ςคﻮคtคא_кђคภร khans
New member
‘Laisizm’ ve ‘laiklik’ kıskacında Türkiye (1)
'Radikal’in iki değerli yazarı, bir ara haklı olarak, laiklik ve laisizm kavramları arasındaki başkalığı ve bu başkalığın önemini vurgulamışlardı. (Kırıkkanat, Kahraman, 27-31 Aralık 2003)
O zaman beklemiştim. Ama çıt çıkmamıştı. Şimdi ise birileri bu konuda sürekli yazıyor. İyi de ediyor. Sorunu canlı tutuyor. Ama bu işin uzmanı değil, bence. Zira laiklik, laisizm, hukukun, felsefenin konusudur. Her gün her konuda yazı yazanların, her şeyi her zaman bildiğini iddia edenlerin, resim öğretmenlerinin, ozanların, yabancı dil bilenlerin değil. Demek konu, bu işin uzman olmayanlarına bırakılmayacak çapta önemliydi.
Gerçekten, laikliği iyi kavramak istiyorsak, “laisizm” terimini iyi algılamak zorundayız. Bunun için de işe ilkin laiklik kavramından başlamak gerekir. “Laiklik”, kolay teslim olmayan bir “bukalemun sözcük”tür (Mgr Bornet). Öte yandan din (Kilise) ve devlet ayırımının büyük ustalarından Jules Ferry, geçen yüzyılda Fransız Senatosu’nda aynı kökten türetilen “laïcisation” sözcüğünü kullandığında, Senatör M. Delsol, “barbara res, barbara vox” diye bağırmıştır. (13.12.1879) Gerçi Fransa’da “laïque” sözcüğüne, ilk kez 13. yüzyılda rastlanır. 16. yüzyıla dek çok az kullanılır. Sözcük, Yunanca “laos”tan gelir, Latinceye geçer ve “din adamı ya da dindar olmayan” anlamında kullanılır. Kilise, başlangıçta “laikos” sözcüğünü kendine bağlı kişiler için; “clerikos” sözcüğünü ise dini yöneten ve öğreten papazlar vb. için kullanmıştır. Çünkü o dönemde herkesin Kilise’ye bağlı olduğu varsayılmaktadır. 16. yüzyıldan sonra, “clericus”, “clerc” (din adamı), clergé (ruhban) sözcükleri Fransızcaya girer. Kiliseye bağlı olmayanlara daha sonraları isim ve sıfat olarak “lai” denir ve bunun çirkin (laid) sözcüğü ile karışmaması için “laïc” (eril) ve “laïque” (dişil) sözcükleri türetilir. Dilin serüveni daha bitmemiştir. Fransa’da, resmi okullarda öğrenimin yansızlığı tartışmaları başladığında, kronolojik sırayla, “laïcisme” (laisizm, 1842), “laïcisation” (laikleştirme, 1870), laïciser” (laikleştirmek, 1870), “laïcité” (laiklik, 1871) sözcükleri dile girer. Bu arada, “clerc” (din adamı) sözcüğü daha sonraları bilgin, aydın gibi anlamlarda da kullanılmıştır.
Fransızcanın temel sözlüklerine göre “laiklik” (laïcité), dinin sivil toplumdan ayrılmasını öngören siyasal ve sosyal anlayışı ve/ya da bu ilkeye göre örgütlenmiş, dinsel anlayıştan arınmış olanın niteliğini anlatır. Fransa’da benimsenen 28.3.1882 tarihli yasa bu doğrultudadır. Kilise’nin siyasal/yönetsel iktidarı kullanmasını önleyen bu sistemde, devletin dinsel; Kilisenin de siyasal iktidarı kullanması olanaksızdır. Sivil ve dinsel toplum bu ilkeye göre ayrılmıştır. Fransız Akademisi’nin ve Henri Capitant’ın ünlü sözlüklerine göre de, laiklik, 1935’te kamusal otoritelerin (devletin) yansızlığı ve özellikle öğrenimin, yasaların dinden arınmışlığıdır. Aynı sözlüklere göre laisizm (laïcisme), kurumları laikleştirme yandaşlarının Kilise’nin yönetiminde bile laiklere yer ve kurumlara dinsel olmayan bir nitelik verilmesini amaçlayan bir öğretidir, ideolojidir. Aynı sözcükler İtalyancada laicismo (laisizm) ve laiklik (laicità) olarak geçmektedirler. Ayrıca İtalyancada din adamları (chierici) ve laikler (laici) ayırımı çok eskidir.
