Çanakkale neyin savaşıydı?
Farkına varamadığımız değerlerden biri de Çanakkale gerçeğidir. Çanakkale’yle ilgili bilgiler savaşın şiddeti, ölenlerin çokluğu ve Çanakkale’nin geçilmez olduğuyla sınırlı. Çanakkale’de şehit olan 250 bin insan ve belki de bir o kadar gaziden geriye ne kaldı dersiniz?
Çanakkale şehitlerinin geldikleri şehirlere baktığınızda bir Anadolu mozaiğiyle karşılaşıyorsunuz. Yani her vilayetin, her mahallenin neredeyse bir Çanakkale şehidi var. Çanakkale bizim yüreğimize düşen bir ateş. Gidenlerin dönmeyeceklerini bildikleri bir menzil.
Gazilerimizin anlattıklarını bir masal gibi dinleyen torunlarız bizler. Aylarca top ve tüfek mermisi altında hayatta kalmanın, yürekle aklın direncinin nasıl bir sinerjiye dönüştüğünü araştırmayan bizler; çocuklarımıza da Çanakkale’yi anlatamıyoruz.
Çanakkale’ye yeni evlendiği kocasını gönderen gelini, tek oğlunun sırtını sıvazlayıp gözyaşlarını içine akıtan anayı, bir daha geri gelemeyeceğini bildiği evladının gözünün içine bakarak “Allah’a emanet ol!” diyen babayı anlamadık, anlamaya çalışmadık.
Çanakkale, yeni gelinin, ananın, babanın kalbindeki ateşte saklı... Çanakkale, siperlerde nöbet bekleyen Mehmetçiğin gönlünde gizli...
Çocuklarımız Çanakkale’yi sadece bir savaş olarak görmemeli.
Çanakkale, bir varoluş mücadelesinin yansıması olarak bilinmeli. Ve Anadolu’nun her vilayetinde saklı Çanakkale hikâyeleri unutulmaya yüz tutmadan su yüzüne çıkarılmalı. Çanakkale unutulmamalı. Çanakkale ruhumuzun yeniden ihyası adına önemli bir adım olmalı.
GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİNİN HALİ (sinirlerinize hakim olamıyacaksınız)
http://www.youtube.com/watch?v=TzLdq1vqlNc
Albay Mustafa Kemal Çanakkale’yi anlatıyor

“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperlerin hiç biri kurtulmamacasına kamilen düşüyor. İkincidekiler onların üzerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik edilecek bir misaldir.
Emin olmalısınız ki, işte bize Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” (Prof. Azmi Süslü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.7, s 306 Aktaran: Mustafa Turan, age: s:56)
Churchill: Türkler insan değil gaz kullanılabilir!

Savaşta Kızılay bayrağı çekmiş yaralı taşıyan bir gemimiz, yine bir hastanemiz vurulmuştu. Halbuki biz Kızılhaç gemilerine ateş etmiyorduk. Yine cephede gaz kullanarak kural tanımamışlardı.
İngilizler 1. Dünya Savaşı sırasında uluslararası savaş hukukunu tamamen hiçe saymışlar, Türk askerine karşı zehirli gaz kullanmışlardır. Çanakkale’de ise yine gaz kullanmışlar, Cenevre sözleşmelerini hiçe sayarak yakaladıkları esirleri barakalara doldurup diri diri yakmışlar, hastane gemilerini ve karadaki hastaneleri de topa tutmuşlardı. Buna karşılık Osmanlı askerleri ise hastane gemilerine, yaralanıp yere düşenlere asla ateş etmemişlerdir. Bunlarla ilgili yüzlerce hatıra kendi kaynaklarında bulunmaktadır.
Mesela Sargıyeri’nde bulunan binlerce yaralı askerimiz, Kızılay bayrağı düşman tarafından görünmesine rağmen top atışına maruz kalmış aynı anda 18 bin gazimiz şehit olmuştur. Yine şimdi Akbaş Şehitliği’nde elbiseleri ile yatan 200 Mehmetçiğimiz, yaralı vaziyette hastane gemisiyle İstanbul’a sevk edilirken, düşman gemileri tarafından bombalanarak şehit olmuşlardır. Oysa Türklerin kendi top menziline girdiği halde yaralı taşıyan düşmanın hastane gemilerine ateş etmediklerini bizzat Fransız generali Guro, hatıralarında ifade etmektedir.
