Çocuklara Masallar

Ata Kızı

Angel Of Revenge
Moderatör
Katılım
23 May 2010
Mesajlar
10,583
Reaction score
0
Puanları
0
Orman Perisinin Gülleri





Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış. Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.
 
Kırmızı Benekli Kelebek





kelebek.jpg


Sıcak bir yaz günüydü. Oya kırlara çiçek toplamaya çıkmıştı.
Yorulunca bir ağaca yaslandı. Derken uyuyakaldı. Rüya görmeye başladı.

Rüyasında çok güzel rengarenk bir kelebek gördü. Kelebeğin kanatlarında yıldızlar parlıyordu. Kırmızı benekleri vardı. Durmadan dans ediyor ve şarkı söylüyordu.
Oya kelebeğin dansını hayranlıkla seyretti ve şarkılarını dinledi.
Uyandığında kırmızı benekli kelebek gitmişti.
Oya doğru eve gitti.
- Anne, kırmızı benekli kelebek nerde? diye sordu.
Annesi:
- Ne kelebeği? dedi.
Oya :
- Kırmızı benekli güzel kelebek , dedi. O dans edip bana şarkılar söyledi.
Oya’nın annesi güldü:
- Herhalde sen rüya gördün. Kırmızı benekli kelebek yalnız rüya kelebeğidir.
Oya onun kanatlarında parlayan yıldızları hatırladı ve :
- O kelebek gerçek olmalı, dedi. Onu bulmaya gideceğim.
Oya önce arkadaşlarına sordu.
- Kırmızı benekli kelebeği gördünüz mü?
Arkadaşları :
- Hayır, dediler. Öyle bir kelebek olamaz.
Fakat Oya kırmızı benekli kelebeği aramaya devam etti. Gide gide kartalın yuvasına vardı. Kartal tek başına duruyordu.
Oya bütün gün güzel kelebeği aradı durdu. Fakat ona bir türlü rastlamadı. Sonunda eve döndü. Çok yorulmuştu. Hemen uyudu. Rüyasında kırmızı benekli kelebeği yeniden gördü. Kelebek yine durmadan dans ediyor, şarkı söylüyordu.
Oya kelebeğe sordu:
- Hep seni aradım. Neredeydin? dedi.
Kelebek cevap vermedi. Dans etmeye devam etti..
Sabahleyin Oya olanları babasına anlattı:
- Bu kelebeğin gerçek olduğuna inanıyorum, dedi.
Babası ona:
- Bir rüya görmüş olacaksın. Çünkü kırmızı benekli kelebek olmaz, dedi.
Oya diretti:
- Yine de arayıp bulacağım.
Oya bütün gün yine kırmızı benekli kelebeği aradı. Ama bulamadı. Eve döndüğünde gece olmuştu. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Oya güzel kelebeğin kanatlarındaki yıldızları düşündü.
- Uyursam yine güzel kelebeği görebilirim, dedi.
Fakat o gece rüyasında güzel kelebeği görmedi. Dere kenarını ve yüzen ördekleri gördü.
Ertesi gün Oya dere kenarına yürüdü. Yüzen yeşil ördeklere baktı. Birden ördeklerin başında dans eden kırmızı benekli kelebeği gördü. Kelebek şarkı söylüyordu. Oya sevinçle bağırdı:
- Senin gerçek bir kelebek olduğunu biliyordum! Benimle dost ol; birlikte oynayalım, dedi.
Kelebek Oya’nın avucuna kondu. Oya onu eve götürüp annesine, sonra arkadaşlarına gösterdi.
Bir gün arkadaşı Afacan kelebeği avucuna aldı. Ona şarkı söyletti. Sonra birlikte dans ettiler.
Oya Afacan’a çok kızdı:
- Seninle oynamasına izin veremem. Çünkü o benim kelebeğim, dedi.
Afacan :
- Ne olur biraz benimle kalsın! diye rica etti.
Fakat Oya :
- Hayır, imkansız! diyerek kelebeği alıp gitti.
Oya dere boyunca yürüdü. Çok yorulunca kartalın yuvasına oturdu. Kartal yoktu. Oya kelebeğe :
- Haydi güzel kelebeğim. Şimdi benim için dans edip şarkı söyle, dedi.
Dedi ama kelebek yerinden bile kımıldamadı. Bütün gün çalının üstüne kondu durdu.
Oya kelebeği orada bırakıp eve koştu. Olanları annesine anlattı.
Annesi ona :
- Arkadaşlarınla oynamasına izin vermeliydin. Onun için kelebek sana küsmüştür, dedi.
Sonra devam etti:
- Sen kötü bir kızsın. Sevdiğin bir şeyi arkadaşlarınla paylaşmalısın.
Oya annesine hak verdi:
- Peki anneciğim. Bundan sonra iyi bir kız olacağım, dedi.
Doğru kartalın yuvasına koştu. Ama kelebek orada yoktu. Kartal onu yemiş olmalıydı.
Oya çok üzüldü. Yaptığı kötülükten de çok utandı. Kendi kendine iyi bir kız olmaya karar verdi.
Birkaç gün sonra Oya kırlara çiçek toplamaya çıktı. Sonra da bir ağacın altında uıuyakaldı. Rüyasında kırmızı benekli kelebeğini gördü. Çok sevindi.
- Geldiğin için teşekkür ederim. Git, arkadaşlarımla da oyna. Onlara dans edip şarkı söyle , dedi.
Kırmızı benekli kelebek Oya’nın dediklerini aynen yaptı.
 
2 Masalda güzelmis tesekkürler tatlim devami gelecekmi :blush:
 
gelicek inşallah :) Beğendıgıne sevındım , benımde hoşuma gitti heheh :)
 

Gelincik Günü



Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman için Bir bey varmış. Beyin de dağlara, ovalara sığmayan civan mert bir oğlu varmış. Gezermiş, tozarmış. Bir gün, sesi soluğu kesilmiş, evinden çıkmaz olmuş. Beyi almış bir dert. Çare yok. Bey oğlu evden çıkmaz, kimseyle konuşmaz…
Aradan uzunca zaman geçmiş. Bir yaşlı kadın beyin evinin önünde dolanıp dururmuş. Bey oğlu dayanamamış, “Canına mı susadın, ne geziyorsun burada?” diye bağırmış. Kadın ağlayarak anlatmış. “Ah, oğul ah. Benim bir oğlum var, zincir zapt etmez. Bir türlü söz dinlemez. Dediler ki, dünyaya küskün birim bulacaksın, dama­rından yedi damla kan alacaksın, yedi sabah da bal şerbetine katıp içirirsen oğluna, dizini kırar da dizinin dibinde oturur.”
“Benim hayata küskün olduğumu nereden biliyorsun?” “Şayet küskün olmazsan, dünya alemin bir araya geldiği, bu gelin­cik gününde, böyle bir kenarda oturur musun? ”
Meğer bey oğlu bir gün, bir pınarın başında uyuyakalmış iken, rüyasında gördüğü bir peri kızı yüzünden dünyalara küs­memiş mi? İçine bir ümit düşmüş, gelincik gününde sevdiğimi görürüm diye.
Yaşlı kadın, beyin yanına koşmuş. Müjdemi isterim, oğlunu­zu konuşturdum, diye. Bey ücretini vermiş, kadım savmış. Baş­lamış oğlunun bu sevda derdinin çaresini aramaya. “Gelincik bağı­na katılan herkes, oğlumun önünden geçecek” diye ferman çıkarmış.
Yığın yığın insan, gelmiş geçmiş. Bey oğlu, bir tane yoksul bir kızın üstüne mendilini atmış.. .Sonrası düğün dernek.
İşte o günden beri, kısmetini arayanlar “gelincik günü”nü beklerlermiş..
 

