Hayır, Cumhurbaşkanı Gül dün “devrim” yapmadı.
Meclis’i açış konuşması, esasen “devrimci” mesajlar içermiyordu...
Aksine, bugün dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde ancak “malûmun ilâmı” sayılacak, “başka türlüsü mümkün mü ki zaten” dedirtecek mesajlardı bunlar.
Radikal hiçbir yönü yoktu konuşmanın...
Sakindi, mâkuldu, ölçülüydü.
Hamurunda, demokratlığın “unu” ve “suyu” sayılabilecek asgari malzemeyi barındıran, yani halk iradesinin ve hukukun üstünlüğüne saygı duyan herkesin kolaylıkla benimseyebileceği sözler söyledi.
Yanlış anlamayın; “Gül’ün konuşması önemli değildi” demiyorum, hamaset yaptığını hiç düşünmüyorum.
Zira Gül’ün, bugün dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde sıradan, hatta “bayat” sayılabilecek vurgularında, maalesef, Türkiye için taze sayılabilecek bir yaklaşım, gecikmişliğine karşın umut veren bir açılım vardı.
Dün Taraf’ın yazıişlerinde, yüzlerimize bu devletin ağlanacak haldeki sicilini bilmenin kondurduğu ama asla alaycı olmayan, samimi ve ümitli bir tebessümle, sürmanşete “Gül devrimi” yazmaya karar vermemiz de bundandı.
Cumhurbaşkanı’nın “sıradan” mesajlarına, sabık ve sabıkalı bir cumhuriyet zihniyetinin içinden baktığınız anda, bu mesajların “sıra dışı” hale gelivermesindeydi “devrim.”
Öyle ya, “Konum ve sıfatı ne olursa olsun, hiç kimse hiçbir nedenle hukukun dışına çıkamaz...” diyordu Gül.
“‘Devletin bekası’ veya ‘ulusal çıkarlar’ gibi kavramlar da hukuksuzluğu ve keyfiliği haklılaştırmak için kullanılamaz. Hukuk devletinin olduğu yerde keyfiliğe yer yoktur...” diyordu.
Devlet erkini kullanan kişi ve kurumların yetki alanlarının hukuk kurallarıyla belirlenmesi gereğinden dem vuruyordu.
Devleti ve rejimi koruma bahanesiyle hukuk dışı yollara başvurmanın, devletin güvenliği ve rejim için en büyük tehlike olduğunu söylüyordu.
Bununla da yetinmiyor; derinlere sesleniyordu:
“Devletin, bir yüzeyde görünen bir de derin ve görünmeyen yüzü olamaz. Devletin tek yüzü hukuktur. Hiç kimse ve hiçbir grup kendini devletin yetkili organlarının yerine koyarak tasarrufta bulunamaz, eylem yapamaz.”
Velhasıl Cumhurbaşkanı, “darbe planlamayın, çete kurmayın, devlet yetkisini hukuk dışına çıkarak kullanmayın” telkininde bulunuyordu; yaşadığı darbelerin, darbe teşebbüslerinin ve deşifre edilmiş darbe planlarının sayısını karıştıran bir cumhuriyetin çocukları için, maalesef “devrimciliğin” kıyısında mesajlardı bunlar.
Yine Gül, “Kürt” kelimesini ağzına almadan ve tabii ki, sürüp giden savaştan “savaş” olarak bahsetmeksizin, “ülkenin içini kemiren soruna” dikkat çekiyor; “Siyasi aklı güçlü bir devlet, sorunlarını başkasına fırsat vermeden kendi iradesiyle çözer” diyordu.
Farklılıkların zenginlik olduğunu, “tek kalıp” içinde eritilemeyeceğini ama farklılıkların “millet içinde millet adacıkları oluşturmak şeklinde de anlaşılmaması gerektiğini” ifade ediyordu.
Bu sözlerin meali açıktı:
Kürt kimliği de (diğer bütün kimlikler gibi) bu ülkenin zenginliğidir, Kürde “Türksün” demenin anlamı yoktur ama bu ülkenin, Türküyle Kürdüyle tek bir “millet” olarak yaşamasını engellemeye de çalışmayınız...
Gül’ün “devrimciliği,” bunu söylemesine yazık ki yetmedi ama konuşmasının satır aralarında, “Anayasal vatandaşlık kapsamında her etnik unsurun eşit ve makbul sayılacağı bir millet” özlemini okudum ben.
Bu özlemi taşıyan bir “vatandaş” olarak da samimi bir ümit duydum.
Ta ki muhalefet partilerinin, Cumhurbaşkanı’nın sözlerine tepkisini dinleyinceye dek...
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kendisine yakışır bir şekilde, “Gül, farklılıklar ülkesinden gelen konuk bir cumhurbaşkanı gibi konuştu. Metnin hiçbir yerinde ‘Türk’ kavramına yer vermemesi bizi çok üzdü” deyiverdi...
