Mayhoş
mayhoş

Yollar bitmek bilmez, sılaya doğruysa yönünüz.
Virajlıysa yollarınız son kertede..Dolambaç sözcüğü ilk gözağrısıysa söz dağarcığınızın.
Söz geçmez yüreğinize ve otobüs şoförünüze. İlkinin daha yavaş ikincisinin daha hızlı olması hususunda. Biri elimde değil! der, diğeri “çevirme” olabilir!.
Türkü koy bari teybe kaptan, demeyi aklınızdan bile geçiremezsiniz çünkü üniformaya karşı tuhaf ve anlaşılmaz bir saygı duymuşsunuzdur hep. Gider, bu korkuyla süslenmiş saygının kökeni eylüllere, seksenlere, dağlara, taşlara.

Bayram arefelerinde yolların türküsüne kulak vermeli. Yollar ki, ne yolcular taşırlar çizgisiz, çelimsiz bedenleriyle. Her yolun bir hikayesi, her şehrin bir iç sesi vardır. Ve siz duyarsınız otobüsünüz o şehirden geçerken şehrin vicdanından kopup gelen ve buğulu camlara bir kelebek gibi çarpan renk renk türküleri.

Şehirlerin eğlenceli yüzüdür türküler. Ama her şehrin türküsü şehre yabancıdır biraz ve gücünü ve eğlenceli olma özelliğini buradan alır. Türküler bir şehrin sırları dökülmüş aynalarıdır. Müzik o şehre aittir her bir notasıyla, melodisiyle. Sözler ise şehrin çaresizliği. Bazı şehirleri bu yüzden anlayamazsınız, anlatamazsınız. İstisnalar şehirleri ve türküleri bozmaz..

“Çift candarma geliyor da/ Kaymakam Konağı’ndan./ Fiske vursam kan damlar da/ Kırmızı yanağından.”
Hiç boşuna düşünmeyin, vurulan fiske, zemheri soğuğunda Kaymakamlık’tan dönen jandarmalardan birinin yanağında mı iz bırakmış yoksa yarin yanağında mı diye.
Otobüsteki genç yolcuların çoğunun dilindedir bu türkü. Her düğünde çalınır çünkü. Ve hiç biri düşünmemiştir o fiskenin kime vurulduğunu.
Muazzez Turing derleyip, armağan etmiş bu türküyü folklorumuza. Kim bilir belki de bir Ermeni Zulmü’nden sağ kurtulan seksenlik ninenin, beyaz yazmasını dudaklarının üzerine çekiştirirken utangaç bir sesle mırıldandığı bir türküdür bu.Ya da; her ak sakallı, emek bakışlı, haysiyet duruşlu ihtiyarın bir Dede Korkut olarak nitelendirildiği yörede, doksanlık bir dedenin titreyen çenesini yine titreyen buruş buruş ama beş vakit durulanmış elleriyle zaptetmeye çalışırken gün yüzüne çıkmıştır.

Türküler de biraz maniler gibidir. Son mısralarda verilecek mesaja biçimsel/törensel/kurgusal (Yavuz Bülent Bakiler’in kulakları çınlasın) bir hazırlık yapılır ilk iki, üç mısrada.
Bir maniniz -bile- yoksa; anam, babam, nenem, dedem size türkü öğretebilir.. Pekala siz bu türküyle ömrünüz boyunca yol gider ve manalı manasız ama en çok da mavi düşler kurabilirsiniz.
“Bir koyun, deli koyun/ Tutun çadıra koyun/ Yarinden ayrılanın/ Adına deli koyun.”
Yarinden ayrılanın adına deli koyabilmemiz için, delirmiş koyunu sürüden ayırdıktan sonra yakalayıp ağıla-çadıra koymamız gerektiğini anlıyoruz.
Deliler özgürdür. Özgürlük mavi...Duru... Derin...Deli...Mavi...

Yollar böylesine uzun, bahtınız böylesine virajlıyken “mavi yolculuk”lar size o kadar uzak bir ihtimaldir ki, mavi otobüsler ve mavi minibüslerde manili, türkülü, virajlı, keskin yazılar yazmakla yetinirsiniz “uzaklar”a.
Her şehir ayrı bir türküyü dillendirir.
Her şehrin türküsünde üzerinde düşünülmeyen sözler vardır. Takılmıştır ananelerimize,
geleneklerimize ve dilimize, söyler dururuz ucunun nereye gittiğini düşünmeden.