Gökten düşen Üç elma

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde pireler kalbur saman içinde, ben anamın beşiğin tıngır mıngır sallar iken bir memleketin birinde, iyiler iyisi bir padişah varmış. Her şeyi varmış, ama hiç çocuğu yokmuş. Yaşı ilerledikçe, bu yüzden kederi artıyormuş…
Bir gün akıllı bir pir-i fani, padişahın derdini öğrendikten sonra, “kolayı var” demiş. “Siz şimdi bir bahçe yaptırın, içinde güller, çiçekler, havuzlar, daha neler neler olsun”…Padişah, bir bahçe yaptırdı ki dillere destan . Ama gel gelelim, ne evlat var ne de bir müjdeli haber…Bu sefer de kafası iyice bozulur ve başlar bahçeyi dağıtmaya…Ezer, çiğner, dağıtır. Hanımı güç bela, yalvar yakar durdurabilmiş. Zaten hanımı, bahçe yapıldığı günden beri bahçeden çıkmazmış. Ağaçlarla, konuşurmuş. Bu hallere daya­namayan yaşlı bir elma ağacı dile gelmiş: “Benim filizlerimden al, dik. Bir gün sana elma verir. Yarısını sen ye, yarısını da padişaha ye­dir.” demiş.
Kadın filizi dikmiş, fidan olmuş, ağaç olmuş. Yedi yıl geçmiş, bir elma vermiş. Elma da elma hani; bir yanı al, bir yanı beyaz. Kadıncık durur mu? Almış elmayı, bölmüş elmayı. Yarısını ken­disi yemiş, yarısını da padişaha yedirmiş. Aradan geçmiş dokuz ay, on gün, Nur topu gibi bir oğulları olmuş..
Kurulmuş meydan, çalmış davullar… Kırk gün, kırk gece olmuş oyunlar..
Gökten uç elma düştü… Kimin ne muradı varsa onun başı­na…
 
keloglan23.jpg
Keloğlan ve Sazı



Bir varmış, Bir yokmuş Evel zamanların birinde bir Keloğlan, keleş Oğlan varmış.. Anasıyla beraber köyde fakirane bir hayat sürerlermiş..
Fakirlik adeta yazgılarıymış.
Onca yıl, anası bu fakirlikten kurtulmak için çok uğraşmış, ama, bir türlü kurtulamamış.
Keloğlan ne mi yaparmış?
Birkaç keçi ile bir de eşeği varmış. işte her gün, gün doğarken eski püskü evinden çıkar, meralara, çayırlara uzanır, eşeği ve keçilerini bir güzel doyurduktan sonra, türkülerle, şarkılarla evine dönermiş.
Keloğlan’ın arkadaşları, kendisini her gördükle rinde:
- Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı, diyerek dalga geçerler, bir de kahkahalarla kendilerinden geçerlermiş.
Her keresinde, şikayet dilli olarak, bütün bunları anasına aktarınca, işittiği sözler ekseriya şöyle olur muş:
- A benim biricik oğulcuğum, ne yapalım? Bizim de kaderimiz böyleymiş. Gelen giden ne olsa söyler. İnsanların ağzı torba değil ki büzeyim. Üzme tatlı canını, hem de bu ihtiyar ananı.
Keloğlan, bu sözlere itiraz etmiş:
- Hayır ana, arkadaşlarımın lafları çok dokunu yor bana. Yarından tezi yok ineceğim kasabaya. iş bulacağım kendime, çok para kazanıp döneceğim evime. Görsünler neymiş Keloğlan…
Ne yapsın, ne desin anası:
- Peki oğlum, madem öyle düşündün. Bildiğin gibi yap, ama, beni de unutma. Yolun açık olsun.
Vurmuş kasabaya Keloğlan. Tuvalete gitmiş, bekçinin yerinde olmadığını görmüş. Fırsatı değerlendirmiş. Gelenlerden aldığı parayı cebine atmış. On beş kuruş, para kazanmış. Bir miktar yiyecek ve yün almış. Evine gelmiş.
- Ana, demiş, işte yiyecekler. Şu da yün. Eğir, çorap yap, satayım.
Şikayetlenmiş anası:
- Gözlerim görmez oldu Keloğlanım. Yapamam, anla beni.
Tabii, nihayet anası. Susmuş.
Hâlâ arkadaşları takılırlarmış.
- Yaşlı ködının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı.
Bu gibi laflara, artık daha Fazla dayanamayan Keloğlan, ne yapıp edip, şu fakirlik belasından kurtulmaya yemin etmiş. Birçok plan, program yapmış, amma bunların hemen hepsi kocaman birer hayalmiş.
Bir akşam köyde bir düğün varmış.
Keloğlan anasından izin alıp düğüne gitmiş.
Bir delikanlı, elinde sazı çok güzel türküler söylermiş. Halk adeta keyfinden yerlere yatarmış. Türküler bitmiş, herkes delikanlıya bahşiş vermiş. Bir bohçayı dolduran delikanlı, bu türkülerin üstüne bir türkü da ha söylemiş.
Keloğlan, bayılmış bu işe.
Bu sazcı gibi saz çalıp türkü söylemeye heveslenmiş.
Böylece çok bahşiş atıp anası ile birlikte fukaralığa son vermek istermiş. Önce, bir saz gerekiyor tabii. Parası yokmuş ki, gidip bir saz alsın. Arkadaşı yokmuş ki ödünç istesin. Dedesinden kalma bir dut ağacı varmış. En kalın dalını kesmiş, götürmüş bir saz ustasına.
- Ustam, demiş, büyük hayır alırsın, bana bir saz yap, işte dut dalı.
- Önce para, önce para Keloğlan, diye söylenmiş adam.
- Yok, karşılığını vermiş bizimki.
- Öyleyse, benden de saz yok, hadi yaylan bakalım, diyerek, sözünü bağlamış adam.
Lakin, kafayı bir kere takmış ya Keloğlan, üstelemiş.
- Bir sazlık dal getireyim sana, olur mu?
- Hah demiş, kelini şimdi çalıştırdın, beni de razı ettin. Sazını üç gün sonra gel ol. Ama gelirken de bir sazlık dut dalı getirmeyi unutma, yoksa avucunu yalarsın.
Hoplaya zıplaya çıkıp gitmiş Keloğlan, şimdiden eline aldığı değneklerle saz çalma provaları yaparmış. Üç gün sonra, dut dalını da alıp saz ustasının dükkanına varmış. Ama saz çalmayı bilmediği için, yalvarmış.
- Ey ünlü sazcı, gel de bana acı. Budur derdimin ilacı, hem de başımın tacı. Kurbanın olam senin, şu sazı öğret…
Usta
- Ulan Keloğlan, iyi günüme denk geldin, illaki beni mecbur ettin… Otur bakayım şuraya, demiş ve tarif etmiş.
Saz çalmayı kısa sürede öğrenen Keloğlan, her sabah önüne kattığı keçileri ve eşeğiyle akşamlara kadar saz çalıp, türkü söylermiş. Tın tın tellere vurur, hop oturur hop zıplarmış.
Fakat henüz köylüleri, onun ne güzel saz çalıp, türkü söylediğini bilmezlermiş. Bu nedenle hep alay ederlermiş.
Keloğlan, böyle söyleyenlere şöyle dermiş:
Gülün ey insanlar siz gülün
Ne getireceği belli olmaz yarınki günün
Gülün ey insanlar siz gülün
İyi bir saz ustası olayım da görün.
Sabrın elinden ne kaçabilir!.

