğe bildirdi. Belirtilen adrese bir savcı gönderilmesi istenmiş, ancak Başsavcı Nurettin Soyer "kanunsuz olarak, MHP Genel Merkezi'ni aramış."
Emekli Orgeneral Recep Ergun daha sonra Sıkıyönetim Tali Bölge Komutanlığı yapan Korgeneral'le konuştum bana böyle bir telefondan haberi olmadığını, Bahçelievler semtini de çok iyi aradıklarını, böyle bir hastanenin bulunmadığının kesin olduğunu bildirerek, "Burada çeşitli ihtimaller akla geliyor. Belki de Nurettin Soyer, kendisi Korgeneral adına telefon edip mizansen hazırlamış ve ihbarda bulunmuştu" dedi.
"10 Ekim 1980 tarihine kadar Sıkıyönetim Komutanlıklarının 1402 sayılı kanıın gereği siyasi partiler hakkında soruşturma açma yetkisi yoktu. 12 Eylül'de Talî Bölge Komutanlığı, telefonla Adli Müşavirliği arayarak, "Bahçelievler'de, MHP Gençlik Kolları binası içerisinde tedavi gören insanlar var, bir savcı gelsin burayı incelesin ihbarında bulundu.
Bu ihbar üzerine bahsedilen yere bir savcı gönderilmesi istendi. Savcı arkadaşımız, dediğimiz yeri bırakıp gitmiş MHP Genel Merkezi'ne el koyup, aramış, üstelik yetkisi olmadığı halde, Bizim MHP Genel Merkezi'ne gittiğinden haberimiz yoktu. Söylediğimiz yer asla MHP Genel Merkezi değildi."
"Savcılık yeddiemininde bulunan 30 kadar silah kaybolmuştu. Suç unsuruydu aynı zamanda bunlar. Nurettin Soyer, bu 30 tabancayı kaybetti. Müfettiş istedim, geldi, ne yaptı bilemiyorum. Galiba hiç birşey yapmadı. Ama ben mecburum bunu gerekli mercilere intikal ettirmeye. Zira bu 30 silah olaylardan gelmişti, suç deliliydi. Hepsi kayıp oldu, Nurettin Soyer'in sorumluluğundaydı bu silahlar. Kayboldular. Bütün silahlar sol örgütlerden toplanmıştı."
Daha ne kadar yalanlar çıkacak bilmiyorum ama bir laf vardır, "Deveye boynun niye eğri demişler de, nerem doğru ki demiş"... Nurettin Soyer'in iddialarında hiçbir düzgün, doğru ifade yoktur. Bakın size şöyle anlatayım: "12 Eylül sabahı şifahi emir aldım. MHP parti merkezini araştırınaya gittim." diyor. Şimdi değil 12 Eylül sabahı, 10 Ekim'e kadar sıkıyönetim komutanlıklarının 1402 sayılı kanun gereği siyasi partiler hakkında soruşturma açmaya yetkisi yoktur. Biraz da, tahmin ederim ki, bu kişinin yaptığı baskı sonucu 10 Ekim'de bu kanun çıkmıştır. (Emrivaki sonııcu). Zira sıkıyönetimin esprisinde parti yoktur. Ne yapılmıştır, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştur, hukuki varlıkları devam ediyordu; parti başkanları vardı, Genel İdare Kurulu vardı, feshedilme olayı hele hiç yoktu. Feshedilme olayı bir, iki sene sonra olmuştur. 12 Eylül'den 10 Ekim'e kadar, kanuni düzene göre siyasi partiler hakkında kanuni işlem yapmaya tek yetkili Anayasa Mahkemesi ve Cumhuriyet Başsavcısıydı. Eğer ben, bırakın aklı başında olmayı, cinnet dahi geçirip de böyle bir emir versem, kendisinin bir hukukçu olarak "Aman efendim bu bizim yetkimiz dışı, ben nasıl giderim, ben nasıl btı işi yaparım" demesi gerekir.
