‘Laisizm’ ve ‘laiklik’ kıskacında Türkiye

Katılım
1 Eki 2005
Mesajlar
1,176
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
K.F.L.'den:)
‘Laisizm’ ve ‘laiklik’ kıskacında Türkiye (1)

'Radikal’in iki değerli yazarı, bir ara haklı olarak, laiklik ve laisizm kavramları arasındaki başkalığı ve bu başkalığın önemini vurgulamışlardı. (Kırıkkanat, Kahraman, 27-31 Aralık 2003)


O zaman beklemiştim. Ama çıt çıkmamıştı. Şimdi ise birileri bu konuda sürekli yazıyor. İyi de ediyor. Sorunu canlı tutuyor. Ama bu işin uzmanı değil, bence. Zira laiklik, laisizm, hukukun, felsefenin konusudur. Her gün her konuda yazı yazanların, her şeyi her zaman bildiğini iddia edenlerin, resim öğretmenlerinin, ozanların, yabancı dil bilenlerin değil. Demek konu, bu işin uzman olmayanlarına bırakılmayacak çapta önemliydi.

Gerçekten, laikliği iyi kavramak istiyorsak, “laisizm” terimini iyi algılamak zorundayız. Bunun için de işe ilkin laiklik kavramından başlamak gerekir. “Laiklik”, kolay teslim olmayan bir “bukalemun sözcük”tür (Mgr Bornet). Öte yandan din (Kilise) ve devlet ayırımının büyük ustalarından Jules Ferry, geçen yüzyılda Fransız Senatosu’nda aynı kökten türetilen “laïcisation” sözcüğünü kullandığında, Senatör M. Delsol, “barbara res, barbara vox” diye bağırmıştır. (13.12.1879) Gerçi Fransa’da “laïque” sözcüğüne, ilk kez 13. yüzyılda rastlanır. 16. yüzyıla dek çok az kullanılır. Sözcük, Yunanca “laos”tan gelir, Latinceye geçer ve “din adamı ya da dindar olmayan” anlamında kullanılır. Kilise, başlangıçta “laikos” sözcüğünü kendine bağlı kişiler için; “clerikos” sözcüğünü ise dini yöneten ve öğreten papazlar vb. için kullanmıştır. Çünkü o dönemde herkesin Kilise’ye bağlı olduğu varsayılmaktadır. 16. yüzyıldan sonra, “clericus”, “clerc” (din adamı), clergé (ruhban) sözcükleri Fransızcaya girer. Kiliseye bağlı olmayanlara daha sonraları isim ve sıfat olarak “lai” denir ve bunun çirkin (laid) sözcüğü ile karışmaması için “laïc” (eril) ve “laïque” (dişil) sözcükleri türetilir. Dilin serüveni daha bitmemiştir. Fransa’da, resmi okullarda öğrenimin yansızlığı tartışmaları başladığında, kronolojik sırayla, “laïcisme” (laisizm, 1842), “laïcisation” (laikleştirme, 1870), laïciser” (laikleştirmek, 1870), “laïcité” (laiklik, 1871) sözcükleri dile girer. Bu arada, “clerc” (din adamı) sözcüğü daha sonraları bilgin, aydın gibi anlamlarda da kullanılmıştır.

Fransızcanın temel sözlüklerine göre “laiklik” (laïcité), dinin sivil toplumdan ayrılmasını öngören siyasal ve sosyal anlayışı ve/ya da bu ilkeye göre örgütlenmiş, dinsel anlayıştan arınmış olanın niteliğini anlatır. Fransa’da benimsenen 28.3.1882 tarihli yasa bu doğrultudadır. Kilise’nin siyasal/yönetsel iktidarı kullanmasını önleyen bu sistemde, devletin dinsel; Kilisenin de siyasal iktidarı kullanması olanaksızdır. Sivil ve dinsel toplum bu ilkeye göre ayrılmıştır. Fransız Akademisi’nin ve Henri Capitant’ın ünlü sözlüklerine göre de, laiklik, 1935’te kamusal otoritelerin (devletin) yansızlığı ve özellikle öğrenimin, yasaların dinden arınmışlığıdır. Aynı sözlüklere göre laisizm (laïcisme), kurumları laikleştirme yandaşlarının Kilise’nin yönetiminde bile laiklere yer ve kurumlara dinsel olmayan bir nitelik verilmesini amaçlayan bir öğretidir, ideolojidir. Aynı sözcükler İtalyancada laicismo (laisizm) ve laiklik (laicità) olarak geçmektedirler. Ayrıca İtalyancada din adamları (chierici) ve laikler (laici) ayırımı çok eskidir.

‘Laisizm’ ve ‘laiklik’in ayrımını doğru yapmak...

Fransa’da laiklik tartışmaları yapılırken yaklaşık yüzyıldır “laisizm”in başkalığı, tanınmış Fransız düşünürlerince sık sık vurgulanmıştır. Laiklik, başkalarının dinsel duygularına saygıda; laisizm ise, zaman zaman zora başvurarak bireysel baskıda yoğunlaşmaktadır, Laisizmin en aşırı biçimi, Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında (1789-1795) ve, materyalizme dayandığı ve dini afyon olarak benimsediği için sistemin doğası gereği, komünist ülkelerde uygulanmıştır.

Ülkemizde, evrensel, daha doğrusu küresel sözcükler ve terimler, ne yazık ki, kimileyin içleri boşaltılarak ve onlara yeni anlamlar yükletilerek ya da birbirlerinin yerlerine geçirilerek kullanılmaktadır. Laiklik ve laisizm sözcükleri de bundan paylarını almışlardır. Bunlar, eşanlamlı değildirler. Laiklik, bir durumu, niteliği; laisizm ise belli bir amacı gerçekleştirmek isteyen ideolojiyi anlatmaktadır. Laisizm, profan söylemli, ama dinsel bir inşa içinde olan bir totalliktir. Bu yüzden öncelikle laisizm ile laikliği birbirinden ayırmak gerekmektedir. Unutmayalım. “Kavramlar yansızdır”. (Weber) Doğru konuşurlar; insanı yanıltmazlar, aldatmazlar.

