İlginç Bilgiler 2

Baş Başa Yemeğin Tarihi…

Kadın-erkek kadar eski

Restoranlarda, mum ışığındaki romantik buluşmalar, 20. Yüzyıl’ın başından itibaren görülmeye başlansa da, erkek ile kadın arasındaki baş başa yemeklerin geçmişi, Adem ile Havva’nın elma hikâyesi ile başlar.
Sümer tanrılarından en akıllı ve beceriklisi olan Enki ile Tanrıça İnanna’nın baş başa yemekleri de en eski hikâyelerden biridir.

Başarılı yönetiminin sırlarını ele geçirmek amacıyla kendisini ziyarete gelen İnanna’nın baş döndürücü güzelliğinden etkilenen Enki, onun için bir şölen düzenler:
“Kutsal sofrada, Tanrısal sofrada / Hoş geldin dedi Tanrı İnanna’ya” diye başlayan hikâyenin Sümer tabletlerinden okuyabildiğimiz devamı şöyledir:
“Ve tapınağında onunla baş başa / Lıkır lıkır bira ve şarap içti Enki / Maşrapalar dolusu içki içtiler / Yarışırcasına tokuştura tokuştura / Gök ve Yer onuruna / Yavaş yavaş ve tadına vara vara şalupalar kadar derin maşrapalarda!”

İlk örnek, eski Mezopotamya âdetlerini yansıtan küçük bir kabartmada karşımıza çıkıyor. M.Ö. 3000 yılına ait olan bu kabartma, oturmuş durumdaki bir erkek ve kadını boru ile aynı küpten içki çekerken gösteriyor.

Bir kral ve kraliçenin hasat festivali sırasında tapınakta birlikte bira içmelerini simgeleyen bu kabartma, Sümerlerin ‘Kin.sig’, Akadların ‘Naptanu’ adını verdikleri akşam yemeğini gösteriyor.
Yemeği şölene dönüştüren içki ise, şarabın en eski dönemlerden beri çok tanındığı bu coğrafyanın şaraptan önce gelen ‘ulusal’ içkisi olan ‘bira’...

Bira, alt taraflarında tortuları süzmeye yarayan eleği olan borularla doğrudan küpten çekilerek içiliyordu. Ve genellikle tek başına değil, ortaklaşa...
Mutfak kültürleriyle ilgili ayrıntılı ve zengin bilgileri yazılı tabletlerle günümüze kadar ulaştıran Sümerler, içkili şölenler sırasında şarkılar da söylüyorlardı:

“Hayatlarımız mutlu, kalbimiz neşe dolu, kendimi harika hissederken, kendimi harika hissederken.”
Tarih boyu, insanlar bir arada yemek yemeğe çok önem vermişlerdir. Bu sadece iyi yemek yeme, keyiflenme, zevk alma ya da dinlenme amaçlı bir birliktelik değildir. Sofralar önemli kararların alındığı yerlerdir aynı zamanda. Hükümdarlar için, kendi seçtikleri ile aynı sofra etrafında toplanmak, yemeği ve içkiyi paylaşmak, aynı vücutta birleşmek anlamına geliyordu.

Böylece efendinin iktidarı altında birleşmenin önemi, herkesin gözleri önüne seriliyordu.
Bu şölenlerin en zengini, Asur kralı Assurnasirpal’in M.Ö. 870’lere doğru, başkentin Kalhu’ya taşınması nedeniyle verdiği şölendir. Musul’un 25 km güneyine denk gelen Kalhu’daki büyük şölene “altmış dokuz bin beş yüz yetmiş dört kişinin” katıldığını öğreniyoruz.
Ortak yemeklerin siyasî sonuçlarının yanı sıra, sosyal sonucu da “bütünleşme”yi vurguluyor.

Evliliklerin düğün yemekleriyle kutlanması, iki yabancı ailenin bütünleşmesi anlamını taşıyor. Evlat edinme âdetleri arasında da çeşitli toplumlarda birlikte yemek yeniyor.

Topraklarına çok önem veren Mezopotamyalılar, arazilerini birine satmak zorunda kaldıklarında, onunla birlikte yemek yiyorlar. Toprağı satın alanın böylece, aileden biri haline geldiği düşünülüyor.
İster büyük bir şölende, ister mum ışığında hoş bir restoranda olsun, aynı yemekten tatmak, birlikte içmek, insanların paylaşarak bütünleşmeyi en fazla hissettikleri deneyimleri olarak günümüze kadar uzanıyor.
 
bi pire ne kadar zıplar

İnsanların çalışmalarında neden başarılı olmadığına dair araştırma yapılırken pireler üzerinde bi deney yapılmış.pireler genellikle otuz cm zıplarlarmış.denek pireler alınmış ve yirmiüç cm lik bi kavonoza yerleştirilmiş.hava almaları içinde kavanozon üzerinden küçük hava delikleri açılmış.ve belli bi zaman bu pireler kavanozda kapalı tutulmuş.ve bu pireler her zıpladığında ancak yirmiüç cm zıplayıp kavanozon tavanına çarpıp tekrar tabana inerlermiş.ve zaman gelmiş pireler kavanozdan çıkartılıp diğer pirelerin içine bırakılmış.görülmüşki bu pireler sürekli yirmiüç cm sıçramaya devam etmişler,diğerleri ise yine otuz cm zıplamaya devam etmişler.
bu örnek şunu gösteriyor.insanlar bi işte ben başarılı olamıyorum deyip pes ediyorlar ve o alışkanlık bi hastalık halinde kalıyor ve daha başarılı olacağım diye pireler misali güç emek sarfetmiyorlar.aslında her zaman başarılı olacağım deseler başarısızlıklarından sonra tekrar deneseler başarılı olabilirler.bilinç altımıza bi işte başarılı olamamak öyle yerleşmişki pire misali biz artık daha öteye gidemeyiz diyoruz.hep yirmiüç cm de ısrar ediyoruz.
 
Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi?

Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni hücrelere devreden kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.

Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak, hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin, oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.

Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir kısmının derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür.

Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha yavaştır.

Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça atardamarlarımızı pek göremezsiniz.

Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan toplardamarlardır. Tabii ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.
 
