Ölüm

snıper

New member
Katılım
17 Ocak 2006
Mesajlar
2,345
Reaction score
0
Puanları
0
olumsi1.jpg



Ölüm anılınca sakın ürperme!
Aman! Bunun da sırası mı deme Belki çok gençsin, ölümü sevmezsin,
Ama kadere boyun eğeceksin.
Bak! Yerin altında nice gençler var
Sözlüler, nişanlılar, evliler var.
Canlıların ortak kaderidir bu,
Değişmeyen ilâhi kanundur bu.
Bütün canlılar ölümü tadacak,
Ölüm meleği canları alacak.
Sonra; teneşir, kefen, tabut derken…
İnsan kendini mezarda bulacak.
Ölümü yasaklayan kanunlar çıksa,
Bütün ülkeler bunu onaylasa,
Kanunlar, kararlar beş para etmez,
İlâhi kanuna karşı gelinmez.
Kim olursan ol sen de öleceksin,
O bembeyaz kefeni giyeceksin.
Benim diyen yiğitler yeraltında,
Ölümü tattı sultan Süleyman da.
İnsana, cinlere emir verirdi,
Kuşun, karıncanın dilin bilirdi.
Nice Lokmanlar, hekimler öldüler,
Onlar da karanlık kabre girdiler.
Ya Rab! Kimse kalmıyor bu dünyada,
En üst makamlarda oturanlar da..
Her gün Minâreden salâ verilir,
Filan öldü diye haber verilir.
Yakında bizim salâmızda verilir,
filan bugün öldü denilir.
Bir bir gidiyor dost ve ahbaplar
Hayal değil, birer gerçektir bunlar.
Bizim de kapanacak gözlerimiz,
Bizim de bağlanacak alt çenemiz.
Ruhsuz bedenimiz yerde yatacak,
Dostlar ürperip karşıdan bakacak.
Sararıp solacak güzel yüzümüz,
Konuşmaz olacak güzel dilimiz.
Ah kardeş! Ne hale gelecek insan,
Cenaze adını alacak insan.
Gelin dostlar gelin! Tevbe edelim,
Ne olur! Günahları terk edelim.
Başımızı örtelim kapanalım,
Nefsimizi, çevremizi aşalım.
Namazımızı düzenli kılalım,
Ne olur! Ölümü unutmayalım..
Ölüm yatağına yattığın zaman,
Hayattan ümidin kestiğin zaman,
Bomboş geçen ömrün için yanarsın,
Ah!... Ah!... diyerek ciğerin yakarsın.
Dünyanın son ışıkları sönerken,
Son ümitlerin bir bir tükenirken,
Ürkek ürkek etrafına bakarsın,
“Dünyaya aldandım!” diye ağlarsın.
Sayılı nefeslerin tükenirken,
Hararetten ciğerlerin yanarken,
Gözünden mânevi perdeler kalkar,
Melekler, ruhlar görünmeye başlar.
O anda amel defterin dürülür,
Günahın, sevabın tek tek görülür.
Sevapların nur gibi ışık saçar,
Günahların kapkara dehşet saçar.
O an şeytan imânına saldırır,
İmânın zayıfsa, seni aldatır.
Son nefeste, son imtihan olur,
Mü’mine, melekler yardımcı olur.
Kalbinde var ise gerçek imânın,
Korkma! Aldatamaz seni şeytanın.
Azrâil uzaklardan belirince,
Korkup ürperirsin, O’nu görünce.
Aklın gider, acı canına vurur,
O anda âşıklar Cânân’ı bulur.
Kazanıp kaybettiğin belli olur,
Yerin ya Cennet ya Cehennem olur.
Azrâil alınca tatlı canımız,
Solar yüzümüz, donar kanımız.
Yıkıldı hayaller, bitti dünyamız!
Yalan dünyaya biz de aldanmışız.
Kim olursan ol, sonun bu olacak,
Ünvanın adın cenâze olacak.
Makamın, rütben geçersiz olacak,
Bütün servetin ellere kalacak.
Yardım et Allah’ım! Son nefesimde,
Seni zikredeyim, her nefesimde.
Kulum de yeter! Sana kul olayım,
Dilersen yolunda kurban olayım.
Beni sen yarattın, başka Rabbim yok.
Kâinat bütündür, başka ilâh yok
 
Senin sözün yoktur Ölüm ;


İki hecesin dilimde


Soğuk bir dokunuş Ömrüm


son Çırpınış bedenimde.


Taş anlatır seni bize


Kara toprak senin dilin oyyy.


Sen göklerin asonsuzluğu


Enginliği denizlerin


Dostun dosta yolculuğu


Ne de serindir nefesin.


İşaret Parmağımdadır


senin olsun son nefesim oyy.


Akar göz pınarlarım, kurur yerinden


Sallanır çürük tahtım gidersin buradan.


Bekleme bir tas su sakın ardından.


Toprağı toprağa sararlar şimdi.
 
Ölenler başkaları. Hep dışımızdaki insanlar ölüyor. Yazıktı, iyi idi, Allah rahmet eylesindi. Giden gelmiyordu ve öte taraf ile bu taraf arasındaki posta işleri pek sıhhatli işlemiyordu. Yani memnuniyet fazla idi.

Deprem oluyor, sel oluyor, trafik canavarı oluyor ve insanlar ölüyor. Olağan, sıradan, alelade. En yakınımız olanların ölümü dahi günübirlik. Rahmetli şöyleydi; böyleydi.

Bodrum’da, Antalya’da, İstanbul’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde süt banyolarına dalan, eğlenen (!), gününü gün edip felekten çalanlar da kendilerince ölüyor. Hiç ölmeyecek gibi yaşayarak hep ölüyorlar. Kenar mahalle insanına ise teselli; "Ben doğarken ölmüşüm" diyen Orhan Gencebay’dan.

Ölüm geliyor. Şöyle veya böyle. Hatta gümbür gümbür. Ya topraktan, sudan, ateşten ya hastalıktan, kederden. Daima on ikiden vuran bir ok ölüm. Hedefte olan biz. Hedefteyiz ve fakat belleğimizdeki sihirli iksirin şifrelerini unutmak için gayret sarfediyoruz asırlardır. Materyalizmin kucağına, hain pençelerine attığımız insanımız ölümü, hep kendince yorumlasa da Allah’ın ilmine münhasır ölüveriyor. Eskilerin ölümlerinde dahi bir ciddiyet, bir mana var iken bizim ölümlerimiz bir ağacın kuruması kadar yalın, arabamızın önüne düşüveren bir serçenin ölümü kadar önemsiz.

Adına hayat denen esasında koca bir yalan. Vardı, yoktu. Bir vardı bir yoktu. Bazen vardı; var mıydı sahi? Eşeğin ölmesiyle ondan kalan semeri de bir başka eşeğe kısmet oluyor. Kulaklarımızdaki ses, ölümden. Ölmeden önce ölemediğimiz için her ölüm, ansızın oluyor. Ve ansızın bitiyor. Ölüm, kartondan evlerimizde, yarına ve yarınlara yayılan hayallerimizde, masamızın üzerinde, sevgilimizin resminde, bir türlü denk gelmeyen frekansımızda yakalıyor bizi. Yakalandığımızda anlıyoruz işin bittiğini.

Mekkî ayetlerle geliyor ölüm. Unuttuklarımız çakılıyor kafamıza. Sırlar, ayan beyan. Evat, bir küçük serçenin ölümü dahi ölümden bir mesaj. Anlayana.

Kapımızdakinin adı ibret!
 
Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza. Şaşırır ve endişeyle sorarız:

“Neden haber vermedin ki!”

Sadi, Gülistan’ında anlatır. Bir adam yıkılan evinin karşısına geçmiş bir yandan ağlıyor, diğer yandan da, “Ah evim! Çökmeden evvel bana haber verseydin de ben de bir tedbir alsaydım.” diye dövünüyormuş.

Birden o harabeden bir ses yükselmiş: “Be adam!.. Ben yıllardır sana, çatlayan duvarlarım ve dökülen sıvalarımla çöküşümü haber
veriyordum. Fakat sen her seferinde elinde bir avuç çamurla geliyor ve o çatlakları örterek verdiğim haberi adeta ağzıma tıkıyordun.”

Bizim hayat apartmanımız da süratle tahrip olmakta ve binamızdan
her gecen gün bir taş daha düşmektedir. Ve çok insaflıdır ölüm… Gelmeden önce nice elçiler gönderir de, biz bir türlü dönüp bakmayız o elçilerin bembeyaz ikazlarına.

Kaç keşif kolu yollamaktadır ölüm hayat topraklarımıza; lakin biz
“Hastalıktır, geçer” diyerek ehemmiyet vermeyiz. Gün be gün tükenip gittiğimizi görmeyiz. Ömür, bitmeyecek bir hazine gibi görünür gözümüze; her şeyin bir sona mahkum olduğuna inanmak istemeyiz.