‘Laisizm’ ve ‘laiklik’in ayrımını doğru yapmak...
Fransa’da laiklik tartışmaları yapılırken yaklaşık yüzyıldır “laisizm”in başkalığı, tanınmış Fransız düşünürlerince sık sık vurgulanmıştır. Laiklik, başkalarının dinsel duygularına saygıda; laisizm ise, zaman zaman zora başvurarak bireysel baskıda yoğunlaşmaktadır, Laisizmin en aşırı biçimi, Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında (1789-1795) ve, materyalizme dayandığı ve dini afyon olarak benimsediği için sistemin doğası gereği, komünist ülkelerde uygulanmıştır.
Ülkemizde, evrensel, daha doğrusu küresel sözcükler ve terimler, ne yazık ki, kimileyin içleri boşaltılarak ve onlara yeni anlamlar yükletilerek ya da birbirlerinin yerlerine geçirilerek kullanılmaktadır. Laiklik ve laisizm sözcükleri de bundan paylarını almışlardır. Bunlar, eşanlamlı değildirler. Laiklik, bir durumu, niteliği; laisizm ise belli bir amacı gerçekleştirmek isteyen ideolojiyi anlatmaktadır. Laisizm, profan söylemli, ama dinsel bir inşa içinde olan bir totalliktir. Bu yüzden öncelikle laisizm ile laikliği birbirinden ayırmak gerekmektedir. Unutmayalım. “Kavramlar yansızdır”. (Weber) Doğru konuşurlar; insanı yanıltmazlar, aldatmazlar.
Son çözümlemede, laiklik ile laisizm ayrı ayrı kavramlardır ve ayrı kurumsallaşma ve uygulamalara yol açmışlardır. Laisizm, “rejime göre din” ister ve dini belirler, güdümler. O yüzden çatışmalara gebedir. Oysa, laiklik “dine göre rejimi” ve “rejime göre dini” reddeder. Bu nedenle Akoun’un da belirttiği gibi, belki de, “laiklik kavramını, bugün hâlâ kullanılabilir kılabilecek biricik şey, laiklik ile laisizm arasındaki ayrımdır”.
Bu iki terimin başkalıkları tartışmasının Fransa’da çıkmasının bir nedeni vardır. Çünkü Fransa’da laikliğin değil, laisizmin uygulandığı görüşü egemendir. Fransız devrimcilerinin, dini ve ibadetleri yok etme girişimleriyle başlayan ve ruhban sınıfının kökünü kazımaya dayanan anlayışlarının uzantıları Fransa’da bugün de bir ölçüde sürmekte; dine karışan, onu güdümleyen, aşırı pozitivist, gerçek laikliği ve devletin yansızlığını zaman zaman dolanlı biçimde dışlayan ya da tehlikeye düşüren, sosyalist ülkelerde din karşıtlığını öngören, dini kimileyin zararlı ya da yararsız, dinsel gelenekleri gelişmeyi engelleyici gören, geleneği dinden arındırmayı amaçlayan, dinsel inançların bireysel ve toplumsal yansımalarından hoşlanmayan ve bu amaçları gözettiği için bir “izm”e, yani ideolojiye dönüşerek, laiklik gibi bir niteliğe vurgu yapmayan en uç anlamda “laisizm”, bir bilim adamımızın dediği gibi, Fransa’da laikliğin çocukluk hastalığıdır. Nasıl şovenizm ulusçuluğun yozlaşmış biçimiyse, laisizm de laikliğin en sapkın biçimidir. Tourain, militan rasyonalizm ya da laisizmin başka mutlakçı politikalar kadar tehlikeli olduğuna, çünkü kendi ilkelerini uygulatmak için devletin cezalandırıcı yönüne başvurduklarına değinmiştir.
Yeri gelmişken belirteyim ki, Fransa’dan esinlenilerek, laikliğin devlet ve Kilise’nin ayrımı ilkesi olduğu söylenir sıklıkla. Eğer bu ayrımı devlet belirler ve Kilise’yi (dini) denetlemeye kalkarsa, laisizme kayılır. Fransa’nın başına gelen budur. Fransız laikliği bu yüzden hâlâ sorunludur. Buna karşılık, her kurumunu ve hukukunu Fransa’dan alan Belçika’nın başına bu gelmemiştir. Çünkü Belçika, laikliği, çoğulculuğu ve devletin yansızlığını zorlayan “devletin ve Kilise’nin karşılıklı bağımsızlığı ilkesi”ne dayandırmış ve bu doğrultuda uygulamıştır. Bu nedenle de Belçika’da devlet Kilise’yi (dini) denetlemeye hiç kalkışmamış; Fransa’daki sancılar hiç yaşanmamıştır.