Sonsuzdan sonsuzu çıkarttığımız zaman neden sıfır kalmıyor?

Öncelikle fiziksel dünyada sonsuz diye bir şey yoktur. Eğer bir aritmetik işlem sonucunda sonsuz elde ediyorsanız, o işlemin bir aşamasında gerçek dünyada olmayan bir varsayımı işin içine girmiş demektir (ya da bir yerlerde hata yapılmıştır). Matematikçiler bu tip durumlarda varsayımların dikkatli bir şekilde tanımlandığı “limit” hesabını geliştirmiş. Sonsuz eksi sonsuz tipi ifadeler de bu türden: Her iki sonsuzun nasıl elde edildiği incelenmeli, işlem daha dikkatli bir şekilde yapılarak sonuç bulunmalı. Çıkan sonuç da herhangi bir sayı, hatta sonsuz bile olabilir.
Sonsuz kavramı, matematikte değişik yerlerde değişik anlamlarda kullanılıyor. Ama, aritmetikte sonsuzu diğer sayıların arasına uyumlu bir şekilde katmanın imkanı yok. Burada uyumluluktan kastım dört işlemin doğal gördüğümüz temel özelliklerinin sağlanması. Örneğin, (a+b)+c=a+(b+c) gibi, ya da a+b=c ise a=c-b gibi. Sonsuzu bu dört işleme sokmaya çalıştığımız zaman bu özelliklerden bazıları sağlanmıyor. Eğer sonsuz+1=sonsuz ediyor ve aynı zamanda sonsuz+2=sonsuz ediyorsa, sonsuz-sonsuz hem 1 hem de 2’ye, hem de dediğin gibi 0’a eşit olmalı. Bu da oldukça anlamsız bir şey: Her aritmetik işlemin tek bir sonucu vardır. Bu nedenle, sonsuz’u dört işleme girebilen bir sayı olmaktan çok, bir büyüklük fikrini anlatan bir kavram olarak düşünmek daha doğru olur.
 
Hedef

Bir ünlü bayan yüzücü yanılmıyorsam manş denizini geçmek için bir yüzme denemesi yapmaya karar vermiş.Hazırlanmış ve kıyıyı gelmişler.Yüzmaya başlamış.Hava da o kadar çok soğuk ve sisliymişki yüzücünün önünü görmersi oldukça zormuş.Ve bütün gücüyle yüzmeye devam etmiş.Çok soğuk olduğu için adeta donma derecesine gelmiş,Aynı zamanda bir o kadarda yorulmuş.Ve aşağı yukarı dört saat yüzmüş.Dayanamayacağını anlayınca onu botla takip eden arkadaşlarına el işareti yaparak kendisini almalarını sağlamış.
Aslında çok kısa bi mesafe kalmışmış.Burada belki dakika daha yüzseymiş hedefe ulaşacakmış.Tekrar başka bi zaman denemeye kalkmış .Bu denemesinde önceki denemeden dakika daha erkenden yüzmeyi bitirmiş ve erkeklerin rekorunun da altında bi rekora ulaşmış.Buradaki başarısının sırrı ve daha önceki başarısızlığının sırrı şu imiş.Önceki denemede hava sisli olduğu için hedefini göremediği için çok az mesafe kalmasına rağmen yarışı bitirememiş.İkinci denemede hava açık olması sebebiyle hedefini görebildiği için yarışı daha erken bi zamanda bitirmiş.
İşte görülüyorki hedef belirlemek ve hedefi görebilmek ne kadar önemli başarıyı elde etmek için
 
Yumurta Nasıl Paketlenir?

yumurtacn4.jpg

(Abese Sûresi,24) Bir yumurta hiçbir zaman elimize paketlenmeden ulaşmaz. Yirmi dört saatlik bir üretim faaliyetinin neticesi olan bu aziz ve leziz nimet, mutfağımıza kadar güvenle ulaşabilmesi için, son derece dikkatle plânlanmış bir ambalaj içinde bize sunulur.

Yumurta kabuğu deyip geçmeyin. Bir çırpıda kırıp çöp sepetine atıverdiğimiz bu mükemmel ambalaj, aslında mimarîsiyle akılları hayrette bırakan bir sağlamlık, pratiklik ve geometri şaheseridir.

Yumurtanın sarısı ve akı, tavuk vücudunda ayrı ayrı yerlerde imâl edilir. Sonra da bu mamûl, 16 saat süren bir işlemle ambalajlanır.

Önce yumurtanın şekline bir bakın: Parmaklarınızla iki ucundan ne kadar kuvvetle bastırırsanız, onu kıramazsınız. Ambalaj sağlamdır ve şekli de pürüzsüz ve kusursuzdur. Böyle bir kabuğu bir üretim tezgâhında dökmek için kalıp gerekir. Oysa tavuğun vücudunda yumurta kabuğunu dökecek herhangi bir maddî kalıp bulunmaz.

Yumurtayı paketlemekle görevli olan bez, tavuğun vücudundaki bütün kalsiyum ve karbonat iyonlarını çekecek şekilde düzenlenmiştir. Öyle ki, tavuğun besininde kalsiyum eksildiği zaman, kabuğun hammaddesi olarak, tavuk kendi kemiklerini kullanır. Bir tavuk, tek bir yumurtanın ambalajlanması için, bir günde kemiklerinin yüzde onunu harcayabilmektedir.

Öyle bir fabrika düşünün ki, tavuk kanı gibi, pek de iştah açıcı olmayan basit bir maddeden hem yumurta sarısını, hem yumurta akını, hem de kabuğunu ayrı ayrı çıkarsın, Ve, beş on santimlik bir üretim şeridi içinde bütün bu işleri ayrı ayrı gerçekleştirdikten sonra, kan ve dışkı gibi iki pisliğin içinden, yumurta gibi ter temiz bir nimeti ortaya çıkarsın. Birşeyden herşeyi yapan bir ilim ve kudretin Sahibinden başka bu fiile mührünü basabilecek kim var?

