Albayrak
Can Feda
- Katılım
- 23 May 2007
- Mesajlar
- 4,439
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Halkımızca çok iyi bilinen çokça kullanılan bu atasözü, şu günlerde Türkiye’nin durumunu da özetleyip ortaya koyuveriyor.
Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhurbaşkanı “yargılanmalıdır” kararına varınca, ortalık toz duman oldu. Öyle ki.. hangi suçtan yargılanacağı konusu geride kaldı.
Anımsayalım, suçu, Refah Partisi’nin ünlü “Kayıp Trilyon Davası” ile bağlantılı olarak “belgede sahtecilik”, “Devlet”ten alınan bir “trilyon”un hesabını verememek.
Bu ünlü davada RP’nin 76 yöneticisi yargılanırken, A. Gül, “dokunulmaz”lığı dolayısıyla yargılanamamıştı. Mahkeme, yöneticilerden 68’ini suçlu bulmuştu.
A. Gül, “devlet”in başına geçince “dokunulmaz”lığı düştüğünden, “yargılanmak”la karşı karşıya kaldı.
İlk anda direndi; o davada suçsuz bulunanları işaret ederek “onlar aklandıysa ben haydi haydi aklanırdım” demeye getirip: “Ben RP protokolünün en son sırasında yer alıyordum” dedi. Böylece, “kıyas” yoluyla kendini savunarak, bir bakıma yargılanmasına gerek olmadığını belirtti.
Bu arada AKP ve kimi hukukçular da: “Milletvekillerinin dokunulmazlığı varsa, cumhurbaşkanının da olmalıdır!” dediler, yani onlar da “kıyas”la A. Gül’e destek verdiler.
Oysa bir bakıma “İslam Hukuku”nun temel yöntemlerinden olan “Kıyâs”ı anımsatan bu “kıyas”lamaların gerçersizliğini, Sincan Mahkemesi Başkanı “karar”da bir bir ortaya koymuştu.
Örneğin, milletvekilleriyle “kıyas” yapılarak, Cumhurbaşkanı için “yargılanamaz” kararının, “hukuktan yoksun ve yasalara aykırı olduğunu” açıklamıştı.
Anayasadaki -cumhurbaşkanının yargılanma konusuyla ilgili- boşluğun “kıyas” yoluyla değil, “hukuki düzenlemeler”le ortadan kalkması gerektiğini vurgulamıştı.
A. Gül direnmesini daha fazla sürdüremedi; bir iki gün sonra, daha yumuşak bir söylemle: “Benim yargılanmaktan endişem yok; tek kaygım Cumhurbaşkanlığı makamının zedelenmesidir” demeye başladı.
Yargılanmaktan çekinmediğini söylerken “haklı”ydı doğrusu. Daha önce de yine “para”yla ilgili bir konuda yargılanmıştı. Üstelik “suçlu” bulunup “hüküm” giymişti.
REFAHYOL iktidarında, Devlet Bakanı olduğu dönemde, “kişisel” harcamalarını “devlet”e ödetmekten mahkûm olmuştu. Bu sonuca da yine direndiydi. Ama kararın “Yargıtay”ca onanması üzerine A. Gül, cezasını faiziyle birlikte ödemek zorunda kalmıştı.
Örnek bir “yurttaş” olmaktan hayli uzak bir tutum. Hadi “Bakan”, “Başbakan” olmakta bir “sakınca” görmedi diyelim; ama “Cumhurbaşkanlığını” kabul ederken hiçbir “çekince” duymadı mı acaba? Yanıtı bile bile, yine de bu soruyu sormaktan insan kendini alamıyor...
Peki, partisi onu aday gösterirken, bu durumla karşılaşabileceğini hiç göremedi mi dersiniz? “Cin fikirlilikleri”ne ne oldu acaba?
Yoksa A. Gül özellikle mi seçilmişti partisinin kodamanlarınca; kendinden sonraki cumhurbaşkanının benzer dikenlerle karşılaşmasını önlemek için gereken anayasa düzenlemesine -boşluğun kapatılmasına- “öncü” olmak üzere...