Son çözümlemede, laiklik ile laisizm ayrı ayrı kavramlardır ve ayrı kurumsallaşma ve uygulamalara yol açmışlardır. Laisizm, “rejime göre din” ister ve dini belirler, güdümler. O yüzden çatışmalara gebedir. Oysa, laiklik “dine göre rejimi” ve “rejime göre dini” reddeder. Bu nedenle Akoun’un da belirttiği gibi, belki de, “laiklik kavramını, bugün hâlâ kullanılabilir kılabilecek biricik şey, laiklik ile laisizm arasındaki ayrımdır”.

Bu iki terimin başkalıkları tartışmasının Fransa’da çıkmasının bir nedeni vardır. Çünkü Fransa’da laikliğin değil, laisizmin uygulandığı görüşü egemendir. Fransız devrimcilerinin, dini ve ibadetleri yok etme girişimleriyle başlayan ve ruhban sınıfının kökünü kazımaya dayanan anlayışlarının uzantıları Fransa’da bugün de bir ölçüde sürmekte; dine karışan, onu güdümleyen, aşırı pozitivist, gerçek laikliği ve devletin yansızlığını zaman zaman dolanlı biçimde dışlayan ya da tehlikeye düşüren, sosyalist ülkelerde din karşıtlığını öngören, dini kimileyin zararlı ya da yararsız, dinsel gelenekleri gelişmeyi engelleyici gören, geleneği dinden arındırmayı amaçlayan, dinsel inançların bireysel ve toplumsal yansımalarından hoşlanmayan ve bu amaçları gözettiği için bir “izm”e, yani ideolojiye dönüşerek, laiklik gibi bir niteliğe vurgu yapmayan en uç anlamda “laisizm”, bir bilim adamımızın dediği gibi, Fransa’da laikliğin çocukluk hastalığıdır. Nasıl şovenizm ulusçuluğun yozlaşmış biçimiyse, laisizm de laikliğin en sapkın biçimidir. Tourain, militan rasyonalizm ya da laisizmin başka mutlakçı politikalar kadar tehlikeli olduğuna, çünkü kendi ilkelerini uygulatmak için devletin cezalandırıcı yönüne başvurduklarına değinmiştir.

Yeri gelmişken belirteyim ki, Fransa’dan esinlenilerek, laikliğin devlet ve Kilise’nin ayrımı ilkesi olduğu söylenir sıklıkla. Eğer bu ayrımı devlet belirler ve Kilise’yi (dini) denetlemeye kalkarsa, laisizme kayılır. Fransa’nın başına gelen budur. Fransız laikliği bu yüzden hâlâ sorunludur. Buna karşılık, her kurumunu ve hukukunu Fransa’dan alan Belçika’nın başına bu gelmemiştir. Çünkü Belçika, laikliği, çoğulculuğu ve devletin yansızlığını zorlayan “devletin ve Kilise’nin karşılıklı bağımsızlığı ilkesi”ne dayandırmış ve bu doğrultuda uygulamıştır. Bu nedenle de Belçika’da devlet Kilise’yi (dini) denetlemeye hiç kalkışmamış; Fransa’daki sancılar hiç yaşanmamıştır.

Özetle, kimi yerli ve çoğu yabancı yazarlar, laisizmi, “laikçilik” (Nur Vergin, Ayşe Kadıoğlu, M. Türköne, M. A. Kılıçbay, A. Arslan Kemal Gözler), “otoriter, sözde, baskıcı laiklik” (Erdoğan), “laikleştirmecilik” (Selçuk, Arkoun), “militan laiklik” Abel, Mehmet Turgut, Lachaume, Duron-Prinborgne, s.126), “laiklik taklidi” (Başgil), “Jakoben laiklik” Mardin), Kilise’nin bir ortağı değil, “her zaman korkulan bir rakibi”, “sapık öğreti” (Magnin gibi, 1930) olarak karşılamış ve değerlendirmişlerdir. Konunun meraklısına 2000 tarihli yargı yılı açış konuşmamı ve buradaki kaynakları salık veririm. (Sami Selçuk, Özlenen Demokratik Türkiye, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2000, s. 79 vd.) Görülüyor ki, bu başkalığa ülkemizde daha önceleri de değinilmişti. Ben ise ilk kez on iki yıl önce ‘Milliyet’te çıkan bir dizi yazımda dokunmuş, “laisizm” terimini, ideolojik yönünü gözeterek, “laikleştirmecilik”diye Türkçeleştirmiştim. (Laiklik/sivil toplum/homo democraticus, Milliyet, 12-15 Mart 1994) Yazı sonradan kitaba dönüşmüştü. Daha sonraları, “laikçilik” terimini, Türk yazarlarının çoğunluğunca benimsendiğini görünce ben de kullanmaya başlamıştım. Ne var ki, 6 Eylül 1999 yargı yılı açış konuşmamda laikçilik terimini aslıyla birlikte kullanınca Türkiye’de kıyamet koptu. Bir bakıma iyi de oldu. Toplumumuzdaki hastalıkları, eksiklikleri anlama / tanıma fırsatı verdi.

İlkin, şunu anladım. Demek, Türkiye’de yazılanlar okunmuyordu. Gutenberg toplumuna ulaşamamıştık. Ama mikrofon dinleniyor ve yazıyı yeniyordu. Çünkü, bu toplumda köşe yazarlarının çoğu, aynı gazetedeki komşu yazarın yazısını bile okumuyor, akşamları herkes, televolelerle, paparazzilerle zaman öldürüyordu. Aslında ölen, zamanla birlikte geleceğimizdi.

‘Laikçilik’ kelimesi üzerinden saldırmak...