Avustralyalı Harold C. Newman’ın ifadeleri de şöyledir: “Savaş gemilerimiz hastahane gemisine yaklaşınca, Türk topçusu, Kızılhaç işaretini taşıyan gemiye zarar vermemek için hemen ateş kesmekten geri kalmıyordu. ‘Bunlar ve benzeri olaylar, birliğimizin bütün mensupları üzerinde derin bir saygı ve sempati uyandırmakta gecikmemişti. Pek çoğumuzun düşünce ve kanaatini ifade ettiğimden emin olarak belirtmek isterim ki, Türklerin karşımızda değil, bizimle aynı safta olmalarını yürekten arzulamıştık. O dehşet verici savaş içinde bizler, Türk askerini ‘Coni Türk’ olarak tanımış ve hayranlık duymuşuzdur.”
Savaşın arkasındaki beyin olan Winston Churchill, Türklere karşı zehirli gaz kullanalım teklifinde bulunmuş, ancak sağduyulu bazı İngiliz yetkilileri bu teklife karşı çıkarak “Bu bir insanlık suçu olur.” deyince, dönemin Bahriye Nazırı Churchill’in cevabı tüyler ürperticiydi: “Ama Türkler insan değil ki! Medeni olmayan (barbar) milletlere karşı gaz kullanılabilir!” Churchill’in 1919’da yazılı not olarak kağıda döktüğü görüşlerinin belgesini yanda bulacaksınız. (http://www.chu.cam.ac.uk/images/archives/ CHAR_ 16_15A_46.jpg)
Bu, aslında evrimin babası Charles Darwin’in ortaya attığı ve 40 yıl önce de İngiliz Kraliyeti Müstemlekeler Bakanı Lord Gladstone’un ve ekibinin ileri sürdüğü “Türklerin maymun insan arası ‘medeniyet yıkıcı’ bir canlı türü” olduğu görüşüdür! Türkler böyle kodlanınca gaz da dahil her şey caizdir onlara göre.
Bu, “Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri” (Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını) kitabında açıkça belgelerle ortaya konmaktadır. İngilizler 19-20 Mayıs ve 2 Temmuz saldırılarında gaz kullanmışlardır. Osmanlı idaresi konuyu hariciye vekaleti kanalıyla dünyaya duyurmuş ve “Hâmî-i hak ve medeniyet geçinmek isteyen düşmanlarımıza mukabele-i bi’l-misilde bulunmak mecburiyeti hâsıl oluyor!” sözleriyle protesto etmiştir. Bu kez Alman subayları Türk askeriyesine gaz kullanmayı teklif etmiştir. Çünkü İngilizler sahilde ve alçak seviyededir, rüzgar da aleyhlerine esmektedir. Türk kurmay heyeti bunu kabul etmemiştir. Bu sırada İngiliz kurmay heyeti “Türkler de gaz saldırısında bulunacaklar” endişesiyle askerlerine gaz maskeleri dağıtmıştır. Ancak ecdadımızın cihat meydanındaki mertliğine o ana kadar şahit olan Anzaklar, “Türkler gaz kullanmazlar. Onlar temiz savaşçılardır.” diyerek gaz maskesi takmayı şiddetle reddetmişlerdir. (Bkz: http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/canakkale/0001_canakkalemuharebe.htm)
“1919’da savaş bakanı olan Winston Churchill, “uygarlaşmamış kabilelere (Kürtler ve Afganlar) karşı zehirli gaz kullanılması” ihtimalinden coşkuya kapılmıştı. Hindistan Bakanlığı’nın itirazlarını “makul olmadığı” için reddetmiş ve “gaz kullanımına karşı gösterilen ‘yufka yürekliliği’ esefle karşılamıştı. Ve Hindistan Bakanlığı’nın itirazlarına karşın, RAF (Royal Air Force-Kraliyet Hava Kuvvetleri) Ortadoğu Komutanlığı’na ‘söz dinlemeyen Araplara karşı deney amacıyla’ kimyasal silah kullanma yetkisi tanımıştı. Churchill, ‘Sınırda hüküm süren kargaşanın hızlı bir şekilde sona ermesini sağlamak için var olan herhangi bir silahın kullanılmasına hiçbir koşulda karşı çıkamayız.’ açıklamasında bulunmuştu. Kimyasal silahlar, Churchill’e göre, sadece “Batı biliminin modern savaşa uygulanmasıydı.”