Özetle, kimi yerli ve çoğu yabancı yazarlar, laisizmi, “laikçilik” (Nur Vergin, Ayşe Kadıoğlu, M. Türköne, M. A. Kılıçbay, A. Arslan Kemal Gözler), “otoriter, sözde, baskıcı laiklik” (Erdoğan), “laikleştirmecilik” (Selçuk, Arkoun), “militan laiklik” Abel, Mehmet Turgut, Lachaume, Duron-Prinborgne, s.126), “laiklik taklidi” (Başgil), “Jakoben laiklik” Mardin), Kilise’nin bir ortağı değil, “her zaman korkulan bir rakibi”, “sapık öğreti” (Magnin gibi, 1930) olarak karşılamış ve değerlendirmişlerdir. Konunun meraklısına 2000 tarihli yargı yılı açış konuşmamı ve buradaki kaynakları salık veririm. (Sami Selçuk, Özlenen Demokratik Türkiye, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2000, s. 79 vd.) Görülüyor ki, bu başkalığa ülkemizde daha önceleri de değinilmişti. Ben ise ilk kez on iki yıl önce ‘Milliyet’te çıkan bir dizi yazımda dokunmuş, “laisizm” terimini, ideolojik yönünü gözeterek, “laikleştirmecilik”diye Türkçeleştirmiştim. (Laiklik/sivil toplum/homo democraticus, Milliyet, 12-15 Mart 1994) Yazı sonradan kitaba dönüşmüştü. Daha sonraları, “laikçilik” terimini, Türk yazarlarının çoğunluğunca benimsendiğini görünce ben de kullanmaya başlamıştım. Ne var ki, 6 Eylül 1999 yargı yılı açış konuşmamda laikçilik terimini aslıyla birlikte kullanınca Türkiye’de kıyamet koptu. Bir bakıma iyi de oldu. Toplumumuzdaki hastalıkları, eksiklikleri anlama / tanıma fırsatı verdi.
İlkin, şunu anladım. Demek, Türkiye’de yazılanlar okunmuyordu. Gutenberg toplumuna ulaşamamıştık. Ama mikrofon dinleniyor ve yazıyı yeniyordu. Çünkü, bu toplumda köşe yazarlarının çoğu, aynı gazetedeki komşu yazarın yazısını bile okumuyor, akşamları herkes, televolelerle, paparazzilerle zaman öldürüyordu. Aslında ölen, zamanla birlikte geleceğimizdi.
‘Laikçilik’ kelimesi üzerinden saldırmak...
İkinci olarak, az çok okuyanlar da her şeye göz ucuyla şöyle bir bakıp geçiyordu. Sözgelimi, kıyameti koparanların bir bölümü, laiklik karşıtlarının kullandıkları “laikçilik” terimiyle laiklik ilkesini küçümsediğimi ileri sürüyorlardı. Oysa ben, aslını da kullanarak sözcüğün Türkçeye nasıl çevrildiğini yazılı metinde açıklamıştım. Aşağıda da belirteceğim gibi, laiklik ile laisizm farklı kavramlardı. Küçümsenir gerekçesiyle bu ayrımdan vazgeçmek olanaksızdı. Türkiye’de kimileri eğer bu ince ayrımın ayırdında değilseler, bundan kavramlar sorumlu tutulamazlardı. Ne yazık ki, ülkemizde bu ince ayırımı yapmayanlar arasında bilim sanını taşıyanlar bile vardı. Nitekim onlar daha sonraki konuşmalarında beni sürgit eleştirdiler. Dikkatlerini çektim. Ancak inceleme zahmetine bile katlanmadılar. Besbelli ki, bilim, onlar için “en hakiki mürşit” değildi. Onların amaçları, üzüm yemek değil, bekçiyi dövmekti. Eleştirilerini acımasızca sürdürdüler. Söyledikleri, zaman harcamaya ve yanıtlanmaya değmezdi.
