Şiirlerimiz

snıper

New member
Katılım
17 Ocak 2006
Mesajlar
2,345
Reaction score
0
Puanları
0
kardeşlerim ilgilenen de olursa bundan sonra şiirlerimizi bu başlık altında paylaşalım.

Mehmet Akif Ersoy’a ait bir şiirle konumuzu açalım inşaAllah.

Durmayalım

Sa’di diyor ki: "Bir gece biz kervan ile
Ağır ağır gitmekte iken yolumuz düştü bir çöle.
Hızla geçmek için o korkutucu ıssız çölü,
Bütün yolcular istirahati feda ederek,
Gitmektelerdi.Bir aralık bende yürümeye güç
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık uykuya yenik.
Avare bir yolcuyu bekler mi kafile?
Çaresiz yola devam edecek varıncaya dek konak yerine.
Bir de uyandım ki başucuma dikilmiş bir deveci şunları
söylemekte:
"Kalk ey zavallı yolcu,uzaklaştı kervan!
Uykum benim de yok değil ama bu çöl,
İstirahat yeri olurmu ki bin türlü korku var?
Varmak istediği yere varıp durmayıp giden;
Yoktur kurtuluş ümidi bu çöller geçilmeden.
Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine! ’

Gerçi olayın kendisi önemsizdir, bunda haklısın,ancak düşün:
İnsaflı ol, bundan başka hikmet dolu bir prensip varmı bugün?
Varmak istersen -diyor Sa’di eğer maksada,
Tuttuğun yollar hiç bitmeyecek gibi olsada;
Yola devam et, durmayıp git,yolda kalmaktan sakın!
Azim sahibi insan için neymiş uzak,neymiş yakın?
Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın?
Hangi korkunç şey varki insandan korkmasın?

Mehmet Akif Ersoy
 
Gazze Çarpıntıları

" söz dokuz boğumdan geçer " derdi babam
oysa
benim hiç sözüm yokmuş meğer
granitten ses geldi
demirden,taştan,mermerden ses geldi
elimle ve dilimle dokunamadığımdan beri
üstüme kanlı bebek ölümleri dökülürken
yolumun dikenleri dile geldi
kaldım öyle,geçemedim
hicran ve küf kokan bu viraneden

örtün üstümü simsiyah bir kefenle
aynalar görmesin beni
baharlara değmesin başım
anneler keremini öpemezken eskisi gibi
ben çırılçıplak bir zillet içindeyim hala
üç yaman kahpe çeliktenmiş anladım bunu
biri kadimeden kan pıhtısı
korku celladı öteki
bir diğeri dev aynası
bunnların ortasından güpegündüz çocuk cesetleri yağarken
bebek vücutları yırtılırken parça parça
sonra
yan yana dizilirken eksilmiş küçücük bedenler
benim hiç bir sözüm yokmuş meğer
pazularım erimiş
kaburgalarım sökülmüş
vicdanım ezik bir böceğe dönmüş
genede dönüp dönüp
bozguna uğramış çiğdemlere bakıyorum
çiğnenmiş başaklara dönüyorum yüzümü
boyunları kırılmış papatyalara su veriyorum
ortasından ikiye bölünmüş bir Şehit cesedi için
kırıntıları kalmışsa öfkemin ve kardeşliğimin
ve
ebabillerin kanatları kopmamışsa hala
kalbime dönüyorum
" söz dokuz boğumdan geçer " derdi babam
kalbime dönüyorum buğz için
ve yaralı bir güvercin gibi
kalbimi öpüyorum
sıcak ve kanlı


ferman k.
 
Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak

Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak

Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm

Çünkü hicran dolu kalbim yerine hicran olacak



Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın

Yine matem, yine zari, yine efgan olacak

Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek

Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak



Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yar

Ne büyük yâre ki kimler buna derman olacak

Bu büyük derd ü elemden kime şekva edeyim?

İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.



O şifa bahş olan envarını sen çeksen eğer

Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak!

