Venizelos’u dahi affettik ama Vahdettin hâlâ hain

Siyah Türk;3815590' Alıntı:
Vahdettin hain değildir

atatürk ük cebine altınları koyup altına da devrin en iyi şelbini vererrk samsuna gönderen vahdettindir

merakımı çekti Vahdettinin adını yazarken başharfini büyük Atatürkün adını yazarken başharfini küçük yazmışsın zormu geldi caps locka tekrar basmak

Samsuna gönderdiğini biliyorsun
peki neden gönderdiğinide yazsanıza
ve sonra onun verdiği görevi yapmadığı için idam fetvasını nasıl çıkarttığını...
ve en sonunda tebasını sokamadığı ingiliz mandasına kendisinin girdiğini
 
Hain haindir, hain olarak da kalacaktır. Yalan yanlış belgelerle tarihi çarptıramazsınız. Atatürk hakkında ölüm fermanı veren bir padişahın, düşmanla işbirliği içerisinde ülkesini satan bir padişahın vatansever olduğundan söz edilemez.
 
Hain haindir, hain olarak da kalacaktır. Yalan yanlış belgelerle tarihi çarptıramazsınız. Atatürk hakkında ölüm fermanı veren bir padişahın, düşmanla işbirliği içerisinde ülkesini satan bir padişahın vatansever olduğundan söz edilemez.

sıkma canını
deniz çekiyor bunları
vahdetin denizaltıyla gitti
bakarsın birileride gemiciklerle gider
 
vahdettin alçağı ,vahdettin soysuzu, vahdettin adisi

Bütün çıkarlarını yalnız kirli bir tahtın çürümüş çökmüş ayaklarına sarılmakta gören, Tevfik Paşa ve benzeri paşalardan kurulu Vahdettin Hükümeti'nin, gizli maksatlarını ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa, bana çektiği telgrafa verilen cevaptan haberi olmadığını bildirdikten sonra, doğrudan doğruya 29 Ekim 1922 tarihli telgrafıyla ve Sadrazam ünvanıyla Meclis Başkanlığı'na başvurdu (Belge: 263).


Gerçekten de, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun,Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer.

Efendiler, Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra, düşman devletler tarafından Türkiye'ye dört defa barış şartları teklif edilmiştir. Bunların birincisi, Sévres taslağıdır. Bu taslak hiçbir görüşmenin ürünü olmayıp itilaf Devletleri tarafından Yunan Başvekili Mösyö Vezinones'un da katılmasıyla düzenlenmiş ve Vahdettinn 'in hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920'de imza edilmiştir.

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa 'nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.

Nutuk -Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

/////////////////////////////////////////////////////////

vahdettinin adiliğini soysuzluğunu alçaklığını belgeleriye ATATÜRK AÇIKLAMIŞTI daha neyi tartışıyorsunuz ....
 


Kafamız karışıyor: Süleyman Demirel’in 2005 Temmuz’unda ağzından kaçırdığı, “Daha yüz yıl Vahdettin’in hain olarak bilinmesinin gerekli olduğu” şeklindeki açıklamanın Lozan’da verildiği söylenen sözlerle bir bağlantısı var mıdır? Böyle değilse Venizelos’u bile affeden bu devletin Vahdettin’i affetmeyişindeki derin gerekçeyi birisi bize açıklamalı değil midir?


kaynak
Demirel Doğru söylemiş Bir yüz yıl daha Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin Vahdettini kahraman ilan etme çabaları sürecek gibi görünüyor
 
Yüreğine sağlık hz.ibo. Son noktayı koymuşsun. Atatürk nutukta Vahdettin'in hainliğini ortaya döktüğüne göre, bu noktadan sonra Vahdettin'in hain olmadığını iddia edenlerinde Atatürk düşmanı olduğunu ortaya koymak elzem bir gereklilik oluyor, demektir.
 
