Yusuf Hayaloğlu'nun Hayatı ve Anıları......

SAHRANİL

Altın Üye




AYŞE ŞEN: BAŞARILI YAŞAM ÖYKÜLERİ isimli kitabından


YUSUF HAYALOĞLU
Ömrümün özeti ve beni vareden sebepler

Babam, annem Tunceli-Ovacık kökenli ve çok ünlü Demanan aşiretinin
mensupları. Babamın askerliği sonrası hayati nedenlerle, kucaklarında
6 aylık bir bebekle 3 gün boyunca yürüyerek Erzincan’ın Kemaliye
(Eğin) ilçesine kaçmak zorunda kalıyorlar.
Başlangıçta çok zorluklarla karşılaşıyorlar. Annem, kullanılmayan eski
bir ahırdan bozma, tek gözlü bir evde beni tek başına doğuruyor ve
göbeğimi de kendi kesiyor. Geçinebilmek için babam bağlarda,
bahçelerde bahçevanlık yaparken annem, evlere temizliğe gidiyor ve 5
çocuklarını okutmaya çalışıyorlar.
Kemaliye, çok göç veren bir ilçe olduğu için birçok konak ve bahçe
kendi kaderine terkedilmiş durumdadır. Babamla annem, işlerini çok iyi
yapan, yüksek ahlaklı kişiler olarak kendilerini göstermeye başlayınca
bu konak ve bahçelerden biri, yarıcı olarak kendilerine verilir. Çok
odalı konağın bakımını yaparak oturacaklar ve bahçelerden elde
ettikleri dut, ceviz, erik, elma gibi ürünlerin yarısı kendilerinin
olacaktır.
Bu yüzden benim çocukluğum, üç katlı eski bir konağın boş odalarında
gizemli öyküler düşleyerek, ağaç dallarına kurduğum tüneklerde
kitaplar okuyarak; binbir çeşit otu, çiçeği, börtü-böceği inceleyerek
geçmiştir. Doğayı tapınırcasına sevişimin, ressam ve şair oluşumun
kaynağı da o yıllardan beslenmiştir belki..
Kemaliye’liler tümüyle Türk ve sünni olmalarına rağmen, bizim Zaza ve
alevi kökenli oluşumuzu hiç yadırgamayıp sevgiyle, hoşgörüyle
bağırlarına basmış; birlikte barış içinde yaşamanın güzelliklerini
öğretmiştir. Yaşamım boyunca bütün şoven anlayışlara uzak durup ayrım
gözetmeksizin herkesi kucaklayan engin bir hümanizmaya ve tasavvufi
bir düşünceye sahip oluşumun kaynağı da buradadır
.
Buna rağmen mahalledeki ve okuldaki akranlarımın bana, başka dünyadan
gelmiş biri gibi davranıp “Kürdoğlu” diye alay etmeleri karşısında
sinmeden, boyun eğmeden onlarla kavga edişimin izleri de, yara-bere
olarak kafamda, burukluk olarak kalbimde hep kalmıştır. Haksızlığa
karşı mücadele eden, kendi doğrularını savunarak savaşan yanım da o
yıllarda şekillenmiş olmalı..
6 yaşımdayken böyle bir kavga esnasında 4 katlı bir binadan düşüp yere
çakılarak bacağımın kırılması sonucu aylarca yatağa mahkum olmam;
abimin kitaplarından, neredeyse su gibi okuyup yazmama ve ilkokul 1nci
sınıfı atlayarak, direkt 2nci sınıftan okulu sürdürmeme sebep olmuştu.