O çok öğündüğü "ben çok müstakil bir hakimim, ben burnumdan kıl aldırmam" diyen bu adamın, böyle emir alması durumunda karşı çıkması gerekirdi. Kaldı ki, tersine konuşuyor şimdi, "Ben ısrarla yazılı emir istedim, bana vermedi" diyor. Bir kere Cumhuriyet savcısının bana soruşturma emri ver diye gelip komutanı zorlaması veyahut bir askeri savcının zorlaması kanunlara aykırıdır. Sıkıyönetim komutanının yetkisi dışardan gördüğünüz gibi, büyük değildir. Yetkisi herhangi bir suç olayını görünce "Burada bir suç görüyorum bakar mısınız?" diyerek bir ihbar, bir ikaz yazısı göndermesidir. Savcı bunu ister kullanır, ister kullanmaz, kullanmazsa niye kullanmadın demeye dahi benim kanuni hakkım yoktur.
Daha o devirde bir suç içinde olduğunu itiraf ediyor. Ve ben şaşırıyorum, bilmiyor farkında değil, yaptığı suçu konuşuyor diyorum ben...
O dönemde binbir meselem vardı adli müşavirim bunun manasız olduğunu (kanuna aykırı olduğunu) bildiği için bana onun tarafından yapılmış bir yazılı müracaat göndermemiş olabilir. Çünkü yazılar benim önüme gelmez. Onun yazdığı yazılar yanımda bulunan yakası terazili, ondan daha seçkin hakimler kadrosunun önüne gelir. Bana hukuki yolları gösteren kadromun... Benim kadrom okumuştur onun vazılarını belki de bir tarafa koymuştur, böyle birşey olmaz diye... Ve bana göstermemiştir, zira ben böyle bir yazı görmedim. Kesin biliyorum, zaten kanun gereği böyle bir istekte bulunamaz.
Üç sene beraber olmamıza rağmen ben bu arkadaşı üç defa ya gördüm ya görmedim. Çünkü kanunlarımız çok açıktır, yalnız ayda bir defa mahkemelerin seyri hakkında savcılar heyetinden bilgi alırım ve benden bir istekleri var mı, benim yapacağım eksik kalmış bir hizmet var mı bunu sorarım. Hiçbir zaman özel olarak Nurettin Soyer ile görüşmedim ve yanıma dahi çağırmadım. Bakın size enteresan bir hadise anlatayım. Şu anda vazifeli bir korgeneral arkadaşım (12 Eylül'de Tali Bölge Komutanı idi) telefonla sanırım adli müşavirimi aradı ve "Efendim, Bahçelievler'de MHP Gençlik Kolları binası içerisinde tedavi gören, burası hastane olmadığı halde tedavi gören insanlar var, bir savcı gelsin bunu incelesin" ihbarında bulundu. Adli müşavirime, "Söyleyin, başsavcıya, oraya bir savcı göndersin bakalım, olay neymiş baksın" dedim. Olay budur.
- Bu soruşturma olayı değildi, daha önceki bir zamanda silahlı çatışmalar yapmış ve hastaneyi hizmete sokmuş insanlar varsa, belki suçlu buluruz diye oraya savcı gitsin baksın dedim. Yalnız savcı arkadaşımızı Nurettin Soyer, dediğimiz yeri bırakıp, gitmiş MHP Genel Merkezine ve MHP Genel Merkezi'ne el koyup, aramış. Üstelik yetkisi olmadığı halde. Ve bizim MHP Genel Merkezine gittiği konusunda hiçbir bilgimiz yok. Söylediğimiz yer MHP Genel Merkezi asla değildi.
"Adli müşavirime telefon açarak yaralıların tedavi edildiği konusunda ihbarda bulunan korgeneral arkadaşımla telefonla görüştüm. Kendisinin bıı konuda hiçbir ihbarda bulunmadığını ve kastedilen bölgede çok iyi incelemeler yaptıklarını belirterek o bölgede, o tarihte hiçbir yaralının gizli tedavi görmediğini açıkladı. Burada çeşitli ihtimaller akla geliyor. Belki de Nurettin Soyer, kendisi korgeneral adına telefon açıp mizansen hazırlamış ve ihbarda bulunmuştur.
Bu olay, bir ay sonra ancak olabilirdi. Zira AP ve CHP'nin binalarının araştırılması Ekim'de, o kanun çıktıktan sonra, Ekim sonu, Kasım başında yapılmıştır. Nurettin Soyer ile karşı karşıya gelmedik ki, bana diğer partileri de araştırmak gerektiğini söyleyebilsin. Böyle birşey yok. Bunun şahitleri var. Şu konııştııklarımın hepsinin şahitleri de, evrakı da var...
- Nıırettin Soyer'in MHP Genel Merkezi'nde araştırma yapması kanuna aykırıdır.
