- Katılım
- 23 May 2010
- Mesajlar
- 10,583
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Ölüm Psikolojisi
Ölüm varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanoğlu varolduğundan bu yana ölüme ilişkin düşünceler ortaya atmıştır. Ölüm istenmese bile kaçınılmaz bir şekilde insanoğlunun karşılaşacağı bir durumdur. Düşünce tarihi boyunca ölümün çok farklı şekillerde tanımı yapılmıştır. Hemen hemen bütün tanımların ortak noktası ise; canlı organizmanın kendini yenileme yeteneğini yitirmesini vurgulamalarıdır.
Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, insanoğlunun her zaman ilgi duyduğu bir konu olmuştur. Çağlar boyu insanoğlu ölüm üzerine düşünmüş ve onu tanımaya çalışmıştır. Çünkü ölüme ilişkin sorgulama, yaşamın anlamlandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Ölümün düşünülmesi ve araştırılması manevi değerlerin oluşturulmasında oldukça etkili olabilmektedir (Kübler Ross, 1997). “Ölüm düşüncesi” kimi için bir stres kaynağı iken, kimi için stresten kurtulma yolu; kimine göre bir yok oluş iken, kimine göre de ölümsüz bir hayatın başlangıcıdır. Bu bakış açısı sonucunda kimi insan, ölüm karşısında çok kaygılanırken; kimi sevinç duyabilmektedir.
İnsanoğlunu bu denli meşgul eden ölüm kavramının farklı kültürlerde ve toplumlarda farklı tanımları yapılmıştır. Ölüm, canlı varlıklardaki yaşamsal görevlerin bir daha yinelememek üzere sona ermesi (Hançerlioğlu, 1978); ölüm hayatın sonu, yaşamın bitişi, ömrün sona ermesi (Longman, 1997) veya bir insan, hayvan ya da bitkide yaşamın tam ve kesin olarak sona ermesidir (Doğan, 1982) şeklinde tanımlanmıştır. Ölüm, ölme süreci ve bu sürecin sonunda da tanımlandığı için bu alanda pek çok tıbbi-teknik tanım yapılabilmektedir. Tüm bu tanımlarda ortak olan nokta ise canlı organizmanın kendini yenileme yeteneğini yitirmesi veya hayati organlardan birinin ya da bir kaçının tamamen işlevini yitirmesiyle hayatın sona ermesidir (Çobanlı ve Salt, 2001).
Farklı şekillerde tanımlanabilen ölüm, hayatın her alanına, sanata, edebiyata, felsefeye ve bilime konu olmuştur. Hintliler’in Vedalar’ından çağdaş düşünürlere kadar insanoğlu ölümün anlamını açıklamak yoluyla ölüme ilişkin korkularının üstesinden gelmeye çalışmıştır. Ölüm konusunun işlendiği en önemli alanlardan biri de şüphesiz felsefedir. Antik Yunan filozoflarından Epikür “Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor” diyerek ölümü yaşamdan dışlarken Stoacılar, Epikürcülerin tam tersine ölümü hayatın en önemli olaylarından biri olarak görmüşler ve “İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektir” (Geçtan, 1989) diyerek ölümü yaşamın merkezine koymuşlardır. Çağdaş varoluşçulardan Karl Jasper “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” (Hançerlioğlu, 1978) diyerek Stoacıların ölüme ilişkin bakış açılarını bir adım öteye taşımıştır.
Felsefe ekolleri içerisinde ölümle en çok ilgilenen Varoluşçu ekol olmuştur. Bu ekolün önemli temsilcilerinden Heidegger, biyolojik anlamda yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığını buna karşın psikolojik olarak iç içe geçtiğini düşünür. Heidegger’e göre ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır (Geçtan, 1989). Varoluşçu Psikoloji’nin de temel kavramları arasında yer alan ölüm, insanların içinde bulunduğu en büyük ikilem olarak açıklanmaktadır. İnsan isterse ölümü seçebilir fakat, istemese de ölümü yaşayacaktır. Ölüm varoluşun çözemediği fakat yaşamak zorunda olduğu, belki de yaşamın anlamının içinde saklı bulunduğu en büyük gizemdir (Yakıt, 1983). Varoluşçulara göre ölüm, insanda varoluşsal farkındalığı artırarak bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana sevk etmektedir (Yalom, 1999).
Ölüm olgusu çoğu kez dini hayat ile ilişkilendirilmiştir. Bazılarına göre dinlerin ortaya çıkmasında ölüm ve ölüm kaygısı belirleyiciyken; kimilerine göre ise, insanların ölüm korkularını azaltmada dinlerin önemli fonksiyonları olmuştur. Dini sistemlerde ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili çok fazla yazılı, sözlü ve pratik gelenek vardır. Dinleri gizemli ve cazip hale getiren özelliklerden biri de onların ölüm ve ölüm sonrasına getirdiği açıklamalar olabilir. İslamiyet ölümü, “Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönmesi olarak” kabul ederken Hristiyanlıkta bazı düşünürler -Aziz Augustine başta olmak üzere- insana verilmiş bir ceza olarak görürler. Onlara göre Hz. Adem’in işlediği günah, insanoğluna ölümü getirmiştir (Aydın, 1999).
İnsanın “ölmek zorunda olan bir varlık” olduğunun bilincinde olması onu derinden etkilemektedir (Fromm, 1994). İnsanın zihninde ölüm düşüncesine yer vermesinde kendi sonunu düşünmesi etkili olabildiği gibi, çevredeki bir takım uyarıcıların da bunda etkisi olabilmektedir. Hatta ölüm düşüncesinin oluşmasında çevresel faktörlerin daha büyük önemi vardır. Çünkü, ölüm insanın bizzat tecrübe alanı dışında gerçekleşen bir olaydır. Bu yüzden insanlar, çevresindeki diğer insanların ölümleriyle ilgili olarak yaşadıkları tecrübelerden yola çıkarak ölümle ilgili tutumlar geliştirmektedirler (Alkan, 1999).
Ölüm düşüncesinin insan hayatına etkisi kaçınılmazdır. Ancak aşırı, ölçüsüz, patolojik şekilde ortaya çıkan ölüm düşüncesi insanın psikolojisini olumsuz etkileyebilmektedir (Karaca, 2000; Köknel, 1985). Bu nedenle insanın dengesini koruması açısından ölüm düşüncesinin sınırlarını belirlemek önemlidir. Bu denge ve uyum bozuldukça insandaki kaygı düzeyi artmakta ve yaşadığı çevreye uyum sağlaması güçleşebilmektedir. Bunun yanı sıra zihinde tamamen bastırılamayan, ara sıra belirli ölçülerde hatırlanan ölüm, insan hayatına katkıda bulunabilmektedir.
İnsanın, ölümün varlığının bilincinde olması, yaşamına anlam katmaktadır. Yaşamını anlamlandırmaya çalışan insan, ölüm karşısında yaşamı bütünüyle daha güzel ve yoğun olarak yaşayabilmektedir (Alkan, 1999). Ölüm fikriyle bütünleşmek, insanı korkulu ve kötümser bir ruh haline sevk etmekten çok, değer yargılarıyla dolu bir yaşama yöneltebilir (Yalom, 1999). Ölüm düşüncesinin hayatımıza katkıda bulunduğunu savunmak pek kolay görülmemektedir. Ancak, ölüm düşüncesinin dışlandığı bir hayatın da yoğunluğundan çok şey kaybedeceği bir gerçektir.
Ölüm varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanoğlu varolduğundan bu yana ölüme ilişkin düşünceler ortaya atmıştır. Ölüm istenmese bile kaçınılmaz bir şekilde insanoğlunun karşılaşacağı bir durumdur. Düşünce tarihi boyunca ölümün çok farklı şekillerde tanımı yapılmıştır. Hemen hemen bütün tanımların ortak noktası ise; canlı organizmanın kendini yenileme yeteneğini yitirmesini vurgulamalarıdır.
Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, insanoğlunun her zaman ilgi duyduğu bir konu olmuştur. Çağlar boyu insanoğlu ölüm üzerine düşünmüş ve onu tanımaya çalışmıştır. Çünkü ölüme ilişkin sorgulama, yaşamın anlamlandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Ölümün düşünülmesi ve araştırılması manevi değerlerin oluşturulmasında oldukça etkili olabilmektedir (Kübler Ross, 1997). “Ölüm düşüncesi” kimi için bir stres kaynağı iken, kimi için stresten kurtulma yolu; kimine göre bir yok oluş iken, kimine göre de ölümsüz bir hayatın başlangıcıdır. Bu bakış açısı sonucunda kimi insan, ölüm karşısında çok kaygılanırken; kimi sevinç duyabilmektedir.
İnsanoğlunu bu denli meşgul eden ölüm kavramının farklı kültürlerde ve toplumlarda farklı tanımları yapılmıştır. Ölüm, canlı varlıklardaki yaşamsal görevlerin bir daha yinelememek üzere sona ermesi (Hançerlioğlu, 1978); ölüm hayatın sonu, yaşamın bitişi, ömrün sona ermesi (Longman, 1997) veya bir insan, hayvan ya da bitkide yaşamın tam ve kesin olarak sona ermesidir (Doğan, 1982) şeklinde tanımlanmıştır. Ölüm, ölme süreci ve bu sürecin sonunda da tanımlandığı için bu alanda pek çok tıbbi-teknik tanım yapılabilmektedir. Tüm bu tanımlarda ortak olan nokta ise canlı organizmanın kendini yenileme yeteneğini yitirmesi veya hayati organlardan birinin ya da bir kaçının tamamen işlevini yitirmesiyle hayatın sona ermesidir (Çobanlı ve Salt, 2001).
Farklı şekillerde tanımlanabilen ölüm, hayatın her alanına, sanata, edebiyata, felsefeye ve bilime konu olmuştur. Hintliler’in Vedalar’ından çağdaş düşünürlere kadar insanoğlu ölümün anlamını açıklamak yoluyla ölüme ilişkin korkularının üstesinden gelmeye çalışmıştır. Ölüm konusunun işlendiği en önemli alanlardan biri de şüphesiz felsefedir. Antik Yunan filozoflarından Epikür “Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor” diyerek ölümü yaşamdan dışlarken Stoacılar, Epikürcülerin tam tersine ölümü hayatın en önemli olaylarından biri olarak görmüşler ve “İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektir” (Geçtan, 1989) diyerek ölümü yaşamın merkezine koymuşlardır. Çağdaş varoluşçulardan Karl Jasper “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” (Hançerlioğlu, 1978) diyerek Stoacıların ölüme ilişkin bakış açılarını bir adım öteye taşımıştır.
Felsefe ekolleri içerisinde ölümle en çok ilgilenen Varoluşçu ekol olmuştur. Bu ekolün önemli temsilcilerinden Heidegger, biyolojik anlamda yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığını buna karşın psikolojik olarak iç içe geçtiğini düşünür. Heidegger’e göre ölüm, fiziksel olarak yok edicidir ancak ölüm düşüncesi kurtarıcıdır (Geçtan, 1989). Varoluşçu Psikoloji’nin de temel kavramları arasında yer alan ölüm, insanların içinde bulunduğu en büyük ikilem olarak açıklanmaktadır. İnsan isterse ölümü seçebilir fakat, istemese de ölümü yaşayacaktır. Ölüm varoluşun çözemediği fakat yaşamak zorunda olduğu, belki de yaşamın anlamının içinde saklı bulunduğu en büyük gizemdir (Yakıt, 1983). Varoluşçulara göre ölüm, insanda varoluşsal farkındalığı artırarak bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana sevk etmektedir (Yalom, 1999).
Ölüm olgusu çoğu kez dini hayat ile ilişkilendirilmiştir. Bazılarına göre dinlerin ortaya çıkmasında ölüm ve ölüm kaygısı belirleyiciyken; kimilerine göre ise, insanların ölüm korkularını azaltmada dinlerin önemli fonksiyonları olmuştur. Dini sistemlerde ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili çok fazla yazılı, sözlü ve pratik gelenek vardır. Dinleri gizemli ve cazip hale getiren özelliklerden biri de onların ölüm ve ölüm sonrasına getirdiği açıklamalar olabilir. İslamiyet ölümü, “Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönmesi olarak” kabul ederken Hristiyanlıkta bazı düşünürler -Aziz Augustine başta olmak üzere- insana verilmiş bir ceza olarak görürler. Onlara göre Hz. Adem’in işlediği günah, insanoğluna ölümü getirmiştir (Aydın, 1999).
İnsanın “ölmek zorunda olan bir varlık” olduğunun bilincinde olması onu derinden etkilemektedir (Fromm, 1994). İnsanın zihninde ölüm düşüncesine yer vermesinde kendi sonunu düşünmesi etkili olabildiği gibi, çevredeki bir takım uyarıcıların da bunda etkisi olabilmektedir. Hatta ölüm düşüncesinin oluşmasında çevresel faktörlerin daha büyük önemi vardır. Çünkü, ölüm insanın bizzat tecrübe alanı dışında gerçekleşen bir olaydır. Bu yüzden insanlar, çevresindeki diğer insanların ölümleriyle ilgili olarak yaşadıkları tecrübelerden yola çıkarak ölümle ilgili tutumlar geliştirmektedirler (Alkan, 1999).
Ölüm düşüncesinin insan hayatına etkisi kaçınılmazdır. Ancak aşırı, ölçüsüz, patolojik şekilde ortaya çıkan ölüm düşüncesi insanın psikolojisini olumsuz etkileyebilmektedir (Karaca, 2000; Köknel, 1985). Bu nedenle insanın dengesini koruması açısından ölüm düşüncesinin sınırlarını belirlemek önemlidir. Bu denge ve uyum bozuldukça insandaki kaygı düzeyi artmakta ve yaşadığı çevreye uyum sağlaması güçleşebilmektedir. Bunun yanı sıra zihinde tamamen bastırılamayan, ara sıra belirli ölçülerde hatırlanan ölüm, insan hayatına katkıda bulunabilmektedir.
İnsanın, ölümün varlığının bilincinde olması, yaşamına anlam katmaktadır. Yaşamını anlamlandırmaya çalışan insan, ölüm karşısında yaşamı bütünüyle daha güzel ve yoğun olarak yaşayabilmektedir (Alkan, 1999). Ölüm fikriyle bütünleşmek, insanı korkulu ve kötümser bir ruh haline sevk etmekten çok, değer yargılarıyla dolu bir yaşama yöneltebilir (Yalom, 1999). Ölüm düşüncesinin hayatımıza katkıda bulunduğunu savunmak pek kolay görülmemektedir. Ancak, ölüm düşüncesinin dışlandığı bir hayatın da yoğunluğundan çok şey kaybedeceği bir gerçektir.