Keloğlan, artık yavaş yavaş düğünlere gitmeye, saz çalıp türkü söylemeye başlamış.
Hâlâ ciddiye almayanlar varmış. Onlara da şöyle demiş:
Alay etmeyin öyle benimle
İşim olmaz artık sizinle
Sazımı alacağım bakın elime
Paraları atacaksınız cebime.

Yine kahkahalar, köyün semalarında dalgalanmış. Buna sinirlenen keloğlan, almış sazı eline, vurmuş yanık teline.
Ben bir garip Keloğlanım
Eşeğimin yok palanı
Varım yoğum doğruluktur
Hiç de sevmem ben yalanı.

Tabii, bir süre sonra bahşişler gelmeye başlamış. Cepleri almaz olmuş.
Doğru anasına koşmuş. Anası nasıl sevinmesin ki…
Böyle düğünlere gide gide, artık ünlü bir türkücü ve sazcı olmuş Keloğlan.
Anası bir gün,
- Ah Keloğlanım, görüyorsun artık perişanım, demiş. Gözlerim görmez, ellerim tutmaz oldu. Ocağımızda bir gelin olsa da, ben bir kenara çekilsem. Ha! Ne dersin dazlak kafalı oğlum?
Keloğlan acımış anasına.
- Benim öyle biri aklımda yok ana, senin varsa söyle, demiş.
Anası bir kızı önermiş:
- Küpçü Ali’nin kızı tam bize göre…
- Olmaz ana, diye karşı çıkmış oğlu, olmaz. Küpçü Ali çulsuzun biri. O dediğin kızı kendime karı, sana gelin yapmayacağım.
Anası, boynunu bükmüş:
- Ah saf oğlanım, vah Keloğlanım! Zengin kapısı bize açılmaz. Bırak bu ham hayali, görüyorsun işte bu halimi.
Ne yapsın Keloğlan, anasından geçememiş.
- Peki, sırf seni kırmamak için, ses çıkarmıyorum. Nasıl biliyorsan öyle olsun.
Kadıncağız belini tuta tuta gitmiş, Küpçü Ali’nin kapısını tıklatmış.
- Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızını oğluma eş, kendime gelin yapmaya geldim, demiş.
Küpçü Ali, kötü kötü sırıtmış.
- Bak sen bizim Keloğlan’ın anasına. Var git işine be kadın. Yemeye ekmeğiniz yok, bir de gelmişsin kapıma kız istiyorsun.
Bu sözleri kapı aralığından dinleyen kız, çok üzülmüş. Çünkü bir düğünde saz çalıp türkü söylerken gördüğü Keloğlan’a aşıkmış. Ama, hiçbir şey diyememiş, çünkü babasından çok korkarmış.
Kadın, evine dönünce halinden anlamış oğlu ve konuşmuş.
- Ana ne bu halin, vermedi mi yoksa kızını Küpçü Ali?
Ağlamış ihtiyar kadın:
- Kovdu beni, sen önce yemeye ekmek bul, dedi.
Keloğlan, bu olaya üzülmemiş doğal olarak. Fakat, zenginlik neymiş, nasıl olurmuş, gösterecekmiş Küpçü Ali’ye.
Eşeğini çıkarmış ahırdan, sazını vurmuş omzuna, öpüp anasının ellerinden, duasını almış.
Eşeğine binip yollara düşmüş..
 



Tasa Kuşu


Bir varmış, bir yokmuş. Bir Sülün Kız varmış. Babası ölmüş. Anası ile kalmış. Kızı, nasıl geçiniriz diye bir tasa almış. Anası demiş: “Ben çuha dokurum, sen gergef işlersin, geçinip gideriz.” Öyle yapmışlar. Bağ bahçe sahibi olmuşlar. Kız yine tasalanmış. “Da­ğımızı yel alırsa, bağımızı el alırsa” diye. Anası nice öğütler vermişse de boşa. Kendini avareliğe vermiş. Tasa Kuşu zaten fırsat kolluyormuş. Almış onu kollan arasına…
Kız bir bakmış ki cennetten bir köşe içinde. Her yer güllük, gülistanlık. Bülbül öter, ardından keklik öter…Kız yine tasalan­mış, “Niye bin gözüm, niye bin kulağım yok, niye hepsim birden göremiyorum, duyamıyorum” . diye. O an bütün kuşların dili sus­muş, pınarların suyu kesilmiş. Tasa kuşu dalga geçmiş: “Avare kız, avare kız. Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur. Geçti gül, geçti geçti bülbül, ister ağla ister gül…” demiş. Kız perişan olmuş, açlık da başına vurmuş. El uzattığı ağaçlar meyve vermez olmuş. Su içmek istediği pınarlar su vermez olmuş.
Tasa Kuşu, yapacağını yapmış, edeceğini etmiş, uçmuş git­miş bir başka avarenin başına konmaya…Kız bunu görünce de­rinden bir “ohhh” çekmiş. …Bir ak saçlı dede ortaya çıkıp demiş ki, “Dile benden ne dilersen…” “Anamı isterim, anamı” demiş kız. Yummuş gözünü, açmış. Bir de bakmış ki anasının dizinin dibin­de…

O günden beri, tatlı dilli, güler yüzlü olmuş. Kısmeti de açılmış, evlenmiş. Kırk gün, kırk gece düğün etmiş..Mutlu mutlu yaşamışlar…
 
Kendini Beğenmiş Kurt
Herkes kurttan korkuyordu.Birgün Bilge Aslana gittiler. Neler yaşadıklarını anlattılar.Aslan bir kere düşünmüş.Ve
-Arkadaşlar ormanın içinde büyük goril Koca Ayak yaşıyor.Biz hep beraber ona gidelim ve ondan yardım isteyelim. Demiş
Koca Ayak onları evinde misafir etmiş.Çaylar içmişler, pastalar börekler yemişler.En sonunda konu kurta gelmiş.İçlerinden Meraklı Tavşan yakınmış
-Ah! Koca Ayak sorma bize her istediğini yaptırıyor.Bizden daha kuvvetli olduğu için bizi hep küçük görüyor.Koca Ayak durumu anlamış.Aklına gelen fikri arkadaşlarıyla paylaşmış.
-Peki ben bu kurttan daha büyüğüm değil mi? demiş.
Hep bir ağızdan ”Evet” cevabını almış.
-Peki kurt benim her istediğimi yaparmı?.
Tekrar aynı cevabı duymuş.Hayvanlarda Koca Ayak ın ne yapmak istediğini anlamışlar.Ormana doğru yola çıkmışlar.Koca Ayak kocaman ayaklarıyla ormana girerken her yer sarsılıyormuş.Kurt Koca Ayak ı karşısında görünce korkudan dili tutulacakmış.Kocaman goril herkese emirler yağdırmaya başlamış.Kurtta bu emirlere uymaya…İkinci gün olmuş kurt artık yorgun düşmüş.Ve hayvanlara yaptığı yanlışı anlamış.Herkesi bir araya toplayarak onlardan özür dilemiş.Koca Ayakta kurda bu yanlışı anladığı için aferin demiş.Koca Ayak evine dönmüş.Bütün hayvanlar ormanda mutlu mesut yaşamışlar.
 