Okul birinciliğimin yanısıra, kasabada parasız yatılı sınavını,
üstelik Türkiye ikincisi olarak kazanan ilk kişi olmam, yaşamımın aynı
zamanda İLK dönüm noktasını oluşturmuştur
.
Başarımdan gurur duyup beni ilk ve son defa kucaklayan babamla; o
sekiz köşe şapkalı, pala bıyıklı, iri kehribar tespihli, kahır ve umut
yüzlü aşiret adamıyla; bir posta treninden, kartpostalını bile
görmediğim koca şehir İstanbul’a indiğimde henüz 11 yaşımda bir
çocuktum. Gazetenin, sinemanın, radyonun, televizyonun yer almadığı
çocuk beynimle, Haydarpaşa garı kapısında, ilk defa karşılaştığım
kocaman bir denizin, vapurların, martıların, muhteşem Sultanahmet,
Ayasofya silüetlerinin karşısında adeta şok geçiriyordum..
Yaklaşık 2500 kişinin okuduğu o kocaman Haydarpaşa Lisesi’nin
pencerelerinden bu muhteşem silüeti izlerken kaç defa ağladım,
hatırlamıyorum. Yalnızlıkla ilk tanışmam ve zaman içinde onu en yakın
arkadaşım olarak benimsemem de böyle başladı. Ve binlerce kitaplık
kütüphaneyi bir sığınak bilip kitaplara gömülerek hayal ufkumu
alabildiğine genişletmem de öyle…
Buna rağmen, bizden 7, 10 yaş büyük kıdemli öğrencilerin itip kaktığı,
zevk için dövdüğü akranlarımdan farklı olarak, boyun eğmeyen, kavgadan
korkmayan, kendini ezdirmeyen yapımla o koşullarda ayakta kalmaya
çalıştım.
Fakat savaşarak direnmenin tek başına bir anlam taşımayacağını anlamam
ve yaşamda varolmak için başkalarından daha başarılı olmak gerektiği
bilincine ulaşmam da aynı koşulların ürünüdür şüphesiz..
Bu yüzden
derslerde, oyunlarda, sporda, sosyal ve sanatsal faaliyetlerde hep
liderlik savaşı vermiş, geride olmayı asla kabul etmemişimdir. Yine
yaşamım boyunca hiç kimseden emir almadan, hiç kimseye de emir
vermeden; tek başına ve herşeyden bağımsız; sadece kendi emeği ve
ürünleriyle geçinen bir insan olarak hep emeğin, alın terinin yanında
yer alışımı da o yıllara borçluyum.
Okul futbol takımının ve Fenerbahçe genç takımının kaleciliğini
yaparken bir maçta burnumun kırılmasıyla sporu bırakıp sanata yönelmem
ise yaşamımın İKİNCİ dönüm noktasını oluşturmuştur
. Okul
orkestrasında, tiyatrosunda, duvar gazetesinde; resim, şiir ve
münazara yarışmalarında hep en önde olmakla beraber derslere olan
ilgimin azalmasıyla sınıfta kalışım ve parasız yatılı hakkımı
kaybedişim yaşamımdaki ilk yenilgim olarak hala içimi acıtır. Bir süre
annemlerin yanında Elazığ Lisesi’nde okurken bile bu gidişata engel
olamadım ve biraz da şoven-faşizan anlayışlı hocalar yüzünden okulu
terketmek zorunda kaldım. Ki Deniz Gezmiş’lerin asıldığı, devrimci
kıvılcımların her yere sıçradığı yıllardı..