Bazı şehirler vardır, orada öylece durur. Coğrafyanın azizliğine verir bahtının karalığını. Tarihi, tarihçilere, coğrafyayı kendi haline bırakmıştır Anadolu’da şehirler. Türküyü ozanlara...
Hele sılaya doğruysa yönünüz ve zor bir gurbetten dönüyorsanız, türküler tam da sizin içindir.
Otobüslerin tekerleklerinden çıkan sesler bile içinizi acıtır.
Yokuş aşağı inerken fren balatalarının canhıraş inlemelerine kulak kesildiniz mi hiç? “Zahidem kurbanın olam, Sallama beşik” der gibidirler.
Nasıl da, çoğu diplomalı ve güngörmüş genç çobanların Şavşat yaylalarında soğuktan gömgök olmuş ve çatlamış erik benzeri parmaklarıya çaldığı kavalın sesini andırır. Yaylaların yorganı mavidir. Dumanı mavi.

Nasıl da o ısınmış, tozlu metal kokusu sılaya yaklaştıkça vuslat çiçekleri gibi kokar. Mavidir çiçeklerin kökleri. Gökleri ıslıdır sılanın...Atların mavi gözlerinde ıssız bir orman uğultusu saklıdır. At izinde biriken mavi sular denizi hatırlatmaz.. At izi it izine karışmaz artık.. Mavi aşkına karışmaz...

Bir mavi otobüs yanaşır terminale. Yolcuları uykulu gözlerle kaygısızca bakar size ve sizin yol arkadaşı olmanız gerçeğine.
O mavi otobüs var ya seni alır, beni alır, bizi alır giderdi.
Hatırladınız mı şarkıdaki o mavi otobüsü? Fabrikada tütün saranlarımız da vardır o otobüste, üniversite kantinlerinde mavi gözleriyle mavi gözlü kızları kesip, elektrik direklerine afiş yapıştıranlarımız da.

Kimler yoktur ki, yönü sılaya çevrilmiş, korkunç virajlardan ötürü yetmiş kilometreyi geçemeyen otobüslerde. İbre hep mavidedir anlayacağınız.-
Şafak saymaktan yorulmuş ve nihayet mutlu ve doğulu/buğulu gözlerle sıfırı görmüş yirmilik delikanlı iç cebinde özenle sakladığı gümüş gerdanlığın parasını, altmış dokuza bir tertibi olan, İstanbullu, zengin ama yardımsever bir arkadaşından almıştır. Yavuklusu içindir belli ki...Zengin ama yardımseverdir asker arkadaşı ayrıca...

Karadeniz sahili boyunca mavi otobüsün içinde sılaya/Şavşat’a dair hayaller kurulur ve denizin köpüklü dalgaları, bayram kahvelerini hatırlatır denizden yana ve cam kenarında oturan yolculara.
Koridorda oturanlara ise, belli belirsiz yol çizgileriyle alınlarındaki erken dönem çizgilerinin ne kadar da birbirlerine benzediğini düşünmek kalır. Bir de, her virajın ardından çok şükür demek.. çok şükür gök mavi, kan kırmızı...

Tevekkeli değil ülkenin en iyi şoförleri Artvin’den çıkarmış. Virajlı, dar, karlı ve kaygan yollarda dört tekerin üstünde gitmek kolay mı?
Hopa’dan ayrılınca deniz biter. Deniz biter lakin adınız Karadenizli’dir hep. Hopa biter siz hala Karadenizli’siniz. Cankurtaran’dan sonra otobüsünüzün rampaları esneyerek inmesine yolcuların geride bırakılan geceden kalan esnemeleri karışır.
Otobüs mavi, gök mavi, Cankurtaran’da sizi terkeden deniz mavidir. Mavi hakim renktir bu coğrafyada artık. Mavi’nin Krallığı.