Teknoloji, tavuğun besininden yahut kanından yumurta yapabilecek bir fabrikayı kuramadı. Muhâlfarz, eğer kurmuş olsaydı bile, bugün bir yumurtayı elli bin liraya değil, milyonlarca liraya yiyemezdik. Onun için, tavuğun bir yumurta için gıdaklamasını sakın çok görmeyin. Âlemlerin Rabbi tarafından hizmetimize sunulmuş bu mübarek hayvancığın sesini eğer dikkatle dinleyecek olursanız, bu ilâhî rahmet hediyesindeki harikulâdelikleri size işittirmek için çırpındığını görür gibi olursunuz.

Bir dahaki yumurta kırışınızda, kabuğu atmadan önce ona uzun uzun bakın.

Size bu aziz nimeti bu mükemmel ambalaj içinde göndereni düşünün.

Onun adını anın.

Afiyetle yiyin.

Ve Ona şükredin.
 
Barkod nedir? nasıl çalışır ?Rakamlar neyi ifade eder?

Hepimiz günde en az bir kere ihtiyacımız olan herhangi bir ürünü almak için bakkala veya markete gideriz. Aldığımız her ürünün üzerinde değişik kalınlıktaki çizgilerden oluşan bir etiket vardır. İhtiyacımız olan ürünleri aldıktan sonra parasını ödemek için kasaya geliriz. Kasada duran kasiyer satın aldığımız ürünlerin üzerindeki etiketleri tek tek bir el tarayıcısından geçirerek size ödemeniz gereken toplam tutarı söylüyor.

barkod_r1.gif

Hiç merak ettiniz mi bu etiketler ne işe yarıyor, etiketin üzerindeki rakamlar ve çizgiler ne anlama geliyor? İşte her ürünün arkasında bulunan bu etiketlere BARKOD diyoruz.


NEDİR BU BARKOD?

Kısaca; genelde dikdörtgen biçiminde olan, birbirine paralel çizilmiş inceli kalınlı çizgilerden ve bu çizgilerin arasındaki boşluklardan meydana gelen , siyah çubukların oluşturduğu bir sembole barkod diyoruz. Barkod'lar sayesinde bilgisayara otomatik veri gerişi hızlı bir şekilde sağlanmaktadır. Günümüzde pek çok alanda kullanılmaya başlanmıştır. (Gazete, dergi, kitap ,ilaç, gıda vs.)

Çizgiler Ne Anlam İfade Ediyor?

Konuya geçmeden önce sizlere bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bu konuyu daha iyi anlamanız için üzerinde barkod olan bir ürünü yanınızda bulundurabilirsiniz?

Öncelikle bilmeniz gereken şey; bu çizgiler sadece ürünün referans numarasını içerir. Herkesin sandığı gibi ürünün fiyatı ve ürün hakkındaki bilgileri içermez. Bu bilgiler bilgisayarda kayıtlıdır.

Barkod tarandığı zaman sinyal sistemdeki bilgisayara ulaşır. Bilgisayarda girilen barkod numarasına göre ürünün fiyatını kasaya yansıtır. Eğer barkod'larda fiyat belli olsaydı, ürün fiyatı ne zaman değişse, ürünün barkodu da her fiyat değişiminde değişecekti. Bu da maliyet ve zaman açısından çok büyük kayıplara neden olacaktı.

Peki öyleyse fiyat değiştiği zaman bu değişiklik nasıl yapılıyor? Cevabı çok basit; fiyat bilgileri bilgisayarda kayıtlı oluğu için; bilgisayardaki fiyat bilgisini değiştirmek yeterli olacaktır.

Barkod da iki bölüm vardır. Birincisi bizim gördüğümüz rakamlar; ikincisi ise makinenin taradığı çizgiler. Bunları ileriki bölümlerde daha detaylı anlatacağım.

Barkod Çeşitleri Nelerdir?

Çok değişik barkod çeşitleri var. UPC, EAN, EAN-13, EAN-8, Code 39, Code 93, Code 128. En çok kullanılanlar UPC ve EAN 'dir. UPC numaralama sistemi Kanada ve Amerika'da, EAN-13 numaralama sistemi ise Avrupa ve Türkiye'de kullanılmaktadır. Ben sizlere ülkemizde de kullanılan EAN-13 sistemini açıklayacağım.

EAN-13 BARKOD SİSTEMİ

EAN-13 sistemi UPC sisteminden türetilmiş bir barkod sistemidir. UPC sistemi sadece Amerika ve Kanada'da kullanıldığı için uluslararası pazarlarda kullanılmaya müsait değildir.

EAN İngilizce "International Article Numbering Association" kelimelerinin kısaltılmış halidir. EAN 'nin yayınladığı bildirgeye göre 2005 yılından sonra Amerika ve Kanada'da EAN uluslar arası barkod sistemine geçiş yapacaktır. EAN sistemi bakkaliye ürünleri başta olmak üzere perakende satılan ürünlerin numaralandırılmasında kullanılmaktadır. Ayrıca Kitap (ISBN ) ve periyodiklerin (ISSN ) numaralandırılmasında da kullanılmaya başlanmıştır.

Bu kadar bilgi verdikten sonra gelelim barkodların sırrını çözmeye.

EAN-13 sistemi 13 haneden oluşur

barkod_r2.gif

Birinci kısım: veya simge kodunu gösterir. Her ülkenin kendine ait bir kodu vardır. Türkiye'nin kodu 869 dur.


00-13 USA & CANADA

594 ROMANYA

30-37 FRANSA

619 TUNUS

400 - 440 ALMANYA

759 VENEZUELA

45 JAPONYA

76 İSVİÇRE

471 TAYVAN

773 URUGUAY

476 AZERBEYCAN

80-83 İTALYA

479 SRİ LANKA

779 ARJANTİN

482 UKRAYNA

850 KÜBA

484 MOLDAVA

885 TAYLAND

487 KAZAKİSTAN

888 SİNGAPUR

489 HONG KONG

890 HİNDİSTAN

520 YUNANİSTAN

893 VİETNAM

529 KIBRIS

899 ENDONEZYA

531 MAKEDONYA

860 YUGOSLAVYA

535 MALTA

869 TÜRKİYE

54 BELÇİKA- LÜKSEMBURG

87 HOLLANDA

560 PORTEKİZ

90-91 AVUSTURYA

569 İZLANDA

93 AVUSTRALYA

57 DANİMARKA

955 MALEZYA

70 NORVEÇ

977 ULUSLARARSI PERİYODİK YAYINLAR İÇİN

626 İRAN

978 ULUSLARARASI STANDART KİTAP NUMARASI

729 İSRAİL

979 ULUSLAR ARASI MÜZİK NUMARASI

İkinci kısım: Firma kodunu gösterir. Ülke kodundan sonra gelen 4 hanedir. Bu kod TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ) bünyesinde bulunan Mal Numaralandırma Merkezi'nden alınır.