Zahmet olmazsa banada okursun dimi :biggrin: masal
Ellerine sağlık Zeynep.Artık masallar unutuluyor eğer çocuğunuza okuma alışkanlığı kazandıracaksanız bence masalları es geçmeyin derim hem okuyan için hemde dinleyen içinde çok zevklidir
 
Gercekten öyle haklısın Ahmet .Teşekkür ederım güzel yorumun için :smile:
 
Hansel ile Gratel



Büyük bir ormanın çok yakınında, bir oduncu ailesi yaşıyormuş.. Oduncunun iki çocuğu varmış. Oglunun adı Hansel, kızın Gratel 'miş. Bu iki kardeşe üvey anneleri çok kötü davranıyormuş. Bazen bir köşede sessizce ağlarlarmış.

Oduncu çok fakirmiş. Bir kuru ekmeği bile zor bulurmuş." Ne yapacağız? Nasıl geçineceğiz?" diye düşünürmüş sık sık...

- Yavrularımızı nasıl besleyeceğiz? Demiş bir gün karısına.

Karısı cevap vermiş: - Onları sabah erken ormana götürüp bırakırız. Onlardan kurtulmuş oluruz, demiş...

Adam:- Hayır bunu yapamam. Yabani hayvanlar onları parçalar, diye karşı çıkmış.

Kadın kocasına:- Budala ! Bunu yapmazsak hepimiz açlıktan öleceğiz, diye çıkışmış.

Çocuklar üvey annelerinin babalarına söylediği sözleri duymuşlar. Herkes yatınca Hansel yavasça dışarı çıkıp, ceplerine parlak çakıl taşları doldurmuş. Sonra eve dönmüş.

Sabah ortalık ağarırken kadın gelip, çocukları uyandırmış:- Kalkın bakalım miskinler, ormandan odun getireceksiniz, demiş. Çocuklar babalarıyla yola çıkmışlar. Bir süre gittikten sonra Hansel en arkaya geçmiş. Cebindeki çakıl taşlarını birer birer yola bırakmaya başlamış.

Ormana girdikleri zaman babaları:- Hadi bakalım çocuklar siz şurada oturun. Ben ormandan biraz odun keseceğim. İşim bitince döner sizi alırım, demiş.

Hansel ve Gratel oturup babalarının dönüşünü beklemeye başlamışlar. Beklerken uykuları gelmiş ve derin bir uykuya dalmışlar. Uyandıkları zaman ortalığın kapkaranlık olduğunu görmüşler.

Gratel ağlamaya başlamış. - Şimdi ne yapacağız? Ormandan nasıl çıkacağız? diyormuş.

- Ay doğuncaya kadar bekle... Sonra yolumuzu kolayca buluruz, demiş Hansel.

Ay gökyüzünde yükselince Hansel, Gratel 'in elinden tutmuş. Çakıl taşlarını izlemeye başlamış. Ay ışığında çakıl taşları pırıl pırıl parlıyormuş. Bütün gece yürüdükten sonra sabah evlerine varmışlar. Kapıyı çalmışlar. Üvey anneleri çocukları karşısında görünce çok şaşırmış. Babaları ise çok sevinmiş. Çünkü onları bıraktığına öyle üzülüyormuş ki... Aradan az bir zaman geçmiş. Ülkede kıtlık baş göstermiş. Üvey anneleri babalarını etkilemeye çalışıyor, ona:

- Evde yiyecek bir şey kalmadı. Hepimiz açlıktan öleceğiz. Bu çocuklar başımızdan bir an önce gitmeli. Onları bu sefer ormanın daha kuytu yerlerine götür. O zaman yolu bulamazlar. Başka çaremiz kalmadı, diyormuş. Bu sözler adamın içini sızlatmış. Fakat kadın dediğinden bir türlü vazgeçmiyormuş. Kadın sürekli bağırıyor, çocukların bir an önce ormana götürülmesini istiyormuş.

Adam:- Çocuklarımı tekrar ormanda bırakmaya içim nasıl dayanır? diyormuş. Ama kadın isteğini kabul ettirinceye kadar ona rahat vermemiş. Uyumadıklari için bu konuşmaları çocuklar da dinlemişler. Üvey anne ile, babaları uykuya dalınca Hansel yine yataktan kalkmış. Daha önce yaptığı gibi dışarı çıkıp çakıl taşı toplamak istiyormuş. Sessizce kapıya yaklaşmış. Ama bu kez kapı kilitliymiş. Üvey annesi kapıyı kilitlemiş. Zavallı Hansel üzgün bir şekilde yatağına geri dönmüş. Sabahleyin üvey anneleri erkenden gelmiş. Çocuklara biraz ekmek vermiş. Ormana uzanan yolda Hansel yine en arkadan gidiyormuş. Ormanın içlerine doğru ilerlemişler. Hansel yol boyunca ekmek parçalarını ufalamış. Sonunda ormanın en tenha yerine gelmişler. Babaları büyük bir ateş yakmış.

- Burada beni bekleyin. Ben odun keseceğim. Akşam üzeri gelir, sizi alırım! deyip, gitmiş.

Öğle vakti Gratel kendi ekmeğini ortadan bölmüş, kardeşiyle paylaşmış. Sonra iki kardeş uykuya dalmışlar... Akşam olmuş ama zavallıların babası gelmemiş. Gratel ağlamaya başlamış. Hansel kardeşini avutmaya çalışmış: - Ay doğunca yola serptiğim ekmek kırıntılarını bulur, kolayca evimize döneriz, demiş. Ay gökyüzünde yükselince, ekmek kırıntılarını aramaya başlamışlar. Kırıntıları ormanda ki kuşlar yediği için bulamamışlar.

Hansel, Gratel 'e: - Korkma yolumuzu bulacağız; demiş ama yolu bir türlü bulamamışlar. Bütün gece yollarını bulabilmek için dolaşmışlar. Ertesi gün yine akşama kadar yollarını aramışlar. Ama ormandan bir türlü dışarı çıkamamışlar. Çok yorulmuşlar, karınları da acıkmış. Evlerinden ayrılalı üç gün olmuş. Gittikçe ormanın daha içlerine, kuytu yerlerine varıyorlarmış. Bir öğle vakti önlerinde çok güzel bir kuş uçmaya başlamış. Çocuklar da kuşun peşinden gitmişler. Sonunda kuş, küçük bir eve varmış ve damına konmuş. Çocuklar eve yaklaşınca evin pasta ve çöreklerden yapıldığını görmüşler. Evin çatısı bisküviden, pencereleri ise şekerdenmiş. Çocuklar buna çok sevinmişler. Hansel hemen uzanıp çatıdan bir parça koparmış. Öyle açmış ki hemen kocaman parçayı bitirmiş. Gratel ise pencereye yaklaşmış. Şekerden pencereyi kırmaya başlamış. Kopardıkları parçalarla karınlarını doyurmaya başlamışlar. Hansel çatıdan bir parça daha koparmış. Gratel ise pencereye tekrar yaklaşarak, bir parça daha alıp ağzına atmış. Böyle güzel güzel karınlarını doyururken birden evin kapısı açılmış. İçeriden yaşlı ve çirkin bir kadın çıkmış. İki kardeş korkudan ellerindeki yiyeceklerini yere düşürmüşler. Yaşli kadın çirkin sesiyle:

- Aman ne sevimli çocuklar! demiş. Sizi buraya kim getirdi bakayım? Haydi içeriye gelin... Size benden hiçbir zarar gelmez, korkmayın!