O temiz pâk nefesin, âb-ı hayatı bu çölün

Onu dûr etme ki her fert ona reyyan olacak



Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer,

Küçücük zerre de olsa, meh-i tâban olacak.

O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim

Bu küçük kalbi hazinim yine handan olacak.



Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem

Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.


Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüda

Bugün artık bu hakir bende de umman olacak.



Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicap;

Yine haksın, buna şahid yine Kur’an olacak

Kab-ı Kavseynden alıp dersimi bildim ki ayân,

O güzel nur-u bedi, âleme sultan olacak.



Sakınıp Feyz-i bîçareye bahs açma bugün
Yeni baştan, yine şeydâ, yine giryan olacak.

Hasan Feyzi Yüreğil
 
Ben kalbimi dünyanın dert duvarları arasında ezdirdim
Çok özledim sonsuz genişliğini secdelerin
Ben ruhumu zehir parmaklıklar ardında tutuklu bıraktım
Öyle çok susadım ki ilk tekbirin;dudağımdan içtiğim serinliğe
Ben bencilliğin dehlizlerinde ümitsizce dolandım…dolandım…dolandım…
Öyle çok hasretim ki bir rüku’nun kavsinde
Belimi kıran ayrılıkları göğe savurmaya
Ben ellerine cilvelik kelepçeleri vurulmuş bir zavallıyım
Çok isterdim bir kıyamın kıyametinde
İçimdeki bütün kuşları dağlara uçurmayı

Ayaklarımı dar zamanların prangalarına kaptırdım ben
Öyle hasretim ki yalnız ve yalnız sana kul olmayı
Cümle dilenciliklerden kurtulmayı
Öyle hasretim ki göğsümde sakladığım kanadı kırık serçeleri
Rahmetinin yuvasına uçurmaya
Öyle çok hasretim ki yalnız ve yalnız sana muhtaç olmaya
İçimde saklı sancılı incileri rahmetinin kıyılarına savurmaya ahdettim
Mülteci ellerimin ayazında ölmüş kelebekleri
Kudsi levhanın dokunuşuna emanet etmeye geldim
Ben gururun mahkumuyum…
Ben gerçeğin kaçkınıyım…
Ben günahın tutsağıyım…
Ben isyan çöllerinin çorağına sürgün bir yetimim
Sevindir beni,sevdir,sevindir,sev,sevdiğini bildir…
Hüzünlerimi bir secdenin billur sularında erit ne olur
Ne olur korkularımı rahmetinin kucağında teskin eyle Sen
Ben sahte uzaklıkların sürgünüyüm…
Ben içine kalbimi sığdıramadığım dar vakitlerin küskünüyüm…
Öyle özledim ki seccademin alnımdan öpüşlerini…öyle özledim…
İşte huzuruna geldim …
Şöyle başımı sokacak bir umudum olsun istedim
İstedim ki yüzünden menekşeler toplayacağım sonsuz ovalarım olsun
İstedim ki koşup koşabildiğim kadar
İçimde sakladığım bütün uçurtmaları rüzgarlara verebileyim
Ben sonsuz derinlikte uykuların yitiğiyim
Ben unutuş uçurumların dibinde unutulmuş bir cesedim
Ben benlik ve bencillik yabancılıklarında
Evine yol bulamayan bir yitirmişim
Çok özledim En Sevgilinin en çok sevdiği yerde durmayı
Öyle hasretim ki öyle muhtaçım ki
En Sevgilinin en çok sevildiği halde olmaya
Geldim…Huzuruna vardım…Geçtim kendimden…Kendime geçtim
Deldim benlik dağını…Yolda kaldı ferhat…Şirinin ben oldum
Yandı her yanım…İbrahimin oldum…Gül oldum…
Çöle verdim leylayı;aklı mecnuna sattım
Mecnun oldum yakınlığına geldim
Tüm uzaklıkları uzaklara savurdum keremini gördüm
Vazgeçtim aslıdan,gölgeden çıktım,aslına geldim…vaslına geldim…
Yandım KUL oldum…Yandım KÜL oldum…Yandım GÜL oldum…
Durdum namaza; Miracına geldim, niyazına durdum
Nazla beni ne olur…
En Sevgilinin durduğu eşikte durdum
Miracına geldim…Miracına geldim
Nazarında tut ne olur
Bakışınla sar beni, el üstünde tut, bırakma ellerimi…Bırakma…