Üçüncü kısım: Firma kodundan sonra gelen 5 hanedir. Ürünü tanımlayan mamul kodudur.

Dördüncü kısım: En son rakamdır. Kontrol kodudur. Bu kod diğer rakamların hatalı okunmasını engellemek için belli bir formülle hesaplanan kontrol sayısıdır.


KONTROL KODUNUN HESAPLANMASI

Barkod tarayıcı makinasi barkodu okuduğunda bazı matematiksel hesaplar yaparak okuduğu kodun doğru olup olmadığını kontrol eder. Bunun içinde kontrol kodunu kullanır. İsterseniz daha iyi öğrenmeniz için bunu bir örnekle açıklayalım.

Diyelim ki 9799753293685 koduna sahip bir ürün tarayıcıdan geçirildi. Yapılan hesaplamalar ve kontrol aynen aşağıdaki gibidir.



barkod_r3.gif






1-Sağdan başlayarak ilk hane tek olmak üzere tüm haneler tek çift diye ayrılırlar.

2-Tek hanedeki sayılar toplanır ve 3 ile çarpılır. 7+9+5+2+3+8= 34 x 3 = 102

3-Çift hanedeki sayılar toplanır. 9+9+7+3+9+6 = 43

4- Her iki rakam toplanır ve 10 sayısının katına ulaşmak için gerekli sayı eklenir. 102 + 43 = 145 + 5 =150

Barkod tarayıcı makinası barkodu okuduktan sonra yukarıda anlattığım işlemleri yapar. Eğer bulduğu kontrol kodu, okuduğu kontrol koduyla aynıysa, barkod doğru okunmuş demektir. Yanlışsa tekrar okunması için uyarı verilecektir.


DEŞİFRE EDELİM!

Şimdi gelelim çizgi ve boşlukların nasıl deşifre edileceğine. Öncelikle şunu bilmenizi isterim ki; siyah çizgiler 1 sayısını, boşluklar ise 0 sayısını temsil ederler. En ince siyah çizgi bir birim (1) iken, en kalın siyah çizgi dört birime (1111) denk gelir. Aynı şekilde en ince boşluk bir birim iken (0), en kalın boşluk dört birim (0000) demektir.

Bir barkodun başında ve sonunda 101 değerine eşit olan başlangıç ve bitiş kodları vardır. Ortada ise 01010 değerini veren daha uzunca barkod bulunur.

Bir barkodu çözümlemek için aşağıdaki tablolardan ve bilgilerden faydalanmamız gerekecek. Ama bunu bence bir örnekle açıklayalım ki daha anlaşılır olsun.

Mesela 9799753293685 barkodunu çözmeye çalışalım. Bu barkodu çizgi ve boşlukların kalınlıklarına göre, en ince çizgi veya boşluk 1 birim, en kalın çizgi veya boşluk 4 birim olduğunu düşünerek çözelim. Unutmayın ki çizgiler 1, boşluklar 0 olacaktır.


barkod_r4.gif


Şimdi barkodun ilk hanesine bakalım. Burada bu sayı 9 dur. Aşağıdaki tabloya göre ikinci haneyi ve firma kodunu tek ve çift olarak ayırırız.

İLK HANE İKİNCİ HANE FİRMA KODUNA AİT KARAKTERLER
1. HANE 2. HANE 3. HANE 4. HANE 5.HANE

0 Tek Tek Tek Tek Tek Tek
1 Tek Tek çift tek çift çift
2 Tek Tek çift çift tek çift
3 Tek Tek çift çift çift tek
4 Tek Çift tek tek çift çift
5 Tek Çift çift tek tek çift
6 Tek Çift çift çift tek tek
7 Tek Çift tek çift tek çift
8 Tek Çift tek çift çift tek
9 Tek Çift çift tek çift tek

Burada 9 denk gelen satıra baktığımızda ikinci hanenin “tek” olduğunu görürüz. Firma kodundaki haneler ise sırasıyla “çift-çift-tek-çift-tek” şeklindedir.

barkod_r5.gif

 
Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz.

Dilimize girmiş pekçok özdeyiş, atasözü aslında bir zamanlar ne kadar geniş bir coğrafyayı şamil olduğumuzu da işaret ediyor olsa gerek. İşte bunlardan bir tanesi de "Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz." sözüdür.
Esasen buradaki "Ana", "Ane"dir ve Bağdat yakınlarında bulunan bir uçurumun adıdır.
Bilindiği gibi "yar" kelimesiyle "uçurum" kelimesi aynı anlama gelmekti. Yani sözün aslı Ane gibi çetin uçurum, Bağdat gibi güzel şehrin olmayacağına işaret eder.
Bunu galatlaşmış haliyle öyle güzel benimsemişiz ki yine de söz yerini buluyor.
Ama biz yine de işin aslını bilelim derim.
 
Demir ‘Nereden Nereye’

XIX. Yüzyılın başlarına kadar gözler hep Roma ile Yunan’daydı. Çağdaş uygarlığımız yalnız bu iki kaynağa indirgenmekteydi. Bu görüş Napolyon’un Mısır seferiyle değişti. Onunla birlikte Mısır’a giden bilginler, icat ve anıttan yana zengin bu iki uygarlıktan, çok daha eski bir uygarlığın varlığını şaşkınlık ve hayranlıkla gördüler. 1842′de ufuk daha da genişledi; Fransa’nın Musul başkonsolosu Botta, Mezopotamya’nın antik anıtlarını ortaya çıkardı. Bunu, öteki uygarlıkların, (Sümerler, Babilliler, Egeliler, Hititliler, Ukrayna’dan Moğolistan’a uzayan steplerde yaşayan göçebe halk) tanınması ve incelenmesi izledi.