Yaşlı kadın kendini çocuklara iyi kalpli bir insan olarak göstermiş. Aslında kötülük yapmayı seven bir cadıymış. Çocukları kandırırmış. Bu pastadan kulübeyi de onları tuzağına düşürmek için yaptırmış. Hansel ve Gratel eve girdikleri zaman cadı: Çocuklar iştahla yemeklerini yerken başlarına geleceklerden habersizmişler. Ardından bir güzel uyumuşlar. Cadı, sabah erkenden kalkmış. Uyuyan çocuklara bakmış. Hansel zayıfmış. Ama Gratel tombul yanaklarıyla tam Cadının ağzına layıkmış.

Sonra Hansel 'i yakaladığı gibi bir kümese atmış. Parmaklıklı kapısını sıkıca kapatmış. Hansel bağırıp çağırıyormuş ama ne fayda... Her sabah Cadı kümesin yanına gelerek: - Hansel, parmağını dışarı çıkar. Şişmanladın mı şişmanlamadın mı? diyormuş. Hansel, parmağı yerine bir kemik parçası uzatıyormuş. Cadının gözleri iyi görmediği için bu kemik parçasını Hansel 'in parmağı sanıyormuş. Çocuğun bir türlü kilo almamasına şaşırıyormuş. Cadı sinirlenip bağırmış: - Beceriksiz kız! Fırının kocaman bir kapağı var. İçeri ben bile girerim!

Sonra fırına yaklaşmış: - İşte bak! Fırına nasıl girilirmiş gör! diyerek kafasını içeri sokmuş. Bunun üzerine Gratel aniden kadını arkasından fırına itmiş. Cadıyı fırının içine tıkmıış. Hemen fırının demirden kapağını kapamış. Cadı içerde acı acı bağırmaya başlamış. Ama Gratel cadının haykırmalarına kulak asmamış. Koşarak oradan uzaklaşmış.

- Kötü cadı, cayır cayır yansın! Yaptığı kötülüklerin cezasını çeksin! diyormuş. Hemen Hansel 'in yanına gitmiş. Kümesin kapısını açıp, kardeşine: - Kurtulduk Hansel!... İhtiyar cadı yandı, cezasını buldu! demiş. Hansel, kapısı açılan kafesten hemen dışarı fırlamış. Artık bir kuş gibi özgürmüş.

Çocuklar sevinçten çılgına dönmüşler. Birbirlerine sarılmışlar. Öpüşmüşler... Çocuklar cadının evine girmişler. Evin her köşesinde değerli taşlarla dolu sandıklar varmış. Ceplerini bu değerli taşlarla doldurmuşlar. Yanlarına da bir kaç sandık almışlar. Artık hiçbir şeyden korkuları kalmamış.

Hansel: - Cadıların yaşadığı bu ormandan bir an önce kurtulmalıyız, demiş. Bir kaç saat sonra bir ırmağın kenarına gelmişler. Hansel: - Karşıya nasıl geçeceğiz? Ne bir köprü ne de bir geçit var? diye sormuş. Gratel: - Şurada beyaz bir ördek yüzüyor. Belki bize yardım edebilir, diyerek ördeğe yalvarmış. - Canım ördek, kuzum ördek... Ne olur bizi karşıya geçir.

İyi kalpli ördek gelmiş ve iki kardeşi karşıya geçirmiş. İki kardeş bir süre daha yürüdükten sonra, ormanda geçtikleri yolları tanımaya başlamışlar.. Anlamışlar ki artık evlerine çok yaklaşmışlar. Uzaktan babalarını görmüşler. Heyecanla babalarına doğru koşmaya başlamışlar. Adam, uzaktan gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışıyormuş. Zavallı adam çocuklarını ormanda bıraktığından beri hiç gülmüyormuş. Bu arada kötü kalpli karısı da ölmüş. Adam karşısında çocuklarını görünce sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Birbirlerinin boynuna sarılmışlar. Hansel ve Gratel başlarından geçenleri bir bir babalarına anlatmışlar. Sonra ceplerinde getirdikleri değerli taşları ve içi mücevher dolu sandıkları babalarına vermişler. O günden sonra bütün üzüntüleri, sıkıntıları sona ermiş. Baba ile çocuklar mutluluk içinde bir arada yaşayıp gitmişler. Bir daha birbirlerinden hiç ayrılmamışlar
 
MAYMUN PERİ

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:

“-Hadi evlatlar, buyurun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.

“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:

“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.

İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş , vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.

Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.

Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.

Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:

“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:

“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:

“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.

“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”

Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:

“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;

“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:

“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.

Saraya gitmişler, Padişahçın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yiyip içip eğlenmişler.

Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara.
 

Yaramaz Trafik Lambası
O gün hava çok güzeldi.Menekşe sokağındaki trafik lambasının canı çok sıkılıyordu.Her gün aynı şeyleri yaptığını ve kimsenin onu fark etmediğini düşünüyordu.Bir oyun oynayacaktı.Kırmızı yanması gereken lambayı yeşil ,yeşil yanması gereken lambayı sarı,sarı yanması gereken lambayı da kırmızı yakmaya karar verdi.Oyuna daha yeni başlamıştı ki,ortalık birden çok karıştı.Yaramaz trafik lambası meraklı gözlerle etrafına bakıyor ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Trafik lambası şaşkındı.Bu kadar olaya neden olabileceğini hiç düşünmemişti. Olay yerine hemen trafik polisleri geldi.O sırada üzgün duran trafik lambasını gördüler. Trafik polisi lambaya''Yaptıklarını görüyormusun?''diye kızdı.Trafik lambası ne diyeceğini bilmiyordu.''Bukadar önemli iş yaptığımın farkında değildim.Hergün aynı şeyleri yapıyorum.Kırmızı lambayı yakıyorum duruyorlar.Sarıyı yakıyorum bekliyorlar.yeşili yakıyorum geçiyorlar.Onlar da aynı şeyleri yapmaktan sıkılmışlardır,belki oyun oynamak isterler diye düşündüm.''dedi.Trafik polisi: Sen bir trafik lambasısın.Bu yüzden kurallara uyup ,görevlerini yerine getirmelisin.Eğer görevini yapmazsan trafik karışır .''dedi.

Trafik lambası çok üzgündü.Yaptı hatanın farkına varmıştı.Herkesten özür diledi.Görevinin ne kadar önemli olduğunu anladı.