(Bkz: Noam Chomsky, Z Magazine dergisi, Nisan 1998)
Nusret Mayın Gemisi ve Cevat Paşa’nın rüyası

İtilaf devletlerinin Çanakkale ve İstanbul boğazlarını açmak için teşkil ettikleri İngiliz ve Fransız filolarından müteşekkil büyük armada, 17 Mart akşamı Karanlık Umanı çevresinde son bir defa daha yaptırdığı mayın taraması ile emniyet hissi ve ertesi gün kazanmayı düşündükleri zaferin tatlı hayalleriyle uykuya dalarlar. Oysa uyumayan birileri vardır. Saat gecenin bir buçuğunu gösterdiği zamanda 360 tonluk eski bir tekne olan Nusret Mayın Gemisi bütün ışıklarını karartmış, ağır ağır, Rumeli kıyısını çok yakından takip ederek sessizce Boğaz’dan aşağıya doğru inmektedir.
Gemi kumandanı Yüzbaşı Hakkı Bey, aldığı emir gereği çok rizikolu bir işe girişmiştir. Sisli ve yağmurlu havanın görüş alanını çok azaltmasından faydalanan Hakkı Bey, duman çıkarmaması için makinelerinin dakika devrini l40’da tutmak şartıyla her 15 saniyede bir mayın olmak üzere poyraz lodos yönünden 26 adet Türk yapımı mayını bu bölgeye döktürür.
BÖYLE BİR PLAN NEREDEN ÇIKMIŞTIR?
Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa bir gece çok enteresan bir rüya görür. Rüyasında kulağında yankılanan ses şöyle demektedir: “... Deniz üzerine bak! Denize doğru nazar eden Cevat Paşa dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş pırıl pırıl “Kef” ve “Vav” harflerini görür. Heyecanla uyanan Cevat Paşa, rüyaya bir anlam veremez.
O sırada Seddülbahir, Ertuğrul, Kumkale, Orhaniye istihkam ve bataryaları düşmanın çok üstün sayıda ve taretler içinde korunmuş çabuk ateşli ve büyük çaplı gemilerin acımasız saldırısı karşısında çoktan susmuş, moloz ve toprak yığını haline geldiğinden savaş dışı kalmıştır.
Tenger, Soğanlıdere ve Baykuş bataryalarını takviye ettirmek için teftişe çıkan Cevat Paşa, Kilitbahir’den istimbota binerken yedi yıl önce veremden ölen kızı Bedile Hanım’ı hatırlar. Kabri büyük veli Ahmed Cahidi Sultan’ın türbesinin haziresindedir. Az sonra onun mezarı başına geldiğinde rüyasındaki sesi burada da duyar; şöyle demektedir lahuti ses: “... Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe”. Cevat Paşa, korku ve şaşkınlık içinde bocalarken karşısında yüzüne bakılmayacak kadar güzel, nurânî bir siluet belirir. Adam, Cevat Paşa’nın kolundan tutup sorar:
- Bir derdin mi var?
Cevat Paşa, gördüğü rüyayı ve az önce duyduğu sesi bir solukta anlatır. Nur yüzlü adam (Ahmed Cahidi Sultan) cevap verir:
- Nur, zafer işaretidir. Ebced hesabında “Kef” harfi 20, “Vav” da 6 rakamını bildirir ve 26 yapar...
Bunları söyledikten sonra aniden kaybolur. Cevat Paşa, hemen Mayın Grubu Kumandanı Nazmi Bey’i çağırıp sorar:
- Depolarımızda kaç mayınımız var? Nazmi Bey’in cevabı çok şaşırtıcıdır:
- Elimizde bir Türk usta tarafından yapılan 26 mayın var. Alman teknisyenler bunları döşememizi istemediler. Şu anda Boğaz’daki mayın sayısı 377’dir ve hepsi Alman yapımıdır.
NAZMİ VE HAKKI BEY’LE BULUŞMA
Cevat Paşa, daha sonra Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey ile Yüzbaşı Hafız Nazmi Bey’i makamına çağırır ve mayınları nereye dökecekleri konusunda plan yaparlar. Ve plan gereği bu sırlı 26 mayın Kumbağı Burnu ile Soğanlıdere arasına iki sıra halinde Boğaz’a paralel olarak tekbir ve dualarla dökülür.