Bu yorumun ağlanacak haline gülemedim bile.
Beni güldüren, CHP lideri oldu.
Deniz Baykal’ın tepkisi, kötü bir şaka gibiydi gerçekten; Gül’ün konuşmasını dinlerken “yüreği kararmış...” Öyle söyledi.
Baykal’ın esas derdinin, Gül’ün, hem de Obama’dan sonra nihayet kendi cumhurbaşkanlarını dinlemek için de Meclis’e gelme lütfunda bulunan generallerin karşısında, demokratik açılımı savunması olduğu anlaşılıyordu.
Gül şöyle demişti:
“Türkiye kendi sorunlarını kendisi çözmek zorundadır. Bir ülkenin içini kemiren sorunlar varsa, bunlar kaçınılmaz olarak başka devletlerin müdahalesine açık alanların ortaya çıkmasına yol açar. Çünkü bugünün dünyasında sorunları başkalarından gizlemenin yolu yoktur; her şey açık bir şekilde dünyanın ve herkesin gözü önünde yaşanıyor.”
Baykal şöyle yorumladı:
“‘Eğer bu konuları çözemezsek, gelirler bizim adımıza çözerler’ anlamına gelen, bir cumhurbaşkanının ağzına yakışmayan bir yaklaşımı Gül’ün ağzından dinlerken yüreğim karardı.”
Meali açık değil mi?
Açıkça, “Kürt meselesini çözmeyin, savaşı bitirmeyin” diyen bir ana muhalefet lideri yok mu bu ülkenin?
Hamurunda demokratlığın unu ve suyu bile olmayan, derin devletin önünde eğilip, toplumun geniş bir kesimini dışlayarak adeta bir bürokratik görev ifa edercesine siyaset yapan bu adam, aynı zamanda çağından da, dünyasından da bihaber bir “eski zaman komedyenini” andırmıyor mu bazen?
Böyle bir kafanın, Gül’ün tarif ettiği küreselleşmiş dünyayı ve o dünyada, kırılan kolların yen içinde kalmasına izin vermeyen bir şeffaflaşmanın, ulusal sınırları tanımayan bir evrensel hukukun egemen olduğunu anlaması mümkün mü?
Deniz Baykal, sizin de yüreğinizi karartmıyor mu?Taraf Gazetesi | Yasemin Çongar - Baykal, kötü bir şaka gibi
Meclis’i açış konuşması, esasen “devrimci” mesajlar içermiyordu...
Aksine, bugün dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde ancak “malûmun ilâmı” sayılacak, “başka türlüsü mümkün mü ki zaten” dedirtecek mesajlardı bunlar.
Radikal hiçbir yönü yoktu konuşmanın...
Sakindi, mâkuldu, ölçülüydü.
Hamurunda, demokratlığın “unu” ve “suyu” sayılabilecek asgari malzemeyi barındıran, yani halk iradesinin ve hukukun üstünlüğüne saygı duyan herkesin kolaylıkla benimseyebileceği sözler söyledi.
Yanlış anlamayın; “Gül’ün konuşması önemli değildi” demiyorum, hamaset yaptığını hiç düşünmüyorum.
Zira Gül’ün, bugün dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde sıradan, hatta “bayat” sayılabilecek vurgularında, maalesef, Türkiye için taze sayılabilecek bir yaklaşım, gecikmişliğine karşın umut veren bir açılım vardı.
Dün Taraf’ın yazıişlerinde, yüzlerimize bu devletin ağlanacak haldeki sicilini bilmenin kondurduğu ama asla alaycı olmayan, samimi ve ümitli bir tebessümle, sürmanşete “Gül devrimi” yazmaya karar vermemiz de bundandı.
Cumhurbaşkanı’nın “sıradan” mesajlarına, sabık ve sabıkalı bir cumhuriyet zihniyetinin içinden baktığınız anda, bu mesajların “sıra dışı” hale gelivermesindeydi “devrim.”
Öyle ya, “Konum ve sıfatı ne olursa olsun, hiç kimse hiçbir nedenle hukukun dışına çıkamaz...” diyordu Gül.
“‘Devletin bekası’ veya ‘ulusal çıkarlar’ gibi kavramlar da hukuksuzluğu ve keyfiliği haklılaştırmak için kullanılamaz. Hukuk devletinin olduğu yerde keyfiliğe yer yoktur...” diyordu.
Devlet erkini kullanan kişi ve kurumların yetki alanlarının hukuk kurallarıyla belirlenmesi gereğinden dem vuruyordu.
Devleti ve rejimi koruma bahanesiyle hukuk dışı yollara başvurmanın, devletin güvenliği ve rejim için en büyük tehlike olduğunu söylüyordu.