Bugün Atina ve Roma gözümüzde parlak olmakla birlikte uygarlık tarihinin bir ayrıntısından başka bir şey değildir. Birçok belli başlı teknik icatları artık onlara mal edemeyiz. Biliyoruz ki bunlar. Roma saltanatının ya da Yunanistan’ın ünlü filozoflarının gölgesinde değil, zaman zaman büyük imparatorluklar kurmakla birlikte sonradan unutulmuş Asyalı toplumların eserleridir. Yukarıda sabanın, koşumun, gemin bu halkaların icatları olduklarını görmüştük. Ama tereyağının İşkillerin icadı, demirin de (M.Ö. 1300′de) Mitillerin icadı olduğunu kaçımız biliriz?

Demir madeni daha önceden de biliniyordu; Hititlere borçlu olduğumuz, “demir sanayii”dir. M.Ö. 2950′de Ur’da bir demir balta; M.Ö. 2840-M.Ö. 2700′den gelen Sümer kalıntıları arasında ve Keops Piramidi’nde demir silâhlar bulunmuştur. Ancak o zamanlar, son derece az bulunan bir maden olduğundan demir değerli eşyalardan sayılıyordu. Hammurabi zamanında (M.Ö.2000) Babil’de demirin değeri gümüşünkinden sekiz kat fazla ve altının dörtle üçü oranındaydı. Günümüz de bol rastlanan bu madenin o zamanlarda bunca ‘ender oluşu’nun sebebi neydi acaba?

Çünkü demirin elde edilmesi bakır ya da tunçunkinden daha güçtü. Bakırı eritmek ve toprağından ayırmak için 1.083 derece ısı yeterlidir. Tuncun yapımında kullanılan kalaysa daha kolay (232 derecede) erir. Demirin eritilmesi için 1.535 derecilik bir ısı gereklidir. Bundan başka, maden cevheri oksit şeklinde olduğundan, bunu oksijenden ayırmak için çok miktarda redüktör’e yani indirgeme işlemini yapacak bir aracıya, özellikle karbona ihtiyaç vardır, işte bu iki şart, bakır ve tunç metalürjisinde (madenleri ve arıtılmalarını inceleyen bilim.) kullanılan fırınlarla gerçekleştirilemiyordu. Bunu, M.Ö. 1700′de yapılmış bir Mısır resminde gördüğümüz, ayakla işleyen körüklerle yapmak ve gerekli miktarda oksijeni maden cevherinden alacak maddeyi sağlamak imkânsızdı.

Demiri herkesin kullandığı bir maden haline getirenler, Hititler oldular. Bunun için de yüksek fırınlardan yaralandıkları kuşku götürmez. Böylece, tunçtan yapılmış ağır silahlar, zırhlar ve kalkanlar, yerlerini demirden olanlara bıraktılar. Arkeologlar, Korsabad’daki II. Sargon’un sarayında bu silahlardan ve araçlardan 160 ton bulmuşlardır.

Demir, Yakın Doğu’dan Mısır’a ve Dorların yaşadığı Balkanlara doğru hızla yayıldı. M.Ö. 900 yıllarına doğru Avrupa’da görülmeye başlanan bu madeni Avrupalılara tanıtan her halde Dorlar olmuşlardı. Doğu Asya, demiri aynı çağlarda benimsedi. Delhi’de, M.Ö. IV. yüzyıldan kalma 17 metre yüksekliğinde ve 17 ton ağırlığında büyük bir sütun bulunmaktadır. Vierendeel: “Bugün bile değme atölyelerin gözünü korkutacak böylesine dev gibi bir parçanın imalinde kullanılan madeni Hindular nasıl eritmiş ve nasıl çalışabilmişlerdir, insan şaşıyor,” diyor.

Tabii demir önce yalnızca askerlikte kullanıldı. Ağır tunç kılıçlar, demirden yapılmış ince, hafif ve uzun kılıçların karşısında ‘âciz’ kalıyordu, öte yandan mızrak, ok ve yay daha kullanışlı biçimde yapılmaya başlandı. Gem ve mahmuz hafifledi. Bunu ev eşyaları ve günlük hayatla kullanılan öteki araçlar izledi. Bıçak, testere, zincir vb. demircilerin atölyesinden çıkmaya başladı. Bu arada makas da icat edildi. Önceleri makas sadece savaşçıların saç ve bıyıklarını kesmekte kullanılıyordu. Bir süre sonra mücevherler de demirden imal edilmeye başlandı.

Demirin gelişmesini izlemek, çok öğreticidir. Yakın Doğulu bir halkın zekâsının ürünü olan bu maden Asurlulara< kan dökücü egemenliklerini bütün Yakın Doğu’ya yaymaları imkânını vermiştir. II. Sargon, Assurbanipal gibi kralların ün kazandığı bu imparatorluk, kendi içinde eriyen Sümer, Mısır ve Babil gibi eski uygarlıkların mirasçısıydı. Asya’nın bu dev temsilcisi karşısında, Avrupa’nın ne önemi olurdu?.. Sadece Yunan dünyasının meydana getirdiği küçük bir ışıklı nokta dışında. Güneybatı Almanya’dan göç etmiş tarımcı bir halkın Keltlerin, birkaç yüzyıldan beri içinde yaşadıkları karanlık, sessiz ve kısır bir dünya, Kelt köylerinin yoksul kulübeleri,. Babil’in, Knosos’un Ninova’nın sanat eserlerinden ve banyolu konutlarından çok uzaklardaydı. Ve Avrupa’nın günün birinde bunları aşacağı, o dönem için aklın hayalin almayacağı bir şeydi.

Bununla birlikte M.Ö. 612′de heybetli Asur yapısı çöktü; Ninova, ateşler içinde yok olup gitti. Yıkıntılarından başka bir imparatorluk yükseldi: Pers İmparatorluğu. Sınırları daha da genişleyen bu devlet, Akdeniz’e kadar uzandığı Hellen kıvılcımı, Batı’nın yoğun karanlığında henüz pek güçsüz bir ışıktı.