Bu gerçekleşirse şimdiden ortaya çıkan “selef”i için A. Gül, Cumhurbaşkanlığı’nı dikensiz gül bahçesine döndürmüş olacakmış, kimi söylemler böyle...
Öte yanda, “sahtecilik”le suçlanıp, “şüpheli” diye damgalananları mı devletin başına geçirmek istiyor halk?
Hak yemeyelim; Cumhuriyet mitinglerine katılan milyonlarca insan: “Abdullah Gül Çankaya’ya çıkamaz!” diye haykırmıştı vargücüyle.
Ama bilindiği gibi, mitinglerin ardından yapılan seçimlerde halkın hemen hemen yarısı AKP’ye oy verdi; dolayısıyla yargılanıp aklanmamış A. Gül’ün devletin başına geçmesine de...
Bu olguyu ne zaman düşünsem, 4000 yıl önceki bir halkın benzer bir olaydaki tutumunu anımsarım. Çok bilinen bir öyküdür bu; Hz. Musa’nın öyküsü.
Musa, halkını Mısır’dan çıkarıp “Filistinlilerin” yaşadıkları topraklara getirirken, yolda yerli halktan bir kadınla ikinci evliliğini yapar. Ne ki, bu yasaktır. Bunu yapanlar, hep yargılanıp cezalandırılmışlardır.
Şimdi “cumhur”un yani halkın “başkanı” olan biri bu suçu işlemiştir. “Sahtecilik” gibi “yüz kızartıcı” bir suç, ya da “hainlik” değildir ama, yine de suçtur.
Yürüyüş durur. Halk, başkanlarının yargılanıp, kendileri gibi cezalandırılmasını ister. Dahası Musa’dan sonra sorumlu olan kardeşi Harun ve kız kardeşi Miryam da. Demek ki, 4000 yıl önce “başbuğ”a “kul”lukla, şimdiki arasında dağlar kadar ayrım var.
Neye karar verildiğine gelince; bizimkinin, Gül’ün davası sonuçlanınca, birlikte karşılaştırıp irdeleyelim diyorum. Belki balığın, hangi “baş”tan kokmaya başladığını daha iyi görebiliriz. Bekleyelim!..
MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet
Sincan Birinci Ağır Ceza Mahkemesi, Cumhurbaşkanı “yargılanmalıdır” kararına varınca, ortalık toz duman oldu. Öyle ki.. hangi suçtan yargılanacağı konusu geride kaldı.
Anımsayalım, suçu, Refah Partisi’nin ünlü “Kayıp Trilyon Davası” ile bağlantılı olarak “belgede sahtecilik”, “Devlet”ten alınan bir “trilyon”un hesabını verememek.
Bu ünlü davada RP’nin 76 yöneticisi yargılanırken, A. Gül, “dokunulmaz”lığı dolayısıyla yargılanamamıştı. Mahkeme, yöneticilerden 68’ini suçlu bulmuştu.
A. Gül, “devlet”in başına geçince “dokunulmaz”lığı düştüğünden, “yargılanmak”la karşı karşıya kaldı.
İlk anda direndi; o davada suçsuz bulunanları işaret ederek “onlar aklandıysa ben haydi haydi aklanırdım” demeye getirip: “Ben RP protokolünün en son sırasında yer alıyordum” dedi. Böylece, “kıyas” yoluyla kendini savunarak, bir bakıma yargılanmasına gerek olmadığını belirtti.
Bu arada AKP ve kimi hukukçular da: “Milletvekillerinin dokunulmazlığı varsa, cumhurbaşkanının da olmalıdır!” dediler, yani onlar da “kıyas”la A. Gül’e destek verdiler.
Oysa bir bakıma “İslam Hukuku”nun temel yöntemlerinden olan “Kıyâs”ı anımsatan bu “kıyas”lamaların gerçersizliğini, Sincan Mahkemesi Başkanı “karar”da bir bir ortaya koymuştu.
Örneğin, milletvekilleriyle “kıyas” yapılarak, Cumhurbaşkanı için “yargılanamaz” kararının, “hukuktan yoksun ve yasalara aykırı olduğunu” açıklamıştı.