Hele bunlardan birini hiç unutmuyorum. Çok satan ciddi bir gazetenin demirbaş köşe yazarlarındandı. Beni her gün topa tutuyordu. Yine bir yazısında, geçen yıl yitirdiğimiz bir bilim adamımızın sunduğu bildiriye dayanarak beni “cehalet”le suçluyordu. Oysa iki Fransız ve bir Türk bilim adamı, aynı toplantıda sundukları bildirilerinde o bilim adamımıza yanıt vermişler, ayrımın önemine değinmişler, bunların özetleri kendi gazetesinde de yayımlanmıştı. Telefonla konuşmamın metnini ve bu bildirileri okuduğu halde neden yanlış bilgilere dayandığını sordum. Yanıtı şaşırtıcıydı. Ne benim konuşmamı, ne de gazetesinde çıkan bildiri özetlerini okumuştu. Konuşmam, Yargıtay sitesinde yayımlandığı halde, metni kendisine gönderirsem okuyacağını söyledi. Özrü kabahatinden büyüktü. Anlaşılan, her gün yazıyor, ama hiç okumuyordu. Böylelikle hem kendini kandırıyor, hem de toplumu yanıltıyordu. Bir kez daha inandım ki, ulusça bir Sokrates, bir Descartes açığı yaşıyor, bu açığı bir türlü kapatamıyorduk. Bugün de öyle. Hem de okumuşlarımız arasında bile. 8.1.2004 tarihinde bir TV yarışmasında iyi öğrenim görmüş bir yurttaşımız, Sokrates’in “Ben tek bir şey biliyorum; o da hiçbir şey bilmediğimdir.” özdeyişini, dillere destan özdeyişini kimin söylediğini dahi bilemiyordu. Bunu bilemeyen biri, o sözün sıradan değil, doğru usavurma yönteminin ilk kuralı olduğunu nereden bilebilir ki? O yüzden, sağlıklı biçimde ne düşünebiliyoruz, ne tartışabiliyoruz, ne de görüş üretebiliyoruz, bizler. Descartes’lar, Sartre’lar, Durkheim’lar, Husserl’ler, ne yazık ki, hâlâ lüks bu ülkede. Acı, ama gerçek bu.
Burada bir ayraç açmak isterim. Biri doktora tezi olan iki Türkçe kitapta, laisizmin asıl anlamı yeterince doğru açıklandıktan sonra, bu sözcüğün küçümseyici anlamda da kullanıldığına değinilmiştir. Bunlardan ikincisi teze dayanmaktadır. Tez ise, kanımca yanlış değerlendirmelere. Çünkü, tezin dayandığı Fransız yazarları Autin, ve bu arada Trotabas, sözcüğün böyle bir anlamından söz etmemekte, yalnızca kimi bilim dışı yazılarda (polemiklerde) bu anlamda kullanıldığını belirtmektedirler. Öte yandan, Fransızca hiçbir sözlükte, laisizmin küçümseyici (pejoratif) anlamda kullanıldığına değinilmemektedir. Kullanılsaydı, böyle kullanılan sözcüklerde yapıldığı gibi, buna da yer verilirdi. Kaldı ki, bu olgu, her sözcüğün başına gelebilir. Örneğin, “demokrasi” sözcüğü de tarih içinde her zaman olumlu anlamda kullanılmamış, kimileyin alt sınıfların kendi çıkarları için ülkeyi yönetmeleri anlamında küçümsenmiştir. Ancak, ne o gün, ne de bugün “demokrasi” sözcüğünden vazgeçildi. Aynı biçimde, Türk” sözcüğü de bir zamanlar aşağılamak için kullanılmıştı. İsteyen vazgeçsin. Ben “Türk” sözcüğümden vazgeçmiyorum. Dahası, laisizm terimi yerleştiği için “laikçilik” diye kullananların hepsini, böyle ya da belli görüşün sahipleri diye algılamak ve onu dilimizde yasaklamaya yeltenmek ise saçmalığın dikâlâsıdır. Abdülhamit’in “burun”, “hürriyet”; 12 Eylül yöneticilerinin “devrim”, “ülkü”, “örgüt” vb. sözcükleri yasaklamaları gibi, “laisizm” karşılığı kullanılan sözcükleri bayağılaştırarak (vulgarize ederek) aforoz etmek, kendini kandırmanın da ötesinde dile yapılan haksız ve çocukça bir saldırıdır. Saldırı haksızdır. Çünkü, bilgisizliğin öfkesini dilden çıkarmaktır, bu. Saldırı çocukçadır. Çünkü, masaya kafasını vuran çocuğun masayı dövmesine benzemektedir. Ayracı kapatıyorum.
