- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
GÜZEL BİR sorudur bu. Öyle bir çırpıda cevap verilemeyeninden... Ve her ne kadar olağandışı bir durum gibi görünse de, çokça rastlanan bir haldir gerçekte.
“Meyveli ağaç taşlanır” sözünü hatıra getirecek olsak teselli veya açıklama niyetiyle, meyveli ağacın taşlanma nedeni meyveye sahip olmaktır temelde. Bu taşlama olayının ağacın tekamülüyle direkt ilgisi yoktur, aksine taşlayanlar için olası bir menfaat sözkonusudur. Fayda göreceği yeri taşlayan bir mantık için menfaat tanımı da bizimkiyle aynı olmayacaktır zaten.
Peki meyveli ağacın çektiği nedir, boşa mı gidiyor yediği taşlar? Hem meyvesinden de onlar faydalanıyorlar.
Değer verdiğim bir dostumun latif bir serzenişi üzerine düşündüm bunları. Çoğu zaman senin onların dünyalarını terk etmen, onların seni terk ettiği anlamına gelmiyordu. Peki kimdi bu “onlar”? Kendileriyle imtihan edildiklerin, kendileriyle imtihan edilmen için iradesini sarf edenler veya. Veya nefsine yenik düşenler, bilerek yapanlar, unutanlar, zevk alanlar, pişman olanlar. Tüm şahıs kipleri, herkes, herşey, dünya belki.
Haktan yana bir adım atanlar, nefisleri ve vicdanları savaşa girdiğinde vicdana yatırım yapanlar, kaybedenlerden olmazlar. Taşa maruz kalan meyvelerden ibaret değildir bir ağaç.
Büyük ve zor bir adım atmakla uzaklaşmayı, karşılık vermek yerine susmayı, üzerlerine gitmek yerine geri planda kalmayı sana seçtiren haksa, vicdanın rahatsa, bekle. Senden bir adım daha atman istenebilir, sen çekildiğin halde çekilmeyenler sabrının sınırlarını zorlayabilir, senden istenen bir adım daha vardır, çünkü bedelini ödemen gereken bir zafer sana muntazırdır. İnan bana, çünkü bu dersi bana okutan kainatın sultanıdır.
Değil mi ki, o onlardan karşılık beklemiyordu, kimseyi zorlamıyordu, kimsenin yerinde gözü de yoktu. Getirdiği herşey hayırdı, ama karşılığı ilk anda hayır olmasa da razı oluyordu. En zengin unvanını, en güzel kadınları, reis olmayı, şöhreti ve gücü elinin tersiyle itiyordu, aynı eline ayı ve güneşi alıyor, sizin dininiz size, benim dinim bana diyordu. O onlara ilişmiyordu yani, diğerlerini üzerine geliyordu. İşkence ediyor, hakaret ediyor, her yolu deniyorlardı, o karşılık vermiyordu. Yeri geldi şehrini terk etti, ama yetmedi. Niye geldiler Bedir’e? Niye o arayı açtıkça onlar saldırıya devam etti? Çünkü bu edebin, bu sabrın, bu en güzel mücadelenin karşılığı, onların şerrinden kurtulmak olmadı hiçbir zaman. Bunun bedeli azanın belasını bulması, sabredenin mükafatının umduğundan büyük olması anlamına geliyordu. Onlar kendilerine karışmayana musallat olmaya devam edeceklerdi ki, kaçar gibi gittiği Mekke’ye fatih olarak girsin kainatın efendisi.
Tüm peygamberlerin hayatlarında olduğu gibi.
Kendileri seçmekte serbest oldukları şeylerde kabul etmemeyi değil, yok etmeyi deneyenler, yok edildiler. Kendilerine karşı sabredilenler, saldırılarını hiç kesmediler, ama kazananlardan da olmadılar hiçbir zaman. Sabredenlerin umduklarından da güzel oldu sonuçlar.