İkinci olarak, az çok okuyanlar da her şeye göz ucuyla şöyle bir bakıp geçiyordu. Sözgelimi, kıyameti koparanların bir bölümü, laiklik karşıtlarının kullandıkları “laikçilik” terimiyle laiklik ilkesini küçümsediğimi ileri sürüyorlardı. Oysa ben, aslını da kullanarak sözcüğün Türkçeye nasıl çevrildiğini yazılı metinde açıklamıştım. Aşağıda da belirteceğim gibi, laiklik ile laisizm farklı kavramlardı. Küçümsenir gerekçesiyle bu ayrımdan vazgeçmek olanaksızdı. Türkiye’de kimileri eğer bu ince ayrımın ayırdında değilseler, bundan kavramlar sorumlu tutulamazlardı. Ne yazık ki, ülkemizde bu ince ayırımı yapmayanlar arasında bilim sanını taşıyanlar bile vardı. Nitekim onlar daha sonraki konuşmalarında beni sürgit eleştirdiler. Dikkatlerini çektim. Ancak inceleme zahmetine bile katlanmadılar. Besbelli ki, bilim, onlar için “en hakiki mürşit” değildi. Onların amaçları, üzüm yemek değil, bekçiyi dövmekti. Eleştirilerini acımasızca sürdürdüler. Söyledikleri, zaman harcamaya ve yanıtlanmaya değmezdi.

Hele bunlardan birini hiç unutmuyorum. Çok satan ciddi bir gazetenin demirbaş köşe yazarlarındandı. Beni her gün topa tutuyordu. Yine bir yazısında, geçen yıl yitirdiğimiz bir bilim adamımızın sunduğu bildiriye dayanarak beni “cehalet”le suçluyordu. Oysa iki Fransız ve bir Türk bilim adamı, aynı toplantıda sundukları bildirilerinde o bilim adamımıza yanıt vermişler, ayrımın önemine değinmişler, bunların özetleri kendi gazetesinde de yayımlanmıştı. Telefonla konuşmamın metnini ve bu bildirileri okuduğu halde neden yanlış bilgilere dayandığını sordum. Yanıtı şaşırtıcıydı. Ne benim konuşmamı, ne de gazetesinde çıkan bildiri özetlerini okumuştu. Konuşmam, Yargıtay sitesinde yayımlandığı halde, metni kendisine gönderirsem okuyacağını söyledi. Özrü kabahatinden büyüktü. Anlaşılan, her gün yazıyor, ama hiç okumuyordu. Böylelikle hem kendini kandırıyor, hem de toplumu yanıltıyordu. Bir kez daha inandım ki, ulusça bir Sokrates, bir Descartes açığı yaşıyor, bu açığı bir türlü kapatamıyorduk. Bugün de öyle. Hem de okumuşlarımız arasında bile. 8.1.2004 tarihinde bir TV yarışmasında iyi öğrenim görmüş bir yurttaşımız, Sokrates’in “Ben tek bir şey biliyorum; o da hiçbir şey bilmediğimdir.” özdeyişini, dillere destan özdeyişini kimin söylediğini dahi bilemiyordu. Bunu bilemeyen biri, o sözün sıradan değil, doğru usavurma yönteminin ilk kuralı olduğunu nereden bilebilir ki? O yüzden, sağlıklı biçimde ne düşünebiliyoruz, ne tartışabiliyoruz, ne de görüş üretebiliyoruz, bizler. Descartes’lar, Sartre’lar, Durkheim’lar, Husserl’ler, ne yazık ki, hâlâ lüks bu ülkede. Acı, ama gerçek bu.

Burada bir ayraç açmak isterim. Biri doktora tezi olan iki Türkçe kitapta, laisizmin asıl anlamı yeterince doğru açıklandıktan sonra, bu sözcüğün küçümseyici anlamda da kullanıldığına değinilmiştir. Bunlardan ikincisi teze dayanmaktadır. Tez ise, kanımca yanlış değerlendirmelere. Çünkü, tezin dayandığı Fransız yazarları Autin, ve bu arada Trotabas, sözcüğün böyle bir anlamından söz etmemekte, yalnızca kimi bilim dışı yazılarda (polemiklerde) bu anlamda kullanıldığını belirtmektedirler. Öte yandan, Fransızca hiçbir sözlükte, laisizmin küçümseyici (pejoratif) anlamda kullanıldığına değinilmemektedir. Kullanılsaydı, böyle kullanılan sözcüklerde yapıldığı gibi, buna da yer verilirdi. Kaldı ki, bu olgu, her sözcüğün başına gelebilir. Örneğin, “demokrasi” sözcüğü de tarih içinde her zaman olumlu anlamda kullanılmamış, kimileyin alt sınıfların kendi çıkarları için ülkeyi yönetmeleri anlamında küçümsenmiştir. Ancak, ne o gün, ne de bugün “demokrasi” sözcüğünden vazgeçildi. Aynı biçimde, Türk” sözcüğü de bir zamanlar aşağılamak için kullanılmıştı. İsteyen vazgeçsin. Ben “Türk” sözcüğümden vazgeçmiyorum. Dahası, laisizm terimi yerleştiği için “laikçilik” diye kullananların hepsini, böyle ya da belli görüşün sahipleri diye algılamak ve onu dilimizde yasaklamaya yeltenmek ise saçmalığın dikâlâsıdır. Abdülhamit’in “burun”, “hürriyet”; 12 Eylül yöneticilerinin “devrim”, “ülkü”, “örgüt” vb. sözcükleri yasaklamaları gibi, “laisizm” karşılığı kullanılan sözcükleri bayağılaştırarak (vulgarize ederek) aforoz etmek, kendini kandırmanın da ötesinde dile yapılan haksız ve çocukça bir saldırıdır. Saldırı haksızdır. Çünkü, bilgisizliğin öfkesini dilden çıkarmaktır, bu. Saldırı çocukçadır. Çünkü, masaya kafasını vuran çocuğun masayı dövmesine benzemektedir. Ayracı kapatıyorum.


YARGITAY ONURSAL BAŞKANI
 
tam okumadım ama copy paste ettim bakıcam saol emeğin için...
 
SAMİ SELÇUK
26.08.2006 CUMARTESİ

‘Laisizm’ ve ‘laiklik’ kıskacında Türkiye (2)

Üçüncü olarak, kıyameti koparanlara göre, sadece sıradan insanlar değil, bilim adamları bile, yüksek katlarda oturanları kızdırmamalı, kimi bilgileri halktan saklamalıydılar.