YARGITAY ONURSAL BAŞKANI
'Radikal’in iki değerli yazarı, bir ara haklı olarak, laiklik ve laisizm kavramları arasındaki başkalığı ve bu başkalığın önemini vurgulamışlardı. (Kırıkkanat, Kahraman, 27-31 Aralık 2003)
O zaman beklemiştim. Ama çıt çıkmamıştı. Şimdi ise birileri bu konuda sürekli yazıyor. İyi de ediyor. Sorunu canlı tutuyor. Ama bu işin uzmanı değil, bence. Zira laiklik, laisizm, hukukun, felsefenin konusudur. Her gün her konuda yazı yazanların, her şeyi her zaman bildiğini iddia edenlerin, resim öğretmenlerinin, ozanların, yabancı dil bilenlerin değil. Demek konu, bu işin uzman olmayanlarına bırakılmayacak çapta önemliydi.
Gerçekten, laikliği iyi kavramak istiyorsak, “laisizm” terimini iyi algılamak zorundayız. Bunun için de işe ilkin laiklik kavramından başlamak gerekir. “Laiklik”, kolay teslim olmayan bir “bukalemun sözcük”tür (Mgr Bornet). Öte yandan din (Kilise) ve devlet ayırımının büyük ustalarından Jules Ferry, geçen yüzyılda Fransız Senatosu’nda aynı kökten türetilen “laïcisation” sözcüğünü kullandığında, Senatör M. Delsol, “barbara res, barbara vox” diye bağırmıştır. (13.12.1879) Gerçi Fransa’da “laïque” sözcüğüne, ilk kez 13. yüzyılda rastlanır. 16. yüzyıla dek çok az kullanılır. Sözcük, Yunanca “laos”tan gelir, Latinceye geçer ve “din adamı ya da dindar olmayan” anlamında kullanılır. Kilise, başlangıçta “laikos” sözcüğünü kendine bağlı kişiler için; “clerikos” sözcüğünü ise dini yöneten ve öğreten papazlar vb. için kullanmıştır. Çünkü o dönemde herkesin Kilise’ye bağlı olduğu varsayılmaktadır. 16. yüzyıldan sonra, “clericus”, “clerc” (din adamı), clergé (ruhban) sözcükleri Fransızcaya girer. Kiliseye bağlı olmayanlara daha sonraları isim ve sıfat olarak “lai” denir ve bunun çirkin (laid) sözcüğü ile karışmaması için “laïc” (eril) ve “laïque” (dişil) sözcükleri türetilir. Dilin serüveni daha bitmemiştir. Fransa’da, resmi okullarda öğrenimin yansızlığı tartışmaları başladığında, kronolojik sırayla, “laïcisme” (laisizm, 1842), “laïcisation” (laikleştirme, 1870), laïciser” (laikleştirmek, 1870), “laïcité” (laiklik, 1871) sözcükleri dile girer. Bu arada, “clerc” (din adamı) sözcüğü daha sonraları bilgin, aydın gibi anlamlarda da kullanılmıştır.
Fransızcanın temel sözlüklerine göre “laiklik” (laïcité), dinin sivil toplumdan ayrılmasını öngören siyasal ve sosyal anlayışı ve/ya da bu ilkeye göre örgütlenmiş, dinsel anlayıştan arınmış olanın niteliğini anlatır. Fransa’da benimsenen 28.3.1882 tarihli yasa bu doğrultudadır. Kilise’nin siyasal/yönetsel iktidarı kullanmasını önleyen bu sistemde, devletin dinsel; Kilisenin de siyasal iktidarı kullanması olanaksızdır. Sivil ve dinsel toplum bu ilkeye göre ayrılmıştır. Fransız Akademisi’nin ve Henri Capitant’ın ünlü sözlüklerine göre de, laiklik, 1935’te kamusal otoritelerin (devletin) yansızlığı ve özellikle öğrenimin, yasaların dinden arınmışlığıdır. Aynı sözlüklere göre laisizm (laïcisme), kurumları laikleştirme yandaşlarının Kilise’nin yönetiminde bile laiklere yer ve kurumlara dinsel olmayan bir nitelik verilmesini amaçlayan bir öğretidir, ideolojidir. Aynı sözcükler İtalyancada laicismo (laisizm) ve laiklik (laicità) olarak geçmektedirler. Ayrıca İtalyancada din adamları (chierici) ve laikler (laici) ayırımı çok eskidir.