sultan vahdettine hain diyenlerin cogu kulaktan dolma hıkayelere guwenerek bu lafı ederler...bir örnek wereym vahidettin saraydan giderken osmanlı hazinesine ait olan yüzügünü bile bırakıp oyle gitti bu adam bunu yapıosa siz nası hain diyebilirsiniz?????hatta veliaht iken trenle istanbula giderken atatütk le yolculuk yapmış we onunla olan konusmalrı falan okusanız emınım kı hain diyenlerin agzı bı karıs acık kalır!!!
 
araştırman ne lise tarih kitabı mı?
Bu arada nikin (versavdis) iyiymiş.( yunan adı gibi)
yav bu Vahdettin'e hain diyenlerin nikleri bi acayip nedense.Kafama takıldı doğrusu.[/QUOTE


sen bana aklın sıra vahdettinin üzerinden milliyetçilik mi taslıyorsun sen ve senin gibilerdende bu beklenir zaten ayrıca söyleyecek lafı olmayanlar çamur edebiyatına yatarlar aynı senin gibi yok versavdis yunan adımıymış neymiş okadar merak ettiysen söyliyim çalıştığım yerin kısaltması VERem SAVaşı DİSpanseri ha birde şu kaynak mevzuuna gelelim araştırmalarım ingiliz devletinin arşivlerine dayanıyor lise tarih kitabına değil gerçi senin yaptığın gibi CIA artıklarının kaynaklarından faydalanacağıma lise tarih kitabını tercih ederim

nerden araştırdın kaynak versene biz de araştıralım babadan duymalarla iki sol görüşle olacak iş değil ya bu ...

DOĞRU İKİ SOL GÖRÜŞLE AÇKLANMAZ AL SANA OZAMAN 30 YILLIK ARAŞTIRMANIN ÜRÜNÜNÜ SUNAYIM AYRICA HAFIZASINI KAYBEDENLERDE HATIRLAMA ŞANSI OLUR


Belgeleri bu tarihçi ortaya çıkardı
Yard.Doç.Dr.Orhan Çekiç,Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi. 30 yıldır Cumhuriyet tarihiyle ilgili araştırmalar yapıyor. Belgelerin uzun yıllar İngiliz arşivlerinde "çok gizli" ibaresiyle saklandığını, ama şimdi özel izinle serbest bırakıldığını anlatıyor.

* Bu belgeler, "Vahdettin vatan haini mi, değil mi?" tartışmalarına nasıl yön verecek?

Uzun süredir Türk medyasında Vahdettin hakkında bir "aklama" kampanyası yürütülüyor. Ama bu belgelerden anlıyoruz ki, Vahdettin, içeriği ne olursa olsun, Ankara Hükümeti'ne ait gizli belgeleri İngilizlere göndermiş...

* Vahdettin'in yaptığı bir çeşit hıyanet oluyor yani...

İnsanın içinden bir Osmanlı padişahı için hain demek gelmiyor tabii, ama bir akademisyen olarak ben de kanıtlarımı sunmak zorundayım.

* Ecevit, hain değil diyor..

Ecevit diyor ki: Ülkeden kaçarken dahi önemli bir şey götürmedi, yokluk içinde de öldü. "Bunun hainlik neresinde" demeye getiriyor. Düşmanla işbirliği yaptığına dair bir kanıt olmadığını iddia ediyor. Peki bu belgeler bir kanıt değil mi?

* Bu gizli belgeler onun "İngiliz dostu" olduğunun tescillenmesi gibi bir şey mi oluyor yani?

Her şey bitip de Türk ordusu İstanbul'a girince, Vahdettin'in neden İngilizlere sığınarak ülkesini terk ettiğini anlamamıza yardımcı oluyor.. Vahdettin, Mustafa Kemal'i bir Kurtuluş Savaşı yapsın diye Samsun'a göndermiş olabilir mi? İnandırıcı mı?(Vatan Gazetesi)
*************
Şimdi de Yrd. Doç.Dr. Orhan Çekiç'in aynı forumda vahdetti'in niçin hain olduğuna dair yazdıklarını okuyalım;