Senai Demirci
 
Hak Aşkı

Hayatım sürpriz dolu olmalı
Tek düzelik bana göre olmalı
Koyun gibi güdülmekle geçmemeli ömrüm
Kalbim sevgiyle dolu olmalı

Düşüncelerim sisli buğulu olmamalı
Allah’a iman bana göre olmalı
Asi gibi yaşayarak geçmemeli ömrüm
Kalbim İslam dolu olmalı

Duygularım nefret dolu olmamalı
Sevmek bana göre olmalı
Kin duyarak geçmemeli ömrüm
İçim huzur dolu olmalı

Hayatım hoşgörü dolu olmalı
Dar kalıplar bana göre olmamalı
İnsanları inciterek geçmemeli ömrüm
Yüreğim anlayış dolu olmalı

Sevgilerim sınırlı olmamalı
Sınır ötesi bana göre olmalı
İnsanları dışlamakla geçmemeli ömrüm
Kalbim hak aşkıyla dolu olmalı

Ayşen BÜYÜKKANBER
 
Ah Ölüm

Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler

Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler

Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler

Yunus derki gör taktirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler

Yunus Emre
 
BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAKTIR


Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü istediğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır

Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır

Adem’den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve bitirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazmayınan, belinen
Yüzün yırttım tırnağınan, elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bir dileğin varsa iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat istersen açık bir nokta
Allah kula yakın, kul da Allah’a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurumu toprak gizliyor
Melhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

AŞIK VEYSEL
 
ZITLIKLAR

Bir gözümde; zevklerin, kuduran kahkahası
Bir gözümde, ney çalar, Mevlana’nın dünyası

Ruhumun bir yanında; ummandır, gözyaşlarım,
Öbür yanında esner; günah arkadaşlarım

Beynimin bir burcunda; minareler, kubbeler,
Hemen yanıbaşında halay çeker şüpheler

Gün olur alçakları; çiğnerken ayaklarım,
Gün olur ifritleri; çorabımda saklarım.

An olur; dudaklarım, secdemin yanağında,
Biraz sonra bakarsın, Hayyam’ın çanağında.

Bir elim tesbih çeker, haktan rahmet dilenir,
Öbür elimde, isyanın; günahı sergilenir.

İnsan mıyım; hayvan mı, bilemedim ben neyim,
Ya Rab birlik nasip et; zıtlıklar içindeyim...

Hayati Vasfi Taşyürek
 
Ruhun mu ateş yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu.
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.

Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse,
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse,
Her şey silinip kaybolurken nazarından,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince,
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince,
İçimdeki azgın devi rüzgârlara attım,
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.

Gözler ki birer parçasıdır sende İlah’ın
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin.
 
Çocukluğumuz


Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata

Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte

Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü

Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman

Ali olmak bir hedef her çocukta

Babam lambanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık

Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi

Kediler mangalın altında uyurdu
Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı
İnanmış adamların övüncüyle
Sabırla beklerdik geceleri

Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi

Sezai Karakoç
 
Zulmü Alkışlayamam
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?

Mehmet Akif Ersoy
 
40 Yaşındasın

Rahmetini umarak
Günahkar bir dille;
Allah Azze ve Celle

Ya RasulAllah,
Âlemlere rahmet hayatın geçiyor kalbimizden,
Kalbimizden seyrediyoruz seni.