Zamanın garibine de ilişmediler mi? ‘Dünyanız başınızı yesin’ dediği ve dünyalık hiçbir şeyi beş paraya saymadığı halde neydi ehl-i dünyadan çektiği? Kendilerine ilişilmeyenler neden hep taciz etmişti? Dünyayı talep etmiyordu ki, dünya ona zindan edilmişti! Ahiretlerinde de gözü yoktu, makam mevkilerinde de, elinin tersiyle ittiği ne varsa onun ittiğine sahip olma derdinde olanlar olmadık zulümler yapıyorlardı ona. Ve güzel bir sabır buldular karşılarında: sessiz bir mücadele, dağ gibi bir istiğna, azami bir ihlas. Onların geri adım atmamaları gerekiyordu, bize ilişmeyene ilişmeyelim diyerek vazgeçmemeleri gerekiyordu, çünkü bu zafer büyük bir bedel istiyordu. Onlar kendi vazifelerini bihakkın yerine getirecekti ki, dünya zinetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış bir ruhun zindanından şimdi milyonla tarif edilen yeni hayatlar yeşerecekti.
Eğer “ben onlara ilişmiyorum, onlar niye benimle uğraşıyorlar?” diyorsan, tercihin gerçekten hak olduğu için bunu yaşamak durumunda kalıyorsan, vicdanın mutmain bir şekilde yanında duruyorsa, yürüdüğün yol sırat-ı müstakime bakıyorsa, sabret. Sen kendilerinden birşey beklemediğin, yaptıklarına karşılık vermediğin, kendini çekmekle sabrettiğin halde hâlâ sana yürüyorlarsa, bırak yürüsünler, eğer bu imtihanı kaybetmezsen anla ki, senden beklenen sabır boşuna değil. Anla ki, mesele seni bırakmalarıyla bitecek kadar basit değil. Doğmak isteyen bir hakikat var, ulaşılması gereken bir menzil var senin için. Çıkılması gereken bir basamak, ve bir zafer var, iki dünyana da ışık tutacak...
Gözünü çevir ve efendiler efendisine, onun peygamber kardeşlerine, yıldızlar gibi ashaba, velilerin hayatlarına, Bediüzzaman’a bak. Meyveli ağaçlar taşlardan zarar görmüyorlar. Taşı atanlar, nimete ermek şöyle dursun, her türlü nimetten uzak bir azaba duçar oluyorlar; ve ağaçların en büyük meyveleri olan sabır meyveleri zamana, asırlara ışık tutuyorlar.
© 2009 karakalem.net, Nuriye Çakmak
“Meyveli ağaç taşlanır” sözünü hatıra getirecek olsak teselli veya açıklama niyetiyle, meyveli ağacın taşlanma nedeni meyveye sahip olmaktır temelde. Bu taşlama olayının ağacın tekamülüyle direkt ilgisi yoktur, aksine taşlayanlar için olası bir menfaat sözkonusudur. Fayda göreceği yeri taşlayan bir mantık için menfaat tanımı da bizimkiyle aynı olmayacaktır zaten.
Peki meyveli ağacın çektiği nedir, boşa mı gidiyor yediği taşlar? Hem meyvesinden de onlar faydalanıyorlar.
Değer verdiğim bir dostumun latif bir serzenişi üzerine düşündüm bunları. Çoğu zaman senin onların dünyalarını terk etmen, onların seni terk ettiği anlamına gelmiyordu. Peki kimdi bu “onlar”? Kendileriyle imtihan edildiklerin, kendileriyle imtihan edilmen için iradesini sarf edenler veya. Veya nefsine yenik düşenler, bilerek yapanlar, unutanlar, zevk alanlar, pişman olanlar. Tüm şahıs kipleri, herkes, herşey, dünya belki.
Haktan yana bir adım atanlar, nefisleri ve vicdanları savaşa girdiğinde vicdana yatırım yapanlar, kaybedenlerden olmazlar. Taşa maruz kalan meyvelerden ibaret değildir bir ağaç.
Büyük ve zor bir adım atmakla uzaklaşmayı, karşılık vermek yerine susmayı, üzerlerine gitmek yerine geri planda kalmayı sana seçtiren haksa, vicdanın rahatsa, bekle. Senden bir adım daha atman istenebilir, sen çekildiğin halde çekilmeyenler sabrının sınırlarını zorlayabilir, senden istenen bir adım daha vardır, çünkü bedelini ödemen gereken bir zafer sana muntazırdır. İnan bana, çünkü bu dersi bana okutan kainatın sultanıdır.