Zannederiz ki ancak böyle mutlu olunabilir ve saadet denilen Anka
kuşu böyle bir vehmin semasında kanat çırpabilir.

Aldanırız; ama kabul edemeyiz bunu bir türlü...

Ve bir gün ölüm gelip dikiliverir karşımıza.

Şaşırır ve endişeyle sorarız: “Neden haber vermedin ki!”
 
Hazreti Hamza, ömrünün sonlarında, düşman saflarına hücum etmek için zırhsız ve kendinden geçmiş bir halde savaşa gelirdi.
Göğsü açık, vücudu çıplak olduğu halde ileri gider, kendini kılıçlara atardı.
Halk: Ey Rasulullah’ın amcası, ey saflar yaran aslan, ey erler padişahı,
Sen Allah’ın buyruğunda, “Kendinizi tehlikeye atmayın.” emrini okumadın mı?
O halde neden harp meydanında kendini böyle tehlikeye atıyorsun, diye sordular.
Sen genç, kuvvetli ve metanetli iken düşman safına zırhsız gitmezdin.
İhtiyarlayıp zayıflayınca, belin bükülünce tedbirsiz dolaşıyorsun.
Kılıca ve mızrağa karşı aldırmaz şekilde harp ediyorsun.
Oysa kılıç ihtiyara hürmet etmez. Kılıç ve okta insanı ayırt etmek özelliği yoktur.
Bî-haber dostlar, bu şekilde gayret ve muhabbetlerinden dolayı ona nasihat veriyorlardı.
Hamza cevaben dedi ki: Ben genç iken ölümü dünyaya veda etme olarak görürdüm.
Ölüme doğru kim isteyerek gider? Ejderha karşısında kim çıplak durur?
Lakin, Muhammed’in nuru sayesinde ben, bu fani memlekete (dünyaya) boyun eğmiş ve bağlı değilim.
Zahiri hislerin ötesinde, Hakikat Şahı’nın ordugâhını, Hak Nuru askerleriyle dolu görüyorum.
O ordugâhta çadırlar çadırlara geçmiş; çadır ipleri iplere sarılmış... Beni gaflet uykusundan uyandıran Allah’a şükür ve hamd olsun.
Ölüm kimin nazarında tehlike ise “tehlikeye atılmayın” emri de onadır.
Nazarında ölüm, hakikat kapısının açılma sebebi olan kimseye ise hitap olarak “çabuk olun” emri vârit olmuştur.
Ey Allah’ın lütfunu görmüş olanlar, ferahlanın! Ey ilâhi kahra mazhar olanlar, siz de üzülün!
Her kim ölümü Yusuf gördü ise, ona canını feda etti; her kim ölümü kurt gördü ise hidayetten ayrıldı.
Oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşman olanlara düşman, dost olanlara dosttur.

Mevlâna Celaleddin Rumî k.s. Hazretleri’nden
 
Cami avlusuna bırakıyorum aklımdakileri

Herkes saklanınca, gerçekler bile

Teker teker ebeliyorum sağım solumdakileri

Eve geç kalıyorum her gece



İzliyorum bir banka oturup sessizce

Sıraya girmişleri, kuyrukta bekleyenleri

Adımı yazmayı unutmayın diyorum listeye

Seviyorum sırayı bozmadan ölenleri



Cebimde unutuyorum ellerimi

O halde bile toprak değiyor ellerime

Değmez diyorum sil gözlerini

Takılıyorum bir bebeğin gözlerine



Birazdan seni de çağırırlar üzülme

Sözüm, tedirgin ediyor sıradakileri

Aldırmayın baylar yağ sürün ekmeğinize

Ben şu deli çocuk, hani kefen reklamındaki



Büyüdükçe kısıyorum sesimi

Şarkı biterken fark edilmesin diye

Kolluyorum öndekinin ensesini

İsmi okunanı yakın hissediyorum kendime



Bir sessizlik giriyor eski kahveye

Her neyse yarım kalıyor bardaktaki

Diyorum herkesi götürdüler de

Okeye döneni neden götürürler ki



Düşünüyorum hazır olmayan kendimi

Zaten hiç hazır olamayız nedense

Sesli düşünme diyor ön koltuktaki

Şimdi indireceksin kalbime



Hastanın başucunda beklerken gelen kahve

Dışa vuruyor aslında aklımızdakileri

Yatırımlar, toplantılar büyük mesele

Ölmekten az mı önemli okul taksitleri



Ay ışığında seyrediyorum gölgemi

Çok yalnız kalacak ben gidince

Mesken tutar belki evimi

Toprağın soğukluğu düşünce üstüme



Öksürükten davetiye dağıtıyorum herkese

Gidiyoruz akşam eve gider gibi

Ölmek iyi gelir kemik erimesine

Hem canı sıkılırdı insan ölmeseydi



Yarım kalırsa ne olur bir gencin dönem ödevi

Miras kalır henüz alfabedeki kardeşine

Ne kadar garip değil mi?

Kimse öldüğünü söyleyemez kimseye…
 
Ey Rabb-ı Rahîmim ve ey Hâlik-ı Kerîmim! كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı Rahmetinde, cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı Rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden hâlas eyle! İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyî’ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü Rahmetini intizar ediyorum... Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlâhî! Senin Rahmetin melceimdir ve Rahmeten-lil-Âlemîn olan Habib’in, senin Rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlik-ı Kerîmim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Yakup ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin Rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor.. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtelâ olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i Rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip Rahmet etsen; zaten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."




الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلآخِرَةِ وَ لاَ شَرِيكَ لَكَ آخِرُ لاَاِلهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ

فِى الْقَبْرِ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ صَلَّى اللّهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ


17.lema....

Ölümü düşünen hubbu dünyadan kurtulur.Ve Ahiretine ciddi çalışır...
 
Hayatını İslâmi ölçüler içinde yaşayan insanın ümidi çoğalır, âhirete imanla, itimatla bakar, ölümden korkmak yerine sevme hissine bürünür.
Hayatini kötü amallerle dolduran, günahlarla karartan insanın da ümidi yıkılır, âhirete ûmidsizlikle bakar, ölümden ürkme hali şiddetlenir.
Halbuki, biz ûmidle de ûmidsizlikle de baksak, her geçen gün ve saat, önümüzde bekleyen ölüm gerçeğine biraz daha yaklaşıyor, kesin akıbete biraz daha ilerlemiş oluyoruz, öyle ise; gözümüzü kapamak fayda vermiyor.
- Bir saat tefekkür, bir senelik amelden üstündür!
Çünkü bu kısa tefekkürde insan, istikbalini görür, önünde bekleyeni müşahede eder, kaçmanın, göz yummanın faydasızlığını anlar, hayatına çeki düzen verip tam bir İslâmi hayata girebilir.
Dinî emirleri yerine getirerek yasayan insan, artık istikbalindeki ölümden fazla ürkmez, vahşet duymaz. Çünkü, ümitli şekilde yaşıyor, günahlardan kaçma, ibadetleri ifa etmek hali, onun ümidini kuvvetlendiriyor.
Bazı İslâm büyüklerini görüyoruz, ölümü o kadar seviyorlar ki, yaşamak daha hayırlı olduğu halde ölümü istiyorlar, ölümden sonra ûmid ettikleri âhiret mükâfatını düşünüyorlar...
Resûlüllah Efendimizi bir gölge gibi takip eden Ebu Zerr, bir gün şöyle bir hadis rivayet etti:
Efendimiz ona buyurmuş ki:
- Ya Eba Zer! Dünya mü’minin zindanıdır. Kabir ise emniyetgâhıdır. Cennet de son karargâhıdır.
Efendimiz bundan sonra da şöyle devam etti:
- Ya Eba, Zer! Dünya, kâfirin de cennetidir. Kabir ise azabgâhıdır. Cehennem de son karargâhıdır.
Alimler düşünmüşler:
- Ne için dünya mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir? diye araştırmışlar, sonunda şu gerçeği bulmuşlar: Mü’mini âhirette öylesine bir cennet hayatı bekliyor ki, dünyada ne kadar zevk u safa içinde olsa, ne kadar bolluk ve huzur elde etse, âhiretteki saadetine nazaran bir zindan hayatı saydır.
Kafiri ise âhirette öylesine azab dolu bir cehennem hayatı bekliyor ki, o kâfirin dünyası ona cennetten başkası değildir. Görüp göreceği ondan ibarettir.
Bunun içindir ki, mü’minler ölümü severler, ondan ürkmek yerine güzel amellerle karşılamayı tercih ederler. Çünkü mü’minlere verilecek mükâfat ölümden sonradır.
Öyle ise malımızı, ibadetimizi bizden önce oraya göndermeli, biz de arkasından gitme arzusu hissetmeliyiz. Nitekim bir adam gelip sormuş:
- Ya ResûlAllah, neden ölümü sevemiyorum? Efendimiz sormuş:
- Malın var mı? Servetin çok mu?
- Evet yâ ResûlAllah.
- Öyle ise önce onları gönder. Allah için onları burada harcayarak seninle olmasını temin et. Sonra sen oraya gitmeyi isteyecek, ölümü seveceksin. Çünkü kişi malını sever, ondan ayrılmak istemez. Sevdiğini önce gönderirsen sende arkasından gitme hissine girer, ölümü seversin.
- Rabbimiz bize, ölümü sevdirecek âmeller nasip eyle!
 