İşte
Bir yaşındasın,
Beni Sa’d yurdundasın
Sana süt anne olmadı kadınlar
Bu yüzden dargın bulutlar
Bir damla yağmur indirmiyor
Kıtlık hüküm sürüyor Beni Sa’d yurdunda
Minicik bir bulut var gökyüzünde
Sana aşık...
Ayrılmıyor başucundan
Ve insanlar yağmur duasında...
Hz.Halime kucağına alıyor seni
Yüzünde bir gölgelik...Seni güneşten korumak için
Oysa minicik bulut gökyüzünde
Sana meftun, sana kilitli...
Ve dua eden rahibin kucağındasın
Dünyalar güzeli gözlerine bakıyor rahip
Kıtlığı da unutuyor, yağmuru da, duayı da
Ama sen unutmuyorsun
Uğruna canlarımız feda o gözlerinle gökyüzüne bakıyorsun
O minicik bulut ilişiyor bakışlarına
Büyüyor, büyüyor...
Sonra nazlı, nazlı yağmur damlaları iniyor buluttan
Fakat çoğusu bilmiyor yağmurun geliş sebebini
Çoğusu bilmiyor seni...

Altı yaşındasın
Medine-i Münevvere yolundasın
Yanında aziz annen ve Ümmü Eymen
Yetimliğini hissediyorsun baba kabristanında
Sonra yolda, Ebva’da öksüzlük karşılıyor seni
Mekke’ye annesiz giriyorsun
Abdulmuttalip bir başka seviyor seni
Ebu Talip bir başka seviyor

Ya RasulAllah
Mekke çocukları annelerine seslenirler miydi senin yanında
Onlar anne deyince sen yere mi bakardın
Mekke rüzgarları kaç gece gözyaşlarını taşıdı Ebva’ya
Kaç gece anne diye hıçkırdın
Efendim!
Senin yerine de anne dedik annemize
Senin yerine de baba dedik

Yirmi beş yaşındasın
Ve bambaşkasın
Kimse sana denk değil
Şefkat yayıyor kokun
Güven veriyor sesin
Sen Muhammed-ül Emin’ sin

Otuz üç yaşındasın
Dalga dalga rahmet var

Otuz beş yaşındasın
Hadi gel bekletme yar
İniltiler çalıyor kapısını göklerin
Hadi gel bekletme yar
Sinesi çatlayacak Rasul bekleyenlerin...
Hadi gel ey Yâr!
Nurdağına davet var

İşte
Kırk yaşındasın
Hira Nur dağındasın
Cibril iniyor göklerden
Ve nokta nokta her yerden salat, selam yükseliyor
Sen kâinatın yüreğinden hasretle kopan ’ Ah! ’ sın
Karanlık gecelerimize sabahsın
Sen Nebiyullahsın
Sen Habibullahsın
Sen Rasulullahsın

Niye incittilerki seni sultanım
Niye işkence yaptılarki sana
Ebu Talip öldü diye mi bu pervasızca saldırılar
Himayesiz kaldın diye mi
Kabe’deki ağlayışın geliyor gözümüzün önüne
’ Amca yokluğunu ne çabuk hissettirdin ’ diyişin
Haremde namaz kılışın geliyor aklımıza
Başına pislikler saçılıyor
Başlar feda o mübarek başına
Nasipsizler sana bakıp nasıl da gülüyorlar
Biri koşuyor Mekke sokaklarından sana doğru
Biri koşuyor ama sanki yere inmiş Arş-ı Âla
’ Bu koşan kimdir ’ diye bir soru dolaşıyor boşlukta
Bu koşan kim?
Ve cevap veriyor biri:
Muhammed’ in kızı Fatımatüz-Zehra
Velilerin anası...
Yüzünü gözünü siliyor biricik kızın
Sana yeryüzünde en çok benzeyen
Gülmesi sen, ağlaması sen
’ Ağlama kızım ’ diyişin geliyor aklımıza
Niye çıkardılar ki yurdundan seni
Himayesiz kaldın diye mi
Onlar bilmiyorlar mıydı seni himaye edeni
Seni yetim bulup barındıranı
Seni alemlere rahmet kılanı
Onlar deli diyorlardı sana, sen susuyordun
Mecnun diyorlardı, şair diyorlardı, sen susuyordun
’Seni bizim elimizden kim kurtaracak’ diyorlardı
Sen,
Sen ’ Allah! ’ diyordun
Allah Azze ve Celle
Semayı haşyet kaplıyordu
Sen ’ Allah! ’ diyordun
Arş-ı Âla titriyordu
Bedir’ de ’ Allah! ’ diyordun
Üç bin melek iniyordu alaca atlarda
Yüz yirmi beş bin sahabi:
’ Anam babam sana feda olsun ’ diyordu