- MHP'nin aranması sırasında Alparslan Türkeş'in kasasından çıkan belgeleri gördüğüm iddiası, hilaf-ı hakikattır... Ertesi gün (MHP Genel Merkezi'nin arandığı gecenin ertesi günü) Genelkurmay'dan çağırdılar. Gittim baktım Nurettin Soyer orada oturuyor. Beni görmedi ve bana değil oradaki bazı yetkililere, "Büyük suçlar tesbit ettim, soruşturma açacağım" diyordu. Bana döndüler, soruşturma emri verecek misin dediler. Kanuni olarak bu emri vermeye yetkim yok dedim. Bu konu, kanuni olarak beni ilgilendirmez. Bu konu 1402'ye girmez. Bu konu siyasi parti konusudıır, siyasi partiye ait kanun dışı işlemleri benim takip etmem için ya 1402 sayılı kanunun değişmesi lazım veya bu arkadaşın Cumhuriyet Başsavcısı'na evrakını vermesi lazım, zira şu andaki kanun bunu gerektiriyor dedim. Ben bunu söyleyince Nurettin Soyer'in tepkisi, "Ben bunu yaparım" şeklinde oldu. "Bana göre yapamazsın" dedim ve çıktım.
- Kanun gereği şifahi emir dahi vermeye yetkim yoktu."(2)
Savcı Nurettin Soyer'in nasıl bir zihniyete sahip olduğunu, Soyer'in ölümünden sonra "Nurettin Soyer Öldü" başlıklı bir yazıyı kaleme alan, kendisi de MHP Genel Merkezi'nin basıldığı saatlerde orada olan Gençlik Kolları mensuplarından Osman Yurt bakın neler söylüyor:
"Her fani gibi o da ölecekti, Bu ölüme sevinmek veya üzülmek değil, ismi etrafındaki sisi aralamak için, yazmaya değer.
Soyer herhangi bir askeri savcı değildi. 12 Eylül darbesi yapıldığında 4. Kolordu ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Başsavcılığı görevini yürütüyordu. Yeni nesiller bu ismi pek tanımasa da, dönemin acılarını yaşayanların hafızalarında silinmez izlerle kazınmış bir isimdir. Albay, Askeri Savcı Nurettin Soyer.
12 Mart 1971 Muhtırası'nda tasfiye edilen 9 Martçı, Baasçı YON Grubu'nun 28 Şubat sürecine kadar bir insiyatiflerinin bulunmadığı zannedilir. Bu büyük bir yanılgıdır. Y0N Grubu ordudaki varlığını her zaman güçlü bir şekilde korumuştur 12 Eylül döneminde bu grup MHP'ye karşı operasyonu yürütmüştü. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Nihat Özer ve Savcı Soyer, bu grup adına ön plana çıkan isimler oldular. 12 Eylül yapıldığında Özer, Sıkıyönetim Komutanlığı'nı bırakmıştı. Genelkurmay'da idi.
Soyer Başsavcılık görevine devam ediyordu. İhtilalden çok önceleri MHP'ye karşı özel çalışma yapan, asker, istihbaratçı, polis ve sivillerden oluşan bir grubun varlığı biliniyordu. Nitekim, bu grubun elemanlığını yapan Hicabi Koçyiğit bildiklerini anlatmıştı ve bu anlatımı içeren kaset bizzat Türkeş Bey tarafından notere konuşulmuştu. 12 Eylül gecesi, daha ihtilal başlamadan MHP Gene1 Merkezi'nin, elektrikleri kesilmek suretiyle basılmasının gerisinde bu grup vardı. Daha sonra Soyer'in emrinde, savcılık polisleri olarak görev yapacak olan ve işkence/sorgu yaptıkları yer olan C-5 ismi ile tanınan polis timi de bıı grubun üyelerinden oluşmuştu. Daha sonra Konsey'den ödül alacak bu işkenceciler önlerine gelen hemen bütün MHP'lileri kinle işkencelerden geçirdiler.