ÖLÜM NEDİR?

Ölüm yokluk değil, hiçlik değil, bitiş değil, bir ebedi uyku değil; bilakis bir var oluştur. Aynen bir tohum gibi; yerin altına girer fakat vakt-i merhunu gelince, bir sünbül olarak arz-ı didar eder.Yine o, bir hiç hükmünde olan dünyadan her şey olan Allah’a yürüyüştür. O, bir başlangıçtır. Esas ve ebedi hayatın başlangıcı. Ve o bir uyanıştır. Hazreti Ali Efendimiz’in ifadesiyle, bu dünya bir rüyadır. İnsanlar ölünce uyanırlar.

O bir vuslattır; aşığın Maşuk’a, dostun Dost’a vuslatı. Sahabeden Huzeyfe el Yemanî, son demlerini yaşarken şöyle diyordu: “Dost aniden geldi, dostun gelişine pişman olan asla iflah olmaz.”

Ölüm yıllardır süren vatan hasretinin bitişidir. Zira, inanan bir insanın ana vatanı cennettir. Oraya göre bu dünya ise bir zindandan ibarettir. Hadiste, dünyanın mü’min için bir zindan olduğu ifade edilir.

Ölüm, bir istirahate çekiliştir. Zira insan yıllarca bu dünyanın yükünü çekmekle yorulmuştur. Ölümle o yükü sırtından atar ve rahatlar.

Hadisin ifadesiyle; “Mü’minin armağanı ölümdür.” Zira, bu dünya cennete kıyasla bir zindan gibidir. Ölen bu zindandan kurtularak en büyük hediyeyi kazanmış olur. Ölüm bize bayram sevinci, Yolda bulunmuş inci.

Ölüm, bu dünyadan öbür dünyaya atılan bir adımdır. Niceleri vardır ki, “ah ne olur, bir adım atsam ve sanki şu evin bir odasından diğer odasına geçer gibi öbür tarafa geçiversem” diyerek ölümü çok rahat karşılamışlardır. Fakat nice çok okumuş, çok görmüş insanlar da vardır ki, ölüm karşısındaki ürpertilerini yenememişlerdir.Ölüm, hadisin ifadesiyle bir nasihatçidir. İmam Gazali, iki vaiz vardır der. Biri vicdan, diğeri ölüm.

ÖLÜMÜ HATIRLAMAK:

“Her nefis ölümü tatmaktadır, tadacaktır. Sonra hepiniz O’na döndürüleceksiniz.” (Ayet)

“Uyku ölümün küçük kardeşidir.”(Hadis) Uykuyla insan ölümü tadar. Sonbahar bir ölüm gösterisidir. Vücudundaki hücrelerin her altı ayda bir değişmesiyle insan, senede iki defa ölümü tatmış olur.

“İnsanların hesap günleri yaklaştı. Böyleyken onlar hala gaflet içindeler. Ölümü düşünmekten nasıl da yüz çeviriyorlar!”(Enbiya, 1)

“De ki, kendisinden kaçtığınız ölüm bir gün mutlaka karşınıza çıkacaktır. Sonra görülen görülmeyen her şeyi bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O siz yaptığınız her şeyi teker teker haber verecektir.” (Cuma,

Hadis:Eksirû zikra hâdimil lezzât: “Bütün lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikredin.”

Hadis: “Ölümü çokca anın. Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz.”

Rivayete göre Hazreti Ömer, kendisine ölümü hatırlatacak bir adam tutmuştu. Sonra saçları ağarmaya başlayınca adama gerek kalmadığını söyledi ve bıraktı.

Bir kadın Hazreti Aişe Validemiz’e gelerek kalbim çok katı, ne yapayım der. Validemiz de ona ölümü hatırlamasını tavsiye eder. Kadın denileni yapar ve gelir Validemiz’e teşekkür eder.

İbrahim et Teymi der ki; “İki şey var ki benim için dünyada zevk lezzet bırakmadı: Ölüm ve Allah’ın huzuruna çıkma endişesi.

Ömer b. Abdülaziz, her gece bir sohbet grubu toplar, onların ölümden bahsetmelerini sağlardı.Ölümden bahsedilince hepsi de hüngür hüngür ağlardı.

Ömer b. Abdülaziz der ki; “Sıkıntılı bir hayat yaşayan ölümü hatırlasa teselli bulur, rahat bir hayata sahipse, dünya sevgisinden kurtulur.”

Eş’as diyor ki, “Ben ne zaman Hasan Basri Hazretlerinin yanına girsem, devamlı cehennemden, ölümden bahsederdi.”

Hadis: El Keyyisü men dâne nefsehû ve amile lima ba’del mevt: “akıllı kimse kendini Allah karşısında küçük gören ve ölümden sonrası için çalışandır.” Hasan Basri Hazretleri der ki; “Ne kadar büyük ve akıllı insan tanıdıysam, hepsini de ölümle içli dışlı gördüm.”

Hadis: “Allah’a kavuşmak istemeyene Allah da kavuşmak istemez.”

O’nunla büyük randevu, yani O’na kavuşma vesilesi ölümdür. Ölümü hatırlamayanı Allah da hatırlamaz. Ölüm istenmez ama hatırlanmalıdır.

Abdullah b. Salebe şöyle diyordu: “Kefeniniz kefencinin elinden çıkmış, siz hâlâ gülüyorsunuz.!”

Demir fırınında kalan bir işçinin yaşanmış hikayesi: Bir işçi yanlışlıkla demirin bilmem kaçbin derecede eritildiği fırında kalır. Fırının çalışma saati yaklaştıkça adam erir. Her saniyesi bir yıllık cehennem azabı olur. Nihayet adam, çalışma saatine az bir zaman kala arkadaşı vesilesiyle kurtulur; kurtulur ama simsiyah saçları o bir iki saat içinde bembeyaz olmuştur
 
Kapı çalar...Sabahın erken saatlerinde. Açarsınız. Sütçünüzdür gelen.

Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım" diye geçirirsiniz.

Kapı çalar...

Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket.

Uzattığı kağıda imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız.

Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır.

"Artık canim sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız.Kapı çalar...

Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel" dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken.Kapı çalar...

Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok.

Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş.

İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre." Bu küçük hadise neşelendiriverir ortalığı.Kapı çalar...

Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. "Oğlum benim" diye hasretle kucaklarken gözyaşlarınızı zapt edemezsiniz.

Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar...

Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız.

Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...

Ve kapı çalmaz...

O gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır.

Alıp gider sizi, şaşırırsınız. "Niye haber vermedi?" diye

içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri zile

basmaktayım" der.

Bir şeyler söylemek istersiniz o an.

Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir
 


olum.png


Ölenler başkaları. Hep dışımızdaki insanlar ölüyor. Yazıktı, iyi idi, Allah rahmet eylesindi. Giden gelmiyordu ve öte taraf ile bu taraf arasındaki posta işleri pek sıhhatli işlemiyordu. Yani memnuniyet fazla idi.

Deprem oluyor, sel oluyor, trafik canavarı oluyor ve insanlar ölüyor. Olağan, sıradan, alelade. En yakınımız olanların ölümü dahi günübirlik. Rahmetli şöyleydi; böyleydi.

Bodrum’da, Antalya’da, İstanbul’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde süt banyolarına dalan, eğlenen (!), gününü gün edip felekten çalanlar da kendilerince ölüyor. Hiç ölmeyecek gibi yaşayarak hep ölüyorlar. Kenar mahalle insanına ise teselli; "Ben doğarken ölmüşüm" diyen Orhan Gencebay’dan.

Ölüm geliyor. Şöyle veya böyle. Hatta gümbür gümbür. Ya topraktan, sudan, ateşten ya hastalıktan, kederden. Daima on ikiden vuran bir ok ölüm. Hedefte olan biz. Hedefteyiz ve fakat belleğimizdeki sihirli iksirin şifrelerini unutmak için gayret sarfediyoruz asırlardır. Materyalizmin kucağına, hain pençelerine attığımız insanımız ölümü, hep kendince yorumlasa da Allah’ın ilmine münhasır ölüveriyor. Eskilerin ölümlerinde dahi bir ciddiyet, bir mana var iken bizim ölümlerimiz bir ağacın kuruması kadar yalın, arabamızın önüne düşüveren bir serçenin ölümü kadar önemsiz.

Adına hayat denen esasında koca bir yalan. Vardı, yoktu. Bir vardı bir yoktu. Bazen vardı; var mıydı sahi? Eşeğin ölmesiyle ondan kalan semeri de bir başka eşeğe kısmet oluyor. Kulaklarımızdaki ses, ölümden. Ölmeden önce ölemediğimiz için her ölüm, ansızın oluyor. Ve ansızın bitiyor. Ölüm, kartondan evlerimizde, yarına ve yarınlara yayılan hayallerimizde, masamızın üzerinde, sevgilimizin resminde, bir türlü denk gelmeyen frekansımızda yakalıyor bizi. Yakalandığımızda anlıyoruz işin bittiğini.