Artık siyasetle ve sanatla uğraşmanın dışında hiçbir şey beni tatmin
etmiyordu. Tekrar İstanbul’a dönerek dışardan liseyi bitirip Devlet
Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimine başladım. Bir yandan da
Cağaloğlu matbalarına grafik işleri ve bijuteri atelyelerine
takı-aksesuvar modelleri yapıyordum.
Ne kadar karşı olsam da, o dönemde gençlik arasında hızla yaygınlaşan
sağ-sol çatışmasından uzak durmak mümkün olmuyordu. Polisle ve copla
ilk defa tanışmanın ruhumda yarattığı fırtınalar sonucu; bütün yaşamım
boyunca ezenlerden nefret edip hep ezilenlerden yana saf tutmaya yemin
edişim de aynı güne rastlar. Eğer devletine ve ülkesine düşman bir
anarşist olmaktan son anda vazgeçtiysem bunu, aynı dönemde yaptığım
evliliğe borçluyum. Bu, yaşamımın ÜÇÜNCÜ dönüm noktasını oluşturdu.

Bir işçi ailesinin tek çocuğuydu ve kendisi de hem okuyup hem çalışan,
henüz 17 yaşında bir kızdı; bense 19umdaydım. İkimiz de okulu bırakıp
iki odalı küçük bir evde, taksitle aldığımız eşyaların borcuyla yaşam
mücadelesine başladık. Askerlik zamanım gelince Elazığ’a, annemlerin
yanına taşınmak zorunda kaldık ve orada bir süre Hürriyet gazetesi
muhabirliği yaptıktan ve ilk çocuğum doğduktan sonra askere gittim.
Bornova, Burdur ve Konya 2.Ordu Karargahı’nda ressam olarak, orduya
büyük hizmetlerde bulundum. Çok önemli tatbikat planları, haritaları
ve stratejik yer maketleri ellerimde şekillendi, birçok mükafaat
kazandım ve bunlardan dolayı hep onur duydum.
Daha sonraları birçok
mahkemede ve kovuşturmada bu mükafaatların faydasını gördüm. Ve en
güzeli; polis copunun yarattığı fırtınaları, güleryüzlü generallerin
ılıman takdirleriyle atlatmış olmamdı. Ülkemi ve ülkemin değerlerini,
bazı ideolojik tuzaklara düşmeden, artık daha bilinçli ve daha candan
seviyordum.
Askerlik sonrası bir süre daha gazetecilik yaptım, bir çocuğum daha
oldu fakat mutsuzdum alabildiğine.. Elazığ bana dar geliyordu;
mecburiyet caddesinde o dostça selamlaşmalar, yerini kuşkulu ve
düşmanca bakışmalara bırakmıştı. Tunceli kökenli aleviler baskı ve
horlanmalar sonucu kentin dış mahallelerine çekilmek zorunda kalmıştı.
Ben Kemaliye’nin kucaklayan kollarında doğmuştum; bu reddeden ve geri
iten tutuculuk beni yeniden savunma mevzilerine sokabilir ve savaş
baltamı yeniden çıkartabilirdi. Oysa ben, tek silahı sanat olan bir
iyilik savaşçısıydım.
Üstelik Elazığ’da deniz de yoktu ve ben denizi
görmeden asla yaşayamazdım.
Yeniden İstanbul, yeniden yaşam mücadelesi ve nefretle sevgiyi içiçe
barındıran, her şeye rağmen vazgeçilmeyen bu kentte, düşe kalka bugüne
kadar süren bir acılı serüven..
Ailemi kimseye muhtaç olmadan ve hiçbir şeyden mahrum etmeden
geçindirebilmek ve bir yandan da onurunu yitirmeden, namuslu ve dimdik
yaşamayı, İstanbul’a rağmen başarabilmek o kadar kolay olamazdı
elbette.
Çok savaştım kötülerle, çok vuruştum zalimlerle, çok cebelleştim