Muavinin yorgun ama deneyimli” Köprübaşı’nda inecekler kalmasın!” cümlesiyle Büyük Kanyon’a girdiğinizi de anlamış olursunuz.
İnersiniz mavi otobüsten.. Altınızda Çoruh akar, üstünüzde mavi. Artvin gelir üstünüze üstünüze...Mavinin sahibine güvenmişsinizdir ya artık Çoruh’a da aldırmazsınız. Ona deli diyenlere kulak asmazsınız. Ama yan gözle de bakmadan edemezsiniz Çoruh’un homurtulu, hışırtılı, bazen şırıl şırıl bazen gürül gürül akan sularına. Çoruh’a biraz mavilik katarsınız gözlerinizle, yukarıdan ödünç aldığınız.
Sonra bir mavi minibüs alır sizi Büyük Kanyon Köprübaşı’ndan. Sağınızda Deli Çoruh, solunuzda; aman yarabbi! Sonra Çoruh da terkeder sizi..Mavi hep sizinledir. Mavinin vefası ve yol arkadaşlığına diyecek söz bulamazsınız. Ah bir de geceleri saklambaç oynamasa diye hayıflanırsınız o kadar.
Daha çok yol vardır gidilecek. Kurulacak çok hayal. Tutunacak çok koltuk kenarı. Meğer ne çok spor dalı varmış adını bilmeyip de yıllar öncesinde yaptığımız; Slalom, rafting, jogging, trakking vs vs..
Türküler, maniler, üniformalı otobüs şoförünüz, ısınmış fren balatalarının inleyen sesi ve geniz yakan kokusu, Karadeniz, çay ve ihtiyaç molalaları, hepsi geride kalmıştır artık.
Mavi mi? O bildiğiniz gibi...
Herşey yeni başlıyor. Belki hayattır yeniden başlayan. Herşey değişiyor buradan itibaren. En başta da hayata bakışınız.
Artvin Köprübaşı’ndan yukarıya-kuzey doğuya- doğru bir küçük mavi minibüsün içindesiniz.
Sılaya az kaldı.
Ana virajlar, yavru virajlar, derin virajlar, keskin virajlar, tehlikeli virajlar, mesaj kaygılı virajlar (iç bükey bir virajın tam karşısına ‘Umudumuz Ecevit” ve hemen altına “Koministler Moskova’ya!” sloganları yazılı olanları bu başlık altına toplamayı uygun bulduk.)
Yirmi yıldan sonra aynı virajda aynı yazıyı biraz solmuş, biraz küçülmüş, ve daha çok da anlamını yitirmiş olarak görür ve bütün herşeyin ötesinde o boyanın bileşimini merak edersiniz; güneşe, yağmura, yıllara, acılara rağmen hala okunabilir olmasını hayretle takdir edersiniz. Artık siz bir depolitize olmuş apolitik yaşam formusunuzdur. Mavi hep masumdur ama...
Siz periferik bir salınımla koltuklara tutunmaya çalışırken, “dünya son hızla dönüyor ve okyanuslar nasıl savrulmuyor uzay boşluğuna?” Sorusunu cevaplamaya uğraşırken yakalarsınız yorgun zihninizi. Kalem veya silah veya kazma-kürek tutan eliniz ön koltuğun arka üst kenarından sıkıca tutunmaktadır hala. Düşleriniz mavi üstüne...
İç bükey geniş virajlara yazılan sloganların boyasının rengi mi? Evet o. Yanılmadınız.

Yorgun ama mesutsunuz. Yolun sonuna geliyorsunuz artık. Virajlar hep var olmaya devam edecek yollarınızda ve hayatınızda.
Bu yüzden olsa gerek bir Şavşatlı’ya sürpriz yapmak, onu şaşırtmak çok zordur. Çünkü o, her zaman hazırlıklıdır virajların ardındaki bilinmezliğe.
Kapı eşiğinden seslenirsiniz, “ben geldim!”. Hamurlu elleriyle soluk soluğa çıkagelir bir ay yüzlü, merhamet ülkesinin kraliçesi. Öyle bir sarılırki; hamur teknesinde, mısır tarlasında, kapı önündeki bostanda, alaca ineklerin memesinde, uzun teravihlerin secdesinde yorulan kollarıyla size.

İşte o kavuşma ve sarılma anında, evlatların bütün günahları silinir. Anaların yüzü güler, dilleri Cenabı güzel Allah’a şükür eder. Evlatlar yeniden doğar. Analar yeniden doğururlar. Ve der ki doğunun anaları kendi söyleyiş biçimleriyle: “Kadan, belan alayım, dertlerin bana geçsin, kurban olem, canan ölem ay oğul!”
Bütün o hayatın virajlı yolları doğduğunuz evin eşiğinde sonsuz bir düzlüğe dönüşür. Derinden, huzurlu, uzun bir “oh!” çekersiniz.

Merhamet ülkesinin kraliçesi hamur teknesinin başına döndüğünde, elinizdeki valizi kapının ardına bırakıp, bahçedeki kızılcık ağacının serin gölgesine sırt üstü uzanır ve bir kaşık dolduracak kadar bile bulutu olmayan gökyüzünü seyretmeye koyulursunuz.
Sıladasınız...
Çocukluk günlerinden kalma esintilerin yüzünüzü yalayıp geçmesi eşliğinde, dudaklarınızın kenarında beliren dokuz yaşınıza ait muzip bir gülümsemeyle uykuya dalarsınız.