Mekkî ayetlerle geliyor ölüm. Unuttuklarımız çakılıyor kafamıza. Sırlar, ayan beyan. Evat, bir küçük serçenin ölümü dahi ölümden bir mesaj. Anlayana.

olum-ankebut.jpg


Kapımızdakinin adı ibret!


HER SABAH binbir ümit ve neşe ile bizi hayata çağıran o kadar iş ve o kadar ses var ki, gözlerimizi açar açmaz bir koşuşturmadır başlıyor... Ve kendimizi birdenbire yaşamın tam ortasında buluyoruz.
Şu eksik, bu lâzım, haydi onu da yapayım derken, ertelediğimiz nice güzellikler hep bir başka güne taşınıyor. Birbiri ardınca nice mevsimler geçiyor. Halbuki, yaşadığımız bir başkasının hayatı değil, kendi hayatımız. Harcadığımız, kendi ömür sermayemiz. Görülecek o kadar güzellik, anlatılacak o kadar harika şey hep mahzun, hep bir kenarda bizi bekliyor. Susturulmuş veya küstürülmüş çocuk gibi, boynu bükük ve mahzun, hep bekliyor onlar. Döner de bir gün bakarız, farkederiz diye...

Baharın dört bir yandan sarmaladığı ve cihetsiz kuş seslerinin ruhumuza ilâhî bir hazzı, ulvî bir zevki tattırdığı erteleyemediğimiz bir zaman diliminde çok sevdiğim bir kardeşimle sohbet ediyorduk. Uzun süren dalgınlığımın ardından, ne düşündüğümü sordu.

Ben de:

— Öteden beri bunca insan nasıl öldü, son nefesini nasıl verdi ve acaba neler hissetti diye düşünürdüm. Şimdi ise nasıl ve ne halde öleceğimi merak ediyorum, dedim.

Bu gibi durumlarda tekellüfsüz fakat hikmetli bir cevabı olurdu her zaman.

— Cevabı belli abi, dedi.

— Nasıl yani, dedim.

— Hz. Peygamber “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” buyurmuş. Ölümünü merak ediyorsan, yaşadığın hayata bakmalısın.

Birden beynimde şimşekler çaktı:

— Ama, dedim, sadece ölümü değil, ölümden ötesini de merak ediyorum.

— Onun da cevabı aynı hadisin devamında. Yani, “Nasıl ölürseniz, öyle de dirilirsiniz.”

Merakımı giderecek başka cümleler aramaya gerek kalmamıştı. O güzel insan, sevgili Peygamber, insanları en doğru seçime iki cümle ile davet ediyordu. Nefsimizin bizi bu kadar içinde olduğumuz bir gerçekten alıp dâ nerelere taşıdığını anlamak için bu hatıra yeter.

Gide gide ölüme varacağımızı zannediyoruz. Gide gide ölüme varılmıyor. Ölümle beraber gidiliyor. Ölüm hayatın gölgesi; onu bundan, bunu ondan ayırmak zor. Ama bir tecelli oluyor ve hayatın önünü kesiyor ölüm. Ecel gelince, başağrısı bahane... Gide gide ölüme varılsaydı, gidemeden ölenler olmazdı. Doğduğu günde ölenler var. Ha bir adım, ha yüz adım farketmiyor. Uzunluk veya kısalık bize göre bir kavram. Çok kısa sürede Rabbini razı eden işler yapıp da vefat eden ile yüz sene yaşamış olup da Yaratıcısından haberdar olmamış biri aynı kefede değerlendirilmez. Ölüm hayatın içinde olmasaydı, hayat bu kadar güzel ve çekici olur muydu? Hayatı güzelleştiren, belki de bu geçici ve fani yönü. Hayat bitmese, ölüm başımıza gelmese, ahirete nasıl geçilecekti, düşünülmeye değer doğrusu. Burada kalan dostların sayısının azaldığı, ahirete gidenlerin ise her gün çoğaldığı bu diyarda gurbetimiz oraya, anavatana geçmekle ve dostlarımıza kavuşmakla sona erecek. Hasret Sevgililer Sevgilisine kavuşmakla bitecek.

“Ölüm büyük şey, budur perde ardından haber,

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ölüm saatinden daha güzel bayram mı arıyorsun ey nefsim? Dostum beni çağırdığı zaman nasıl koşarak gitmem ki?


images
 
fca541cada8639a6683943bb011960d4_1284334841.jpg


Her nefis ölümü tadacaktır.

Hayırdır inşaAllah, bu da nereden çıktı. Şu kadar meşgalenin arasında sırası mı Allah’ını seversen. Yıllar sonrası için yaptığımız yatırımlar, tamamlayamadığımız beyaz eşyalar, oda takımları, modeli yüksek arabalar, kâşânelerimiz, tahsil hayatımız ve sonrası, hayallerimizi süsleyen yoğun beklentiler ve istikbalde gerçekleşmesini umduğumuz nice düşüncelerimiz varken, ölümden bahsetmek reva mıdır?

Aslını isterseniz ölüm duygusuyla fazlaca haşir neşir olmadığımızı itiraf etmeliyiz. Her Allah’ın günü ölüm haberini duyduğumuz halde, bağışıklık kazanmış olmalıyız ki, kılımız kıpırdamıyor. Elinde bulunan tarihi Kur’ân-ı Kerîm’i çalmak için nenelerin boğazlandığı, bıyığın kesilmesinin öldürülmeye gerekçe kabul edildiği, sevgi ve şefkatin seyahate çıktığı, ahlaksızlığın çağdaşlık sayıldığı, hukukun yerin dibine batırıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Cahiliyye toplumuna taş çıkartacak bu olaylar karşısında ölümü konuşmayalım da ne yapalım?

Ölüm... Müthiş gerçek... Gerçek hayata dönüşün başlangıcı, süflî alemden ulvî aleme, sahte hayattan gerçek hayata geçiş. Ebedî aleme göç, dosta kavuşma, gerçek sevgiliye vâsıl oluştur. “Ruhun bedenden ayrılması olarak bilinen ölüm, insanı ededi nimetlere eriştiren sebeplerden biridir. Ölüm görünüşte her ne kadar sona ermek, yok olup gitmek ise de, hakikatte ölüm ikinci bir doğuştur. İnsan için, gelecek bir günün doğum sancısıdır. Civcivin kemâli yumurta kabuğunun yarılmasında olduğu gibi, insanın kemâli de ceset kafesinden kurtulmasındadır.”10 Ölüm, tıpkı hayat gibi Allah’ın bir yaratığıdır.11 O, imtihan için ölümü ve hayatı yaratmıştır.12

“Ölüm, hayattan önceki dönemi içine aldığı gibi hayattan sonraki dönemi de içine alır. Çünkü hayat hem bu dünyadaki, hem de öbür dünyadaki hayattır. Ölüm ve hayatın ötesindeki duygu, uyanıklık ve imtihandır. O halde mesele tesâdüfî olmayıp Allah’ın ilmine uygun olarak tezâhür eder.”13 Ölüm, bir imtihan olunca, Allah’ın kaderimizi tespit ettiği süreyi en iyi şekilde değerlendirmeliyiz. Kafalarda ve gönülerde beklenen dirilişi gerçekleştirmeye çalışmalıyız. Görüldüğü gibi eğitim, hayatımızın her safhasında karşımıza çıkıyor. Ölüm duygusunun da insan eğitimini amaçladığını söylesek meseleyi abartmış olmayız. Büyük insanlar, dünyayı kendileri için bir mahbes, ölümü de kurtuluş ve hürriyete kavuşma müjdecisi olarak kabul etmişlerdir.