DEMİR VE DÖKME DEMİRİN ZAFERİ

Bu önemli gelişmenin öncüsü, “çelik sanayinin babası” diye adlandırılan John Wilkinson’dur (1782-1808). Madencilik, araçlarını ve tekniklerinin birçoğunu ona borçludur. Hadde makinesini 1552′de Nurenberg’de Bruler adlı biri icat etmiş; iki yüzyıl sonra Fransız Chapitet, madeni oluklu iki silindirin arasından geçirerek “profil” (U,T ya da köşeli vb.) demir imal etmişti. Wilkinson, bunun kullanma alanını o derece genişletti ki, XIX. yüzyılın eşiğinde mimarlar, mühendisler ve makine yapımcıları her türlü ihtiyaca uygun boy ve biçimde madeni levha bulabiliyorlardı.

Wilkinson 1774′te boru biçimindeki madeni eşyaların içini “perdahlama’ ve bir de ‘delme’ makinesi icat etti. O tarihe kadar Fransız Nicolas Focg’un icadı olan (1750) ‘delici’den geliştirilmiş bir araç kullanılıyordu. Wilkinson bu aracı mükemmelleştirerek top namlularına uyguladı. Onun sayesinde yepyeni bir ‘araç-makine ailesi’ türedi. Bu aile yetenekli iki teknisyenin (İngiliz Joseph Bramah (1749-1814) ve Fransız Marc Brunel (1769-1849) çalışmalarıyla daha da gelişti. İkisi de tarımcı çocuklarıydı; mutlu bir rastlantıyla sanayi alanına atılmışlardı.

Bramah bir yığın icatlar ortaya attı (sözgelişi, bira tulumbası). Ama, asıl ona büyük ün sağlayan “hidrolik pres” (1796) oldu. Brunel, “delgi makinesi”, “yuva açma makinesi” ve “perdahlama makinesi” yaptı. Bundan başka Liverpool’da rıhtımlar ve doklar, Londra’da Thames’ın altına bir tünel inşa etti. (1824-1842). Henry Bramah’nın hidrolik presinin işlerken kuru kalmasını sağlayan, eski öğrencisi Maudslay’in (1771-1831) pistonları deriyle kaplaması oldu.

XVIII. yüzyılın sonlarında mühendisler bu tür araçlara sahip olduktan sonra odunu bir yana itip yerine maden kullanmaya başladılar. Maden zaten buhar makinesi için zorunluydu. Araçlar, sonra da en çeşitli mekanizmalar madenden yapılmaya başlandı. XVIII. yüzyılın sonundan on yıl kadar önce. Mühendis John Rennie’nin (1761-1821) yaptığı, dişli çarklılara kadar bütün aksamı madenden olan ilk buharlı değirmen İngiltere’de dönmeye başladı.
Bununla birlikte yapımcılar, kalıba dökmeye son derece uygun olan dökme demiri birçok alanlarda tercih ediyorlardı. XVIII. yüzyılın ortalarından başlayarak İngilizler, dökme demirden çok çeşitli dökme eşyalar yaptılar: 1738′de ray, 1755′te vagon tekerleği, hidrolik çarklar ve kazanlar… 1773′te teknik, madenden bir köprü yapmaya karar verilmesiyle bir atılım daha yaptı.

Köprü yapımcıları bundan önce de maden köprü inşa etmek hevesine kapılmışlar, 1755′te Lyon’da üç kemerli bir köprü yapmaya kalkışmışlardı. Ama bu tasarı zamana göre aşırı ileriydi. 1773′te İngiltere artık bu iş için olgunlaşmıştı. Darbylerin fabrikaları, yakınlarında bulunan Severn ırmağının üstüne ilk “demir köprü”yü attı. 1779′da trafiğe açılan ve hâlâ sapasağlam duran bu köprü, zamanında bir şaheser olarak karşılanmış, yapımcısı Abraham III. Darby “mühendislik ve mimarlık sanatına yeni ufuklar getiren öncü” olarak kutlanmıştı.

Dökme demir köprüler birbirini izledi: 1796′da Sunderland’da 1804′te Paris’te (le pont des arts) 1806′da yine Paris’te (le pont d’Austerlitz) Bu başarılar tutkuları kamçılayınca, dökme demirle büyük binalar inşa etmeyi deneme hevesi baş gösterdi. Fransız mühendisi François Joseph Belanger (1744-1818), Paris’te 1811′de buğday halini 40 metrelik, dökme demir kubbeyle kapatmayı başardı. Dökme demir doruğuna ulaştığı yerde, demir ve hemen ardından çelik onu geçmeye hazırdılar. 1787′de Wilkinson ilk demir gemiyi kızağa koyar, 1796′da Amerikalı Finley ilk asma köprüyü tanıtırken, mimarlar da demiri, yapılarda gizli kalan ‘iskelet’ olmaktan çıkarıp ‘dekoratif (süsleyici) unsur olarak kullanmayı düşünüyorlardı.

Köprüler, gemiler, araç-makineler, kubbeler gibi yararlı teknik uygulamalara rağmen, XVIII. yüzyılın sonunda madenin başlıca kullanıldığı yer hâlâ savaş sanayisiydi. Silah imalâtçılarıyla top dökümcülerinin sanayide yerleri kamu işleri mühendislerinden önce geliyordu. Fransız Devrimi’nin Avrupa’yı karşı karşıya getireceği bütün büyük çarpışmalarda demir, madenlerin kralı oldu. Ordunun ihtiyaçları nedeniyle de olağanüstü gelişimini sürdürdü.
Çelik alanında tüfek, Vauban’dan bu yana değişmemişti. Fransızlar, Devrim ve İmparatorluk savaşlarını 1777′de kullanılan silahlarla sürdürmekteydiler. Bunlar, hâlâ ağızdan döktürülüyorlardı.