Ya RasulAllah
Medine-i Münevvere sokaklarında yürüyordun
Neccar Oğulları’nın küçük kızları seni görünce
Sevinçten ne yapacaklarını bilememişlerdi
’ Beni seviyor musunuz ’ diye sormuştun onlara
’ Seni çok seviyoruz Ya HabibAllah ’ demişlerdi
Sen de:
’ Allah biliyor ki ben de sizi çok seviyorum’ demiştin
Bu gün yaşayan gençler var
Neccar Oğulları’nın kızları diğil belki
Ama seni onlar da çok seviyor
Gözyaşlarından belli ki seni canlarından çok seviyorlar
Senden başka kimseleri yok
Allah biliyor ki sen onları da çok seviyorsun

Altmış üç yaşındasın
Refik-i Âla duasındasın
Senin için siyah yünden çizgili bir cüppe dokunmuştu
Kenarları beyazdı
Onu giyerek ashabının yanına çıkmıştın
Ve mübarek ellerini dizine vurarak:
’ Görüyor musunuz ne kadar güzel ’ demiştin
Meclisinde bulunan biri sana seslenmişti:
’ Anam babam sana feda olsun ya RasulAllah, onu bana ver ’
Niye istemişti ki senden sevdiğini bile bile
İstendiğinde katiyyen ’ hayır ’ demediğini bile bile
’ Peki ’ dedin o zata
Ve sen yine yamalı, eski cübbeni giydin
Dostuna kavuşmana bir hafta kalmıştı
Aynı cübbeden yine yine diktirdiler
Ama giyinmek nasip olmadı
Haberler uçurmuştun Ebu Hureyre’ nin diliyle:
’ Benden sonra öyle kimseler gelecek ki, keşke peygamberi görseydik de ne malımız ne de evladımız olsaydı diyecekler ’
Ve Hz. Enes ile paylaşmıştın özlemini
’ Beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim’

Sultanım!
Ey Medine minberinde ’ ümmeti, ümmeti ’ diye hüznü giyen sevgili
Ey Mekke mihrabında alemler hesabına ’ Allah! ’ diyen sevgili
Bize lütfu ilahi bahşedilen kapına diz çöktük, bey’ at ettik
Rabbinden bize ne getirdi isen amenna
Duyduk, itaat ettik

Ya RasulAllah
Sen hâlâ kırk yaşındasın
Ve hâlâ ümmetinin başındasın...


Dursun Ali Erzincanlı
 
Çoğaldı cürmüm

Çoğaldı cürm ü isyânım benim pek yâ Rasûlâllah
Kati müşkil huzûr-i Hak’ka gelmek yâ Rasûlâllah!.

Erişmezse bana lûtfun efendim rûz-i mahşerde
Mekânım nâr-ı dûzeh ola bî-şek yâ Rasûlâllah!.

Bırakma bendeni ol gün açılır çün Livâ-ül-hamd.
Beni de ol livânın tahtına çek yâ Rasûlâllah!.

Ümîdim var, yine mağfûr ü mesrûr olurum ol gün
Girince destime pây-i mübârek yâ Rasûlâllah!.

Bihâkkı Hazret-i Zehrâ bihakkı Hazret-i Sıbteyn
Sana geldi kulun Ulvi, dahîlek yâ Rasûlâllah!..

ALİ ULVİ KURUCU
 
ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE

Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.
"Bu, taşındır" diyerek Kabe’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsam oradan;
Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,
Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki; a’şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
 
Mevsim-i hazana gafil düştüm
Fena kırıldı kolum kanadım
Yıllar beni, ben yılları kovalarken
Günbegün döküldü yapraklarım

Tatlı bir hatıradır çocukluğum
Hatıra geldikçe buğulanır gözlerim
Albümleri bir bir karıştırırken
Sayfalarla kervan olup gider ömrüm

Gençlik bir uykuydu uyandım
Hiç bitmez sandım çok aldandım
Tahsildi, servetti, kariyerdi derken
Bilmem ki ne zaman ihtiyarlandım?