Trafik polisi anlattı
Çok dikkatli olmalı
Sokakta arabada
Kurallara uymalı

Kırmızı yanarsa geçme
Sarı yanınca bekle
Yeşil yandı bak işte
Geç haydi sıra sende.
"alıntı"
 
ÇALIŞKAN OLMALIYIZ(HİKÂYE)
Selimlerin evlerinin bahçesi çok büyüktü. Bahçede bir sürü de ağaç vardı. Tabi sonbahar gelince ağaçların dökülen yaprakları bahçeyi dolduruyordu. Yine bir sonbahar günü Selim,
Selin, ben evde çok sıkıldım dışarıya çıkalım mı dedi.
Selin: Bende çok sıkıldım evde çıkıp dolaşmak güzel bir fikir. Çıkarken üzerimize hırka alalım havalar serinliyor. Hasta olmayalım dedi.
Annelerinden izin aldılar. Hazırlandıktan sonra oyun oynamak için mutfaktaki bahçe kapısından dışarıya çıktılar. Çıkarken dikkatsiz davranıp bahçe kapısını tam kapatmadılar. Haliyle rüzgâr kapıyı açtı ve bahçedeki yaprakların bir kısmı açık kapıdan içeriye savruldu. Bir süre sonra mutfağa gelen anneleri mutfağın halini görünce çok şaşırdı. Tam o sırada Selim ile Selin de güle oynaya eve geldiler. Evin halini görünce onlar da çok şaşırdı. Anneleri:
Çocuklar bu evin hali ne? Yoksa çıkarken bahçe kapısını kapatmadınız mı? Zaten bugün çok yoruldum, nasıl temizleyeceğim şimdi burayı? Dedi.
Selim ve Selin hemen hatalarının farkına vardılar. Selin:
Özür dileriz anneciğim çıkarken kapıyı tam kapatmamışız. Sen üzülme biz hemen temizleriz dedi ve hemen işe koyuldular. Annelerini oturttular ve iki kardeş ortalığı tertemiz yaptılar. Anneleri:
Yavrularım bundan sonra daha dikkatli olursanız çok sevinirim dedi ve biraz uzanmak için odasına geçti. Selim ve Selin yaptıkları dikkatsizliğe çok üzülmüşlerdi. Selim: Annem bugün çok yorgun olduğunu söyledi. Akşam yemeğine de az kaldı. Hadi gel sofrayı biz hazırlayalım annemize de sürpriz yapmış oluruz dedi. Tekrar işe koyuldular ve yemek masasını harika bir şekilde hazırladılar. Annelerini uyandırmamak için de çok sessiz olmaya çalışıyorlardı. Anneleri uyanıp da yemek masasını hazır görünce çok şaşırdı. Çocuklara bakıp canlarım benim, siz ne kadar çalışkan çocuklarsınız! Çok teşekkür ederim dedi. Bu sırada babaları da geldi. Anneleri Selim ve Selin2in yaptıkları sürprizi babalarına anlatmaya başladı. Onları çok sevdiğini, onlarla gurur duyduğunu söyledi.
Babaları: Aferin size çocuklar! Bu ülke sizin gibi çalışkan insanlar sayesinde gelişti. Atatürk de tarlasında çalışarak ailesine yardım edermiş. Ayrıca bu ülkeyi düşmanların elinden çalışkanlığı ve azmi sayesinde kurtarmış. Cumhuriyetin ilanından sonra yaptığı yeniliklerde çalışkanlığının en önemli göstergesidir dedi.
Selin evet baba öğretmenimiz Atatürk’ün çok çalışkan bir insan olduğunu bize hep anlatıyor dedi.
Baba: Atatürk çalışmayı sevdiği gibi çalışkan insanları da çok severmiş dedi.
Selim: O zaman bizi de severdi değil mi baba? Biz onu çok seviyoruz dedi.
Baba: Elbette severdi hem çalışkansınız, hem akıllısınız. Annenizle ben de sizi çok seviyoruz.
Haydi, şimdi yemek yiyelim. Çalışmak için güçlü olmak, güçlü olmak için de yemek yemek lazım değil mi?
Ellerini yıkayıp hep birlikte yemek masasına oturdular ve afiyetle yemeklerini yediler.
 
Anne tavuk akşamüstü civcivlerini topluyordu:

“ Gelin bakalım, gelin, civcivlerim benim. Koşun yanıma, gelin, toplanın şöyle. Aaa…Ama siz dört tanesiniz, beş tane olmanız lazımdı. Biriniz eksik. Kardeşiniz nerede, gören olmadı mı? “
“ Ben görmedim. “
“ Ben görmedim. “
“ Ben de görmedim. “
“ Ben gördüm. “
“ Sen gördün mü? Nerede gördün, çabuk söyle? “
“ Bir saat kadar önceydi. Kardeşim ilerdeki şu ağacın altında eşiniyordu. Sonra yanına bir kedi geldi. Kediyle kardeşim bir süre konuştular. Daha sonra kedi, kardeşimi sırtına bindirip götürdü. “
“ Vah, vah!..Yazık oldu. Gitti kardeşiniz, gitti yavrum…”
Civcivlerden biri sordu:
“Gitti mi? Kardeşim nereye gitti? “
“ Ah yavrum, kardeşiniz artık dönmeyecek…”
“ Neden? “
“ Çünkü kedi onu yer. “
“ Yer mi? “
“ Evet, yer. “
“ Peki, ama niçin yesin? “
“ Karnını doyurmak için. Kardeşiniz kediye göre taze bir av. “
“ Kardeşim kurtarılamaz mı? “
“ Belki. Tabi kedi kardeşini yemediyse. “
“ Yememiş olamaz mı? Bakarsın kedinin pençesinden kurtulmuştur. Kaçmıştır. Şimdi sokaklarda tek başına dolaşıyordur. Yardım bekliyordur. “
“ Çabuk civcivlerim gidiyoruz. “
“ Nereye? “
“ Kardeşini aramaya. “

Civciv, yememiş olamaz mı, demişti. Zaten kedi civcivi yemek için değil, bir düşüncesini gerçekleştirmek için götürmüştü. Kedi düşüncesini açıklamış ve civcive gelir misin demişti. Civciv korkusuzdu. Gelirim demişti. Kedinin düşüncesi neydi?

Bir civciv kediler arasında yaşar ve onlarla arkadaş olursa kedilerin civcivlere karşı olan düşmanlığı ortadan kalkar ve hiçbir kedi civciv yemez. Bu civciv öylesine güçlü bir iradeye sahip olmalıydı ki, pek çok kedinin diş bilemesine, üstüne gelmesine, hakaretlerine aldırmamalıydı. Ölümden korkmamalıydı. Bin kedi üstüne gelse, geri değil, ileri gitmeliydi. Kedi aylar süren araştırmadan sonra işte bu civcivi seçmişti. Seçim nasıl olmuştu: Kedi şehirde mahalleleri, sokakları gezmiş; tarlaları, bahçeleri didik didik aramış, fakat korkmayan bir civcive rastlayamamıştı. Kuyruğunu gösterdiği civciv kaçıyordu. Artık umudunu kesmişti. Bütün civcivler korkakmış diyordu. Bir gün evin birinin bahçesine girmişti. Ağacın yanı gölgelikti. Kıvrılıp yattı. Tam uyumak üzereydi ki, bir tavuk sesiyle irkildi. Tavuk; Kahraman diye sesleniyordu. Kahraman, buraya gel…Kedi kafasını uzatıp baktı. Tavuğun Kahraman dediği bir lokmacık civcivdi. Kedi gülümsedi. Hey gidi yalan dünya, diyerek sağ ön ayağını soluna doğru savurdu. Tavuk başka ad bulamamıştı da yavrusuna Kahraman adını koymuştu. Her yanı Kahraman olsa ne yazardı. En iyisi uyumak ve bu olayı unutmaktı.