Değil mi ki, o onlardan karşılık beklemiyordu, kimseyi zorlamıyordu, kimsenin yerinde gözü de yoktu. Getirdiği herşey hayırdı, ama karşılığı ilk anda hayır olmasa da razı oluyordu. En zengin unvanını, en güzel kadınları, reis olmayı, şöhreti ve gücü elinin tersiyle itiyordu, aynı eline ayı ve güneşi alıyor, sizin dininiz size, benim dinim bana diyordu. O onlara ilişmiyordu yani, diğerlerini üzerine geliyordu. İşkence ediyor, hakaret ediyor, her yolu deniyorlardı, o karşılık vermiyordu. Yeri geldi şehrini terk etti, ama yetmedi. Niye geldiler Bedir’e? Niye o arayı açtıkça onlar saldırıya devam etti? Çünkü bu edebin, bu sabrın, bu en güzel mücadelenin karşılığı, onların şerrinden kurtulmak olmadı hiçbir zaman. Bunun bedeli azanın belasını bulması, sabredenin mükafatının umduğundan büyük olması anlamına geliyordu. Onlar kendilerine karışmayana musallat olmaya devam edeceklerdi ki, kaçar gibi gittiği Mekke’ye fatih olarak girsin kainatın efendisi.
Tüm peygamberlerin hayatlarında olduğu gibi.
Kendileri seçmekte serbest oldukları şeylerde kabul etmemeyi değil, yok etmeyi deneyenler, yok edildiler. Kendilerine karşı sabredilenler, saldırılarını hiç kesmediler, ama kazananlardan da olmadılar hiçbir zaman. Sabredenlerin umduklarından da güzel oldu sonuçlar.
Zamanın garibine de ilişmediler mi? ‘Dünyanız başınızı yesin’ dediği ve dünyalık hiçbir şeyi beş paraya saymadığı halde neydi ehl-i dünyadan çektiği? Kendilerine ilişilmeyenler neden hep taciz etmişti? Dünyayı talep etmiyordu ki, dünya ona zindan edilmişti! Ahiretlerinde de gözü yoktu, makam mevkilerinde de, elinin tersiyle ittiği ne varsa onun ittiğine sahip olma derdinde olanlar olmadık zulümler yapıyorlardı ona. Ve güzel bir sabır buldular karşılarında: sessiz bir mücadele, dağ gibi bir istiğna, azami bir ihlas. Onların geri adım atmamaları gerekiyordu, bize ilişmeyene ilişmeyelim diyerek vazgeçmemeleri gerekiyordu, çünkü bu zafer büyük bir bedel istiyordu. Onlar kendi vazifelerini bihakkın yerine getirecekti ki, dünya zinetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış bir ruhun zindanından şimdi milyonla tarif edilen yeni hayatlar yeşerecekti.
Eğer “ben onlara ilişmiyorum, onlar niye benimle uğraşıyorlar?” diyorsan, tercihin gerçekten hak olduğu için bunu yaşamak durumunda kalıyorsan, vicdanın mutmain bir şekilde yanında duruyorsa, yürüdüğün yol sırat-ı müstakime bakıyorsa, sabret. Sen kendilerinden birşey beklemediğin, yaptıklarına karşılık vermediğin, kendini çekmekle sabrettiğin halde hâlâ sana yürüyorlarsa, bırak yürüsünler, eğer bu imtihanı kaybetmezsen anla ki, senden beklenen sabır boşuna değil. Anla ki, mesele seni bırakmalarıyla bitecek kadar basit değil. Doğmak isteyen bir hakikat var, ulaşılması gereken bir menzil var senin için. Çıkılması gereken bir basamak, ve bir zafer var, iki dünyana da ışık tutacak...
Gözünü çevir ve efendiler efendisine, onun peygamber kardeşlerine, yıldızlar gibi ashaba, velilerin hayatlarına, Bediüzzaman’a bak. Meyveli ağaçlar taşlardan zarar görmüyorlar. Taşı atanlar, nimete ermek şöyle dursun, her türlü nimetten uzak bir azaba duçar oluyorlar; ve ağaçların en büyük meyveleri olan sabır meyveleri zamana, asırlara ışık tutuyorlar.
© 2009 karakalem.net, Nuriye Çakmak