Ertesi gün 18 Mart 1915 sabahı İngilizlerin en büyük zırhlılarından Irresistible ve Ocean zırhlıları, Nusret’in sabaha karşı döktükleri mayınlara çarparak herkesin şaşkın bakışları arasında Boğaz’ın dibini boylarlar.
(Prof. Azmi Süslü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.7, s 306 Aktaran: Mustafa Turan, s 56)
Bayram namazında askerimizi örten bulutlar

İlahi yardım müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. Bedir’den, Huneyn’e Çanakkale’den Sakarya’ya, oradan Kore’ye kadar birçok sıradışı olay yaşanmıştır.
Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve Allah’ın (cc) bizlere yardımını açıkça ortaya koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine kadar meydana gelen birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve Mehmetçik oruçlarını aksatmadan tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu soru gelir: “Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?” Bütün bu endişeleri yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor:
“Gelibolu’da oturmakta idim. Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler -o zaman 28 yaşındaydım- savaşın içinde görev yaparken, yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi’nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış. 11 Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı.
“Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın!” dedi.
Paşanın yanından ayrılmıştım ki, zamanın ulularından gözü gönlü Hak adına bağlanmış arif, zarif bir zat çıktı karşıma. Bilgide kimse onunla yarışamazdı. Develer yükü okumuştu. Sohbette onu dinleyenler yangın içinde olsalar sohbetini bırakıp ateşten kaçamazlardı. Bu zat o gün orada idi.
Bana dedi ki: “Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! Allah ne derse o, olur!”
12 Ağustos 1915 Perşembe günü Ramazan Bayramı’nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi... Aynı göle dökülen sular gibi; Allah sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık; hevenk hevenk beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes “Allahü Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce Allah bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. Bu ulu kişi askerin karşısında baş kesti; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle, Hazreti Kur’ân’dan “Fetih Sûresi’nin 1’den 9. ayetine kadar okudu. Sonra iki rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah” sözlerini devamlı tekrarlıyorlardı. Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi dayanacak? “Allah! Allah!” diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı. Allah ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi.
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen ‘’La ilahe İllallah” sesleri, insanın kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kah yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. Hak’tan başka Hak yoktu. Tekrarlanan hep buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından düşman siperlerinden yükselen, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” sesleri bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde geldi..
Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı.
12 Ağustos 1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken, Anafartalar cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım, bu bulutları yere indirip sis halinde bize gösterilmesi ancak Hazreti Allah’ın emriyle, dört büyük melekten biri olan Mikail Aleyhisselâm tarafından yerine getirilmiştir. Bu olay, Ulu Allah’ın (cc) büyük bir mucizesidir.”
(M.İhsan Gençcan, Ç. S. ve Menkıbeler, İst.1998 s. 75)
Kaşıkçı Dede ve Ladikli Ahmed

Çanakkele’de başta Efendimiz (sas) olmak üzere büyük zatların manevi tasarruf ve yardımları olmuştur. Kaşıkçı Dede de esrârlı zâtlardan biridir.
Kilitbahirli Kaşıkçı Dede’nin himmetine şahit olan sonraki yılların büyük velisi Konya Ladik’ten Ahmed Ağa hadiseyi şu şekilde anlatıyor:
“15 Temmuz 1915 sıcak bir yaz günü. Bir taraftan düşmanın ateşi, öte yandan güneşin harı kavurur yarımadayı. Mehmetçiğin en büyük ihtiyacı su olur o günler. Cepheye yeni sevk edilen bir bölük asker, Bigalı köyüne doğru yola çıkarılır. Askerlerimize susuzluğun harareti tam çökmek üzeredir ki yolun sol tarafında çeşme başında sakallı bir dede seslenir onlara: “Gelin evlatlarım soğuk su vereyim, gelin doldurun mataralarınızı.” Koşarlar o tarafa doğru. Geri kalıp susuz kalmamak için gizli bir yarış başlar içlerinde. Bir de bakarlar ki çeşme akmıyor. (Bu çeşme halen mevcut olup kışın aktığı halde haziran gelince suyu kesilir.) Dedenin elinde bir toprak testi vardır; ama o da taş çatlasa 10-15 litre su alır. Hiç 300-400 kişiye ufacık testinin suyu yeter mi? Kaşıkçı Dede; “Acele etmeyin yavrularım, için kana kana, doldurun mataralarınızı.” der. Lâdikli Ahmed Efendi hiç acele etmez ve hep en sonu bekler. Anlaşılan haberdardır bazı şeylerden. Nihayet herkes matarasını doldurur; ama testide hâlâ su bitmez! O da uzatır matarasını, içer kana kana suyunu. Hâlâ toprak testide su vardır. Ahmedcik dayanamaz sorar, “Dede senin adın ne?” diye. “Kaşıkçı Dede derler evladım bana. Kilitbahir köyünde otururum. Evladım cephede yaralanırsan matarandaki bu sudan döküver yarana. Biiznillah şifa bulursun.” der.