Gerçi, benim ülkemde bu tür olaylar yeni değildi. Sık sık yaşanmıştı, yaşanıyordu. Bunlardan en ünlüsü, Çernobil olayıydı. O zaman da insanların yaşamlarına kıyma pahasına ,üniversitelerden “çaylarda kanserojen madde/radyasyon yok” fetvası çıkmıştı. Türkiye aynı alışkanlıkları her deprem sonrası yaşamış ve yaşıyordu. İşte bu kimyada olanlar da, laisizmle laikliği yüksek sesle ayırmakla gereksiz yere kimilerini aydınlatarak uyandırdığımı ve Türkiye’nin özel koşullarını gözetmediğimi ileri sürüyorlardı. Demek, işlediğim suç büyüktü. Bilmediğim uyuyan bir yılan vardı. Durup dururken onu uyandırmıştım.

Papaz öyküsündeki gibi susmamı öğütleyenlere, yüksek izinleriyle(!) benim de bir öğüdüm olacak. Bilim adamının biricik işi, ulaştığı doğruları saptırmadan dış dünyaya sunmaktır. Gerisi safsatadır, ihanettir. Kırk yıllık bilim ve yargı yaşamımda bu ilkeden hiç sapmadım. Elbette sapmayacaktım. Ne o? Yoksa onların öğütledikleri gibi “sultanlar”la mı düşüp kalkacak, “sultanlar”a mı danışacaktım? İlkin, şunu hiç unutmasınlar: “İyi sultanlar, bilginlerle; kötü bilginler, sultanlarla düşüp kalkarlar” (Nizam-ül Mülk). Bir de şunu: “Gerçeği bulan kimse, başkaları ayrı düşünüyorlar diye onu söylemekten çekiniyorsa, hem budala, hem de haindir. Bir insanın “benden başka herkes yanılıyor”demesi kuşkusuz çok zor. Ama ya herkes gerçekten yanılıyorsa, o ne yapsın?”(Daniel de Foe).

Türkiye’nin özel koşullarına gelince, kavramlar/ terimler, ilkeler, kimileyin uygulamaya başka başka yansıyabilirler. Ama değiştirilemez özleri ve vazgeçilemez öğeleri örselenmemek koşuluyla. Bilim adamlarının ve yargıçların sistemi kurtarmak diye bir ödevleri yoktur. Olamaz da. Buna özenirlerse, siyaseti bilime ve yargıya/adalete sokuşturmuş olurlar. İşte o zaman, hem bilim, hem de adalet kirlenmiş olur. Bu konuda çok duyarlıyım. Ömrüm onlara karşı savaşlarla geçti. Boşuna nefes tüketmesinler. Kimse benden Çernobil ya da “Kuvva-i milliye”cilerin idam fetvalarını alamaz. Peki laiklikle laisizm özdeş mi? Yukarıda da açıklandığı gibi asla. Dahası, laisizm, laikliğin özünü ve öğelerini değiştirmenin de ötesinde yozlaştırmaktadır.

Bana gelince, ben, ivecen, bu yüzden derinlikten yoksun, bu yüzden de alabildiğine yüzeysel ve katlanılamaz derecede yavan tepkilere bir ay boyunca dayandım. Ancak, bugün “laisizm” karşılığı önerdiğim “laikleştirmecilik” sözcüğünün tutunmadığını da görüyorum. Daha çok sıfat olarak kullanılan “laik” sözcüğüne önce sıfat, sonra ad eki eklenerek türetilen “laikçilik” sözcüğünü de henüz sindirebilmiş değilim. Bu nedencelerin yanı sıra, bir polemiğe de yol açmamak için, daha iyisi bulununcaya ya da laikçilik terimi iyice yerleşinceye dek, şimdilik “laisizm” terimini yeğlemekteyim.

“Laisizm” kavramını iyi algılamalı

Evet. Bu iki terimin arasındaki ayrım önemlidir ve bilimseldir; birbirlerinin yerine kullanılamazlar. Yalınkat görüşlerle, hiçbir inceleme yapmadan, bu iki terimi özdeşleştirmek kaba bir yanılgıdır. Ayrıntılardan yola çıkılarak, bir düşüncenin özü çürütülemez. Bu bir. Evrensel kavramlar üzerinde mülkiyet hakkımız yoktur. Yalnızca yararlanma(intifa) hakkımız vardır. Bu iki. Eğer aynı kavramlara başka başka, ayrı terimlere aynı anlamları yüklüyorsak ,ortak bir dilimiz yok demektir. Böyle bir durum ise, aslında bir beyin travmasıdır. 2600 yıl önce Konfüçyüs bu travmaya ve sonuçlarına değinmişti. Bu üç. Bilimsel yapıtlarda, ders kitaplarında yer alan bir sözcüğü kullananları ve üstüne üstelik ömrü boyunca hiçbir düşünceyi kınamamış insanları düşünceyi küçümseyici anlamda kullandıkları kurgusuyla suçlamak, kaygı vericidir. Çünkü, bir yerde kendi tutumunu empati yoluyla onlara mal edenlerin ve, üzülerek söyleyeyim ki, bilgisini bilimsel merak ve metodik kuşkuyla sorgulamayanların, analitik inceleme yapmadan kategorik yargıda bulunma girişimleridir, bu. Sadi, ne kadar da haklıymış: “Sormaz ki bilsin; sorsa bilirdi. Bilmez ki sorsun; bilse sorardı” derken. Bu da dört.

2000 ADLİ YIL AÇIŞ KONUŞMAMIN GENİŞ OLANINDA AŞAĞIDAKİ NOTLAR YER ALMAKTADIR (Sami Selçuk, Özlenen Demokratik Türkiye, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2000, s. 79-83).

() Laisizm sözcüğü, Türkçede “laikçilik” (Nur Vergin, Ayşe Kadıoğlu, M. Türköne, M. A. Kılıçbay, A. Arslan Kemal Gözler), “otoriter, sözde, baskıcı laiklik” (Erdoğan), “laikleştirmecilik” (Selçuk, Arkoun), “militan laiklik” (Abel, Mehmet Turgut, Lachaume, Duron-Prinborgne, s. 126), “laiklik taklidi” (Başgil), “Jakoben laiklik” (Mardin) (İleten: ERDOĞAN, Demokrasi..., s. 315, 316; Anayasal Demokrasi, s. 235, 236, 241) gibi sözcüklerle karşılanıp anlatılmaktadır.