Tüfeğe karşılık, top yapımı ilerleme kaydetmişti. Gösterdiği balistik (atış uzaklığı) sorunlardan ötürü matematikçilerin dikkatini çekmiş, bu sayede sağlam bilimsel temellere kavuşmuştu. İngiliz Benjamin Robins (1701-1751), mermilerin silahtan çıkış hızını ölçmek için bir “balistik sarkaç” icat etmiş ve “iç balistiğin” temellerini atmıştı. İsviçreli Johann Sulzer (1720-1779) da, 1755′te havanın direnci üzerine ilk deneyleri yaparak “dış balistiğin” esaslarını buldu. Bu direncin 1781′de matematik kanununu koyan, Prusyalı Georg von Tempelhof (1737-1807) ve İngiliz Charles Hutton’dur (1733-1824).

Bu kuramlarla kişisel gözlemlerin gösterdiği yoldan ilerleyen Fransız Jean-Baptiste de Gribeauval (1715-1789), yarım yüzyıl boyunca Avrupa savaş alanlarında gürleyecek olan maddeyi buldu. Ondan önce top hâlâ tunçtan yapılıyor, ama önce dolu dökülüyor, sonra delinip perdahlanıyordu. Namlu dibi kapalı olduğundan gülleler hartuçla atılıyor, nişan da nişan çizgisi’ ve ‘nişangâh’la alınıyordu.

Aracın, ’sefer topu’ ve ‘kuşatma topu’ olarak ikiye ayrılması, parçaların uzatılması ve kısaltılmasının yanısıra getirilen tek yenilik standardizasyonuydu. Araçların bölümlerinin aynı ölçüler üzerine imal edilmesi kolayca parça değiştirilmesini sağlıyordu, İngiliz Henry Shrapnel’in (1761-1842) icat ettiği ‘obüs,’ topu daha öldürücü bir araç haline getirdi. İspanya seferinde bu silâhla ilk karşılaşan Napolyon orduları büyük kayıplar verdiler.
 
Şekerpancarının Hikayesi

Havagazı önemli bir keşif olmakla birlikte bir lükstü de. Çünkü XIX. yüzyılın ilk, on yılı içinde asıl sorun yiyecek ve savunmaktı.

Savunma: Daha önce de dediğimiz gibi bakır piyasasını İngilizler tutuyorlardı ve bu madeni, çanları eriterek elde etmişlerdi. Güherçile de, ülkede çıkmadığından, barut imal etmek için nemli mahzenlerin duvarlarında kendiliğinden meydana gelen maddeyi kazıyorlardı. Karbon, kükürt ve güherçilenin karışımından meydana gelen barut yalnız savaşlarda değil, maden ocaklarında ve yapı mühendisliğinde de kullanılmaktaydı. XIX. yüzyılın sonlarında Nobel dinamiti icat edinceye kadar barutun bileşimi değişmedi Fransız kimyacıları Henri Braconnot (1780-1855) ve Jules Pelouze (1807-1867) 1830′da nitroselülozu. Alman Christian Friedrich Schoenbein (1799-1868) pamuk-barutu ve Torinolu Ascanio Sobrero da 1846′da nitrogliserini bulmuşlardı. Ancak, nitroselüloz olsun, nitrogliserin olsun işlenmez, hatta yararlanılmaz patlayıcılar halindeydiler. Bunları Nobel işledi.

Yiyecek: İlk iş olarak, Amerika’dan getirilmekte olan fakat İngilizler yolu kapattıkları için müthiş sıkıntısı çekilen şekerkamışının yerini tutabilecek başka bir şey bulmak gerekiyordu. Şeker imaline yarayacak bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747′de Alman kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini anlattı.

Marggraf’ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında bir fabrika kurarak, günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı. Ne yazık ki, ekonomik bunalım içinde ve Fransa’nın güçlü baskısı altında olan ülkesi, girişimlerini destekleyecek durumda değildi. Eli kolu bağlanan Achard, çalışmalarından bir başkasının yararlandığını görmenin acısı içinde yaşadı.

Bu başkası, eski Fransız subayı Benjamin Delessert (1773-1847) idi. Paris’te 1801 de ilk Fransız pamuk ipliği fabrikasını kurmuştu. Ertesi yıl bunu, üretimi Marggraf-Achard yöntemine dayanan ilk şeker fabrikası izledi. İlk ürününü 2 Ocak 1813′te aldı ve sevinçten uça uça bunları Baron Chaptal’a götürdü. O da hemen Napolyon’a koşturdu. Buna son derece sevinen Napolyon’un bizzat fabrikaya gelip sanayiciyi kutlayacağını Chaptal, Delessert’e şu satırlarla müjdeledi:

Acele, çok acele

Monsieur Benj. Delessert’e

Coquevin Sokağı.

İmparator fabrikanıza geliyor. Ondan önce orada bulunacağım. Acele gelin. Chaptal. 2 Ocak, öğle

Şeker pancarından şeker yapımı, XIX. yüzyılın ilk yıllarının en önemli kimya sanayii icadıdır. Kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı ve fiyatlar durmadan düştü. Çünkü 1836′da günde 1.000 kilo pancar işlenebilir ve 50 kilo, şeker alınabilirken, 1841′de aynı sonuç 750, 1850′de 650 ve 1860 ta 550 kilo pancardan alındı.
 
2oo8’in en merak edilen sözcükleri ...

Webster’e göre politik ve ekonomik konjonktürün gündemden hiç düşmediği 2008 yılı boyunca en çok aranan sözcükler politik ve ekonomik terimler oldu.


Aylık 125 milyondan fazla sayfa gösterimine sahip olan Webster’in bu yıl en merak edilen kelimesi “Bailout” oldu. Bailout’un anlamı ise sözlükte “finansal sıkıntıdan kurtarma” olarak geçiyor.


BU YILIN EN MERAK EDİLENLERİ
1. Bailout: Finansal sıkıntıdan kurtarma.
2. Vet: Muayene etmek (insan ya da hayvan için).
3. Socialism: Sosyalizm, toplumculuk. İktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan düşünce sistemi.
4. Maverick: a) Damgalanmamış büyük ya da küçükbaş hayvan. b) İçinde bulunduğu grupla uyum sağlamak istemeyen birey.
5. Bipartisan: İki tarafı da temsil eden veya savunan kişi.
6. Trepidation: Trepidasyon, korkmaya veya kararsızlığa bağlı hafifçe titreme.,
7. Precipice: Uçurum, sarp kayalık.
8. Rogue: Dolandırıcı, hırsız, hilekar.
9. Misogyny: Misojini, kadın düşmanlığı.
10. Turmoil: Kargaşa, gürültü, karışıklık.