Kedi uyudu ama ne kadar uyuduğunu hatırlamıyordu. Uyandığında gözleri kapalıydı. Tam olarak kendine gelmemişti. Hemen yanında çıtırtı, tıkırtı duydu. Önce bir gözünü sonra diğer gözünü açtı. Hayret!.. Burnunun dibinde bir civciv eşiniyordu. Gözlerine inanamadı. Kediliği tuttu, bu civcivi yemek istedi. Hızla dört ayağı üstünde doğrulup, sırtını kamburlaştırdı. Ustura gibi keskin dişlerini gösterip, tıslayacak ve civcivi tutacaktı. Kedi dişlerini gösterdi fakat tıslayamadı. Sadece yutkunabildi. Civcivin gözleri şimşek parçasıydı:

“ Ne o, rahatın mı bozuldu? Diye sordu civciv. “
Kedi hırslıydı: Civcivin sorduğu soruyu duymamış gibi davrandı:
“ Ben civciv yemeye bayılırım. Pek severim civciv etini “ diyerek dişlerini gıcırdattı. An meselesiydi civcivin üstüne atılması.
“ Dikkat et, ben diğer civcivlere benzemem. Bayılırsan ayılamazsın. Hem beni yemen için, tutman gerek. Haydi, tutsana beni. “
Kedi, yan dönerek savaş pozisyonu alan ve canını dişine takarak kendini savunacak olan civcive bakarak hayretten donakaldı. Farkında olmadan birkaç adım geriledi. Korkmamıştı da çekinmişti civcivden. Daha sonra kedi geriye dönerek oradan uzaklaştı.

Ertesi gün kedinin kafasına dank etti. O civciv yüzde doksan dokuz Kahraman’dı. Kedi bir plan dâhilinde Kahraman’la dostluk kurmayı denedi ve başarılı oldu da. Onunla konuşurken nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Dolana, yalana başvurmadı ve ilk fırsatta düşüncesini açıkladı. Kahraman hemen, gelirim, demişti.

Bunun üzerine kedi:
“ Bak Kahraman, iş ciddi. Ucunda ölüm de var. Bir değil, on kedi, yirmi kedi üstüne gelir. Üç-beş değil ki, vurasın, kırasın. Ben seni vuruşurken görmedim ama ilk tanıştığımız gün hatırlarsın neredeyse üstüne atılacaktım. Sen beni sözle sindirdin. İnan çekindim senden fakat sözlerinden çekindim yoksa beni korkutmadın. Şunu bil ki, senin sözlerinden çekinmeyecek, benden çok daha sert ve çok daha acımasız kediler var ve ben bunların adını duyunca titrerim. Senin buralarda gördüklerin şehir kedileri yani sokak kedileri. Benim anlatmak istediğim ormandan ve dağlardan gelen, çoğunlukla gece yarısından sonra şehirlere inen vahşi kediler. Bir sokak kedisi hiçbir zaman bir vahşi kediyle başa çıkamaz ve ben bir vahşi kedinin kendinden çok daha büyük iki köpekle mücadele ederek onları kaçırttığını gördüm. Vahşi kediler çoğunlukla yalnız gezerler ve geceleri şehirlerde sokak kedilerini yakalayıp öldürürler. Vahşi kediler sokak kedilerinin atalarının eski zamanlarda aralarından ayrılarak insanlara köle olmalarını içlerine sindiremediler. Bunları ön bilgi olsun diye anlattım. Şimdilik gündüzleri çalışacağız. Vahşi kedilerle karşılaşmayacaksın. Bakalım sokak kedilerine karşı ne yapacaksın? “

“ Şu vahşi kedileri çok merak ettim. Sokak kedileriyle antrenman yapacağız desene. “
“ Öyle. Vahşi kedilerle maça çıkarsın ama sen sokak kedileriyle de maç oluyormuş gibi sıkı dur. Onları küçümseme. “
“ Onları küçümsemediğimi göreceksin. Sen hiç merak etme, kedi kardeş. Söylediklerini unutmayacağım. “

Aradan üç gün geçmiş fakat anne tavuk ve civcivleri, Kahraman’ı bulamamıştı. Sabah erkenden çıkıp gün boyu Kahraman’ı arıyor, akşamüstü kümese dönüp, ertesi gün yine aramaya başlıyordu. Üçüncü günün akşamüstü kümese dönerken, anne tavuk:

“ Yer yarıldı da içine girdi sanki. Ara ara yok! Nereye gider bu civciv? Horoza sor, tavuğa sor, kurbağaya sor, kuşa sor. Kimsenin, Kahraman’dan haberi yok. Kedi onu yedi desen, gören, duyan, bilen olur. Son günlerde hiçbir kedi civciv yememiş. Demek ki, Kahraman yaşıyor, ama nerede? Neden onu bulamadık? Kediden kurtulduysa neden kümese dönmüyor? “

Civcivlerden biri atıldı:
“ Anne, sakın Kahraman, kediyi yemiş olmasın? “
Anne tavuk civcivin sözünü duymazdan geldi. Zaten canı burnundaydı, bir de böyle şaka-şukalarla mı uğraşacaktı? “

Bir diğer civciv:
“ Kahraman belki kanatlanıp uçmuştur. Başka şehre gidip bizi unutmuştur. Olamaz mı yani? “
Deyince, anne tavuk hemen o anda kararını verdi. Kahraman’ı aramaya yalnız başına çıkacaktı.

Aradan iki ay daha geçti. Tavuk bu sürede Kahraman’ı aramaya devam etti. Diğer dört yavrusu kocaman birer piliç olmuştu ama tavuk, Kahraman’ı bir civciv olarak bulmayı umuyordu.

Aradan iki ay geçti diye yazdım. Acaba Kahraman hala sağ mı, yaşıyor mu?
Şehirdeki kediler, bir kedinin civcivle arkadaşlığını yadırgamışlardı. Bu durum onlara ters gelmişti. Kedi, neden o civcivi yemiyordu? Aradan sıyrılan birkaç sokak kedisi, civcivi yemek için, girişim yapmış ve civcivin üstüne gitmişti ancak kedi önlerine çıkmıştı. Bu kedi Kahraman’ı bu işe sokan kediydi. O da kendi çapında bir tür efeydi. Korku bir zamanlar ondan korkardı yani korkusuzdu. Demir gibi bileği, çelik gibi yüreği vardı. Birkaç yıl öncesine kadar şehrin kedilerinin başkanıydı. Adaletle hükmediyordu. Anneleri geceleri vahşi kediler tarafından öldürülen yavru kedileri himayesine alırdı. Aç kalmış, açıkta kalmış sokak kedilerine kendi yiyeceğini verdiği, hasta kedileri tedavi ettiği çok görülmüştü. Vahşi kedilerin bir leopar kadar iri başkanını bir gece aniden karşısında görünce olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Vahşi kedilerin başkanı Nara, senin derini yüzerim. Defol git bu şehirden… Deyip, onu bir pençe vuruşuyla yere sermişti.