“Laisizm” kavramını iyi algılamak zorundayız. Bunun için işe laiklik kavramından başlamak gerekir. Kimilerine göre, “laiklik” bile hâlâ bir “bukalemun sözcük”tür. (Mgr BORNET), (İleten: TROTABAS, j.-B., La notion laïcité dans le droit de l’Eglise catholique et de l’Etat républicain, Paris, 1961, s.9) Öte yandan din (Kilise) ve devlet ayırımının büyük ustalarından Jules Ferry, geçen yüzyılda senatoda aynı kökten türetilen “laïcisation” sözcüğünü kullandığında, Senatör M. Delsol, “barbara res, barbara vox” diye bağırmıştır. (13.12.1879) (CAPÉRAN, Louis, Histoire contemporaine de la laïcité française, Paris, 1957, s. 137) “Laïque” sözcüğüne, ilk kez 13. yüzyılda rastlanır. 16. yüzyıla dek çok az kullanılır. (BLOCH, O., Dictionnaire Etymologique de la Langue Française, Paris, 1932, II) Bu sözcük Yunanca “laos”tan gelir, Latinceye geçer ve din adamı ya da dindar olmayan anlamında kullanılır. Kilise, başlarda “laikos” sözcüğünü kendine bağlı kişiler için; “clerikos” sözcüğünü ise dini yöneten ve öğreten papazlar vb. için kullanmıştır. Çünkü o dönemde herkesin Kilise’ye bağlı olduğu varsayımı benimsenmiştir. 16. yüzyıldan sonra, “clericus”, “clerc” (din adamı), clergé (ruhban) sözcükleri Fransızcaya girer. “Laicus” denilen ve Kilise’ye bağlı olanlara daha sonraları isim ve sıfat olarak “lai” denir ve bunun çirkin (laid) sözcüğü ile karışmaması için “laïc” (eril) ve “laïque” (dişil) sözcükleri türetilir. Dilin serüveni daha bitmemiştir. Fransa’da, resmî okullarda öğrenimin yansızlığı tartışmaları başladığında, kronolojik sırayla, “laïcisme” (laisizm, 1842), “laïcisation” (laikleştirme, 1870), laïciser” (laikleştirmek, 1870), “laïcité” (laiklik, 1871) sözcükleri dile girmiştir. Bu arada, “clerc” (din adamı) sözcüğü daha sonraları, bilgin, aydın gibi anlamlarda da kullanılmıştır. (G. de Lagarde, ileten: TROTABAS, s. 10, 11) Bu sözcüklerin tarihsel gelişmeleri hakkında geniş bilgi için şu yapıta bakılmalıdır: BAYET, Albert, Pour une réconciliation française, laïcité XXe siècle, Paris, 1958, s. 27-35)

Fransızcanın temel sözlüklerine göre “laiklik” (laïcité), dinin sivil toplumdan ayrılmasını öngören siyasal sosyal anlayışı ve/ya da bu ilkeye göre örgütlenmiş, dinsel anlayıştan arınmış olanın niteliğini anlatır. Fransa’da benimsenen 28.3.1882 tarihli yasa bu doğrultudadır. Kilise’nin siyasal/yönetsel iktidarı kullanmasını önleyen bu sistemde, devletin dinsel, Kilise’nin de siyasal iktidarı kullanması olanaksızdır. Sivil ve dinsel toplum bu ilkeye göre ayrılmıştır. (Le Robert, Dictionnaire historique de la langue française, Paris, 1994, I, s. 1096; Le Petit Larousse İllustré, Paris, 1993, s. 587; GÖZLER, Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Bursa, 2000, s. 122; SEZİK, Sarper, Laiklik ve laisizm üzerine, Serbest Çizgi, 1999 Güz, say: 8, s. 8, 9; DURAN-PRINBORGNE, s. 8, 9) Fransız Akademisi’nin sözlüğüne göre de, laiklik, 1935’te öğrenimin, yasanın, kurumun dinsel yansızlık niteliğidir ve kamu otoritelerinin yansızlığıdır. Henri Capitant’nın hukuk sözlüğünde ise, sivil toplumun dinsel toplumdan ayrılmasıdır. (TROTABAS, s. 11)

Aynı sözlüklere göre laisizm (laïcisme), kurumları laikleştirme yandaşlarının Kilise’nin yönetiminde laiklere yer ve kurumlara dinsel olmayan bir nitelik verilmesini amaçlayan bir öğretidir, ideolojidir. İtalyancada laicismo (laisizm) sözcüğü, Kilise otoritesinin müdahalesinden düşünceyi ve insan etkinliğini özgür kılmayı amaçlama; laiklik (laicità) ise, laik (din adamı ya da dindar olmayan) olanın konumu anlamına gelmektedir. (Dizionaria Garzanti della lingua İtaliana, Roma, 1995) Ayrıca İtalyancada din adamları (chierici) ve laikler (laici) ayırımı çok eskidir. (FERRABOSCHI, Mario, Laici, Enciclopedia del diritto, Milano, 1973, XXIII, s. 273-283)

“Rejime göre din” anlayışı

Ülkemizde, evrensel, daha doğrusu küresel sözcükler ve terimler ne yazık ki, kimileyin içleri boşaltılarak ve onlara yeni anlamlar yükletilerek ya da birbirlerinin yerlerine geçirilerek kullanılmaktadır. Laiklik ve laisizm sözcükleri de bundan payını almıştır. Bunlar, eşanlamlı değildir. Laiklik, bir durumu, niteliği; laisizm ise belli bir amacı gerçekleştirmek isteyen ideolojiyi anlatmaktadır. Laisizm, profan söylemli, ama dinsel bir inşa içinde olan bir totalliktir. Bu yüzden öncelikle laisizm ile laikliği birbirinden ayırmak gerekmektedir. (KILIÇBAY, s. 119) “Kavramlar yansızdır.” (WEBER, Max) Doğru konuşurlar.