Vahdettin'in hainliği şurada:
1. Mondros Ateşkes Antlaşmasını 30 Ekim 1918'de imzalayarak "ülkenin tümüyle teslim olmasını" kabul etmiş oldu.
2. Bu sayede, Sevr Antlaşmasıyla kendisine (yani Yeni Türkiye'ye verilen) yeni coğrafyaya razı oldu. Buna göre, Padişah olarak devletin başında kalmasına işgalci devletler razı oluyorlar ve O'na yurt olarak da İstanbul'u, Ankara'yı ve Ankara cıvarında 6-7 şehri bırakıyorlardı.
3. Ağır şartları içeren Mondrosu imzaladığı gibi, bu yeni ve yarısı elden gitmiş olan Anadolu'yu kabul ettiği anlamında olarak bir Osmanlı Heyetini Paris'e gönderip, bu Sevr Antlaşmasını imza ettirdi.
4. Bu Sevr Antlaşmasını kendisinin de imzalayıp imzalamadığına kimse bakmadı, çünkü bakmasına gerek yoktu. Bu antlaşmaya göre İzmir ve Ege Bölgesi Yunanistan'a verilmişti. Buna dayanarak Yunanlılar İzmir'e çıkıp, Ege Bölgesini işgale başladılar.
5. Aynı Sevr'e göre Doğu' da bir Ermenistan, güneyde de bir Kürdistan kurulacaktı. Artık bu topraklar Vahdettin'in değildi ve O buna Mondros'u imzalayarak razı olmuştu. İtalyanlar Akdeniz Bölgesinde nüfuz bölgesine, Fransızlar Adana, Urfa,Gaziantep,Maraş,Hatay (yani Kilikya) bölgesinde, İngilizler Doğu'da ve bugün Irak'ta kalan topraklar üzerinde nüfuz bölgelerine sahip olacaklardı. Yani bütün bunlara Vahdettin "Peki" demiş oluyordu Sevr ile.
6. Bütün bu planlar kolayca uygulanabilsin diye, düşmanlar orduların teslim edilmesini istediler, bu yapıldı.(Savaşmayı göze alacak olan bir Padişah, ordularını teslim etmeye razı olur mu?Oldu, çünkü o günkü şartlarda kendince başka bir çıkış yolu O'na göre yoktu.
7. Tüm silah ve cephaneler düşmana teslim edildi. Siz Vahdettin olsanız, ilerde bir Kurtuluş Savaşı yapmayı planlıyor olsanız, elinizdeki silahı teslim eder misiniz? Etti, çünkü çaresizdi ve bir savaşı göze alacak konumda değildi.
8. Düşman donanmasının 13 Kasım 1918'de İstanbul'a geleceğini biliyordu. Boğazlardaki bütün mayınların temizlenmesine çaresiz "peki" dedi, donanmanın İstanbul'a girmesine izin verdi. Oysa aynı donanma Çanakkale'yi zamanında geçememişti şimdi elini kolunu sallayarak geçti, İstanbul'a girdi. Onlarla savaşmayı planlayan bir Padişah bunu yapar mı? Demek ki böyle bir planı yok.
9. Yunan ordusunun da Ege'ye toplam 200.000 asker çıkarmasını kabullenmek zorunda kaldı.
10.Düşman ne dediyse yaptı. Çünkü ancak bu takdirde kendisine vaat edilen yerlerin ve İstanbul'un padişahı olabilecekti. Aksi halde, Sevr ile verilenleri de kaybedeceğine inanıyordu.
11.İmparatorluğu "genç, tecrübesiz, milliyetçi İttihatçı subayların yüzünden kaybettiğimize inanıyordu. Şimdi de direnmeye kalkan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları yüzünden, kendisine verilen topraklarını ve tahtını da kaybedeceği korkusuna kapıldı ve başından sonuna kadar Ankara Hükümetini tanımadı, onları "asi" ilan etti ve İngilizlere yanaşarak işlerin içinden sıyrılmaya çalıştı.
12. Bütün bu olup bitenlere "hayır" diyen Mustafa Kemal ise, "ya bugünkü topraklarımızın tamamını kurtarırız, ya hep beraber ölürüz" sloganıyla ortaya çıktı ve bu noktada Padişah Vahdettin ile ters düştü. Olayın özeti budur. 08.10. 2005,
Yrd.Doç.Dr.Orhan Çekiç.
------------
Sayın Çekiç'in o dönem yapılan bazı itirazlara verdiği yanıt.Kendi kaleminden.
Ben. Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç. "Vahdettin'in İngilizlere gizli belgelerin fotoğraflarını çektirip, nasıl gönderdiğini" açıklayan yazıyı yazan benim.