12 Eylül gecesi MHP Genel Merkezi'nde gözaltına alınan 8 kişi arasında bu satırların yazarı da vardı. Darbenin ilk günü, Türkeş Bey teslim olmamış olduğu için sanıyorıız. (Genel Merkez'in yan tarafından ve iç kısımdan az miktarda olmak üzere silah ele geçmişti.), bu sekiz kişi Ankara Emniyet Müdürlüğü'nden serbest bırakıldılar. Serbest bırakan emniyetçiler, sorumluluğu atmak için, Albay'ın emri olduğunu söylüyorlardı. İhtilal saatinden önce MHP'nin basılması, daha sonra haklarında gıyabi tutuklama kararı verilecek olan sekiz kişinin, Türkeş Bey teslim olmadığı için serbest bırakılması emrinin Savcı Soyer'den geldiği anlaşılacaktı.
Soyer'in Konsey'le arasından su sızmazdı. Emrindeki bir komiser, MHP çevrelerinden iki gençten (Süleyman Baydili ve Teoman Akyar) yüksek miktarda para istemişti. Pek bir şeyle ilgileri olmayan, yeni iş yapmaya çalışan, ödemeleri mümkün olmayan para istenen bu şahıslar konuyu Merkez Komutanlığı'na götürmüşlerdi. Merkez Komutanı da Ankara Emniyet Müdürlüğüne havale etmişti. Ankara Emniyeti, komiseri, aracı kullandığı şahsın bürosunda, tehdit ettiği şahıslardan aldığı paralarla yakalamıştı. Komiser Emniyete götürüldü. Hava gerildi. Albay Savcı Soyer devreye girdi. Konsey soruşturmayı Soyer'in emrine verdi. Soyer de, mağdur iki genci suçlayarak, üç gün boyunca sorguladı. Komiseri kurtardılar Yalnız C-5'den uzaklaştırıldı. Komiserin yaptığını herkes biliyordu, inanıyordu. Bu sebeple savcılık ekibinde görev yapmasına izin vermediler. Bir süre açıkta bekletildikten sonra, başka bir yerde göreve döndürdüler. Soyer güçlü idi. Adamını korumuştu. Şimdi Soyer de öldü. Bu dünyada hesap vermedi. Öbür dünyada verebilecek mi, bakalım."(3)
(1) Sezgin, Ferruh, Sistem'in Intikamı, Yeni Düşünce Yay, Ankara 1990, s. 19-21.
(2) Anadol, Cemal, Alparslan Türkeş Olayar Belgeler Hatıralar ve MHP, Burak Yay., Istanbul 1995, s. 135-140.
(3) Gündüz Gazetesi, 3 Ekinı 1998
POSTALLAR EYLÜL'Ü GÖSTERİYOR... 12 EYLÜL'ÜN AYAK SESLERİ
1979'un sonlarında Türkiye'de ABD'nin senaryoları yavaş yavaş uygulanmaya başlanıyordu. Yani kara Eylül'ün ayak sesleri duyuluyordu. Uzun bir süredir devam eden terör, cinayetler, katliamlar, iç savaş tahrikçilerinin ortaya koymuş olduğu provokasyonlar, kitlesel çatışmalar adım adım hedefine ulaşmıştı. Toplumun terörize edilmesi, dehşet duygularının yayılması, geleceğin belirsizliği içinde ölüm korkusunun bütün halka yayılması artık geniş toplum kesimlerini bir askeri darbeyi kurtuluş görmeye sevk edecek düzeye ulaşmıştı.
Orgeneral Bedrettin Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek ile yaptığı söyleşide bunu şöyle dile getiriyordu: "Benim kanaatim, 1978'de en geç 1979'da müdahalenin yapılmasıydı, hergün cinayetler işleniyor, önlenemiyor, tırmanıyordu. Bu yargımı, sayın Evren'e, daha 1978'de, hele 1979'da açık seçik söyledim(...) Sayın Evren. bütün bu olumsuz durumu görüyordu, kabul ediyordu. Fakat bir ordu müdahalesi için "zamanın iyi seçilmesi" kanaatinde idi."(1)
Artık darbenin yapılacağı kesinleşmiş gibi bir şeydi. Sorun zamanlama sorunırydu yalrıızca. Darbeciler 13 Aralık 1979'da Selimiye'deki 1. Ordu Karargahında bir araya geldiler. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren kara, hava, deniz komııtanlarına hitaben "müdahaleden önce siyasilere bir imkan daha tanıyalım, belki toparlanrrlar, bir uyarı yollayalım" dedi.