hayatla, çok dansettim ölümle.. İster devrimci mücadele deyin, ister
anarşi-terör; ister vatanın kurtarılması deyin, ister karşı terör..
Memleketin sokaklarında oluk oluk kan akıyordu, kardeş kardeşi
vuruyor, birileri kına yakıyordu. Ateş, düştüğü yeri yakıyordu.
Yangının ulaşmadığı hiçbir kimse kalmamıştı, alevler en çok beni
yakıyordu…
Ve Toptaşı Cezaevi’nde bir akşam, ünlü sinema oyuncusu, yönetmen,
cinayet hükümlüsü, devrimci, güzel adam Yılmaz Güney’le tanıştım ve bu
benim yaşamımın DÖRDÜNCÜ dönüm noktası oldu. O hiç farkında olmadan,
ben ondan “Arkadaş” olmayı, “Umut” etmeyi, “Düşman”la başetmeyi,
“Sürü” olmamayı, doğru bildiğim “Yol”da tek başına yürüyüp “Birgün
mutlaka” başarmayı öğrendim
. Sonra 3 yıl boyunca Güney Filmcilik’te
çalıştım. Güney dergisine, senaryolarına, öykü ve romanlarına, afiş,
poster, ve bütün kartpostallarına; matbaalarda sabahlayarak ilk ben
dokundum. O muhteşem anları hala yüreğimin en derin yerlerinde
saklıyorum. Mudanya’ya giden bir mahkum olarak iki omuzumdan tutup
gözlerimin içine doğru “Yılmaz’ı yıkamazlar Yusuf’um. Sen de Yılmaz’ın
arkadaşı olduğunu unutma. Hiçbir zaman yılma ve yıkılma!” deyişini ise
beynime çaktım o gün. Mezarımda bile çürümeyecek…
Ve 12 Eylül… Güzel yurdumuzu ve güzel halkımızı; kimlerin kurtarmak,
kimlerin batırmak istediğine dair, bugüne kadar cevabı tartışılan o
dehşetengiz soru işareti! Binlerce çelişkiyi içinde barındıran,
eğriyle doğruyu şaşırtan, sapla samanı, yaşla kuruyu karıştıran,
sağcıyı-solcuyu aynı telörgülerin ardında buluşturan, anaları-bacıları
aynı nizamiyelerle tanıştıran o tartışmasız kesin ve acımasız keskin
içtima düdüğü!
Herkes bir bedel ödemek zorundaydı. Ben de ödedim bedelimi. Geride
kanlı fanilalar, yakılmış kitaplar, yıkılmış umutlar ve ölümle
sınanmış şarkılar bırakarak. Geride bir ömrün bütün inanç ve
aldanışlarını bir bir parçalayıp yargılayarak… Ben de ödedim
bedelimi; yaralansam bile eksilen yanlarımı onararak, yılmayıp
yıkılmayarak…
İçerden çıktığımda bambaşka bir dünya, bambaşka bir memleket, bambaşka
insanlar, bambaşka bir yaşam bekliyordu nizamiye kapısında. Sokaklarda
kan, insanlarda heyecan durmuştu, adeta zaman durmuştu.. Toplumun
hafızasına birşeyler olmuştu.. Eski dostlar ve tanıdıklar, yollarını
değiştirmiş; herkes bir ucundan düzenin eteklerine tutunmuştu..
Basının merkezi Cağaloğlu’nda bir atölye açarak Güney Yayınlarını
çıkarırken tanıdığım matbaa ve yayınevlerine resim-grafik işleri
yapmak suretiyle hayata tutunmaya çalıştım. Yüzlerce afiş, poster,
kitap kapağı yaptım ama insan ilişkilerindeki çürüme ve yozlaşmanın
etkisiyle sık sık küsüp aylarca kendimi uzak kasabalara, kimsesiz
koylara atıyor, olaylarla ve hayatla yüzleşerek bu zor süreci en az
hasarla atlatmaya çalışıyordum. Terkedilmiş bir teknede yaşayıp “Bir