Yazılanların tümü doğrudur ve İngiliz Devlet Arşivinde,tüm araştırmacıların incelemesine açıktır.

Ben bu belgelerin tamamını HAFTALIK Dergisi'nde orijinal İngilizce metinleriyle ve Türkçeleriyle birlikte yayınladım.

EXPO TV kanalında da ekranda göstererek anlattım. Hala anlatmaya da devam ediyorum.(EXPO TV, Salı günleri, saat:20.00, BENİ HATIRLAYINIZ programı.
Gerçekler acıdır ve Atatürk karşıtlarının bu gerçekleri kabul etmeleri mümkün görünmemektedir.

Sultan Vahdettin ve Türk Kurtuluş Savaşı ile ilgili, tamamen belgelere dayalı bir tarih kitabı okumak istiyorsanız, piyasada bulmanız zor ama, D&R kitapevlerinde belki kalmış olabilir, ne yapın edin, benim "İMPARATORLUK'TAN CUMHURİYETE TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI" kitabımı mutlaka okuyun. Tüm sorularınızın yanıtını bulursunuz. Kendi kitabımı övüyor duruma gelmem hoş değil ama başka çarem yok. Kaldı ki mevcudu neredeyse tükenmiş bir kitabın reklâmı olmaz.

Saygılarımla.
Y.Doç.Dr.Orhan Çekiç

Not:
1. Kitabı bulamazsanız bana bir mesaj geçin, bir çaresine bakarız. ([email protected] ).
2. Atatürk'ün BÜYÜK NUTUK'taki son cümlesi:"BENİ HATIRLAYINIZ"dır. Bu başlık altında hazırlayıp sunmakta olduğum TV programını EXPO TV'de Her SALI, SAAT:20.00'de izlerseniz, tartıştığınız tüm soruların yanıtlarını orada bulursunuz.
Ayrım yapmaksızın, hepinize sevgiler, saygılar sunarım.26.09.2005



WWW


Padisah Vahdettin'den Gen.Harrington'a bir mektup.
« Yanıtla #1 : Temmuz 04, 2008, 11:43:57 ÖÖ »

Şimdi de o dönemde yapılan yazışmalardan yorumlar sunacağım.

"VAHDETTİN İNGİLİZLERE NASIL CASUSLUK YAPTI?

Sevgili Dostlarım,
Bildiğiniz gibi bir süredir Vahdettin'in hain olup, olmadığı hususunda "malcolm X" sanal maskesini kullanan bir Atatürk ve laiklik karşıtı biri ile tartışmaktayım. Sanırım bu ilgi sebebiyle bir sanal dostum, "VAHDETTİN İNGİLİZLERE NASIL CASUSLUK YAPTI? " başlıklı bir yazıyı özelime göndermiş. Yazıyı internette araştırdım. 2005 yılında yayınlanan yazının sahibi Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç o tarihte yapılan yorumlara cevaplar vermiş. Ayrıca Sultan Vahdettin'in hainliğini 12 madde halinde özetlemiş. Aşağıdaki hepsini sunuyorum.

Vahdettin'in hainliği benim için ise görünen köydür. Anlamak için gizli belgeleri falan bilmek gerekmez. Biraz tarih bilgisi yeter de artar bile.
Sevgilerimle.
T.Erciyes.
*********
16 kasim 1922

İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington'a yazıyla başvuran Padişah Vahdettin,İstanbul'da hayatını tehlikede gördüğünü ve İngiltere'ye sığınmak isteğini bildirdi.