Bu görüş komutanlarca da kabııl gördü. Belli ki gerekli ihtilal ortamı darbecilere göre henüz tam olgunlaşmamıştı. Müdahaleden önce bir uyarı mektubu kaleme alınması gündeme geldi. 12 Eylül sonrası darbeci komutanlardan Bedrettin Demirel'in tarihe geçen şu sözü o günlerin bir işareti değil miydi? "İhtilalin olgunlaşması için daha fazla kan dökülmesini bekledik."(2)
Bu toplantıda 12 Mart formülü gündeme geldi. Yani ordunun gayri resmi denetimi ardında bir partiler üstü hükümet çağrısında bulunma görüşüldü; fakat ordunun 1971-1973 deneyimi bu planı olası çekiciliğinden yoksun bıraktı. Sonunda Cumhurbaşkanı Korutürk'e siyasi liderleri düzeni sağlamada işbirliği yapmayı davet eden ve Evren ile kuvvet komutanlarının imzaladığı bir uyarı mektubu gönderilmesi kararlaştırıldı. Görünüşe göre generallerin istediği bir AP-CHP koalisyonuydu. Mektubun başarı şansı konusunda pek fazla umutlu görünmemiş olsalar da, en azından askeri müdahalenin son çare olarak geleceğini açık hale getirecekti. Sıkıyönetim komutanlarının yetkilerini arttıracak yeni yasal ve idari önlemler isteyen bir muhtırayla birlikte uyarı mektubu 27 Aralık 1979'da Evren tarafından Korutürk'e verildi.
Mektuba cevap olarak Korutürk, 1 Ocak 1980'de Evren ve kuvvet komutanIarını Çankaya'da bir toplantıya çağırdı. Korutürk, politikacıların önerileri dikkate almamaları halinde ne yapacaklarını generallere sordu. Evren, son çare olarak müdahale edip meclisi kapatmaya hazır oldukları yanıtını verdi. Ne var ki, Cumhurbaşkanı bir darbenin sorunları daha da kötüleştireceğini düşündüğünü ve normal anayasal mekanizmalar içinde düzenin sağlanması gerektiğini açıkladı.
Görev süresi Nisan 1980'de sona erecekti ve bir askeri darbeye onay vererek görevini bitiren bir Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmek istemiyordu. Generallerin mektubu 2 Ocak 1980'de millete duyuruldu. Yine de, Demirel'le görüşmesinde Korutürk bir darbe olasılığını ciddiye almadı ve böylece Başbakan'a böyle bir tehlikenin bulunmadığı ve kendi önlemleriyle krizin üstesinden gelebileceği izlenimini verdi.
Cumhurbaşkanı Korutürk generallerin kendisine verdiği mektubu yani muhtırayı 2 büyük siyasi partinin liderini yanına çağırarak bu mektubu kendilerine iletiyordu. Aslında bu muhtıra 12 Eylül'ün habercisiydi. Yani Eylül'ün ayak sesleri duyulmaya başlanıyordu. 4 Ocak 1980 günü İstanbul Ticaret Odası Başkanı Nuh Kuşçulu, basına verdiği demeçte burjuvazinin görüşünü şöyle seslendiriyordu. "Silahlı Kuvvetler düşüncemize tercüman oldu".
Muhtırayla birlikte yeni hükümet TÜSİAD'ın ve çıkar çevrelerinin doğrultusunda 24 Ocak kararlarını uygulamaya başladı. İMF'nin önermiş olduğu oranın üstünde % 49 develüasyon yapıldı. Petrole, demir çeliğe ve kağıda oldukça yüksek oranlarda zam yapıldı. Hükümetin aldığı bu kararlar yoksul halk kitleleri üzerinde büyük şok etkisi yaptı. 24 Ocak kararları ancak askeri faşist diktatörlüklerde uygulanabilecek türdendi. Ve bu kararların ileride 12 Eylül darhesiyle nasıl uygulanacağını cunta rejimi gösterecekti.
İMF'nin talimatları doğrultusunda uygulamaya konulan 24 Ocak kararlarının mimarı Demirel'in DPT müsteşarı Turgut Özal'dı. Alınan kararların ordu komuta kademelerine tanıtılmasında ve belirtilmesinde Turgut Özal'ın inisiyatifi belirleyiciydi. "Komutanların" 24 Ocak operasyonu hakkında bilgilendirilmesi gerektiği konusunda Demirel'i ikna eden Özal; 8 ve 30 Ocak'ta Genelkurmay'da generallere bu karar paketi hakkında bizzat brifing verdi.