Yaklaşık yüz yıldır Fransa’da laiklik tartışmaları yapılırken “laisizm”in başkalığı vurgulana gelmiştir. Fransız yazarları, bu iki kavramı birbirlerinden ayırmaktadırlar. Laiklik, başkalarının dinsel duygularına saygıda; laisizm ise, zaman zaman zora başvurarak bireysel baskıda yoğunlaşmaktadır. Daha 1926’da yazdığı bir yapıtta LIGOT, (Laïcisme et laïcité, 1926, s. 3), laikliğin de aynı sonucu doğuracağını; Yves de la BRIÈRE de, laisizmin, sosyal ve ahlaki yaşamı, Tanrı düşüncesinden bağımsız olarak örgütlemeyi amaçladığını ileri sürmüşlerdir. Mgr-BAUDRILLARD’a göre, laisizm için Kilise, bir ortak değil, her zaman korkulan bir rakiptir. 1930’da MAGNIN, onu “sapık öğreti” ilan eder. Buna karşılık 1948’de BOURLIER, laisizmin resmî yaşamda laikliğe dönüşerek dinsel ya da mitolojik alanda devletin tam yansızlığı ve bağımsızlığı olduğunu söyler. Tartışmalar bu çizgide sürüp gider. (TROTABAS, s. 10, 11, 96, 205, 206, 212)

Laisizmin en aşırı biçimi, Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında (1789-1795) ve, materyalizme dayandığı ve dini afyon olarak benimsediği için sistemin doğası gereği, komünist ülkelerde uygulanmıştır. Son çözümlemede, laiklik ile laisizm ayrı ayrı kavramlardır ve ayrı kurumsallaşma ve uygulamalara yol açmışlardır. Laisizm, “rejime göre din” ister ve dini belirler, güdümler. O yüzden çatışmalara gebedir. Oysa, laiklik “dine göre rejimi” ve “rejime göre dini” reddeder. Bu nedenle ARKOUN’un da belirttiği gibi, belki de, “laiklik kavramını, bugün hâlâ kullanılabilir kılabilecek biricik şey, laiklik ile laisizm (sözcük, metinde “laikleştirmecilik” diye çevrilmiştir. S.S.) arasındaki ayırımdır” (ARKOUN, Mohammed, İslam’ı ve laikliği bugün yeniden düşünmek, ABEL, ARKOUN, MARDİN, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik, İstanbul, 1995, s. 15) Bu iki terimin başkalıkları tartışmasının Fransa’da çıkmasının bir anlamı vardır. Çünkü Fransa’da laikliğin değil, laisizmin uygulandığı görüşü egemendir. (ABEL, s. 38) Fransız devrimcilerinin, dini ve ibadetleri yok etme girişimleriyle başlayan ve ruhbanın kökünü kazımaya dayanan anlayışlarının uzantıları bugün de bir ölçüde sürmekte; dine karışan, onu güdümleyen, aşırı pozitivist, gerçek laikliği ve devlet yansızlığını zaman zaman dolanlı biçimde dışlayan, ya da tehlikeye düşüren, sosyalist ülkelerde din karşıtlığını öngören, dini kimileyin zararlı ya da yararsız, dinsel gelenekleri gelişmeyi engelleyici gören, geleneği dinden arındırmayı amaçlayan, dinsel inançların bireysel ve toplumsal yansımalarından hoşlanmayan ve bu amaçları gözettiği için bir “izm”e, yani ideolojiye dönüşerek, laiklik gibi bir niteliğe vurgu yapmayan en uç anlamda “laisizm” Fransa’da laikliğin çocukluk hastalığıdır (LACHAUME, DURAN-PRINBORGNE, s. 126; TANİLLİ (militan laiklik diyor), Tarık Z. Ekinci’ye yollama yaparak da “yönlendirilen laiklik: laïcisime dirigé” diyor, s. 227, 228; YAYLA, s. 99; ERDOĞAN, Anayasal..., s. 235, 236, 241; Demokrasi..., s. 7, 8, 9, 263, 272, 306, 315; VERGİN, Nur, Din ve devlet ilişkileri, Düşüncenin “bitmeyen senfonisi”, Türkiye Günlüğü, sayı, 129, s. 12-14; TÜRKÖNE, Mümtaz’er, Türk siyasetinin eskimeyen kilidi: laiklik, Türkiye Günlüğü, n. 21, s. 11; AUTIN, Albert, Laïcité et liberté de conscience, Paris, 1930, s. 1; Laiklik ve Atatürk’ün Laiklik Politikası, Genelkurmay..., Ankara, 1980, s.11; DAVER, s. 4; ARKOUN, Mohammed, (H. Yücel), İslam Üzerine Düşünceler, İstanbul, 1999, s.31; HOCAOĞLU, Durmuş, Sekülarizm, laisizm ve Türk laisizmi, Türkiye Günlüğü, n. 29, s. 44, 55). TOURAIN de, militan rasyonalizm ya da laisizmin başka mutlakçı politikalar kadar tehlikeli olduğunu, zira onların da kendi ilkelerini uygulatmak için devletin cezalandırıcı yönüne başvuracaklarını vurgulamaktadır. (s. 172) Sanıyorum, iki terimin başkalıklarını anlatmak için bu kadar kaynak yeterlidir. O yüzden başka kaynaklara yollama yapmıyorum.


YARGITAY ONURSAL BAŞKANI

 
bunu kim okur?okuyan bi cevap atsin görüm...lütfen atilacaklar biraz özetlenirse daha iyi olacak..slmetle kuruntu
 
ςคﻮคtคא_кђคภร khans harfleri çok büyük seçiosun küçültürsen okunulacak duruma gelir die düşünüorum
 
sevgili çağatay öncelikle paylaştığın post için teşekkürler.

sayın kuruntu'nun "bunu kim okur?" diyerek serzenişte bulunması gibi sayın sami selçuk'ta "Demek, Türkiye’de yazılanlar okunmuyordu. Gutenberg toplumuna ulaşamamıştık. Ama mikrofon dinleniyor ve yazıyı yeniyordu. Çünkü, bu toplumda köşe yazarlarının çoğu, aynı gazetedeki komşu yazarın yazısını bile okumuyor, akşamları herkes, televolelerle, paparazzilerle zaman öldürüyordu. Aslında ölen, zamanla birlikte geleceğimizdi" diyerek serzenişle birlikte bir gerçeğede parmak basıyor.