16 KASİM 1922 TARIHI,OSMANLI VE TURKIYE CUMHURIYETI ICIN ONEMLI BIR TARIHTIR.

SIZLERE ONCE GAZETECI TUFAN TURENC ILE UMIT ZILELI'NIN YAZILARINI VE SAYIN AKAR DURU BEYIN DEGERLI BIR ILETISINI SUNARAK MUSTAFA KEMAL ILE ARKADASLARININ IDAM EDILMESI HAKKINDAKI PADISAH VAHDETIN'IN FERMANINI BU BASLIK ALTINA EKLIYORUM .

PADISAH VAHDETTIN'I, HALEN VATANSEVER GIBI GOSTERMEYE CALISANLARA BIR IBRET BELGESI OLSUN :

Not : yazi bilgi icin Edirne valiligi ve Kesan kaymakamligina da gonderilmistir.
N.Kaptan

Tufan Türenç'in köşe yazısı

Tarih yalan söylemez Vahdettin haindir.

30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandı.
12 gün sonra 13 Kasım'da İtilaf Devletleri'nin Yunan gemileri de dahil 55 parçadan oluşan donanması İstanbul Boğazı'na demirledi.
Savaş gemileri toplarını Padişah Vahdettin'in oturduğu Dolmabahçe Sarayı'na çevirdi.
Önce Fransız askerleri sonra İngiliz askerleri karaya çıkarak fiili işgali başlattılar.

İstanbul'un işgali ülkede büyük infial yarattı.
Vahdettin ise tahtının derdine düşmüş, İngilizlere yaranmak için yollar arıyordu.
Bunun için gazeteci Sait Molla'yı kullanıyordu.
Sait Molla makalelerinde İngilizlere övgüler düzüyor, bir yandan da İngilizleri Sevenler Derneği"ni kuruyordu.
Bu derneğin bir numaralı üyesi Padişah Vahdettin, bir süre sonra sadrazamlığa getireceği eniştesi Damat Ferit ise ikinci üyesi oluyordu.

24 Kasım'da Vahdettin İngiliz The Daily Mail gazetesine şu demeci veriyordu:

".... İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Harbi'nde İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit'ten
miras aldım. Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden gelini yapacağım."
Padişah Vahdettin bu güvenceleri ülkesini işgal edenlere veriyor ve onlara olan bağlılığını gösteriyordu.
* * *
Vahdettin'in tek düşündüğü ülkesi değil, tahtıydı.
İngilizlerin Türkiye yönetimine el koymasını istiyordu. Bunu da onlara her fırsatta aracılarla iletiyordu.
Ancak İngilizler öteki müttefikleri tedirgin edeceği için Vahdettin'in bu önerilerine sıcak bakmıyordu.
Vahdettin son çare olarak İngiltere yanlısı olmakla tanınan eniştesi Damat Ferit'i sadrazamlığa getirdi.
30 Mart 1919 günü Sadrazam Damat Ferit'i İngiltere Yüksek Komiser yardımcısı Amiral Webb'e gönderdi.
Padişah, sadrazamı aracılığıyla İngilizlere bağlılığını ve onlara karşı duyduğu sevgiyi yineledi.

Sadrazam Damat Ferit, Amiral Webb'e Padişah'ın Türkiye'nin İngilizlere yenildiğini, bu nedenle Türkiye'nin yalnız İngiltere'ye biat ettiğini
belirttiğini söyledi.

Daha sonra da cebinden çıkardığı Padişah'la birlikte hazırladıkları memerandumu Amiral Webb'e verdi.
Memerandumda 15 yıl boyunca İngiltere'nin Türkiye'yi yönetmesi isteniyordu.

Vahdettin'in ülkeyi İngilizlere teslim etme ihaneti Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanması sonucunda
gerçekleşmedi.

Ve tarihler 17 Kasım 1922'yi gösterdiği gün Vahdettin İngiliz savaş gemisi Malaya'ya gizlice binerek ülkesinden kaçtı.
İşte Padişah Vahdettin budur.
* * *
Bugün Vahdettin'in adını vermeden onun ülkesine ihanet ettiğini ima eden bir ilkokul çocuğunun yazdığı kompozisyonu ülkenin valisi, kaymakamı sorguluyor.