Ölümü iki türlü değerlendirebiliriz; birincisi, yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi ruhun bedenden ayrılmasıdır; ikincisi ise sapıklık ve dalaleti seçip isyankâr bir hayatı devam ettirmektir. Yani kalbin ölümüdür. Kulun başına gelebilecek en büyük belâ kalbinin Allah ile irtibâtını kesmedisidir. “Dalalet; sapıtma, doğru yoldan ayrılma, azma, bâtıla yönelmedir.”14 Dünyevî ihtirâsa kapılmak, ahireti unutmak, tağûti güçlere itaat etmek, hevâ ve heveslere tâbi olmak da dalâletin kapsamı içerisindedir.15 Dalâlete düşenler, yaşayan ölüler, ruhlarını kaybetmiş canlı cesetler mesâbesindedirler.16 “Ölü, kabre konulunca insanların elinden çıkıp Allah’a teslim edilmiş olur.”17 Ölüm büyük bir iştir. Hazırlıksız yakalanan için büyük tehlikedir. Ölüm duygusunu sürekli muhafaza etmeliyiz. Bu duygu muhafaza edilebildiği sürece dünyevî arzu ve ihtiraslar körelir. Kötülüğe karşı iştiyâk azalır. Kalp dünyaya karşı meyli bırakıp insanlara karşı sevgi ve şefkatle, hâssaten Allah’a karşı sevgiyle dolar. Ancak bazen insan, çırpınmaya bile fırsat bulamadan yakalanıverir ölüme. Emir büyük yerden gelmiştir. Ne tehir etmenin, ne de karşı koymanın ihtimali yoktur. Hummâlı bir hazırlık başlar. Bembeyaz elbiseler giydirilir. Güzel kokular sürülür. Gelinlik kız gibi süslenir adetâ. Tabutun kapağı çakılır çakılmaz bu ağır hediye sahibine teslim edilecektir. Kabre varınca, ölüler mahallesinde hüküm süren derin sessizlik bir an için bozulur, kalabalığın ayak sesleriyle. Kısa bir süre sonra yerini yine sessizliğe terk etmek üzere. “Kabir taşları karşılar öncelikle girenleri. Kiminin rengi siyahlaşmaya başlamış, üzerinde yosun cinsinden yeşil maddeler peydâ olmuş. Kimi bir asrı geçen bir zamandan beri ayakta durmaktan yorulup bir tarafa eğilmiş, kimisi de o uzun bekleyişten büsbütün tâkâti kesilerek boylu boyunca yere uzanmış olan kabir taşları.”18 Rutubetli topraktan yayılan ahiret kokusuyla burun direklerinizin sızladığını hissedersiniz. Kontrol etmekte zorlanacağınız damlalar hücum eder göz çukurlarınıza. Kabir ahvâline ait düşünceler kaplar benliğinizi. Bâzen günlerce kurtulamayız bu düşüncelerden. Bâzen de çok pişkince döneriz sosyal hayatın çirkefliklerine...

Yalnız bir çift söz kalır kulaklarımızı çınlatan. Allah rahmet eylesin. Ruhu için el fatiha.



olum-1.jpg




Ölüm; doğduğum ilk andan beri alnıma yazılmış, rengini bilmediğim bir yazı. Nasıl oluyor da hayat akıp gidiyor avuçlarımızdan, geçmez dediğimiz anlar bile yılların arasına sıkışıp gidiyor. Hep bir yerlere yetişmenin peşinde koşmaktan, ölüme koştuğumuzu anlayamıyoruz. Boynumuza doğduğumuzda taktığımız o ipin çekilme vakti geldiğinde şaşkınlıktan alamıyoruz kendimizi. Hiç aklımıza gelmeyen ölüm karşımıza dikildiğinde sanki çok uzun yıllar önce tanışmış ama yıllardır görmediğimiz biriyle karşılaşmış gibi oluruz. Tabi böyle bir ölümden Allah muhafaza etsin…

Nice ölümler vardır ki hasretle beklenir…
Nice ölümler vardır ki sevda ateşi gibidir…
Nice ölümler vardır ki sevgiliye kavuşmaktır…
Rabbine kavuşmak için geçen bir ömrün son
hasret demlerine şahit oldum.

Acaba Berat Gecesi’nde ömrümüze ne kadar vakit biçildiğini ya da biçilen o vaktin bize haber verildiğini düşünebilir misiniz? Yoksa tüyleriniz mi ürperdi?

Bir Berat akşamı melekler etrafınıza toplansa, üç Berat’ın kaldı deseler
"Elhamdülillah, Rabbim sana kavuşmaya az kaldı." mı dersiniz yoksa telaşa mı kapılırdınız ya da hiç umursamaz mıydınız?

Öyle bir an gelecek ki, biz daldığımız dipsiz kuyunun karanlığındayken, ölümün gözleri parlayacak; o an ya çok korkacağız ya da kurtuluş en büyük sevincimiz olacak. Necip Fazıl ne güzel de dillendirmiş bu hâli:

"O dem ki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin diyebilmek de hüner"

Böyle bir hünerimiz var mı acaba?

Ölüm ve ötesi aklıma geldiğinde bir korku düşer içime,
Üstad’ın dediği gibi:

"İşaret bekliyorum yağız atım eğerli
Yanarım sorarlarsa ne getirdin değerli"

Ölümü unutmam diyemem; ama unutmamak için elimden geleni yapmam gerekiyor. Eğer bir gün Azrail’in gelişi şaşırtırsa beni ve bu şaşkınlığın yanında, eşantiyonu korkuysa eğer, Eyvah! demek gelir içimden geçen ömrüme. Ama şaşkınlığın yanında bir demet gül, bir taş zemzem getirirse Azrail, dilimde şahadet, kalbimde imanım ve karşımda Resûl olursa eğer, başıma taçlar takarsa, dilimde ve kalbimde bir hamd DEĞMEYİN KEYFİME!!!



insanin-kactigi-olum.jpg



Ne yazık ki günümüzde "ÖLÜM" olayı gerçeğine uygun bir biçimde bilinmemekte, genelde ÖLÜM’ün bir "son" olduğu zannedilmektedir!..

Oysa, "ÖLÜM, bir son" olmayıp; madde âlemden, maddeötesi âleme geçişten başka bir şey değildir!.. Yani bir dönüşümdür!..


İnsan, ÖLÜM denen olayla, madde bedeni terkederek, "RUH" denilen "halogramik dalga" yapılı bedeniyle ya mezarda, ya da mezar dışında yaşamına devam eder!

Yani ÖLÜM, Madde bedenle yaşamın sona erip, RUH bedenle devam etmesidir.


İslâm Dininin esaslarını bildiren KUR’AN-I KERİM, ölüm olayına şöyle açıklama getirir:


"Her NEFS ölümü TADACAKTIR!.."
 
İnsanoğlunun fıtratından mıdır nedir, her gün başkalarının ölümüne şahit olduğu halde her nedense, çok uzakmış gibi bir zanla ölümü kendine yakıştıramaz. Oysaki yemin edildiğinde keffaret gerektirmeyen tek gerçeğin ölüm olduğunu bildiğimiz halde, arkadaş ortamlarında ölüm söz konusu olduğunda, ustaca bir tavırla konuyu değiştirme yoluna gideriz.

Eskiden, kabirleri camilerin yada evlerin önlerine yaparlardı ki insanlar gelip geçtikçe ölümü hatırlasınlar. Şimdi yüksek yüksek mezarlık duvarları iyice unutturdu bize ölümü. Her gün minarelerden duyulan yanık sâdâlar ve ekranlarda izlediğimiz ölüm haberlerini öyle kanıksamışız ki sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi bir tavrın içindeyiz.

Oysa ruhları mahfuz olan kutsiler, ebedi ölümsüzlüğe geçiş olan ölümü her daim terennüm etmişler ve ruhlarının nurani vasıflarla donatılmaları nedeniyle bedenlerini, sadece Allah’a ulaşmak için zaruri ve geçici bir araç olarak görmüşlerdir.

Onlara göre ölüm, her zaman unutulmayan bir gerçek ve sonsuz bir yolculuğun habercisi olmuştur. Öyle bir yolculuk ki ölümsüzlükle donatılan ruhun, belli bir süre hapsedildiği ten kafesinden sıyrılıp adeta sonsuzluk yurduna yürümesidir. Hani demişti ya Mevlânâ “ruh gurbette, asli vatanını arzular” diye.

Yine bir Allah dostu şöyle demiş; “ârif ölümü dost, rahatlığı da düşman görür. Allah-u Teâlâ’yı devamlı hatırlamayı en büyük saadet bilir. Başının üstünde dolaşan ölümü düşünerek son yolculuğu için hazırlığını tam yapar.

Ölümü bir felaket olarak görenlere ise büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbani Hazretleri ne güzel söylemiş; “Ölmek felaket değildir, öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek felakettir.”

Gelin şimdi de Asr-ı Saadet’e bir lahzâ uzanalım ve O kutlu sahabenin bu konudaki haleti ruhiyesine bakalım.

Ağlıyordu Ebu Hureyre (r.a), inci inci dökülmüştü de sakalını ıslatmıştı billur gözyaşları, o mübarek sahabenin. Vefatının yaklaştığını hissediyordu: “Kardeşlerim, öyle bir sefere çıkıyorum ki yol çok uzak, azık az, yakînim zaif, bir de sırat üzerinden geçerken cehenneme düşmek korkusu var” diyordu.

Ebu Zerr (r.a) de şöyle diyordu: “Ey ölüm, haydi tez gel! Canım Rabbine kavuşmak sevgisiyle çırpınmaktadır.”

Selam olsun, ölümü bir sevgili gibi kucaklayanlara…
 
Ey dipdiri ölü!..


"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."

Necip Fazıl

Allah, ölüm anımızı gizli tutmuş ki her zaman ibadet edelim; ölüm bizi ibadet ederken yakalasın. Her şey ölüp ölüp dirilmektedir. Sonbaharda ölen ağaçlar, ilkbaharda aynen dirilir.