Acayip Adam”ı yazışım da, Marmaris’te, Bodrum’da sokak ressamlığı
yapışım da bu döneme raslar.
Bir gün kızkardeşimin arkadaşı Ahmet Kaya ile tanıştım. Bu benim
yaşamımın BEŞİNCİ dönüm noktasıydı. Çok geçmeden kızkardeşimle
evlendiler ve Ahmet evimden, atelyemden ayrılmaz oldu. Çok neşeli,
hareketli, insanı her an meşgul eden, deli-dolu bir halk çocuğuydu;
tam bir muhabbet adamıydı. En yılgın zamanımda bana yeni bir enerji
yüklemiş ve yeniden hayata bağlamıştı. Dördüncü kasetini çıkarıyordu,
bir sürü insana ihtiyacı vardı, kızkardeşimle birlikte tam bir kurmay
karargahı gibi hareket ederek bütün işleri hallediyorduk. Kaset
repertuarları, stüdyo altyapı çalışmaları, kapaklar, afişler, fotoğraf
ve klip çekimleri, promosyonlar, röportajlar, radyo-televizyon
programları, imza günleri, konserler ve daha onlarca uğraş alanı,
bütün zamanımı alıyordu ve artık atelyemi kapatmak zorunda kalmıştım.
Bu arada bir kızım daha olmuştu, ailemizin maskotuydu ve bir süre
sonra Ahmet’le kızkardeşim de ona heveslenerek bir çocuk yaptılar.
Şarkılarda yaşadığımız süreci anlatmak istiyorduk ama çok iyi bir şiir
okuru olan Ahmet, hiçbir şairden tatmin olmuyordu ve benim müsvette
şiir denemelerime bayılıyordu. Yoğun ısrarları sonucu şarkılarını da
yazmaya başladım. Müziği, edebiyatı iyi bildiğim ve halkı çok iyi
tanıdığım için her yazdığım şey, hem biçim hem de içerik açısından,
dönemin duyarlılığı ile çok iyi örtüşüyordu. Artık geniş kitleler
tarafından tanınıyor ve çok seviliyorduk. Kasetler birbirini takip
ediyor, şarkılarımız ortalığı kasıp kavuruyordu. 13 yıl boyunca Yorgun
Demokrat’tan, Adı Bahtiyar’a; Ayrılık Hediyesi’nden, Kafama Sıkar
Giderim’e kadar onlarca şarkıya imza atmıştım ama bunun yaşamsal
karşılığından çok uzaktım. Başımı sokacak bir evim, hurda bir arabam
bile yoktu; kiramı ucu ucuna veriyor, geçim zorluğu içinde
bunalıyordum. Birlikte yola çıktığımız, bir kaderi paylaştığımız Ahmet
ise ev ve araba sayısına her yıl birer ilave daha yapıyordu.. Artık
bütün zamanımı ona harcayarak yaşayamazdım.. Başka denizlere
açılmalıydım..
Yine küsmeler, incinmeler ve çekip uzaklara gitmeler dönemi başlamıştı
hayatımda. Bu arada babamı yitirdim ve eşimden boşanıp, çocuklarımdan
da ayrılarak tek başıma, küçücük, eşyasız bir kiralık evde, yepyeni
bir hayata adım attım. Geçinmek daha da zorlaşmıştı. Dağlarda Kar
Olsaydım, Nankör Kedi, Sen Ağlama Yar gibi şarkılar yapıp Ferhat
Tunç’tan Fatih Kısaparmak’a, İbrahim Tatlıses’ten Müslüm Gürses’e,
onlarca başka sanatçıya vererek nihayet küçücük, rutubetli bir bodrum
katına sahip olabildim. En azından kafam rahattı, yeni şarkılar ve
şiirler üretmek için sadece kendime ait bir ortamım vardı hiç
olmazsa..
Bu arada Ahmet Kaya ile müzikal yolculuğumuz da küsüp barışmalarla
devam ediyordu. Ona yazdığım son şarkı olan Kafama Sıkar Giderim yılın
şarkısı olmuştu ve ödül gecesinde, benden başka herkese teşekkür