Soruşturmalar açılıyor, harıl harıl suçlu aranıyor.
Ankara ise bu gelişmeleri seyrediyor.

Şimdi şu soruyu ülkesini seven herkese soruyorum:
"İşgalci kuvvetlere ülkesini peşkeş çeken, 15 yıl süreyle İngiliz boyunduruğunu kabul eden bir padişaha 'Hain'den başka hangi sıfat verilebilir?"

Tarih yalan söylemez.
Vahdettin bir vatan hainidir.
***************
Sevgili dostlar,

12 Eylül 1919'da İngiltere ile gizli bir antlaşmaya imza atan Vahdeddin, kendisine aşağıda dikte ettirilen maddeleri aynen kabul etmişti:

1- İngiliz Hükümeti, kendi mandası altında Türkiye'nin bütünlüğünü ve egemenliğini taahhüt eder.
2- İstanbul Hilâfet ve saltanat merkezi olarak kalacak, İstanbul ve Çanakkale Boğazları İngiltere'nin kontrolu altında olacaktır.
3- Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır.
4- Osmanlı Devleti bilumum Müslüman memleketlerinde, Hilâfet nufuzunu İngiltere lehinde kullanmayı taahhüt eder.
5- Türkiye'de çıkabilecek millî hareketlerin önünü kesmek için, İngiltere Hükümeti kontrolünde olmak üzere ordu tesis edilebilir. ( Kuvay-i İnzibatiye-Hilâfet Ordusu)
6- Türkiye, Kıbrıs üzerindeki bütün hukukundan feragat eder.
7- İngiltere Hükümeti Osmanlı varlığını korumayı taahhüt eder.
8- Padişah 4. maddeyi yeniden düzenlemek için İngiltere Hükümeti ile ayrıca bir mukavele teati edecektir.
Ayrıca: Milliyetçi bir hükümetin başa geçmesi halinde, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral De Robeck tarafından 4 Ekim 1920 tarihinde, Sadrazam Damat(Ferit) Paşa aracılığı ile Padişah Vahdeddin'e gönderdiği bir taahhütname ile:
a- Padişah korunacaktır.
b- Padişah'ın izinsiz (İngilizlerden) olarak görevden çekilmesi uygun olmayacaktır.
c- Padişah Vahdeddin yurt dışına çıkmak (kaçmak) zorunda kalırsa kendisine mutlaka yardım edilecektir
*******
H.C.Armstrong, Bozkurt, s.105'te, " Konya'da Padişah'ın (Vahdeddin) adamları Mustafa Kemal'in göndermiş olduğu subayların ayak tırnaklarını söktüler,sonra da onları atların ayaklarının altında çiğnediler.
Mustafa Kemal'in adamları da,Konya'daki olayda başı çekeni vurarak öçlerini aldılar."diye yazıyordu.
(Kitabın 1932 baskılı orjinal versiyonunda bu satırlar 143 ve 144 üncü sayfada yer alıyor ve 'atların kuyruklarına bağlıyarak ayaklarının altında çiğnediler' olarak geçiyor)

Vahdeddin, 10 Nisan 1920'de Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah'a (önceki Şeyhülislâm Haydarizade İbrahim Efendi bu fetvayı vermemek için istifa etmişti) Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam edilmelerini karara bağlayan fetvayı yayınlatıyor ve aynı kararı 15 Haziran 1920'de Miralay İsmet (İnönü) Refet Paşa (Bele), Ankara Müftüsü Rifat Efendi (Börekçi), Milli Hükümetin Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Fahrettin Paşa (Altay) v.b. için de alıyordu.

Kahraman! Vahdeddin çok korkuyordu ama, bu antlaşmadan sadece bir yıl sonra Mareşal Wilson 14 Aralık 1921'de General Harrington'a yazdığı bir mektupta,'Aziz Tim, biz İstanbul'dan tası tarağı toplayıp gidinceye dek nasıl iyi bir iş yapmış olmayacaksak, Türklerle dost oluncaya dek te elbette yararlı bir iş yapmış olmayacağız' diyordu... (Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri – Gotthard Jaeschke)

Anadolu'da ülkenin düşmanlarına karşı savaşan vatanseverlere karşı kullanılmak üzere Harbiye Nazırı Süleyman Şevket Paşa'ya '( Kuvay-i İnzibatiye-Hilâfet Ordusu)'nu kurduran Vahdeddin değil, iyi saatte olsunlardı...