Aynı yapraklar, aynı meyveler, aynı dallar yine yeryüzüne çıkar. Nasıl ki bir elma ağacı sonbaharda ölüp kuru kemik gibi dalları kalıyorsa ve ilkbaharda aynen diriliyorsa, Müslümanlar da İslamiyet’i yaşarken ölür, İslamiyet’i yaşayarak dirilir... Bu şuna benzer; diyelim ki İstanbul’daki bir askerin, Kars’a tayini çıkıyor. Asker, kışlaya girer girmez, askerliğine kaldığı yerden devam eder. İnsan da nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir.

Nasıl yaşadığımız çok önemli. Dört çeşit hayat şekli vardır: Ot gibi yaşamak; yani suya sabuna dokunmamak, koyun gibi yaşamak; yani canının istediğini yapmak, Müslüman’ca yaşamak; yani nefsimize değil, İslam’a tabi olmak, Müslüman olup da Müslüman gibi yaşamamak; yani teyp gibi yaşamak. Teypler sabaha kadar Kur’an okur, amma hiçbir teyp cennete gidemez.

Herkes yerini tayin etsin!..

Hayat denilen ağacın en güzel meyvesi cennettir. Bu ağaç meyve vermiyorsa, ha yaşanmış ha yaşanmamış ne fark eder?

Müslüman, hesap verme şuuruyla yaşamalıdır. Her şirket, devlete hesap vermek zorundadır. Bunun için muhasebe, defter tutar. Müfettiş teftişe geldiği zaman ilk söyleyeceği şey "defterler gelsin!" Ahirette de durum hemen hemen aynıdır...

Kainattaki nizamı açıkça görüyoruz. Güneş, hiçbir zaman geç doğmuyor. Mesaisinden erken ayrılıp, istediği zaman batmıyor. Yeryüzü durmadan çalışıyor. En ufak bir yavaşlama, bir kaza olmuyor. Yıldızlar birbirleriyle çarpışmıyor. Güneş sisteminde en ufak bir hata yok... Kainat nizamında en ufak bir aksilik yok!..

Bu nizamı kuran ve devam ettiren Allah’tır.

Allah’ın nizamını örnek almak, "Adetullah’tır". Peygamberimiz’in hayatına dikkat etmek Sünnetullah’tır. Böylece rehberlerimiz de belli oldu.

Mehmed Akif, "Ey dipdiri meyyid!" diyor... Ey dipdiri ölü... Uyanık amma uyuyor...

Bir insan "bir şeyler yapmalıyım" diyorsa, ibadetlerine hız versin!..
 
"Talha radıyAllahu anh şöyle anlatmıştır:


Bedir savaşı günü Nebi (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Kureyş eşrâfından 24 kişinin cesedlerinin biraraya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedr kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Bu suretle pis kuyu yeni pislikleri toplamış oldu.


Rasûlullah düşman bir kavme galip gelince onun açık sahasında üç gün konaklamak âdeti idi.


Bedr savaşının üçüncü günü olunca da Rasûlullah devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı.


Sonra Rasûlullah yürüdü. Ashab da peşinden yürüdüler...


Bu arada birbirlerine, herhalde Rasûlullah bir hâcet için gidiyor, diye konuştular.


Nihayet, Rasûlullah Efendimiz maktûllerin atıldığı kuyunun bir tarafında durdu ve onlara kendi ve babalarının adlarıyla seslendi:


-Ya filân ibn-i filân, Ya Ebâ Cehil İbn-i Hişam, Ya Utbe İbn-i Rebîâ... Siz Allah’a ve Rasûlüne inanıp itaat etseydiniz şimdi sevinir miydiniz?.. Ey maktûller!.. Biz, Rabb’imizin vaad etmiş olduğu zaferi gerçekten bulduk. Siz de rabbinizin vaad ettiği zaferi gerçek üzere buldunuz mu?..


Bu hitap üzere Ömer r.a. sordu:


-Ya Rasûlullah... Hayatı olmayan cesedlere ne diye konuşursun?.


Rasûlullah aleyhisselâm şöyle cevab verdi:


-Muhammed’in nefsi elinde olana yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitmezsiniz!.."
 
"-Hadi; Allâh sağ sâlim varmayı nasip etsin. Acele edin otobüs kalkacak! Bizi varır varmaz arayın olur mu?"

"-Meraklanmayın, ararız."

"-Kübra, hadi biraz acele et; annenle vedâlaş da geçelim yerimize artık."

"-Güle güle!.."

Eller sallandı ardımızdan. Kimse ağlamamıştı sözde… Âilemizi ve o güzel tatili arkada bırakmak bize de zor gelmişti. Ağlamamak için birbirimize bakmıyor, kazara bakarsak da sebepsiz gülüyorduk. Bir yanda, âileden ayrılmanın üzüntüsü; diğer yanda, arkadaşlara ve hocalarımıza kavuşacak olmanın sevinci…"

Konuşmaya ilk Kübra başladı:

"-Şoförün arkasındaki koltuk olduğu iyi olmuş. Etrafı seyrederek gideriz."

"-Keşke daha erken saate bilet bulabilseydik."

"-Niye ki?"

"-Niye olacak, o zaman üç değil iki namazı otobüste kılardık. Az sonra öğleyi kılarız inşâallâh; ikindiyi de bir dinlenme yerinde. Durursak tabi…"

Çok geçmeden öğle ezanı okundu. Biz de oturduğumuz yerden namaza durduk. Selâm verdiğimde yan tarafta oturan iki adam bize bakarak konuşuyor ve gülüyorlardı. Belli ki otobüste namaz kılmamız komik gelmişti onlara. Bizimle alay etmelerinden son derece rahatsız olmuştuk. Ama yine de ses çıkarmadık. Bizi rahatsız eden tek husus da bu değildi.

Hemen önümüzdeki şoför sigaranın birini söndürüp, diğerini yakıyordu. İnsanın hiç mi temiz havaya, oksijene ihtiyacı olmaz? Ama şoförün yoktu işte! En sonunda dayanamayıp muâvini çağırdık:

"-Lütfen bakar mısınız? Şoför bey mümkünse sigarasını söndürüversin; dumandan yolu göremeyecek neredeyse. Hem biz burada dumandan boğuluyoruz!.."

"-Kusura bakmayın bayanlar ama şoför bey uyumamak için içiyor. Dünden beri yolda; yerine geçecek şoför vefât etmiş. Ama meraklanmayın Ankara’da şirketimizin bir başka şoförüyle yer değiştirecek."

"-Neyse canım, içsin sigarasını şoför bey." dedik.

Zaman ilerliyor, sigara gidip kahve geliyor, kahve gidip çay geliyor ve şoför yola devam ediyordu. Nihâyet üç saatin sonunda dinlenme yerine vardık. Dinlenme vaktimiz nihâyet bulup tam yola çıkacaktık ki; ikindi ezanı okunmaya başladı.

Kübra:

"-Namazı kılalım mı hemen?" diye sordu.

"-Kılalım, yoldayız, ne olur ne olmaz." dedim ve tam tekbir alacaktım ki; yan taraftakiler yine bize bakarak konuşup gülmeye başladılar. Sinirim bozuldu, ellerimi geri indirdim. Kübra namaza durmuştu. Yan taraftakiler, o eğildikçe:

"-Bak şuna ya. Bak bak iki büklüm oldu." deyip alay ediyorlardı.

Sonunda Kübra da dayanamayıp selâm verdi.

"-Ya Nezihe abla dişlerimi sıkıp, içimden adamlara bağırıp çağırırken namaz kılamıyorum işte. Sinir oldum!" dedi.

"-Dur biraz. Muâvini çağırıp bir sonraki dinlenme yerini öğrenelim. Namaz geçmeyecek gibiyse orada kılarız."

Hemen sonra hostesi çağırıp, otobüsün bir sonraki dinlenme yerini sordum. Dinlenme için duracağımız yerin iki saat uzaklıktaki Ankara olduğunu; orada yarım saatlik istirahat verileceğini öğrendik. Namazımız geçmeyecekti ama bir ihtimal kerâhate girebilirdi. Biz de:

"Allâh yardım eder." deyip, namazı oraya varınca kılmak üzere tehir ettik.

Şoför artık iyice yorulmuş olacak ki, bir an önce Ankara’ya varmak için sollama üstüne sollama yapıyordu. Bir kamyon konvoyuna takıldık. Ne zaman karşı şerit boşalsa bizim otobüs sollamaya başlıyordu. Yine hızla kamyonları solluyorduk. Hemen önümüzde başka bir yolcu otobüsü de kamyonları sollamaya başladı. Bir, üç, beş, derken önümüzdeki otobüs birden sağ şeride, iki kamyonun arasına girip bizi karşıdan gelen bir tırla burun buruna bıraktı.