Ahmed, bu sözü unutmaz ve matarasındaki suyu da bitirmez, saklar. Bir müddet sonra arkadaşları ile beraber yaralanır ve aklına su gelir. Döker kendi ve arkadaşlarının yaralarına. Şifa bulurlar. Çok geçmez bir daha yaralanır; ama bu defaki hem daha ağır ve hem de su bitmiştir. Eceabat’taki vapur hastaneye getirilir. Biraz iyileşince hava değişimine gönderilmek istenir. O, cepheye gitmek ister. Soğanlıdere’deki asker ağabeyini ziyaret etmek üzere bir günlük izin alır. Ağabeyinin şehit olduğunu öğrenir. İçinde fırtınalar kopar ve o duygularla dönerken Kilitbahir köyüne uğrar. Kaşıkçı Dede’yi sorar birkaç kişiye. ‘Burada öyle biri yok’ derler. Bir başkası ise; “Yüzlerce yıl önce yaşamış bir evliyanın kabri var. Biz ona Kaşıkçı Dede deriz.” der. O mübarek Allah dostunun kabrini gösterirler. Hep beraber dua ederler. Bu arada Ladikli Ahmed meseleyi gönlünde çözer. Artık testiyi de anlar, suyu da.” [Bkz: Mehmet İhsan Gençcan, Kan Çiçekleri, Aktaran: Salim Dağ, Ufuklar Dergisi, Mart-2001, shf., 15]
Koca Seyid

Koca Seyid, 1909 yılında, 20 yaşında askere alındı.Balkan savaşlarına katıldı.Cihan Harbi patlayınca terhis edilmedi. Topçu eri olarak Çanakkale’ye gönderildi.
İri yarı, çok güçlü olan Koca Seyid, burada Rumeli yakasındaki Kilitbahir’in 28’lik Rumeli Bataryası’nda topçu eri olarak vazifeliydi. 18 Mart günü, bulunduğu bataryaya İngiliz gemisinden atılan büyük bir bombayla birliğimiz toptan imha oldu. İçlerinden yalnızca Seyid Onbaşı ile Niğdeli Ali kurtulmuştu. Bir de Yüzbaşı Hilmi. Rumeli Mecidiye Tabyası’nda tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyid ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı. “Lâ havle velâ kuvvete illa billah!” (Allah’tan başka kimsede havl ve kuvvet yoktur!) duası Seyid’in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini sırtlaması bir oldu. Demir basamakları ağır ağır tırmandı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyid’in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini değiştiren olayı gerçekleştirmiş ve “Ocean” isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır. Akşama doğru Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, Seyid’in bataryasına geldi ve bu isimsiz kahramanı kutladı. Cevat Paşa, resminin çekilmesini istedi. Seyid ne kadar zorlandıysa da o mermiyi sırtlayamadı. Bunun üzerine tahtadan bir mermi yapıldı. Koca Seyid o mermiyi sırtına alarak fotoğrafçının karşısına geçti.
***
KOCA SEYİD’E NE OLDU?
Pek çok isimsiz kahraman gibi Koca Seyid de vefasızlıklar girdabına sürüklendi. Köyüne döndü. Hamallıkla geçinmeye çalıştı. Bu sıralarda üşüttü ve vereme yakalandı. Adı tarihe altın harflerle geçen kahraman, fakirlik içinde yakalandığı veremden kurtulamayarak sessiz sedasız dünya misafirhanesine veda etti.