‘Laisizm’ ve ‘laiklik’in ayrımını doğru yapmak...
Fransa’da laiklik tartışmaları yapılırken yaklaşık yüzyıldır “laisizm”in başkalığı, tanınmış Fransız düşünürlerince sık sık vurgulanmıştır. Laiklik, başkalarının dinsel duygularına saygıda; laisizm ise, zaman zaman zora başvurarak bireysel baskıda yoğunlaşmaktadır, Laisizmin en aşırı biçimi, Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında (1789-1795) ve, materyalizme dayandığı ve dini afyon olarak benimsediği için sistemin doğası gereği, komünist ülkelerde uygulanmıştır.
Ülkemizde, evrensel, daha doğrusu küresel sözcükler ve terimler, ne yazık ki, kimileyin içleri boşaltılarak ve onlara yeni anlamlar yükletilerek ya da birbirlerinin yerlerine geçirilerek kullanılmaktadır. Laiklik ve laisizm sözcükleri de bundan paylarını almışlardır. Bunlar, eşanlamlı değildirler. Laiklik, bir durumu, niteliği; laisizm ise belli bir amacı gerçekleştirmek isteyen ideolojiyi anlatmaktadır. Laisizm, profan söylemli, ama dinsel bir inşa içinde olan bir totalliktir. Bu yüzden öncelikle laisizm ile laikliği birbirinden ayırmak gerekmektedir. Unutmayalım. “Kavramlar yansızdır”. (Weber) Doğru konuşurlar; insanı yanıltmazlar, aldatmazlar.
Son çözümlemede, laiklik ile laisizm ayrı ayrı kavramlardır ve ayrı kurumsallaşma ve uygulamalara yol açmışlardır. Laisizm, “rejime göre din” ister ve dini belirler, güdümler. O yüzden çatışmalara gebedir. Oysa, laiklik “dine göre rejimi” ve “rejime göre dini” reddeder. Bu nedenle Akoun’un da belirttiği gibi, belki de, “laiklik kavramını, bugün hâlâ kullanılabilir kılabilecek biricik şey, laiklik ile laisizm arasındaki ayrımdır”.
Bu iki terimin başkalıkları tartışmasının Fransa’da çıkmasının bir nedeni vardır. Çünkü Fransa’da laikliğin değil, laisizmin uygulandığı görüşü egemendir. Fransız devrimcilerinin, dini ve ibadetleri yok etme girişimleriyle başlayan ve ruhban sınıfının kökünü kazımaya dayanan anlayışlarının uzantıları Fransa’da bugün de bir ölçüde sürmekte; dine karışan, onu güdümleyen, aşırı pozitivist, gerçek laikliği ve devletin yansızlığını zaman zaman dolanlı biçimde dışlayan ya da tehlikeye düşüren, sosyalist ülkelerde din karşıtlığını öngören, dini kimileyin zararlı ya da yararsız, dinsel gelenekleri gelişmeyi engelleyici gören, geleneği dinden arındırmayı amaçlayan, dinsel inançların bireysel ve toplumsal yansımalarından hoşlanmayan ve bu amaçları gözettiği için bir “izm”e, yani ideolojiye dönüşerek, laiklik gibi bir niteliğe vurgu yapmayan en uç anlamda “laisizm”, bir bilim adamımızın dediği gibi, Fransa’da laikliğin çocukluk hastalığıdır. Nasıl şovenizm ulusçuluğun yozlaşmış biçimiyse, laisizm de laikliğin en sapkın biçimidir. Tourain, militan rasyonalizm ya da laisizmin başka mutlakçı politikalar kadar tehlikeli olduğuna, çünkü kendi ilkelerini uygulatmak için devletin cezalandırıcı yönüne başvurduklarına değinmiştir.
Yeri gelmişken belirteyim ki, Fransa’dan esinlenilerek, laikliğin devlet ve Kilise’nin ayrımı ilkesi olduğu söylenir sıklıkla. Eğer bu ayrımı devlet belirler ve Kilise’yi (dini) denetlemeye kalkarsa, laisizme kayılır. Fransa’nın başına gelen budur. Fransız laikliği bu yüzden hâlâ sorunludur. Buna karşılık, her kurumunu ve hukukunu Fransa’dan alan Belçika’nın başına bu gelmemiştir. Çünkü Belçika, laikliği, çoğulculuğu ve devletin yansızlığını zorlayan “devletin ve Kilise’nin karşılıklı bağımsızlığı ilkesi”ne dayandırmış ve bu doğrultuda uygulamıştır. Bu nedenle de Belçika’da devlet Kilise’yi (dini) denetlemeye hiç kalkışmamış; Fransa’daki sancılar hiç yaşanmamıştır.