Topantılarda, "ekonominin düze çıkarılması" için toplumsal muhalefetin dizginlenmesi, hatta mevcut sendikal çerçevenin daraltılması gerektiği üzerinde; Özal'ın temsil ettiği İMF'ci/Friedmancı teknokrasi ile generaller arasındaki mutabakat pekişti: "Grev alanları ve grev mevzuatı mutlaka gözden geçirilmelidir. Grevler ve anarşi, yatırımları birlikte önlemektedir. Demokrasi bir başıbozukluk değil, disiplin rejimidir" (Özal); "Türkiye'yi bu toplu sözleşme düzeni batırmadığı takdirde hiçbir Şey batıramaz" (Oramiral Bülent Ulusu). Özal'ın verdiği brifinglerde sağlanan iletişim ve mutabakat, 24 Ocak çizgisinin ileride 12 Eylül rejimiyle bütünleşmesini hızlandırmış, kolaylaştırmıştı.
Ülkede ekonomik bunalım ve karışıklıklar sürerken, 1980 yılının Mart ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldi. Meclis'teki turlarda Cumhurbaşkanı'nın seçilemeyeceği anlaşılıyordu. Mevcut siyasi buhranın en üst noktasını oluşturan bu olayla birlikte Türkiye, bir askeri müdahale sürecine girmiş bulunuyordu. Tabii bu arada Bab-ı Ali de durmuyordu. Tekelci sermaye ve askeri çevrelerle birlikte anayasa taslakları tartışılmaya başlanıyordu.
1980'e girerken Ortadoğu'da ilginç gelişmeler oluyordu. Sovyetler, Afganistan'ı işgal etmişti. ABD'nin Ortadoğu'daki ileri karakollarından biri olan İran'daki Şahlık rejimi de devrilmişti. ABD böylelikle en önemli müttefikini kaybediyordu. Ortadoğu'daki anti-Amerikancı politikalar Pentagon'u rahatsız ediyordu. Pentagon Ortadoğu'nun jeopolitik ve jeostratejik bakımdan en önemli ülkesi olan Türkiye'ye ayağını sağlam basmalıydı.
ABD-Türkiye ilişkileri demokratik ve sivil rejimde pek iyi gitmiyordu. Yani ABD açısından NATO'nun güney kanadındaki Kıbrıs ve Ege'deki meseleler yüzünden Yunanistan'la çıkan pürüz ve kriz, U-2 Casus uçaklarının Türkiye'de üstlendirilmesi için yoğunlaşan talepler, mevcut demokratik ortam içinde halledilemezdi. O günlerde ABD Türkiye'de sivil bir yönetim yerine askeri bir yönetim kurulması için çok ciddi temaslarda bulunuyordu.
ABD dış politika uzmanı Brezinski, TUSİAD heyetiyle ve zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'le yaptığı görüşmelerde "Türkiye'de istikrarlı bir yönetim istiyoruz" diyordu. İstikrardan kastedilen ise 12 Eylül sonrasında Brezinski'nin yayınladığı anılarından anlaşılıyordu. Acaba Brezinski'nin yapmış olduğu temasların müdahale günlerinde gerçekleşmiş olması bir tesadüf müydü?
1980'de bunalımlı dönemde bir başka hadise daha gerçekleşiyordu. Fakat hiç kimse olayın farkında değildi. Olay Notam 714'ün kaldırılmasıydı. 6 Şubat'ta ABD'den gelen generaller ile Türk Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan toplantılardan sonra 23 Şubat'ta Notam 714'ün kaldırıldığı açıklandı. Zamanın hükümetinin bu konudan haberi bile yoktu.
NATO'nun çift şapkalı komutanı General Rogers kendisine muhatap olarak hükümeti değil, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'i seçmişti. Genelkurmay bu konuda Dışişleri Bakanı'nı bile devre dışı bıraktı. Notam 714'ün kaldırılmasına en çok hükümet şaşırmıştı. Böylesine önemli bir konudan hükümetin haberi yoktu. Konunun önemi ve siyasi niteliği ileride görülecekti. ABD artık TC Hükümeti'ni değil Genelkurmay Başkanlığı'nı muhatap gördüğünü resmen ilan ediyordu.
(1) Arcayürek, Cüneyt, 12'Eylül'e Doğru Koşar Adım, Cilt: 9, Bilgi Yay. Ankara 1988, S. 269.