etmişti.
Aynı gecede, Kürtçe şarkı konusunda söylediği sözler
nedeniyle hiç de hoş olmayan tepkilerle karşılaşmıştı. Ertesi gün bazı
gazeteler linç kampanyası başlatmakta gecikmemişlerdi. Herşey tersine
dönmüştü birden. Memleketin en yetenekli sanatçısı, memleketi bir tek
kendilerinin sanan insanlar yüzünden, çok sevdiği memleketinden
uzaklara savrulmak zorunda kalmıştı.
Artık onun bıraktığı mikrofonu ben almalı ve şiirlerimi, duygularımı
halka kendi sesimle ulaştırmalıydım, meydan boş kalmamalıydı.. Bu
karar benim yaşamımın ALTINCI dönüm noktasını oluşturdu.
“Ah Ulan Rıza” isimli ilk kasetimi ve “Gözleri İntihar Mavi” isimli
ilk şiir kitabımı çıkardım. Elde ettiğim telifle Cihangir’de bahçeli
bir eve ve 0 km bir arabaya sahip olmuştum ve kendime çalışmanın
semeresini görmüştüm yeniden
.. Ahmet ise zorunlu bir sürgünü yaşadığı
Paris’ten, gün aşırı arayıp yeni kasetinde çalışmamız için ısrarla
yanına çağırıyordu.. Paris’e gitmeye hazırlandığım bir sırada çok
sevdiğim ağabeyimin ölümüyle sarsıldım. Çok geçmeden Ahmet’in de ölüm
haberi gelince yorgun ve acılı yüreğim iflas etti, üç ana damarımdan
biri iptal oldu, bel fıtığıyla yataklara çivilendim, el ve ayak
parmaklarımda kangren oluştu. Bir süre sonra annemin ölümü ise tam
anlamıyla son darbe oldu. Üstüste gelen bu acılar, hayatla olan bütün
bağlarımı koparıp atmıştı sanki. Ölmeye bir adım kaldığını hissettiğim
o günlerde bir tek Eylül arkadaşımın desteği ve çabasıyla tutundum
hayata yeniden. Zaman her şeyin ilacıydı ve her şeye rağmen devam
etmeliydim kavgama, kaldığı yerden.. Bir iyilik savaşçısı asla
vedalaşmazdı!..
İkinci kasetim “Bir Acayip Adam”ın da ilki gibi satış rekorları
kırmasıyla bu kez Flash Tv’de, Radyo Barış’ta, Kral Tv’de ve Su Tv’de
programlar yapmaya başladım. Bir yandan da yurt içinde ve yurt dışında
çeşitli konser ve dinletilerle; 48nci baskıya ulaşarak bütün
zamanların rekorunu kıran kitabımla, şiirlerimi halka ulaştırmanın ve
yaşamımı onlarla paylaşmanın heyecanı; bütün yaralarımı onarmasa da
yeni bir üretme gücü kazandırdı bana. Üreterek varolmanın hazzına
yeniden ulaştım.. Ve marjinallerin istilasına uğrayan Cihangir’den,
Bakırköy sahiline taşınarak yeniden halkın içine karıştım..
Ne var ki yoğun çalışma temposu, savruk yaşam koşulları, ayrılıklar,
acılar, stres ve sigara gibi sebeplerin tetiklemesiyle ayağımda
yeniden oluşan kangren, şimdilik bir parmağımı aldı, daha da alacağa
benzer. Budana budana yaşıyorum sonbaharımı..
Şimdilerde, martılara, gemilere, engin bir denize, yemyeşil bir parka
dönük çalışma odamın penceresinde, tek başına yaşamanın huzuruyla
soluklanarak, üçüncü kasetimle ikinci kitabımın üzerinde çalışıyorum
ve kötülerle daha iyi savaşmak için kelimelerimle notalarımı
bileyliyorum. Bu da benim yaşamımın YEDİNCİ dönüm noktasını
oluşturacak, bunu hissediyorum.