GEÇEN YILIN EN MERAK EDİLENLERİ
1. w00t: (ünlem) İnternet argosunda çok sevinme anlamına gelen kelime.
2. Facebook: Bir internet sitesi. Ayrıca fiil olarak kullanıldığında bir kullanıcının Facebook profiline bakma anlamına gelen kelime. (I facebooked your roommate / Oda arkadaşının facebook profiline göz attım)
3. Conundrum: İçinden çıkılması zor durum.
4. Quixotic: Don Kişot vari aşırı romantik hareket.
5. Blamestorm: Bir projenin neden başarısız olduğu konusunda tartışma yapma, suçluyu ortaya çıkarma.
6. Sardoodledom: Kökeni 1908’de ölen Fransız oyun yazarı Sardou’dan gelen, anlamsız, ahlaken itiraz edilebilir önemsiz gibi gelen başarılı yazılmış oyunları tanımlamak için kullanılan terim.
7. Apathetic: Lakayıt, kayıtsız, umursamaz.
8. Pecksniffian: Kökeni Charles Dickens tarafından yazılan Martin Chuzzlewit isimli kitabın karakterlerinden Seth Pecksniff’e dayanan, samimiyetsizlik, içten yüzlülük.
9. Hypocrite: İki yüzlülük, riyakarlık.
10. Charlatan: Şarlatan.


2006’NIN EN MERAK EDİLENLERİ
1. Truthiness: His yoluyla emin olunan doğruluk, gerçeklik.
2. Google: Popüler arama motoru, ayrıca Google üzerinde arama yapmayı tanımlayan fiil.
3. Decider: Karar verici
4. War: Savaş
5. Insurgent: Bozguncu, asi, kafa tutan.
6. Terrorism: Terörizm7. Vendetta: Kan davası
8. Sectarian: Hizipsel, tarikat ya da mezhep ile ilgili, ayrılıkçı şiddet.
9. Quagmire: Batak, zor durum.
10. Corruption: Bozulma, irtikap, yolsuzluk, rüşvet yeme.
 
40 Sayısının Gizemi

Hemen hemen bütün kültürler sayılarla ilgilenmiş, hatta sayıların yaşamdaki rollerini biraz da abartmışlardır. Filozoflar da her şeyi sayı ile açıklamaya çalışmışlar, sayıların gizli, ahlaki ve sembolik güçleri olduğunu, alemin bile belirli sayısal ilişkilere göre yaratıldığını ileri sürmüşlerdir.
'1' sayısı tekliği ve yaratanı simgelediği için bütün inanç sistemlerinde kutsaldır. Günümüzde pek bilinmese de tarih boyunca çeşitli toplumlarda '3' mükemmelliğin, '5' yaşam ve sevginin, '72' bolluğun sembolü olmuşlardır.

'7' sayıların en kutsalıdır. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile Güneş ve Ay'ın toplam sayısının yedi oluşu, Tevrat'ta Tanrının evreni altı günde yaratıp yedinci gün de dinlendiğinin belirtilmesi '7' sayısına gizemli ve uğurlu bir sayı olarak bakılmasına sebep olmuştur. Göklerin yedi kat oluşuna olan inanış, müzikteki ana nota ve ana renklerin, haftanın günlerinin yedi tane oluşu, Roma'nın, İstanbul'un yedi tepe üzerinde kurulmuş olmaları, bu sayının gizemini iyice arttırmıştır.

'12' sayısının gizemi gökyüzündeki on iki yıldız grubundan (burcundan) geliyor ama bu sayının asıl özelliği 2, 3, 4, ve 6 ile bölünebilmesi ve eski çağlarda en çok kullanılan sayı birimi olmasıdır. '12' sayısı bugün bile düzine adıyla sayı birimi olarak kullanılırken katları 24, 60 ve 360 da zaman ve açı birimleri olarak kullanılıyorlar.

'40' sayısı ise daha ziyade İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır: Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost. kırk katır mı-kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması...

Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.

Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen 'kırkından sonra azmak' veya 'kırkından sonra saz çalmak' deyimleri de buradan kaynaklanır.

Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içersine girdi. Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed'e 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.

Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.

Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak' deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.
 
İnsanın görüş açısı kaç derecedir?

İnsanların görüş alanı, toplam 180°. Ancak, binokular görüş denilen iki gözün görüş alanlarının çakışmasıyla ortaya çıkan alan 120°. Köpeklerde ve kedilerde toplam görüş alanı 150°, binokular görüş alanı 85°. Gözleri, başın iki yanında bulunan hayvanlarda toplam görüş alanı artmasına karşın binokular görüş alanı azalıyor. Atlarda toplam görüş alanı 350°, binokular görüş alanı 65°, güvercinlerde toplamda görüş alanı 300°-340°, binokular görüş alanı 20°-30°. Belki de en şaşırtıcı olan, kafasını 200°çevirebilen baykuşların binokular görüş alanının az, 70° olması.
Baykuşların toplamda görüş alanı 110°'dir
 
Islak Kağıdı Yırtmak mı Kuru Kağıt YırtMak Mı Kolay ?

Islak kağıt yırtmanın kuru kağıt yırtmaktan daha kolay olduğu bir gerçektir.

Bunun nedeni;
Kağıt yırtarken kağıdı oluşturan selüloz liflerinin arasındaki kohezyon kuvvetini yenmemiz gerekmektedir. İşe su karıştığında, elektrostatik kaynaklı olan bu kohezyon kuvveti zayıflar. Bu durum, tuz benzeri çözünürlerin( söz gelimi sodyum klorid), artı ve eksi yüklü iyonlar arasındaki elektrostatik çekimin zayıflaması nedeniyle suda erimelerine benzer. Kağıt söz konusu oldupunda bu etki kolayca saptanabilir; çünkü su kağıdı ıslatır ve lifler arasındaki boşluklara girerek aradaki kohezyon kuvvetini zayıflatır.
 
Geri
Üst