Birden çok büyük bir gürültü koptu. Gözlerimi açtığımda asfaltta yatıyordum. Doğrulup ayağa kalktım. Kübra da ayaktaydı ve müthiş şaşkındı. Daha sonra diğer yöne doğru baktım. O da ne?.. İkimiz de hâlâ yerde yatıyorduk ve kanlar içindeydik!..
"-Kübra!!!" dedim hayretle.

"-Nezihe abla söylesene neler oluyor?!."

"-Sus Kübra, sus!.."

Şaşkın şaşkın bakınırken yanımıza hiç tanımadığımız iki kişi yaklaştı:

"-Ah kızlar ah! Keşke ikindileri hemen kılsaydınız. O zaman hem namazınızın sevâbını, hem de alaylara rağmen namazınızı kılmış olmanın sevâbını alacaktınız. Dîninizi yaşama husûsunda alaya alınmak gibi çok ufak bir sıkıntıyla imtihan edildiniz. Bir de sahâbenin çektiklerini hesab edin!..

Keşke sahâbe gibi davranıp nefsinizi aşıp vazgeçmeseydiniz. Îmânınız, kendi gururunuzu yenseydi. Haydi gidiyoruz, öyle şaşkın durmayın, hadi…"

"-Nereye?!." dedik, ikimiz birden.

"-Son bir fırsat size bu. Namaz kılmaya…" dediler.

İrkilerek uyandım. Otobüs durmuştu. Hemen saatime baktım; işe bakın ki, kerâhatin girmiş olması gerekirken, batıya gittiğimiz için onbeş dakika daha vaktimiz vardı. Kübra hâlâ uyuyordu.

"-Kübra hadi uyan! Ankara’ya gelmişiz." dedim.

Gözlerini birden açıverdi. Sanki hiç uyumamış gibi kalktı ve:

"-Nezihe abla, çok garip bir rüyâ gördüm. Son bir fırsatımız var, vakit geçmeden kılalım ikindilerimizi…" dedi.

Hayatımızın her ânı bize verilmiş bir şans, tanınmış bir fırsattır. Bunu hesâb ederek hayatımızın her ânını amel-i sâlihle doldurmalıyız… Yaşadığımız şu ânın son ânımız olmadığını kim garanti edebilir ki?!.
 
"-Hadi; Allâh sağ sâlim varmayı nasip etsin. Acele edin otobüs kalkacak! Bizi varır varmaz arayın olur mu?"

"-Meraklanmayın, ararız."

"-Kübra, hadi biraz acele et; annenle vedâlaş da geçelim yerimize artık."

"-Güle güle!.."

Eller sallandı ardımızdan. Kimse ağlamamıştı sözde… Âilemizi ve o güzel tatili arkada bırakmak bize de zor gelmişti. Ağlamamak için birbirimize bakmıyor, kazara bakarsak da sebepsiz gülüyorduk. Bir yanda, âileden ayrılmanın üzüntüsü; diğer yanda, arkadaşlara ve hocalarımıza kavuşacak olmanın sevinci…"

Konuşmaya ilk Kübra başladı:

"-Şoförün arkasındaki koltuk olduğu iyi olmuş. Etrafı seyrederek gideriz."

"-Keşke daha erken saate bilet bulabilseydik."

"-Niye ki?"

"-Niye olacak, o zaman üç değil iki namazı otobüste kılardık. Az sonra öğleyi kılarız inşâallâh; ikindiyi de bir dinlenme yerinde. Durursak tabi…"

Çok geçmeden öğle ezanı okundu. Biz de oturduğumuz yerden namaza durduk. Selâm verdiğimde yan tarafta oturan iki adam bize bakarak konuşuyor ve gülüyorlardı. Belli ki otobüste namaz kılmamız komik gelmişti onlara. Bizimle alay etmelerinden son derece rahatsız olmuştuk. Ama yine de ses çıkarmadık. Bizi rahatsız eden tek husus da bu değildi.

Hemen önümüzdeki şoför sigaranın birini söndürüp, diğerini yakıyordu. İnsanın hiç mi temiz havaya, oksijene ihtiyacı olmaz? Ama şoförün yoktu işte! En sonunda dayanamayıp muâvini çağırdık:

"-Lütfen bakar mısınız? Şoför bey mümkünse sigarasını söndürüversin; dumandan yolu göremeyecek neredeyse. Hem biz burada dumandan boğuluyoruz!.."

"-Kusura bakmayın bayanlar ama şoför bey uyumamak için içiyor. Dünden beri yolda; yerine geçecek şoför vefât etmiş. Ama meraklanmayın Ankara’da şirketimizin bir başka şoförüyle yer değiştirecek."

"-Neyse canım, içsin sigarasını şoför bey." dedik.

Zaman ilerliyor, sigara gidip kahve geliyor, kahve gidip çay geliyor ve şoför yola devam ediyordu. Nihâyet üç saatin sonunda dinlenme yerine vardık. Dinlenme vaktimiz nihâyet bulup tam yola çıkacaktık ki; ikindi ezanı okunmaya başladı.

Kübra:

"-Namazı kılalım mı hemen?" diye sordu.

"-Kılalım, yoldayız, ne olur ne olmaz." dedim ve tam tekbir alacaktım ki; yan taraftakiler yine bize bakarak konuşup gülmeye başladılar. Sinirim bozuldu, ellerimi geri indirdim. Kübra namaza durmuştu. Yan taraftakiler, o eğildikçe:

"-Bak şuna ya. Bak bak iki büklüm oldu." deyip alay ediyorlardı.

Sonunda Kübra da dayanamayıp selâm verdi.

"-Ya Nezihe abla dişlerimi sıkıp, içimden adamlara bağırıp çağırırken namaz kılamıyorum işte. Sinir oldum!" dedi.

"-Dur biraz. Muâvini çağırıp bir sonraki dinlenme yerini öğrenelim. Namaz geçmeyecek gibiyse orada kılarız."

Hemen sonra hostesi çağırıp, otobüsün bir sonraki dinlenme yerini sordum. Dinlenme için duracağımız yerin iki saat uzaklıktaki Ankara olduğunu; orada yarım saatlik istirahat verileceğini öğrendik. Namazımız geçmeyecekti ama bir ihtimal kerâhate girebilirdi. Biz de:

"Allâh yardım eder." deyip, namazı oraya varınca kılmak üzere tehir ettik.

Şoför artık iyice yorulmuş olacak ki, bir an önce Ankara’ya varmak için sollama üstüne sollama yapıyordu. Bir kamyon konvoyuna takıldık. Ne zaman karşı şerit boşalsa bizim otobüs sollamaya başlıyordu. Yine hızla kamyonları solluyorduk. Hemen önümüzde başka bir yolcu otobüsü de kamyonları sollamaya başladı. Bir, üç, beş, derken önümüzdeki otobüs birden sağ şeride, iki kamyonun arasına girip bizi karşıdan gelen bir tırla burun buruna bıraktı.

Birden çok büyük bir gürültü koptu. Gözlerimi açtığımda asfaltta yatıyordum. Doğrulup ayağa kalktım. Kübra da ayaktaydı ve müthiş şaşkındı. Daha sonra diğer yöne doğru baktım. O da ne?.. İkimiz de hâlâ yerde yatıyorduk ve kanlar içindeydik!..
"-Kübra!!!" dedim hayretle.

"-Nezihe abla söylesene neler oluyor?!."

"-Sus Kübra, sus!.."

Şaşkın şaşkın bakınırken yanımıza hiç tanımadığımız iki kişi yaklaştı:

"-Ah kızlar ah! Keşke ikindileri hemen kılsaydınız. O zaman hem namazınızın sevâbını, hem de alaylara rağmen namazınızı kılmış olmanın sevâbını alacaktınız. Dîninizi yaşama husûsunda alaya alınmak gibi çok ufak bir sıkıntıyla imtihan edildiniz. Bir de sahâbenin çektiklerini hesab edin!..

Keşke sahâbe gibi davranıp nefsinizi aşıp vazgeçmeseydiniz. Îmânınız, kendi gururunuzu yenseydi. Haydi gidiyoruz, öyle şaşkın durmayın, hadi…"

"-Nereye?!." dedik, ikimiz birden.

"-Son bir fırsat size bu. Namaz kılmaya…" dediler.

İrkilerek uyandım. Otobüs durmuştu. Hemen saatime baktım; işe bakın ki, kerâhatin girmiş olması gerekirken, batıya gittiğimiz için onbeş dakika daha vaktimiz vardı. Kübra hâlâ uyuyordu.

"-Kübra hadi uyan! Ankara’ya gelmişiz." dedim.

Gözlerini birden açıverdi. Sanki hiç uyumamış gibi kalktı ve:

"-Nezihe abla, çok garip bir rüyâ gördüm. Son bir fırsatımız var, vakit geçmeden kılalım ikindilerimizi…" dedi.

Hayatımızın her ânı bize verilmiş bir şans, tanınmış bir fırsattır. Bunu hesâb ederek hayatımızın her ânını amel-i sâlihle doldurmalıyız… Yaşadığımız şu ânın son ânımız olmadığını kim garanti edebilir ki?!.
 
Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım...

Resûlullah (S.A.) Ensârdan birinin başı ucunda ölüm meleğini gördü. Ona hitâben dedi ki:

- Ey ölüm meleği! Dostuma iyi muâmele et. Zîrâ o bir mü’mindir.

Ölüm meleği cevâben dedi:

- Yâ ResûlAllah! Ben her mü’mine iyi muâmele ederim. Ben insanoğlunun rûhunu alırım. Rûhunu aldığım şahsın âile efrâdından, yakınlarından birisi vâh edince derim ki:

Bu feryad da ne?

- Bu feryâd da ne? Allaha yeminle söylerim ki, biz ona zulmetmedik. Ecelini geriye bırakmadığımız gibi öne de almadık. Onun rûhunu almakta bizim bir müdâhalemiz yoktur. Sizler, ey bu ölünün yakınları! Eğer Allahın hükmüne rızâ gösterirseniz, ecrini alırsınız. Yok, O’nun hümüne râzı olmaz, feryâd-figân ederseniz günâha girersiniz. Sizin bize bir kapınız, bir merdiveniniz yoktur. Fakat biz size mutlak yine geleceğiz. Sakının, sakının. İster karada olsun, ister denizde, ister muhkem evlerde bulunsun, isterse çadırlarda. Hiç bir âile efrâdı yoktur ki, ben, her gün mutlaka onların yüzüne dikkatle bakmış olmıyayım. Hattâ öyle ki, onların küçüklerini de büyüklerini de tanırım. Her birini şahsen tanırım. Allah’a yeminle söylerim ki, yâ ResûlAllah! Ben şânı yüce olan Allah’ın emri olmadan bir sivrisineğin rûhunu bile kabzedemem!...

Hazret-i Ömer, Ka’b-ül-Ahbâr’a dedi ki:

- Ey Ka’b, bize ölümden bahset.

- Ölüm, insanoğlunun vücûduna sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her bir dikeni onun bir damarına batar. Sonra o ağacı kuvvetli bir insan şiddetle çeker. Her bir dikeni bir damara saplanan bu ağaç, çekilince kopardığını koparır, bıraktığını bırakır...

Dört şey vardır ki, onların kadrini ancak dört kişi bilir:

1- Gençliğin kadrini ancak ihtiyarlar bilir.

2- Selâmetin kadrini ancak belâya düçâr olanlar bilir.

3- Sıhhatin kadrini ancak hastalar bilir.

4- Hayâtın kadrini de ancak ölüler bilir.

Ölümü niçin anlatmazlar?

Abdullah ibni Ömer anlatır:

Babam sık sık şöyle derdi:

- Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!..

Nihâyet gün oldu. Babama da ölüm geldi. Aklı başındaydı. Konuşabiliyordu da. Kendisine dedim ki:

- Babacığım, ecel gelmeden önce sen, "Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!" derdin.

Benim bu hatırlatmama cevâben dedi ki:

- Ey oğulcuğum! Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Bununla berâber sana ondan bir nebze bahsedeyim. Allah’a yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki rûhum iğnenin deliğinden çıkarılıyor. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım...
 
Mescid-i Nebevi-de Secde Anında İken Vefat Etti

220qb6hl0.jpg
 
İçimde sıcaklığını hissettim ilk önce....bakışlarım değişti gizlice....aradığımı bulmuşluğun bir sevinci vardı yüreğimde...ama bulmuşlumuğun kaybetme korkusuda yakar kavurur beni derinlerde...

Güller bahçesinin efendisiydin sen....bense o bahçede bir toprak zerresi olmak için bile nelerimi vermezdimki....ömürler yaşandı dizinin ucunda...bizse ayrılığı yaşıyoruz sensiz uzaklarda....yanıyor içimiz...rüyalarda bi çare seni arıyor gözlerimiz.....hasrete el sallayan bir çocuk misali ürkektir yüreğimiz....olmaz yapamaz aşıklar sensiz....ne olur yalnızlığımızda boğulurken bir el uzansın yüreğimize...alsın bizi buralardan.....asrın bu en bunalımlı zamanında silsin gözyaşımızı sevdana sevdamızı ulaştıran melekler.....çare olsun dertlerimize "sen"in kokunu taşıyan güller....

sensiz güneşlere sabahladık hep.....güneş hasret oldu yaktı bizi....mutlu olduğumuzu sanarken ayrılığın hüzün mevsimlerine savurdu bizi....şimdi ise yaşıyoruz yalanlarla birlikte...gerçeği unutmuş ve solmuş bir şekilde...oysa ismin geçtimi gönüllerimizde bir düğüm işlemeydi sözlerimize..kelimeler çıkamamalıydı dilimizden...öyle içten yutkunmalıydıkki gözlerimiz dolmalıydı...bir damlada olsa sevdana dair yaş akmalıydı ravzana doğru.....

bilir misin sevgili bir yanım hep yetimdir ardında....kimse anlamaz ve bilmez o yetim yanımı...bir bebek masumluğunda bekliyorum gelip yetim yanımı okşamanı....gözlerimi yollarında bıraktım ben sevgili..yüreğimi duanda bıraktım...göz yaşlarımı biriktirdim sermayem olarak...ardından güllerin resmini çizdim yüreğine dermek için....kendime acıları seçtim seni en iyi anlamak için...

bilir misin sevgili sen olunca yolun sonunda acılar bile tebessüm verir insana..yeterki sen ol...dikenler gül kokusu salar yüreğime...yeterki sen ol ateşler serinlik verir hasretine...yeter ki sen ol ölüm cennet gelir gözlerime....

çöl yollarında sana gelmek istiyorum veysel karani misali....ama bulamamaktan korkuyorum seni....karanlık gecelerime sevdanla ışık tutuyorum....her bir yıldızda sana varacak günlerimi sayıyorum....ama yine bir anda bükülür boynum...günahlarım dağ kadar acaba varacakmı sana sonum...bir çaresizliğin ifadesi olarak kalkar ellerim semaya doğru...Ey Rabbim günahım çok....GELEMEM KAPINA BİLİYORUM....AMA YOK Kİ BAŞKA KAPI...SENDEN SADECE BİR UMUT DİLENİYORUM...EN SEVGİLİNE AYRI KOYMA YOLUMU...BU HİCRANI YAŞATMA BANA....NE KADAR ÇOK OLSADA GÜNAHIM RAHMETİNLE EN SEVGİLİYİ GÖSTER BANA...NE OLUR RABBİM GECELERDE,SEHERLERDE GÖZ YAŞI DÖKEN AŞIKLAR HÜRMETİNE ONUN AŞKINDAN KATRELER SUN YÜREĞİME...BU YOLDA GELCEK CEFAYI SEFA BİLDİR HİSLERİME....EY RABBİM GÖZLERİME RAHMET YAŞLARINI NASİP ET...VE VE EN SEVGİLİNİN YÜREĞİNDE SES BULMAYI NASİP ET AllahIM NE OLUR NE OLUR....

Ve bu dualar çare sunar dertlerime...titrer sesim tercüman olamaz yüreğime....gözlerim dalar gider "SEN"li mevsimlere.....izler yüreğim sessizlerde sensizliği...ve haykırır sevdam gecelerde bulur kimsesizliği....Medinende yanan ışık...ve yüreğime hasret sunan MESCİD-İ NEBEVİN.....sabah ezanında BİLAL-İ HABEŞİNİN sesi....VE bir aşık sararken seni yüreğine yüreğimde yankılanır nefesi......Sensiz günlerimizin yok ve olamazdı neşesi....Bir gül koklasam haber verir sensizliği hasret koklatır yüreğime...Bir volkan olsam olur mu ateşinle yandığımın göstergesi....

Güller bahçesinin en güzel gülü sen..AŞIKLAR DİYARININ en yücesi sen....Alemin yaratılış sebebi sen...Gönlüme hasretle sevdanı yaşatan sen...gecelerde gözleri yaşartan sen....Bir umut olup tutup elimizden yarınlara kaldıran sen....duana mahşere saklayan sen...ÜMMETİM deyip gecelerce ağlayan sen....Açlıktan göğsüne taş bağlayan sen...Hasırlarda sabahlayan sen...Rabbe en güzel dönüş sen....Son nefesinde dahi ümmetim diyen sen....Sevdamın adı SEN ,gözlerimin hep aradığı SEN ,bülbüllerin feryadı SEN,Gecelerin sabahı sen...Gönüllerin refahı sen....VE ÖLÜMÜN ARDINDA SAKLANAN EN GİZLİ SIR SEN.....
Öğrendim dertlerde cennet bulmayı senle....Öğrendim acılara tebessümü senle...VE öğrendim ölümle dirilmeyi....


SEN OLMAYINCA GÜLLERDE ACIYI KOKLUYORUM....
VE VE BİLİRMİSİN EY SEVGİLİ ,SANA ULAŞMAK İÇİN GECELERİ YASTIK ALTIMDA ÖLÜM SAKLIYORUM
 
Geri
Üst