Baharı görmek istiyorum.. Vedalaşmak için henüz çok erken
 

otlupeynir

Çǿκ کε√díκ طę ∂طí
teşekkürler sahranil..yüreğine sağlık...



Ne çok fire verdik üst-üste;
Ne çok arkadaş yitirdik
Bu tozlu yolculukta...
Kimliği tespit edilmemiş,
Ne çok ceset vurdu,
Zeytin güzeli akşamlarımıza!.
Büyük ütopyalar ve büyük dağlar gibi
İçerden çürümüşüz meğerse..
Her gelen ölüm yazmış,
Her giden ayrılık işlemiş,
Bu talihsiz gergefimize...
 

lazzuri53

"LazigoL"
bi insan Ahmet Kaya'nın akrabasıysa öLümüne üzüLmem,kusura bakmayın.. TeşekkürLer SahraniL yine de.. Sanat sanat içindir,topLumu kışkırtmak için değiL..
 

Newwave

Altın Üye
Büyük bir şairdi Cenab-ı Allah mekanını cennet eylesin yakınlarına sabırlar versin
böyle insanlar kolay yetişmiyor diye düşünüyorum biyografisi içinse ayrıca teşekkürler.
 

SAHRANİL

Altın Üye
inş kimse bu yazıyı okumadan yorum yapmaz.önyargıları engellemek için yayınladım bunu.okumadan ben seviyorum sevmiyorum yapmayın lütfen.okuyun bişey kaybetmezsiniz.
 

muratcolez

New member
Çok derin bir hayat anlatısı Yusufun ki.Sanatçı ruhu ona asi olmayı tetiklemiş hep, aslilik hep sorun çıkarmış ona.İçi dolu keder ve eser bırakarak göçüp gitti aramızdan.Ben çok severdim onu.
Ama kader işte siyasi görüşü, şiirleri kadar hitap etmesede bana iyi adamdı Yusuf Hayaloğlu..
Allah rahmet eylesin.

----------------------


Bir Veda Havası

Vakit tamam, seni terk ediyorum.
Bütün alışkanlıklardan öteye...
Yorumsuz bir hayatı seçiyorum.
Doymadım inan, kanmadım sevgine.
Korkulu geceleri sayar gibi,
Birden bire bir yıldız kayar gibi,
Ellerim kurtulacak ellerinden
Bir kuru dal ağaçtan kopar gibi.
Aşk sa bitti, gül se hiç dermedik
Bul kendini kuytularda hadi dal
Sen bir suydun, sen bir ilaçtın.
Hoşçakal iki gözüm hoşçakal.

Vakit tamam seni terk ediyorum
Bu incecik bir veda havasıdır
Parmak uçlarına değen sıcaklık
İncinen bir hayatın yarasıdır
Kalacak tüm izlerin hayatımda
Gözümden bir damla yaş aktığında
Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan
Kan tarlası gelincik şafağında
Ölümse korktum savaşsa hep kaçtım
Vur kendini korkularda hadi al
Seninle bir bütün olabilirdik
Hoşçakal iki gözüm hoşçakal
 

Aktuğ

Altın Üye

Rizaya verdigi sozu tuttu sonunda...

"Asi bir Küheylanam
Kesmez beni bu acılar
Beni vursada bu puştlar
Ancak sırtımdan vururlar"
 

lazzuri53

"LazigoL"
inş kimse bu yazıyı okumadan yorum yapmaz.önyargıları engellemek için yayınladım bunu.okumadan ben seviyorum sevmiyorum yapmayın lütfen.okuyun bişey kaybetmezsiniz.
okumadan yorum yaptım özür diLerim ama okumucam.. =)
biLirsin şiir-sanat severim ama bana uygun değiL,kesnLikLe okumucam,konunu katLettiğm için üzgünüm,tekrar özür.. iyi forumLar..
 

SAHRANİL

Altın Üye
okumadan yorum yaptım özür diLerim ama okumucam.. =)
biLirsin şiir-sanat severim ama bana uygun değiL,kesnLikLe okumucam,konunu katLettiğm için üzgünüm,tekrar özür.. iyi forumLar..
Başımı sokacak bir evim, hurda bir arabam
bile yoktu; kiramı ucu ucuna veriyor, geçim zorluğu içinde
bunalıyordum. Birlikte yola çıktığımız, bir kaderi paylaştığımız Ahmet
ise ev ve araba sayısına her yıl birer ilave daha yapıyordu.. Artık
bütün zamanımı ona harcayarak yaşayamazdım.. Başka denizlere
açılmalıydım..

Bu arada Ahmet Kaya ile müzikal yolculuğumuz da küsüp barışmalarla
devam ediyordu. Ona yazdığım son şarkı olan Kafama Sıkar Giderim yılın
şarkısı olmuştu ve ödül gecesinde, benden başka herkese teşekkür
etmişti.

bu kadarcığını bari oku =) ahmet kaya yüzünden sevmiyosunya o ona nasıl davranmış:melek
 

lazzuri53

"LazigoL"
Bu arada Ahmet Kaya ile müzikal yolculuğumuz da küsüp barışmalarla
devam ediyordu. Ona yazdığım son şarkı olan Kafama Sıkar Giderim yılın
şarkısı olmuştu ve ödül gecesinde, benden başka herkese teşekkür
etmişti.


bu kadarcığını bari oku =) ahmet kaya yüzünden sevmiyosunya o ona nasıl davranmış:melek
:hhmanD tamam şimdi oLdu.. ALLah Rahmet EyLesin.. =)
 

HTML

Üst