Şehir kedileri başkansız kalmıştı. Kedi terk edilmiş, eski evlerde uykusuz geceler geçiriyordu. Onun beyninin derinliklerinde o zamanlar kendisinin bile fark edemediği gerçek şuydu: Vahşi kedilerin başkanı Nara’yı perişan etmek yani intikam. İntikamını almasına günden güne büyüyüp güçlenen Kahraman yardımcı olacaktı. Kahraman akıl almaz derecede güçlü bir iradeye sahipti. Laf kavgasında kesinlikle yenilmiyordu. Çok sert konuşuyor, karşısındakini eziyordu. Kızdığı zaman gözleri kıpkırmızı okuyordu. Kedi bunun nedenini bir türlü anlayamıyordu. Sormak aklına geliyordu ama sorsa Kahraman söyler miydi bilinmezdi. Kedi, Kahraman’ı vahşi kedilerin karşısına çıkarmadan önce iki kere şehir kedileriyle baş başa bıraktı ve onun kedilerle vuruşmasını seyretti. Birincisinde, kabadayı geçinen bir kedinin saldırısını Kahraman kolaylıkla savuşturdu ve sol kanadıyla bir vuruşta yere serdi. İkincisinde, Kahraman üç güçlü kediyle kavgaya tutuştu ve onları da sol kanat vuruşlarıyla yere serdi. Kediye göre, Kahraman hazırdı ve vahşi kedilerin karşısına çıkabilirdi.

Haziran ayının sıcak gecelerinden birinde kedi, Kahraman ‘la şehirde gezintiye çıkmıştı. Kahraman’da Kahraman’dı hani: O, geçen zamanla birlikte büyümüş, iri-yarı, dev gibi bir horoz olmuştu. Uzaklardan, kenar mahalleden miyavlamalar, feryatlar duyulmaya başladı. Tecrübeli kedi durumu tüm acılığıyla anladı:
“ Fırla Kahraman, vahşi kediler katliam yapıyor. İlerde yavru kedilerin barındığı eski bir ev vardı. Hepsini öldürüyorlar. Onları ancak sen kurtarabilirsin. “
Kahraman ileri atılırken konuştu:
“ Ne biçim vahşi kediymiş bunlar ya. Ne istiyorlar yavru kedilerden? “
Kedi koşuda Kahraman’dan geri kalmıyordu. Bir o, bir öteki öne geçiyordu:
“ Onlar zevk için öldürürler. “
Önce Kahraman eski eve daldı. Sesi gürdü Kahraman’ın, bağırınca yer-gök inledi:
“ Bırakın yavru kedileri. Gücünüz yetiyorsa bana çıkın. “
Gözlerini kan bürümüş yedi zalim vahşi kedinin başları Kahraman’dan yana döndü. Vahşi kediler hiç vakit kaybetmeden kafaları koparılmış, parçalanmış yavru kedileri bırakarak Kahraman’ın üstüne atıldılar. Kahraman, iki adım geri gitti. Bundan dolayı vahşi kediler yere yuvarlandılar. Karışıklıktan yaralanan Kahraman hücuma geçti. Güçlü kanatlarıyla vurarak, vahşi kedileri perişan etti. Vahşi kediler kaçarak canlarını kurtardılar.

Kahraman’la kedi sokağa çıkarak yürümeye başladılar. Kedi, Kahraman’a, vahşi kedilerin ormana gidince olanları başkan Nara’ya anlatacaklarını ve Nara’nın birkaç gün içinde şehre geleceğini, ayrıca aylar önce Nara’nın, aniden önüne çıkarak bir vuruşta kendisini yere serdiğini, intikamını almasını söyledi.
Kahraman:
“ Gelsin bakalım Nara, kim en büyük belli olsun. Sana söz kedi kardeş, Nara benimle görüştükten sonra bu şehre bir daha adım atmaz. “
Kedi:
“ Kahraman, çok dikkatli olman gerekir. Nara’yı kedi sanma, onu bir leopar olarak düşün, zaten leopar kadar. Aniden önüne çıkıp sana vurmaya çalışacaktır. Tetikte ol. “

Bir gece yarısı Kahraman, kediyle birlikte, karanlık sokaklarda dolaşıyordu. Evin birinin yanından dönerken, Nara karşılarına çıkıverdi. Arkasında yüzlerce vahşi kedi vardı. Kahraman, Nara’nın savurduğu pençeden eğilerek zorlukla kurtuldu. Onunla yakın dövüşe girmenin ölümü kucaklamak demek olduğunu anladı. Gördüğü kadarıyla Nara’ya vahşi kedi demek yanlıştı, ona leopar demek doğruydu. Kahraman geriye birkaç adım atarak Nara’ya sırtını döndü ve kaçmaya başladı. Otuz metre kadar kaçtıktan sonra Nara’nın nefesini ensesinde hissetti. Kahraman dönerek sağ kanadını Nara’nın yüzüne patlattı. Hayatında ilk kez bir darbe yiyen Nara durdu. Canı yanmıştı:
“ Bana nasıl vurursun? “
Gözleri hırstan kıpkırmızı olmuş Kahraman, Nara’nın üstüne yürürken, konuştu:
“ Seni gömerim Nara. Palavrayı bırak. Önce sen vurmak istedin. “
Nara şaşkındı ama aniden ileri atıldı. Kahraman’la birbirlerine girdiler. Toz, dumana karıştı. Çevreye sürüyle seyirci geldi. Kediler, köpekler, kuşlar, horozlar ve bir tavuk…Horozlar dört taneydi. Kahraman’ın kardeşleri. Tavuk ise, annesi. Durumu soruşturunca kavga edenlerin kim olduğu belli oldu. Nara ile savaşan horoz Kahraman’dı. Arada büyük güç farkı vardı. Kahraman’ı Nara’nın pençesinden kurtarmalıydı. Dört horoz kavgaya karıştı ve Nara daha ne oluyor diyemeden Kahraman’ı olay yerinden uzaklaştırdılar.

Aradan günler, aylar, yıllar geçti.
Vahşi kediler ara sıra şehre iniyorlardı ama Nara bir daha şehre gelmedi. Hep dağda kaldı.
Kedi şehrin kedilerine tekrar başkan oldu ve vahşi kedilerden uzak durmak için, kedilere gece sokağa çıkmayı yasak etti.
Kahraman ise, annesi ve kardeşleriyle uzaklardaki bir çiftliğe giderek orada mutlu yaşadılar.


Yazan: Serdar Yıldırım

 
Teşekkürler Jewel , Eftelya ve She :smile:
 
Şampiyon Ördek




Bir gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu. Bu ördekler çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi. Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyordu.yüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi. Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti. Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi. Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı.
Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı. Gadro, bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gitgide büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlere gülüp geçiyorlardı.
Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.
Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:
“ Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az..” dedi. “ Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor. “
Gadro şaşırmıştı:
“ Ne dediniz?..Bunlar yarışıyorlar mı şimdi?..Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım!.”
Bunun üzerine yaşlı ördek:
“ Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. “ dedi. “ Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat. “
Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:
“ O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki? “
“ Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. “dedi yaşlı ördek.“ Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu.İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu.Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro…Gadro…) diye inlerdi.Gadro gideli beş yıl oldu ama, onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı. “
Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkar etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.
Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı.Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş ( Gadro…Gadro… diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.
Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı.O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu.“Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım…” Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı.
Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha fazla yaşadı.

 
Hepinizin allerine sağlık sizler olmasanız ne olurdu bu sitenin hali :laugh:
Madem iyi masallar biliyordunuzda önceden nerdeydiniz hayatımın 10 senesi uyku sorunları ile geçti bileseydim sizi çağırırdım :biggrin:
 
Geri
Üst