Kızı Ayşe Yıkar, “Gençliğimizde hep aç ve sefil bir hayat yaşadık. Annem de zaten aç ve perişan bir hayattan dolayı hastalıktan öldü. Ondan geriye bir şey kalmadı. Zaten bir şeyi yoktu ki.” diyordu. (Bkz: Çanakkale’nin Ruh Portresi, İbrahim Refik, Albatros Yay. 0212 519 39 33)
*** Seyid, (Seyit Çabuk) 1889 yılında Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelmişti. Yoksul, topraksız bir köylünün çocuğuydu. Ve 1939’da öyle de öldü.
18 Mart ve Anafartalar Zafer günlerini niçin mevlitler ve hatimlerle anmıyoruz?

Niçin her yıl 18 Mart Deniz Zaferi ve Ağustos’taki Anafartalar Zaferleri’nde Türkiye’nin dört bir yanında mevlit ve hatim merasimleri yapılmıyor? Şehitlerimizi devlet-millet birarada mevlidlerle yâd etmiyoruz.
Edirne’den Ardahan’a, Hakkari’den Muğla’ya kadar Çanakkale’de her aileden en az bir şehit varken, neden bu günleri sönük kutlamalarla geçiştirmekten öteye birşey yapamıyoruz? Conkbayırı, Anafartalar zaferi günlerinde niçin Gelibolu Yarımadası’nda milyonlarca insanımızı buluşturacak büyük etkinliklere, anma toplantılarına, mevlitlere önayak olamıyoruz? Göstermelik merasimler dışında niçin Çanakkale’yi sivil toplum kuruluşları, medya ve askeriyemizle birlikte topyekun kucaklayamıyoruz? Halbuki ne güzel olurdu, sadece Çanakkale’de şehit olanlar için değil, İstiklal Harbi şehit ve gazilerimizle birlikte Filistin, Yemen, Galiçya, Kafkaslar ve Anadolu’da şehit olan kahraman ecdadımız için her camide aynı saatlerde hatimler indirsek, sevabını onların muazzez ruhlarına hediye eylesek... Diyanet İşleri Başkanlığı’mıza ve sivil toplum kuruluşlarına bu noktada büyük görevler düştüğü bir gerçek.
Ayrıca bu bölgeye gitmeden önce son yıllarda çıkmış ve Çanakkale’yi anlatan kitaplardan bilgi alınsa, bölgeyi iyi tanıyan rehberlerin yardımı talep edilse geziler daha anlamlı olur. Bölgenin tarihi dokusunun korunması ve tarih bilincimizin canlı tutulması amacıyla yapılan faaliyetlere destek olunmalı. Bu anlamda her yıl kilometrelerce uzaktan gelerek Çanakkale’yi ziyaret eden Anzakların durumu örnek alınabilir. Çocuklarımıza da tarih bilincinin aşılanabilmesi için yaşananlar kaynaklarıyla anlatılabilmeli.
İstanbul’daki Çanakkale şehitleri de ziyaretinizi bekliyor!
Çanakkale savaş alanlarına ve şehitliklere çok güzel bir akın var. Anadolu’dan Trakya’dan otobüs dolusu binlerce insan her yıl şehit ecdatlarının kabirlerini ziyaret için Çanakkale’ye doğru yola çıkıyor. Çoluk çocuk, genç yaşlı yüzbinlerce insan her yıl bu ziyareti yerine getiriyor. Ama diyorsunuz ki, ne sağlığımız, ne de imkanlarımız böyle bir ziyareti yapmaya imkan tanıyor. Tamam. Ama eğer özellikle İstanbul’da oturuyorsanız Çanakkale şehitlerini ziyaret şansınız yine de var. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle; Çanakkale Savaşları sırasında binlerce yaralı, hastane gemileriyle ve karayolundan da çeşitli vasıtalarla hep İstanbul’a taşındı.
Çanakkale Savaşları’nda İstanbul, büyük bir hastane gibi hizmet verdi. Kadıköy yakasındaki koca Selimiye Askeri Kışlası bile hastane olarak kullanıldı. Yarası ağır olup da iyileşemeyenler burada şehit oldu ve büyük çoğunluğu Edirnekapı’daki şehitliğe gömüldü. Şehitliğin olduğu bölüme de Çanakkale Savaşları’nın ve destansı zaferlerin anısına büyük bir anıt dikildi. Mehmed Âkif Ersoy merhum da bu şehitlerle polis şehitleri arasındaki bölümde medfundur.