Şimdi mevsim-i hazanın sonundayım
Ömrümün çoğu gitti azı kaldı farkındayım
Evlattı, torundu, torbaydı derken
Bir gözü toprakta, bir ayağı çukurdayım
 
Nâbî​

Edebiyatımızda hikemî şiirin en büyük temsilcisi olan Nâbî, 1642 yılında Urfa’da doğmuş ve 1712 yılında İstanbul’da gözlerini hayata yummuştur. Bir divan şâiri olan Nâbî’nin şöhreti şiirinin ana felsefesini oluşturan hikemî tarzdan gelir. Sağlığında pek çok pâdişâh görmüş, yaşadığı müddetçe devrindeki hemen bütün şâirler tarafından üstat olarak kabul edilmiş nadir şahsiyetlerdendir. Çağdaşı olan bütün şâirler ondan övgü ve hayranlıkla bahsederler. Şâir Sâlim’in şu dörtlüğü devrindeki şâirlerin Nâbî’ye bakışını çok güzel yansıtmaktadır. Salim, Üstad Nâbî’nin Haleb’den İstanbul’a gelişiyle baştan ayağa mutluluk duyduklarını, söz ustası bu büyük şâirin geldiğini duyan bütün şâirlerin can u gönülden onu karşılamaya çıktıklarını söylemektedir:

Stanbul’a Haleb’den Nâbî-i üstâd geldikde
Kudûm-ı makdem-i pâki bizi şâd etdi ser-tâ-ser
Kudümün gûş edince ol suhan-perverd-i eş’arın
Derûn-ı dilden istikbâl etdi cümle şâirler1

Kendi devrine kadar devam eden divan şiirinin artık hemen bütün klasik örnekleri verilmiş olduğundan, onun zamanına kadar çok büyük divan şâirleri yetişmiş bulunduğundan Nâbî şiirde yeni bir yol denemiş ve fikrin, düşüncenin, hikmetin ağır bastığı şiir yolunu tercih etmiştir. Onun bu tercihi hususunda Nâbî hakkında müstakil bir eser kaleme alan Mine Mengi şunları söyler-. "Nâbî, devrindeki şâirlerin şiir anlayışını beğenmez, öz bakımdan eski şiir geleneğini devam ettirmelerini kınar ve çağdaşlarını şiire yenilik getirmemekle suçlar. Gerek şâirin yaratılışı, gerekse Osmanlı toplumunun o devirdeki bozulmuş düzeni, Nâ-bî’yi şiirde o zamana kadar söylemiş ve yazmış olanların yolunda yürümemeğe zorlar... Ve bunun sonu-1 cunda Nâbî, Türk şiirini yeni bir vadiye, fikir ve hik- i met vadisine götürmüştür" Onun kendi devir eleştiri-1 sine ayırdığı pek çok mısraı bulunmaktadır. Edebiyatı-1 mızın ilk pedagoji eserlerinden sayılan Hayriye adlı eserinde oğluna öğütler verirken devrindeki pek çok şâiri ham olarak niteler ve şöyle eleştirir:

Baksan ekser süban-ı şâir-i ham
Zülfü sünbül gül ü bülbül mey câm

Çıkamaz dâire-i dilberden
Kad ü hadd ü leb ü çeşm-i terden

Geh bahara dolaşır geh çemene
llişür serv ü gül ü yâsemene

Reh-i nâ-reftede cevlân edemez
Sapa vadileri seyrân edemez

Edemez sayd-ı meânî-i bülend
Atamaz gayb şikârına kemend

Geçinür ma ’nâ-yı hâyîde ile
Lafz-ı meşhûr-ı cihân-dîde ile
 
Geri
Üst