yazının uzun olduğunu sanıp zaman kaybından başka birşey ifade etmediğini düşünenler benim yazdıklarımıda okumakla zaman kaybetmek yerine "hıyar soyup yesinler" o değerli zamanlarını hıyar soymak ve yemek gibi çok önemli bir eylemle değerlendire bilirler.

sayın sami selçuk yazısında laisizm ve laik kavramlarının arasındaki farka parmak basıyor. ve ülkemizde kullanılan ve ana yasamızda yeralan bazı kavramlarında özü ile ilişkisi olmadığını dolaylıda olsa anlatmak istiyor. dolaylı diyorum çünkü görsel ve yazılı medyada "türkiye laik değil, laisizm uygulanan bir ülke" demek pek kolay değil. ne bir gazete ne de bir tv kuruluşu bu söylemi bu kadar açık ve net söylenmesine izin veremez. bu nedenle konuya dolaylı yoldan açıklık getirmeye çabalıyor ve geçmişte bu ve bunun gibi girişimleri nedeni ile başına gelen bir kaç olayıda bizle paylaşıyor. aynı zamanda da bu uslubundan dolayı kendisine cephe duran kişilere de yolundan dönmeyeceği mesajını veriyor. burada aynı zamanda sayın sami selçuk aydın mı entelektüel mi olma konumun da tercihini entelektüelden yana kullanıyor. ülkemiz şarlatan aydınlar sirkine dönmüşken sayın sami selçuk gibi nadir bulunan entelektüellere çok ihtiyacımız olduğunu da bir kez daha anlıyoruz. bu da nerden çıktı derseniz ülkemizde her diplomalı kendini aydın sayıyorken aydın ve şarlatan aydın ayrımını yapmak gerekiyor. bunun en nazikceside aydın ve entelektüel ayrımı ile mümkün sanırım. kendini aydın sanan şarlatanlar kendilerini aydın olarak avutup kitleleri yanıltma işlerine devam ededursunlar, bizler entelektüellere kulak verip bu sirki dışardan seyredelim. ve burada sayın fikret başkaya'nın şarlatan aydınlık ve gerçek aydınlık hakkındaki bir yazısında alınıtı yaparak sonuca bağlayalım.
"Batı’ya olan kültürel, ideolojik ve bilimsel bağımlılık Türk aydınlarının orijinal ürünler vermelerini de engellemiştir. Üstelik giderek kendi realitelerine de yabancılaşmışlardır. Gerçek anlamda entelektüellerin resmî ideoloji üretmek gibi bir mis-yonları olamaz. Tam tersine, gerçek aydın (entelektüel) olmanın koşulu, her türlü egemen ideolojiden, bu arada resmî ideolojiden bağımsızlaşmaktır; resmî ideolojinin üretici ve yayıcısı olmak değil, onu eleştirebilmektir. Resmî ideoloji üretmenin yerini resmî ideolojinin eleştirisi almadıkça, gerçek anlamda aydınlanma mümkün olamayacaktır"

yine bu bölümde daha önceden paylaştığım AVCILAR VE ASLANLAR başlıklı bir post var dileyen oradan fikir sahibi olabilir. ( hemen hıyar soyuculara belirteyim yazı biraz uzun ).

saygılar.
 
‘Laisizm’ ve ‘laiklik’ kıskacında Türkiye (3)

Ancak, bu arada Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Dairesi Başkanlığı’nca yayımlanan yapıtta (s. 11), laisizmin asıl anlamı yukarıdaki gibi verildikten sonra, bu sözcüğün küçümseyici anlamda da kullanıldığına değiniliyor.


Besbelli ki, bu yapıtı kaleme alan yazar, yukarıda yollama yaptığım Autin’den esinlenen Daver’e dayanarak bu görüşe ulaşmış, ancak bir noktayı gözden kaçırmıştır. Çünkü, Autin ve Trotabas, sözcüğün böylesi bir anlamından söz etmemekte, yalnızca bilim dışı yazılarda (polemiklerde) bu anlamda kullanıldığını belirtmektedirler. Öte yandan, hiçbir sözlükte, laisizmin küçümseyici anlamda kullanıldığına değinilmemektedir. Kullanılsaydı, benzeri sözcüklerde yapıldığı gibi, buna da yer verilirdi. Kaldı ki, bu olgu, her sözcüğün başına gelebilir. Örneğin, “demokrasi” sözcüğü de tarih içinde her zaman olumlu anlamda kullanılmamış, kimileyin alt sınıfların kendi çıkarları için ülkeyi yönetmeleri anlamında ele alınmıştır. Ancak, bugün yalnızca, insan hak ve özgürlüklerine yaslanan halk yönetimi/rejimi anlamına geliyor. Olumsuz anlamda kullanılmıyor. Nitekim, “Türk” sözcüğü için de bir zamanlar böyle değil miydi durum?