Anayasadaki -cumhurbaşkanının yargılanma konusuyla ilgili- boşluğun “kıyas” yoluyla değil, “hukuki düzenlemeler”le ortadan kalkması gerektiğini vurgulamıştı.
A. Gül direnmesini daha fazla sürdüremedi; bir iki gün sonra, daha yumuşak bir söylemle: “Benim yargılanmaktan endişem yok; tek kaygım Cumhurbaşkanlığı makamının zedelenmesidir” demeye başladı.
Yargılanmaktan çekinmediğini söylerken “haklı”ydı doğrusu. Daha önce de yine “para”yla ilgili bir konuda yargılanmıştı. Üstelik “suçlu” bulunup “hüküm” giymişti.
REFAHYOL iktidarında, Devlet Bakanı olduğu dönemde, “kişisel” harcamalarını “devlet”e ödetmekten mahkûm olmuştu. Bu sonuca da yine direndiydi. Ama kararın “Yargıtay”ca onanması üzerine A. Gül, cezasını faiziyle birlikte ödemek zorunda kalmıştı.
Örnek bir “yurttaş” olmaktan hayli uzak bir tutum. Hadi “Bakan”, “Başbakan” olmakta bir “sakınca” görmedi diyelim; ama “Cumhurbaşkanlığını” kabul ederken hiçbir “çekince” duymadı mı acaba? Yanıtı bile bile, yine de bu soruyu sormaktan insan kendini alamıyor...
Peki, partisi onu aday gösterirken, bu durumla karşılaşabileceğini hiç göremedi mi dersiniz? “Cin fikirlilikleri”ne ne oldu acaba?
Yoksa A. Gül özellikle mi seçilmişti partisinin kodamanlarınca; kendinden sonraki cumhurbaşkanının benzer dikenlerle karşılaşmasını önlemek için gereken anayasa düzenlemesine -boşluğun kapatılmasına- “öncü” olmak üzere...
Bu gerçekleşirse şimdiden ortaya çıkan “selef”i için A. Gül, Cumhurbaşkanlığı’nı dikensiz gül bahçesine döndürmüş olacakmış, kimi söylemler böyle...
Öte yanda, “sahtecilik”le suçlanıp, “şüpheli” diye damgalananları mı devletin başına geçirmek istiyor halk?
Hak yemeyelim; Cumhuriyet mitinglerine katılan milyonlarca insan: “Abdullah Gül Çankaya’ya çıkamaz!” diye haykırmıştı vargücüyle.
Ama bilindiği gibi, mitinglerin ardından yapılan seçimlerde halkın hemen hemen yarısı AKP’ye oy verdi; dolayısıyla yargılanıp aklanmamış A. Gül’ün devletin başına geçmesine de...
Bu olguyu ne zaman düşünsem, 4000 yıl önceki bir halkın benzer bir olaydaki tutumunu anımsarım. Çok bilinen bir öyküdür bu; Hz. Musa’nın öyküsü.
Musa, halkını Mısır’dan çıkarıp “Filistinlilerin” yaşadıkları topraklara getirirken, yolda yerli halktan bir kadınla ikinci evliliğini yapar. Ne ki, bu yasaktır. Bunu yapanlar, hep yargılanıp cezalandırılmışlardır.
Şimdi “cumhur”un yani halkın “başkanı” olan biri bu suçu işlemiştir. “Sahtecilik” gibi “yüz kızartıcı” bir suç, ya da “hainlik” değildir ama, yine de suçtur.
Yürüyüş durur. Halk, başkanlarının yargılanıp, kendileri gibi cezalandırılmasını ister. Dahası Musa’dan sonra sorumlu olan kardeşi Harun ve kız kardeşi Miryam da. Demek ki, 4000 yıl önce “başbuğ”a “kul”lukla, şimdiki arasında dağlar kadar ayrım var.
Neye karar verildiğine gelince; bizimkinin, Gül’ün davası sonuçlanınca, birlikte karşılaştırıp irdeleyelim diyorum. Belki balığın, hangi “baş”tan kokmaya başladığını daha iyi görebiliriz. Bekleyelim!..
MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet