Enstitünün önünde otobüs beklerken yediğimiz kuru ayazın nar kabuğuna döndürdüğü cildimiz hâlâ sızlıyor.Bu basık,toprak damlı ve de çoktan tekaüde ayrılmış odanın köşe minderinde buzumuzun çözülmesini bekliyoruz; zihnimizdeki buzların da …
Son ders mantıktı ve her mantık dersinden çıkışta beynimin içi yangın yerine dönerdi.Soruyordum kendime: “Bu ders yalnızca kafa karıştırmaya mı yarar?” İnsan aklını proglamlamanın tasarımı gibi geliyordu bana mantık.Bu tür bulanıklığın üstüne bir de Kayseri’nin kurumdan dilini her yanınızda utanmazca gezdirdiğini, onun da ardından caddeler ve alanlar boyu demir yığınlarının insanı bîzar eden naralarını,görünüşte insandan daha güçlü,insandan daha hızlı olmanın verdiği şımarıklıkla sağa sola saldırışlarını düşünün… Bütün bunlar “Ahseni takvim” olan insanın onurunu zedeliyor; her ne kadar mantık hocası “İnsan düşünen hayvandır.” Sloganını yinelese de … (Yine mantıkta bir ilke vardır: Mucibei külliyenin aksi mucibei cüz’iyedir.Yani her insan hayvansa bazı hayvanlarda insandır.Bu ilkeyi hatırlattığınız zaman ‘hayvan’ terimi filelojik anlamından biyolojik anlamına kaydırılıverecektir.)
Evet, bütün bu zehirli buz katmanlarını önce abdestle çağşatmak gerekti: Çünkü abdest çakı gibi eyliyor insanı… Ve şimdi bir dostla çözülüyor buzlar.
İçliydi.Çok düşünürdü.Sözkonusu içliliği ve haksızlıklar karşısındaki aşırı duyarlılığı onun sınıfta kalmasına yetmişti.Ne zaman görsem dalgın ve düşünceli bulurdum onu.Sorduğuımda düşüncesinin kendisi için olmadığını bir çırpıda anlayıverirdim: Ya gadre uğrayan bir Müslüman, ya da yeryüzünün çeşitli bölgelerinde Allah’a bağlanmanın savaşını veren inanmış gruplardı ona tebessümü haram eden.Çocukluğun izleri henüz silinmemiş yaşına bakınca, bu erken gelişen ideal kardeşlik duygusuna gıpta etmemek elde değildi.
Böyle de idare edebileceğimizi söylediğim halde yaktığı ayaklarından pas tutmaya başlamış sac soba kayfe gelmişti bizi kıskandırırcasına; tatlı ve oynak sesler çıkarıyordu.Bir süre çaydanlığın yanı başındaki açıklıktan arsızca dilini çıkaran ateşi izledim, kanlı diliyle çaydanlığın yanağındaki çinkosu kavlamış yarayı iyi etmek için yalıyordu.
Kapının açılışı bu tatlı cümbüşü bozdu.Elindekiler yemek hazırlığı yaptığını gösteriyordu. ‘ne gerek vardı?’ gibi tekellüflü konuşmaları yersiz buldum, karışmamak daha uygundu.Kusura bakmamamı söyledi ve oyalanmam için bir dergi uzattı elime.Militanlığın Müslüman kesimde de kabul gördüğü demlerdi.Bunun sonucu olarak ortaya çıkan statükonun korsan saydığı dergilerin biri kapanıp biri çıkıyordu. Bu da yeni çıkanlardan biriydi.Derginin boydan boya simsiyah kapağında kocaman harflerle ‘idam’ yazılıydı.
Sözcüklerin de soğuğu, yabancısı, korkuncu, söylendiğinde adamı cin çarpmışa döndüreni vardır.İnsan kimi sözcükleri duymaktan kaçınır,şöyle bir çiğretir duyanı.Belli bir yoğunluğu üzerinde taşıyan sözcüklerdir bunlar. ‘İdam’ da bunlardan biri… 1923 devriminden sonraki uygulamalar nedeniyle bu zavallı terimin Müslümanlara bakacak yüzü kalmamıştır pek.Öyle zamamlar olmuştur ki, darağacı ve ip deyince akla ilk gelen beyaz giysiler içinde sallanan bir Müslüman bedeni olmuştur.İşin ilginç yanı, bu sözcük, nerede Müslüman varsa,müzmin bir hastalık gibi orada en çok kullanılır olmuştur.
Ama gel gör ki,bana hiç de aykırı gelmedi bu soğuk sözcük; öteden beri aşinası olduğumuz bir tanıştı sanki… Gerçekten, nedendi bu? Onunla bu birlikteliğimiz nereden geliyordu? Algılayışımda bir zayıflık mı vardı yoksa? Bir nedeni olmalıydı bunun! Galiba buldum: Müslüman olmak. Öyle ya,bizim kadar tanış olan bir kesim daha var mıdır bu kelimeyle?Her birimizin dedesi bu terimin günlük konuşma dilinde ekmek-su gibi sık söylendiği günlerden kalma canlı belgelerdir.Çok değil,bir elli yıl geriye döndürelim zamanı ve konuşturalım Dersim’i, Gerede’yi,Bolu’yu, Düzce’yi,Erzurum’u,Konya’yı,Çorum’u … Ah bu yerlerin dili olsa da, “Bize en aşinası olduğun nesnenin ismini söyle!” diye sorsak.Hiç kuşkusuz alacağımız cevap ‘darağacı’ndan başka bir şey olmayacaktır.
Başkalarını bilmiyorum ama,ben çocukluğumda masal yerine bu acıların öyküsünü dinledim dedemden.Benim ilgimi çektiğini görünce bundan keyif duyar,daha bir ayrıntılı anlatırdı.Hoş,halen de anlatır ya! Hiç unutmam, bir gün yine bu korkunç dramı öykülüyordu dedem:Emir geldiğini; taburların Doğu’a gittiğini;dağlarda ‘isyancılarla’ savaştıklarını; onların askere kurşun sıkmadıklarını, gece olunca onların bulunduğu yöreden sabaha dek ‘Allah’ seslerinin geldiğini; esir düşenlerin,sorgusuz sualsiz, şehrin göbeğinde hazır bekleyen darağaçlarına çekildiğini; bir kezinde tam on sekiz ceset saydığını ve hepsinin de sakallı, başı açık, ayakları yalın olduğunu… Sonunda da eklemeden edemezdi:
“İyi adamlardı,doğru adamlardı!”
Anlatıp bitirdikten sonra çocukluğun verdiği cesaretle şöyle dediğimi hatırlıyorum:
“-Yarın seni de kapısında savaştıklarınla birlikte çıkaracaklar onların önüne,Allah’a vereceğin cevabı hazırla!...”
Beni bu düşünceler sararken mütevazi öğrenci sofrası hazırlanmıştı bile …
Gün görmüş alüminyum sininin başına otururken bu sofrayı özgünleştiren bir şeyin yokluğunu fark ettim: Ana elleriyle yapılmış köy çöreğiydi bu.Ayrı bir tad bırakıyordu insanın ağzında.Onun yerinde çarşı francalasını görünce tabi ki sordum ünlü çöreğimizin niçin soframızı teşrif etmediğini. “Hiç sorma,” dedi; “anam koymuştu ben geri çıkarttım çantamdan, onları yiyemeyeceğim gibi geldi bana.”
Bu sözler de neyin nesiydi, ya söylerken gözlerinin dolu dolu oluvermesi?... Dokunsan ağlayacak gibi, boyuna hüzün salgılıyordu yüreği; görünmeyen eller tarafından gam boşaltılıyordu odaya.Lokmalarımıza dar gelmeye başlamıştı gırtlağımız.Bir süre dinmesini bekledik bu kan kırmızı sağanağın.
“-Evet, yiyemeyeceğim gibi geldi;şunları görüp duyarken nasıl yiyebilirsin ki?”
Gözüyle işaretlediği yer ardına düşüyordu.Başını kaldırdığında gözlerinin neden buğulandığını arkama bakınca anladım.Girdiğimden beri nasılsa görememiştim bunları.Duvar Afganistan Savaşıyla ilgili resimler panosu haline gelmişti.Bu durum onu gönlümde daha bir büyüttü,buruk bir gönenci yaşadım.
Bu karşılaşmamızdan sonra bir-iki kez daha karşılaştık onunla;bunlar ayaküstü hâl hatır sormalarla geçen birlikteliklerdi.
Son birlikteliğimiz hastanede oldu.Yatsı namazının bitiminde haberi işitince doğru hastanenin yolunu tuttum.Onu beyaz bir arabanın arka koltuğuna boylu boyunca uzanmış gördüğümde yüzünden belli bir aydınlık şavkıyordu.Yüz çizgilerinden gülümser olduğunu çıkartabilir miydim?Süveterinin omuz başında yoğunlaşıp beline kadar olan kısmı gurup vakti ufuktan koparılmış bir parça gibi kan kırmızıydı.Daha buğusu kesilmemişti,tazeydi anlaşılan.Bu son karşılaşmamızda konuşmamıştık onunla. O başka bir dille şakıyordu şimdi.O’na dönüşün çoşkusunu yaşıyor olmalıydı.Safa başınaydı.Niçin başına olmasındı ki? İnanan bir ömür böyle bir ölümle ölmenin savaşını verir; elde ya eder ya edemezdi.Sakinleşmek için bir kenara çekildim; güzel ölümlere değil çirkin yaşamlara yanıyordum; kanıyordu yüreğim.
Geriden şoke olmuş haliyle geldi,kendini hıçkırıklarıyla birlikte bıraktı üzerime.Onun hem sınıf arkadaşı, hem de dostuydu, teselli etmeye çalıştım dilimin döndüğünce.Niceliğini kimseye sormaya fırsat bulamadığım olayı o anlatmaya başlamıştı.Birliktelermiş vurulduğunda.Konuşması hıçkırıklarıyla kesiliyordu:
“Başı kucağımda, yarasını elimle tutuyordum.Bir ara gözlerini açtı,ağladığımı fark etmiş olacak ki derinden gelen bir sesle konuştu: “Ağlama, ağlanacak bir ölümle mi ölüyorum ben?” Hastaneye erişemeden ölümsüzler kervanına katıldı.Son sözü ‘Allah’ olmuştu.
Sahi o ağlanacak bir ölümle mi ölmüştü ?
Ağlanmayacak bir ölüm?
Ya da sevinilecek bir ölüm?
Biz kalktığımızda, yanı başımızda on iki yaşlarında gösteren bir çocuk, hiç ses çıkarmıyordu ama,göz çukurlarından öyle bir yaş iniyordu ki yere; beni de şaşırttı.Sormadım,soramadım. Aynı çocuk aynı durumuyla şehidimizin ruhunu sevindirmek için toplandığımız evde de çıkmıştı karşımıza.Bir yakını olduğunu sanmıyorum onun.Duygulanmamak elde miydi?
***
Okul otobüsünden inmiş, caddede ilerliyordum.Usuldan baş gösteren açlığımı caminin bahçesinde bir simit yiyerek yatıştırabilirdim.Bu niyetle bir simitçi aramaya koyulmuştum ki şadırvan merdivenin başında gördüm onu.Evet yanılmamıştım, oydu, o, gözlerin sessizce nasıl ırmak kesildiğini bana gösteren körpe! Yine durgundu.
Simit satmıyordu, umut satıyordu….
Bir de gözyaşı…
Ben ikincisini aldım…
Aralık 1979 – Mustafa İslamoğlu /Bahtımca
İslamigundem.com
Son ders mantıktı ve her mantık dersinden çıkışta beynimin içi yangın yerine dönerdi.Soruyordum kendime: “Bu ders yalnızca kafa karıştırmaya mı yarar?” İnsan aklını proglamlamanın tasarımı gibi geliyordu bana mantık.Bu tür bulanıklığın üstüne bir de Kayseri’nin kurumdan dilini her yanınızda utanmazca gezdirdiğini, onun da ardından caddeler ve alanlar boyu demir yığınlarının insanı bîzar eden naralarını,görünüşte insandan daha güçlü,insandan daha hızlı olmanın verdiği şımarıklıkla sağa sola saldırışlarını düşünün… Bütün bunlar “Ahseni takvim” olan insanın onurunu zedeliyor; her ne kadar mantık hocası “İnsan düşünen hayvandır.” Sloganını yinelese de … (Yine mantıkta bir ilke vardır: Mucibei külliyenin aksi mucibei cüz’iyedir.Yani her insan hayvansa bazı hayvanlarda insandır.Bu ilkeyi hatırlattığınız zaman ‘hayvan’ terimi filelojik anlamından biyolojik anlamına kaydırılıverecektir.)
Evet, bütün bu zehirli buz katmanlarını önce abdestle çağşatmak gerekti: Çünkü abdest çakı gibi eyliyor insanı… Ve şimdi bir dostla çözülüyor buzlar.
İçliydi.Çok düşünürdü.Sözkonusu içliliği ve haksızlıklar karşısındaki aşırı duyarlılığı onun sınıfta kalmasına yetmişti.Ne zaman görsem dalgın ve düşünceli bulurdum onu.Sorduğuımda düşüncesinin kendisi için olmadığını bir çırpıda anlayıverirdim: Ya gadre uğrayan bir Müslüman, ya da yeryüzünün çeşitli bölgelerinde Allah’a bağlanmanın savaşını veren inanmış gruplardı ona tebessümü haram eden.Çocukluğun izleri henüz silinmemiş yaşına bakınca, bu erken gelişen ideal kardeşlik duygusuna gıpta etmemek elde değildi.
Böyle de idare edebileceğimizi söylediğim halde yaktığı ayaklarından pas tutmaya başlamış sac soba kayfe gelmişti bizi kıskandırırcasına; tatlı ve oynak sesler çıkarıyordu.Bir süre çaydanlığın yanı başındaki açıklıktan arsızca dilini çıkaran ateşi izledim, kanlı diliyle çaydanlığın yanağındaki çinkosu kavlamış yarayı iyi etmek için yalıyordu.
Kapının açılışı bu tatlı cümbüşü bozdu.Elindekiler yemek hazırlığı yaptığını gösteriyordu. ‘ne gerek vardı?’ gibi tekellüflü konuşmaları yersiz buldum, karışmamak daha uygundu.Kusura bakmamamı söyledi ve oyalanmam için bir dergi uzattı elime.Militanlığın Müslüman kesimde de kabul gördüğü demlerdi.Bunun sonucu olarak ortaya çıkan statükonun korsan saydığı dergilerin biri kapanıp biri çıkıyordu. Bu da yeni çıkanlardan biriydi.Derginin boydan boya simsiyah kapağında kocaman harflerle ‘idam’ yazılıydı.
Sözcüklerin de soğuğu, yabancısı, korkuncu, söylendiğinde adamı cin çarpmışa döndüreni vardır.İnsan kimi sözcükleri duymaktan kaçınır,şöyle bir çiğretir duyanı.Belli bir yoğunluğu üzerinde taşıyan sözcüklerdir bunlar. ‘İdam’ da bunlardan biri… 1923 devriminden sonraki uygulamalar nedeniyle bu zavallı terimin Müslümanlara bakacak yüzü kalmamıştır pek.Öyle zamamlar olmuştur ki, darağacı ve ip deyince akla ilk gelen beyaz giysiler içinde sallanan bir Müslüman bedeni olmuştur.İşin ilginç yanı, bu sözcük, nerede Müslüman varsa,müzmin bir hastalık gibi orada en çok kullanılır olmuştur.
Ama gel gör ki,bana hiç de aykırı gelmedi bu soğuk sözcük; öteden beri aşinası olduğumuz bir tanıştı sanki… Gerçekten, nedendi bu? Onunla bu birlikteliğimiz nereden geliyordu? Algılayışımda bir zayıflık mı vardı yoksa? Bir nedeni olmalıydı bunun! Galiba buldum: Müslüman olmak. Öyle ya,bizim kadar tanış olan bir kesim daha var mıdır bu kelimeyle?Her birimizin dedesi bu terimin günlük konuşma dilinde ekmek-su gibi sık söylendiği günlerden kalma canlı belgelerdir.Çok değil,bir elli yıl geriye döndürelim zamanı ve konuşturalım Dersim’i, Gerede’yi,Bolu’yu, Düzce’yi,Erzurum’u,Konya’yı,Çorum’u … Ah bu yerlerin dili olsa da, “Bize en aşinası olduğun nesnenin ismini söyle!” diye sorsak.Hiç kuşkusuz alacağımız cevap ‘darağacı’ndan başka bir şey olmayacaktır.
Başkalarını bilmiyorum ama,ben çocukluğumda masal yerine bu acıların öyküsünü dinledim dedemden.Benim ilgimi çektiğini görünce bundan keyif duyar,daha bir ayrıntılı anlatırdı.Hoş,halen de anlatır ya! Hiç unutmam, bir gün yine bu korkunç dramı öykülüyordu dedem:Emir geldiğini; taburların Doğu’a gittiğini;dağlarda ‘isyancılarla’ savaştıklarını; onların askere kurşun sıkmadıklarını, gece olunca onların bulunduğu yöreden sabaha dek ‘Allah’ seslerinin geldiğini; esir düşenlerin,sorgusuz sualsiz, şehrin göbeğinde hazır bekleyen darağaçlarına çekildiğini; bir kezinde tam on sekiz ceset saydığını ve hepsinin de sakallı, başı açık, ayakları yalın olduğunu… Sonunda da eklemeden edemezdi:
“İyi adamlardı,doğru adamlardı!”
Anlatıp bitirdikten sonra çocukluğun verdiği cesaretle şöyle dediğimi hatırlıyorum:
“-Yarın seni de kapısında savaştıklarınla birlikte çıkaracaklar onların önüne,Allah’a vereceğin cevabı hazırla!...”
Beni bu düşünceler sararken mütevazi öğrenci sofrası hazırlanmıştı bile …
Gün görmüş alüminyum sininin başına otururken bu sofrayı özgünleştiren bir şeyin yokluğunu fark ettim: Ana elleriyle yapılmış köy çöreğiydi bu.Ayrı bir tad bırakıyordu insanın ağzında.Onun yerinde çarşı francalasını görünce tabi ki sordum ünlü çöreğimizin niçin soframızı teşrif etmediğini. “Hiç sorma,” dedi; “anam koymuştu ben geri çıkarttım çantamdan, onları yiyemeyeceğim gibi geldi bana.”
Bu sözler de neyin nesiydi, ya söylerken gözlerinin dolu dolu oluvermesi?... Dokunsan ağlayacak gibi, boyuna hüzün salgılıyordu yüreği; görünmeyen eller tarafından gam boşaltılıyordu odaya.Lokmalarımıza dar gelmeye başlamıştı gırtlağımız.Bir süre dinmesini bekledik bu kan kırmızı sağanağın.
“-Evet, yiyemeyeceğim gibi geldi;şunları görüp duyarken nasıl yiyebilirsin ki?”
Gözüyle işaretlediği yer ardına düşüyordu.Başını kaldırdığında gözlerinin neden buğulandığını arkama bakınca anladım.Girdiğimden beri nasılsa görememiştim bunları.Duvar Afganistan Savaşıyla ilgili resimler panosu haline gelmişti.Bu durum onu gönlümde daha bir büyüttü,buruk bir gönenci yaşadım.
Bu karşılaşmamızdan sonra bir-iki kez daha karşılaştık onunla;bunlar ayaküstü hâl hatır sormalarla geçen birlikteliklerdi.
Son birlikteliğimiz hastanede oldu.Yatsı namazının bitiminde haberi işitince doğru hastanenin yolunu tuttum.Onu beyaz bir arabanın arka koltuğuna boylu boyunca uzanmış gördüğümde yüzünden belli bir aydınlık şavkıyordu.Yüz çizgilerinden gülümser olduğunu çıkartabilir miydim?Süveterinin omuz başında yoğunlaşıp beline kadar olan kısmı gurup vakti ufuktan koparılmış bir parça gibi kan kırmızıydı.Daha buğusu kesilmemişti,tazeydi anlaşılan.Bu son karşılaşmamızda konuşmamıştık onunla. O başka bir dille şakıyordu şimdi.O’na dönüşün çoşkusunu yaşıyor olmalıydı.Safa başınaydı.Niçin başına olmasındı ki? İnanan bir ömür böyle bir ölümle ölmenin savaşını verir; elde ya eder ya edemezdi.Sakinleşmek için bir kenara çekildim; güzel ölümlere değil çirkin yaşamlara yanıyordum; kanıyordu yüreğim.
Geriden şoke olmuş haliyle geldi,kendini hıçkırıklarıyla birlikte bıraktı üzerime.Onun hem sınıf arkadaşı, hem de dostuydu, teselli etmeye çalıştım dilimin döndüğünce.Niceliğini kimseye sormaya fırsat bulamadığım olayı o anlatmaya başlamıştı.Birliktelermiş vurulduğunda.Konuşması hıçkırıklarıyla kesiliyordu:
“Başı kucağımda, yarasını elimle tutuyordum.Bir ara gözlerini açtı,ağladığımı fark etmiş olacak ki derinden gelen bir sesle konuştu: “Ağlama, ağlanacak bir ölümle mi ölüyorum ben?” Hastaneye erişemeden ölümsüzler kervanına katıldı.Son sözü ‘Allah’ olmuştu.
Sahi o ağlanacak bir ölümle mi ölmüştü ?
Ağlanmayacak bir ölüm?
Ya da sevinilecek bir ölüm?
Biz kalktığımızda, yanı başımızda on iki yaşlarında gösteren bir çocuk, hiç ses çıkarmıyordu ama,göz çukurlarından öyle bir yaş iniyordu ki yere; beni de şaşırttı.Sormadım,soramadım. Aynı çocuk aynı durumuyla şehidimizin ruhunu sevindirmek için toplandığımız evde de çıkmıştı karşımıza.Bir yakını olduğunu sanmıyorum onun.Duygulanmamak elde miydi?
***
Okul otobüsünden inmiş, caddede ilerliyordum.Usuldan baş gösteren açlığımı caminin bahçesinde bir simit yiyerek yatıştırabilirdim.Bu niyetle bir simitçi aramaya koyulmuştum ki şadırvan merdivenin başında gördüm onu.Evet yanılmamıştım, oydu, o, gözlerin sessizce nasıl ırmak kesildiğini bana gösteren körpe! Yine durgundu.
Simit satmıyordu, umut satıyordu….
Bir de gözyaşı…
Ben ikincisini aldım…
Aralık 1979 – Mustafa İslamoğlu /Bahtımca
İslamigundem.com