Bana gelince, “laisizm” ile “laiklik” terimlerinin ayrı anlamlara geldiğini saptadıktan sonra, “laisizm” terimini 1994’te çıkan bir dizi yazımda (Laiklik/sivil toplum/homo democraticus, Milliyet, 12-15 Mart 1994), “laikleştirmecilik” diye Türkçeleştirmiştim. Ancak, daha sonra, laisizm karşılığı kullanılan “laikçilik” teriminin genelde benimsendiğini görünce ben de kullanmaya başladım. İtiraf edeyim ki, “laikleştirmecilik” ve “laikçilik” sözcüklerinin ikisini de gönül rahatlığıyla benimsemiş değilim. Ayrıca bir polemiğe de yol açmamak için, daha iyisi bulununcaya değin, şimdilik “laisizm” terimini yeğlemekteyim. Ne var ki, bir üzüntümü de burada dile getirmek istiyorum. Bu iki terimin arasındaki ayırım bilimseldir, bunlar birbirlerinin yerine kullanılamazlar. Yalınkat görüşlerle, hiçbir inceleme yapmadan, bu iki terimi özdeşleştirmek kaba bir yanılgıdır. Ayrıntılardan yola çıkılarak, bir düşüncenin özü çürütülemez. Bu bir. Öte yandan, laisizm teriminin yerleştiği için “laikçilik” diye kullananların hepsini, belli görüşün sahipleri diye algılamak ve sunmak daha da yanlıştır. Bu iki. Bu yanlışa, bir de yasak ekleniyor. Gerçekten Abdülhamit’in “burun”, 12 Eylül yöneticilerinin “devrim”, “ülkü” gibi sözcükleri yasaklamaları gibi, “laisizm” karşılığı kullanılan sözcükleri bayağılaştırarak (vulgarize ederek) aforoz etmek hem yanlış, hem yersiz, hem de üzücüdür. Bu üç. Bunların arasında, saygın bilim adamlarının bulunması ise çok düşündürücüdür. Evrensel kavramlar üzerinde mülkiyet hakkımız yoktur. Yalnızca yararlanma (intifa) hakkımız vardır. Aynı kavramlara başka başka anlamlar yüklüyorsak, ortak dilimiz yok demektir. Bu bir beyin travmasıdır. 2600 yıl önce Konfüçyüs buna değinmişti. Bu dört. Bilimsel yapıtlarda, ders kitaplarında yer alan bir sözcüğü, hiçbir düşünceyi ömür boyu kınamamış insanları düşünceyi küçümseyici anlamda kullandıkları kurgusuyla suçlamak, kaygı vericidir. Çünkü, bir yerde kendi tutumunu empati yoluyla onlara mal etme ve, üzülerek söyleyeyim ki, bilgisini bilimsel merak ve metodik kuşkuyla sorgulamayanların, analitik inceleme yapmadan kategorik yargıda bulunma girişimleridir bu. Sadi ne kadar da haklıymış şöyle derken: “Sormaz ki bilsin; sorsa bilirdi. Bilmez ki sorsun; bilse sorardı”. Bu da beş.

Tarih ve edebiyat, Eski Yunan, Roma, Türk, Çin, Mısır söylencelerinden, Ortaçağ öykülerinden; felsefe Ermiş Augustinus’tan, Aquino’lu Thomas’tan, Gazzali’den vazgeçemez. Devlet/Kilise (din) ayrılığı, ikisi arasındaki diyalektiği koparmamakta, egemenlik alanlarını düzenlemektedir. Dinsiz birey olabilir. Ama Atatürk’ün deyişiyle dinsiz toplum olmaz. Olmamıştır da. Bir bakıma her uygarlık, bir dinin çerçevesinde biçimlenmiştir. 1789-1795 arasında Fransa’da, Stalin Rusya’sında, Paul Pot’un Kamboçya’sında, Polonya’da dini yasaklama ve toplumu dinsizleştirme girişimleri ters sonuçlar vermiş, dinler güçlenerek geri dönmüşlerdir. İnançlarını korumak için yoksul ve hasta insanların bile nelere katlandıklarını dünyadaki yer altı kentleri (katakomblar), Sümela manastırları, orduları pes ederek Hıristiyanlığı resmi din olarak benimseyen Roma İmparatorluğu kanıtlamaktadırlar. Bilimsel incelemeler, baskının dinleri güçlendirdiğini ortaya koymaktadır. Yeter ki, bir din, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin deyişiyle herkesçe bilinebilir bir boyuta ulaşsın, “vicca” dini gibi uydurma olmasın (KILIÇBAY, s. 118; DURAN-PRINBORGNE, s. 120, 136; RAPPORT, s. 3, 5; ABEL, s. 39; Laiklik..., Genelkurmay..., s. 19; TANİLLİ, s. 227; YAYLA, s. 99; ABEL, s. 38; ROBERT, s. 53, 56, 58. Bu arada şunu da belirtmekte yarar vardır: Garady’ye göre, Karl Marx, 1843’te henüz 25 yaşında iken ve Feuerbach’çıyken, Engels’le birlikte yazdıkları “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” adlı yapıtta “din halkın afyonudur” formülünü kullanmıştır. Aslında bu formül, Feuerbach’a aittir. Marx ve Engels, 1846’da kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi” adlı yapıtta Feuerbach’ın dinle ilgili görüşlerini eleştirirler. Hatta 1843’teki yapıtta bile şöyle der Marx: “Dinsel çöküntü, bir bakıma, gerçek çöküntünün anlatımıdır”. Bu söz, din olgusunun diyalektik niteliğini belirleyen bir ilk adımdır. Marx ve Engels, olgunluk dönemlerinde din olgusunu yeniden ele almışlardır ve dinin insanları savaşımdan alıkoyduğu tezinden uzaklaşmışlardır (GARAUDY, Sosyalizm ve İslamiyet, s.39, 40). Amerika Birleşik Devletlerinin kurucuları, değişik görüşleri temsil etseler de, devletin, dinin ve ahlakın etkisi olmadan yaşayamayacağı konusunda görüş birliği içindeydiler. Kurumsal ayırım, ne seküler bir toplumu, ne de dinin toplumsal yaşamdan dışlanmasını gerektirir. Yurttaşların dinsel gereksinmeleri, sivil toplum aracılığıyla karşılanma olanakları sağlanmalıdır (ADAMS, Arlin M./EMMERICH, Charles J., (L. Boyacı), Din ve Özgürlük, İstanbul, 1990, s. 44, 88, 11-113). Kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu ahlakı ve kamu sağlığına aykırı düşmediği sürece devlet bunlara engel olamaz. Türkiye, çağcıllığa (modernlik) kendi dışında elde edilmesi gereken Batının malı olarak değil, toplumsal bir keşif olarak bakmalıdır. Çağcıllık, ancak yerli kültürel kimlikler ve toplumsal dokular üzerine kurulabilir. Türkiye çağcıllığı üretmeli; yalnızca tüketmemeli, çağcıllığın çözdüğü ülke değil, birleştirdiği ülke olmalıdır. (GÖLE, s. 17). AYRICA 2001 ADLİ YIL AÇIŞ KONUŞMAMIN GENİŞ OLANINDA DA SAYIN DENİZ BAYKAL’IN BENİ DESTEKLEYEN GÖRÜŞLERİ İÇİN BAKINIZ. (Sami Selçuk: Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü, Ankara, 2001, s. 118, 119)

YARGITAY ONURSAL BAŞKANI
 
Geri
Üst