Bununla da yetinmiyor; derinlere sesleniyordu:
“Devletin, bir yüzeyde görünen bir de derin ve görünmeyen yüzü olamaz. Devletin tek yüzü hukuktur. Hiç kimse ve hiçbir grup kendini devletin yetkili organlarının yerine koyarak tasarrufta bulunamaz, eylem yapamaz.”
Velhasıl Cumhurbaşkanı, “darbe planlamayın, çete kurmayın, devlet yetkisini hukuk dışına çıkarak kullanmayın” telkininde bulunuyordu; yaşadığı darbelerin, darbe teşebbüslerinin ve deşifre edilmiş darbe planlarının sayısını karıştıran bir cumhuriyetin çocukları için, maalesef “devrimciliğin” kıyısında mesajlardı bunlar.
Yine Gül, “Kürt” kelimesini ağzına almadan ve tabii ki, sürüp giden savaştan “savaş” olarak bahsetmeksizin, “ülkenin içini kemiren soruna” dikkat çekiyor; “Siyasi aklı güçlü bir devlet, sorunlarını başkasına fırsat vermeden kendi iradesiyle çözer” diyordu.
Farklılıkların zenginlik olduğunu, “tek kalıp” içinde eritilemeyeceğini ama farklılıkların “millet içinde millet adacıkları oluşturmak şeklinde de anlaşılmaması gerektiğini” ifade ediyordu.
Bu sözlerin meali açıktı:
Kürt kimliği de (diğer bütün kimlikler gibi) bu ülkenin zenginliğidir, Kürde “Türksün” demenin anlamı yoktur ama bu ülkenin, Türküyle Kürdüyle tek bir “millet” olarak yaşamasını engellemeye de çalışmayınız...
Gül’ün “devrimciliği,” bunu söylemesine yazık ki yetmedi ama konuşmasının satır aralarında, “Anayasal vatandaşlık kapsamında her etnik unsurun eşit ve makbul sayılacağı bir millet” özlemini okudum ben.
Bu özlemi taşıyan bir “vatandaş” olarak da samimi bir ümit duydum.
Ta ki muhalefet partilerinin, Cumhurbaşkanı’nın sözlerine tepkisini dinleyinceye dek...
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, kendisine yakışır bir şekilde, “Gül, farklılıklar ülkesinden gelen konuk bir cumhurbaşkanı gibi konuştu. Metnin hiçbir yerinde ‘Türk’ kavramına yer vermemesi bizi çok üzdü” deyiverdi...
Bu yorumun ağlanacak haline gülemedim bile.
Beni güldüren, CHP lideri oldu.
Deniz Baykal’ın tepkisi, kötü bir şaka gibiydi gerçekten; Gül’ün konuşmasını dinlerken “yüreği kararmış...” Öyle söyledi.
Baykal’ın esas derdinin, Gül’ün, hem de Obama’dan sonra nihayet kendi cumhurbaşkanlarını dinlemek için de Meclis’e gelme lütfunda bulunan generallerin karşısında, demokratik açılımı savunması olduğu anlaşılıyordu.
Gül şöyle demişti:
“Türkiye kendi sorunlarını kendisi çözmek zorundadır. Bir ülkenin içini kemiren sorunlar varsa, bunlar kaçınılmaz olarak başka devletlerin müdahalesine açık alanların ortaya çıkmasına yol açar. Çünkü bugünün dünyasında sorunları başkalarından gizlemenin yolu yoktur; her şey açık bir şekilde dünyanın ve herkesin gözü önünde yaşanıyor.”
Baykal şöyle yorumladı:
“‘Eğer bu konuları çözemezsek, gelirler bizim adımıza çözerler’ anlamına gelen, bir cumhurbaşkanının ağzına yakışmayan bir yaklaşımı Gül’ün ağzından dinlerken yüreğim karardı.”
Meali açık değil mi?
Açıkça, “Kürt meselesini çözmeyin, savaşı bitirmeyin” diyen bir ana muhalefet lideri yok mu bu ülkenin?
Hamurunda demokratlığın unu ve suyu bile olmayan, derin devletin önünde eğilip, toplumun geniş bir kesimini dışlayarak adeta bir bürokratik görev ifa edercesine siyaset yapan bu adam, aynı zamanda çağından da, dünyasından da bihaber bir “eski zaman komedyenini” andırmıyor mu bazen?
Böyle bir kafanın, Gül’ün tarif ettiği küreselleşmiş dünyayı ve o dünyada, kırılan kolların yen içinde kalmasına izin vermeyen bir şeffaflaşmanın, ulusal sınırları tanımayan bir evrensel hukukun egemen olduğunu anlaması mümkün mü?
Deniz Baykal, sizin de yüreğinizi karartmıyor mu?Taraf Gazetesi | Yasemin Çongar - Baykal, kötü bir şaka gibi