Özetle, kimi yerli ve çoğu yabancı yazarlar, laisizmi, “laikçilik” (Nur Vergin, Ayşe Kadıoğlu, M. Türköne, M. A. Kılıçbay, A. Arslan Kemal Gözler), “otoriter, sözde, baskıcı laiklik” (Erdoğan), “laikleştirmecilik” (Selçuk, Arkoun), “militan laiklik” Abel, Mehmet Turgut, Lachaume, Duron-Prinborgne, s.126), “laiklik taklidi” (Başgil), “Jakoben laiklik” Mardin), Kilise’nin bir ortağı değil, “her zaman korkulan bir rakibi”, “sapık öğreti” (Magnin gibi, 1930) olarak karşılamış ve değerlendirmişlerdir. Konunun meraklısına 2000 tarihli yargı yılı açış konuşmamı ve buradaki kaynakları salık veririm. (Sami Selçuk, Özlenen Demokratik Türkiye, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2000, s. 79 vd.) Görülüyor ki, bu başkalığa ülkemizde daha önceleri de değinilmişti. Ben ise ilk kez on iki yıl önce ‘Milliyet’te çıkan bir dizi yazımda dokunmuş, “laisizm” terimini, ideolojik yönünü gözeterek, “laikleştirmecilik”diye Türkçeleştirmiştim. (Laiklik/sivil toplum/homo democraticus, Milliyet, 12-15 Mart 1994) Yazı sonradan kitaba dönüşmüştü. Daha sonraları, “laikçilik” terimini, Türk yazarlarının çoğunluğunca benimsendiğini görünce ben de kullanmaya başlamıştım. Ne var ki, 6 Eylül 1999 yargı yılı açış konuşmamda laikçilik terimini aslıyla birlikte kullanınca Türkiye’de kıyamet koptu. Bir bakıma iyi de oldu. Toplumumuzdaki hastalıkları, eksiklikleri anlama / tanıma fırsatı verdi.
İlkin, şunu anladım. Demek, Türkiye’de yazılanlar okunmuyordu. Gutenberg toplumuna ulaşamamıştık. Ama mikrofon dinleniyor ve yazıyı yeniyordu. Çünkü, bu toplumda köşe yazarlarının çoğu, aynı gazetedeki komşu yazarın yazısını bile okumuyor, akşamları herkes, televolelerle, paparazzilerle zaman öldürüyordu. Aslında ölen, zamanla birlikte geleceğimizdi.
‘Laikçilik’ kelimesi üzerinden saldırmak...
İkinci olarak, az çok okuyanlar da her şeye göz ucuyla şöyle bir bakıp geçiyordu. Sözgelimi, kıyameti koparanların bir bölümü, laiklik karşıtlarının kullandıkları “laikçilik” terimiyle laiklik ilkesini küçümsediğimi ileri sürüyorlardı. Oysa ben, aslını da kullanarak sözcüğün Türkçeye nasıl çevrildiğini yazılı metinde açıklamıştım. Aşağıda da belirteceğim gibi, laiklik ile laisizm farklı kavramlardı. Küçümsenir gerekçesiyle bu ayrımdan vazgeçmek olanaksızdı. Türkiye’de kimileri eğer bu ince ayrımın ayırdında değilseler, bundan kavramlar sorumlu tutulamazlardı. Ne yazık ki, ülkemizde bu ince ayırımı yapmayanlar arasında bilim sanını taşıyanlar bile vardı. Nitekim onlar daha sonraki konuşmalarında beni sürgit eleştirdiler. Dikkatlerini çektim. Ancak inceleme zahmetine bile katlanmadılar. Besbelli ki, bilim, onlar için “en hakiki mürşit” değildi. Onların amaçları, üzüm yemek değil, bekçiyi dövmekti. Eleştirilerini acımasızca sürdürdüler. Söyledikleri, zaman harcamaya ve yanıtlanmaya değmezdi.