22 BİN ŞEHİT İSTANBUL’DA
Edirnekapı’daki şehitlikte 22 bin Çanakkale şehidi yatıyor. Edirnekapı şehitliği kültür tarihçisi araştırmacı-yazar-yapımcı Talha Uğurluel’in ifadesiyle adeta “Küçük Çanakkale”dir. Ecdadını ziyaret etmek isteyenler Edirnekapı’ya gidebilirler. Belki de dedelerini burada bulacaklar. Mesela bizim son ziyaretimizde de öyle oldu. Zaman Gazetesi Kültür Servisi’nden Ahmet Doğru Bey, kitabelerdeki isimleri okurken Bandırmalı “İbrahim oğlu Recep” adını görünce “A, bu büyük ninemizin bahsettiği Çanakkale’ye gidip de dönmeyen aile büyüğümüz olmalı.” deyiverdi. Memleket ve isimler uyuyordu. Siz de böyle sürprizlerle karşılaşabilirsiniz.
İLAHİ İKRAM KÜÇÜMSENEBİLİR Mİ?
Çanakkale’de savaş esnasında yaşanan sayısız fevkalade hadiseden başka savaş sonrasında da pek çok olağanüstü hadise vukû bulmuştur. Cesedi bozulmamış şehitlerimiz, tüfeğini bırakmayan askerimiz, akşamları görülen nöbet mangası, daha neler neler. Bugün bu manevi hâlden yoksun bazıları bunları, “hurafe” olarak yansıtmaya çalışıp, insanımızın maneviyatını bozmaya çalışıyorlar. Savaştan sonra ortaya çıkan bu ilahî tecellilerin en önemli hikmeti, “Ve’d-Duha” suresinde ifadesini bulan “Rabb’imizin bizi terketmediği ve yolunda gidersek de terketmeyeceği”ni ifade etmesidir. Biz Çanakkale’de şahlanan rûhu canlı tuttukça ilahi nusret de her zaman milletimizin üstünde olacaktır.
EDİRNEKAPI’DAKİ “MEÇHUL ASKER”

Karayolları idaresi, şehrin çevre yollarının yapımına başlamış. Hazırlanan plana göre yollardan biri de Edirnekapı Şehitliği’nin ön kısmından geçecek. Yol çalışmaları öncesinden yolun geçeceği yerlerdeki mezarlıklarda nakil işlemleri yapılacak. Yol geçen yerlerdeki mezarlara sahip çıkan olursa gelip “kendi ölüsünü nakledecek, kimsenin sahiplenmediği mezarlar ise buldozerin acımasına bırakılacak. Gelin olayı, o yıllarda 17. Bölge Müdürlüğü l. Grup Şefliği’nde inşaat sürveyanı olan Kütahya Emetli Ahmet Yenel’den dinleyelim:
“Çevre yolu ve tünelinin geçiş yapacağı istikamette, Edirnekapı Mezarlığı bulunmakta, -ne tevafuk ki- Çanakkale şehitlerinin gömülü kısmı da tam yolumuzun üzerinde; mecburen, mezarları açıp şimdiki şehitliğe nakledeceğiz.
Bir gün, ölüler arasında elbise ve vücudu nokta kadar bozulmamış bir subay çıktı karşımıza. Tam uykuya dalmış bir kişi; pantolonunun iki yanında kırmızı dikişi vardı. Gözleri yumuk, sanki bize gülüyordu. Öyle bir hali vardı ki; ‘benim canım yok olmadı, öbür dünyada bile olsa ben böyleyim’ der gibiydi. Olay cuma gününe denk gelmişti. Aynen elbiseleri ile tabuta yerleştirip camiye götürdük. Namazını kılarak tekrardan bu günkü yerine diğerlerinden ayrı olarak gömdük. İnceleme sırasında isminin Mülazım Yusuf olduğu tespit edilmişti. Ama, mezar taşına ismi yazılmamış.”
(Bakınız: Çanakkale Savaşları, Talha Uğurluel, sf: 235)
Taşının üzerinde şu ifade yer alıyor: “1971 yılında şehitlikteki tünel inşaatının yapımı esnasındaki kazılarda meçhul asker elbiseleriyle birlikte bütün olarak bozulmadan bulunmuştur ve buraya bulunduğu şekliyle defnedilmiştir. Ruhu şadolsun.” Bu meçhul askerin mezarı polis şehitliğinin içindedir.