(2) Bizim Ocak Dergisi, Eylül 1987, Sayı: 42
12 Eylül İtleri
Genelkurmay başkanı Org. Kenan Evren
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Esin
Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer
Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun
Evren; -Vur emri verdim
12 Eylül'ün eli kanlı başkanı Kenan Evren, 1980'de Milli Güvenlik Konseyi üyelerine suikast yapacak örgütün hapisteki tüm üyelerinin öldürülmesi için emir verdiğini itiraf etti.
BU CELSENİN HÜKMÜ !..
Aşağıda resimde ki an Başbuğ, kürsüye gelmiş ellerini açarak savcı Nurettin Soyer 'i suçlayan dehşetli bir konuşma yapmıştı... Mahkeme sözcüsü Vural Özenirler başta olmak üzere, bütün rütbeli zevat titremeye başladılar sanki hakim ve mahkum yer değiştirmişti...
Hele savcı Soyer korkudan gözlükleri ters takmış, biz nasılda onun bu aciz ve sefil haline gülüşmüştük... Onlarda sonraki mahkemelerde bizi arka sıralara attılar... Fakat son gülen yine biz olduk... Türk'ün son Başbuğu yine mahkemeye son noktayı koymuştu...
12 Eylül Cuntasının, başta Alpaslan Türkeş olmak üzere ülkücülere kurduğu tuzak, ihtilalin üzerinden çok bir zaman geçmeden ortaya çıktı. Aralarında Alparslan Türkeş ve teşkilat yöneticilerinin bulunduğu 587 kişi hakkında, "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar" davası adı altında davalar açılmıştı...
Mamak Askerî Cezaevinin C 5 işkencehanelerinde yıllarca süren sorgular, mesnetsiz suçlamalar ile bu dönem, ülkücü gençliğin unutamayacağı ve affedemeyeceği acı bir dönem olacaktır.
Savcı Nurettin Soyer tarihe utanç vesikası olarak geçmiş olan iddianamesinde, başta Alparslan Türkeş olmak üzere pek çok ülkücünün "146/1" , "149/1" gibi maddelerden "idam"la tecziyesini talep etmekteydi. Savcı, Alparslan Türkeş'in idamını istediği "iddianame"de suç delili olarak şunları öne sürmekteydi.
"(Alparslan Türkeş), İktidarı ele geçirmek için siyasî parti içinde yer alarak genel başkanlığa kadaryükselmiş, bir yandan Anayasa ve yasalar çerçevesinde tanıtma, propaganda, seçmen toplamakişlemlerini yürütürken, bir yandan da, yönetimi ele geçirip yukarıda belirtilen düşünceleri yönünde birdevlet düzeni getirmeyi amaçlamış, bu amaç uğruna kurduğu örgütlenmeyle
Türkiye ahalisini birbirialeyhine toplu kıyıma götürmüştür. Bunun için MHP, MHP Gençlik Kolları, Ülkücü Dernekler, Ülkücü Meslek Teşekkülleri ve bazı mahalle, okul ve yurtlarda vatandaşlar arasında merkeziyetçi, yukarıdanaşağıya kademeleşmiş, otoriter, organize bir teşkilâtlanmaya gitmiştir...
Toplu kıyım (!!!!!!!!) amacıyla; 1980 Temmuz ayı içerisinde Yılma Durak ve Celâl Adan ile konuşurken DİSK'in komünist hareketin kaynağı olduğunu söylemiş), "konuşma bitip kalkarken elini yatay birşekilde ot biçer gibi yaparak" DİSK Başkanı Kemal Türkler'in yokedilmesini emretmiş miş...(!!!!!!!!!!!)"
Dünya Hukuk Tarihini yeniden yazdıracak bir iddia gerçekten... Sanki sessiz film gibi bir şey.... Bu uyduruk mahkemeler Türkün son Başbuğu ve çelik iradeli ülkücüleri yıldıramamış ve kutlu şafakların habercisi olmuştur...
Yusuf Ziya ARPACIK
http://www.12eylul.yalniz-kurt.com/index.php
Allah tüm ülkücü abilerimize rahmet eylesin . birileri yükselen milliyetçiliğin önünü kesmek için o gündede bu günde de engel koydular ve koyuyorlar .ülkücü hareket engelleri yılmadan aşmaya devam edecektir .
Allah müslüman - türk milletinin ve onun yılmaz neferlerinin yardımcısı olsun