Hele bunlardan birini hiç unutmuyorum. Çok satan ciddi bir gazetenin demirbaş köşe yazarlarındandı. Beni her gün topa tutuyordu. Yine bir yazısında, geçen yıl yitirdiğimiz bir bilim adamımızın sunduğu bildiriye dayanarak beni “cehalet”le suçluyordu. Oysa iki Fransız ve bir Türk bilim adamı, aynı toplantıda sundukları bildirilerinde o bilim adamımıza yanıt vermişler, ayrımın önemine değinmişler, bunların özetleri kendi gazetesinde de yayımlanmıştı. Telefonla konuşmamın metnini ve bu bildirileri okuduğu halde neden yanlış bilgilere dayandığını sordum. Yanıtı şaşırtıcıydı. Ne benim konuşmamı, ne de gazetesinde çıkan bildiri özetlerini okumuştu. Konuşmam, Yargıtay sitesinde yayımlandığı halde, metni kendisine gönderirsem okuyacağını söyledi. Özrü kabahatinden büyüktü. Anlaşılan, her gün yazıyor, ama hiç okumuyordu. Böylelikle hem kendini kandırıyor, hem de toplumu yanıltıyordu. Bir kez daha inandım ki, ulusça bir Sokrates, bir Descartes açığı yaşıyor, bu açığı bir türlü kapatamıyorduk. Bugün de öyle. Hem de okumuşlarımız arasında bile. 8.1.2004 tarihinde bir TV yarışmasında iyi öğrenim görmüş bir yurttaşımız, Sokrates’in “Ben tek bir şey biliyorum; o da hiçbir şey bilmediğimdir.” özdeyişini, dillere destan özdeyişini kimin söylediğini dahi bilemiyordu. Bunu bilemeyen biri, o sözün sıradan değil, doğru usavurma yönteminin ilk kuralı olduğunu nereden bilebilir ki? O yüzden, sağlıklı biçimde ne düşünebiliyoruz, ne tartışabiliyoruz, ne de görüş üretebiliyoruz, bizler. Descartes’lar, Sartre’lar, Durkheim’lar, Husserl’ler, ne yazık ki, hâlâ lüks bu ülkede. Acı, ama gerçek bu.
Burada bir ayraç açmak isterim. Biri doktora tezi olan iki Türkçe kitapta, laisizmin asıl anlamı yeterince doğru açıklandıktan sonra, bu sözcüğün küçümseyici anlamda da kullanıldığına değinilmiştir. Bunlardan ikincisi teze dayanmaktadır. Tez ise, kanımca yanlış değerlendirmelere. Çünkü, tezin dayandığı Fransız yazarları Autin, ve bu arada Trotabas, sözcüğün böyle bir anlamından söz etmemekte, yalnızca kimi bilim dışı yazılarda (polemiklerde) bu anlamda kullanıldığını belirtmektedirler. Öte yandan, Fransızca hiçbir sözlükte, laisizmin küçümseyici (pejoratif) anlamda kullanıldığına değinilmemektedir. Kullanılsaydı, böyle kullanılan sözcüklerde yapıldığı gibi, buna da yer verilirdi. Kaldı ki, bu olgu, her sözcüğün başına gelebilir. Örneğin, “demokrasi” sözcüğü de tarih içinde her zaman olumlu anlamda kullanılmamış, kimileyin alt sınıfların kendi çıkarları için ülkeyi yönetmeleri anlamında küçümsenmiştir. Ancak, ne o gün, ne de bugün “demokrasi” sözcüğünden vazgeçildi. Aynı biçimde, Türk” sözcüğü de bir zamanlar aşağılamak için kullanılmıştı. İsteyen vazgeçsin. Ben “Türk” sözcüğümden vazgeçmiyorum. Dahası, laisizm terimi yerleştiği için “laikçilik” diye kullananların hepsini, böyle ya da belli görüşün sahipleri diye algılamak ve onu dilimizde yasaklamaya yeltenmek ise saçmalığın dikâlâsıdır. Abdülhamit’in “burun”, “hürriyet”; 12 Eylül yöneticilerinin “devrim”, “ülkü”, “örgüt” vb. sözcükleri yasaklamaları gibi, “laisizm” karşılığı kullanılan sözcükleri bayağılaştırarak (vulgarize ederek) aforoz etmek, kendini kandırmanın da ötesinde dile yapılan haksız ve çocukça bir saldırıdır. Saldırı haksızdır. Çünkü, bilgisizliğin öfkesini dilden çıkarmaktır, bu. Saldırı çocukçadır. Çünkü, masaya kafasını vuran çocuğun masayı dövmesine benzemektedir. Ayracı kapatıyorum.
YARGITAY ONURSAL BAŞKANI