Sadece Vahdeddin değildi hain olan. Onlar, aile boyu hain idiler: (aynı Altanlar gibi) 1926 yılında ölen Vahdeddin'in İngiltere'de ikamet eden yeğenleri Prens Sami ve oğlu Bahaeddin Sami, 1937 yılında Atatürk'e suikast hazırlamanın yollarını arıyorlardı. İngiltere İçişleri Bakanlığı, bu faaliyetleri 4 Aralık 1937 günü gizli bir emniyet raporuyla Dişişleri Bakanlığına bildirdi. Bu raporda özetle şunlar yazılıydı: 'Prens Sami gurubu Türkiye'de Saltanatı yeniden kurabilmek için Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'e suikast tertipliyorlardı. Yapılacak suikastın tarihi Şubat 1938 olarak tespit edilmişti. Prens Sami'nin Türkiye'deki adamları, Atatürk öldürülür öldürülmez, Türkiye tahtına oturması için kendisine teklifte bulunmuşlardı.

Bu maksat uğrunda kullanılmak üzere, Prens Bahaeddin Sami, Londra Borsasından 100.000 İngiliz Lirası sağlamaya çalışıyordu. Mr. Keith Williams adındaki İngiliz sermayedarı, para bulma işinde Prense yardım ediyor ve 100 000 İngiliz Lirasını sağlayabileceğini' söylüyordu. (İçişleri Bakanlığından Sir Russel Scott'tun Dışişlerinde Sir R. Vansittart'a gönderilen gizli yazı 4.12.1937 - Bilâl Şimşir, Atatürk'ün Hastalığı,1989) İngiltere Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığına verdiği cevapta 'Kendilerinde de bu konuda raporlar olduğunu ve bunların birbirini tuttuğunu' bildiriyordu.

Neticede Prensler ihtiyaçları olan 100.000 İngiliz Lirasını bulamadılar. Bu arada Atatürk hastalandı. Prens Bahaeddin Sami 1 Nisan 1938'de tekrar İngiltere Hükümetine resmen başvurarak Atatürk'ün ölümünden sonra saltanatın yeniden kurulacağını anlatıyor ve başına Fransa'da ikâmet eden ve Alman taraftarı Abdülmecid Efendi'nin değil, İngiltere'den yana olacak bir Halife- Sultan getirilmesi gerektiğini bildirerek kendini buna aday gösteriyordu. Türkiye deki Laik Cumhuriyet Rejiminin Atatürk'ten sonra da yaşayacak kadar güçlü olduğunu bilen İngiltere bunları ciddiye almamıştı...
Saygı ve sevgilerimle,
A.Duru
***************

ATATÜRK VE ARKADAŞLARI HAKKINDA PADİŞAHÇA VERİLEN İDAM FERMANI

Dosya Tasnifi Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70
Harbiye Nezareti Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705
PADİŞAH BUYRUĞU
Mehmet Vahidüddin(ONAY)

"Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan,
Selanikli Mustafa Kemal Efendi,
Eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey,
Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile
Eski Washington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey ile
Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın,
ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre,Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.
24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili
DAMAT FERİD

http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=1741.0
 
İftira; lions üyesinden


Sultan Vahideddin`e iftiralar atan, onu casuslukla suçlayan ve işgalcilerin sözünü mesned kabul eden Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç`in lions üyesi olması, onun zihniyeti ile uydurduğu yalanların sebebini ortaya çıkarıyor

Peki bu defa şu suali soralım: `Kimdir bu Yard. Doç. Dr. Orhan Çekiç denilen otuz yıllık (!.) araştırmacı yazar?!.`

Bunu öğrenmek için yardımcı doçentin `İmparatorluktan Cumhuriyet`e` isimli magazin türü kitabına bakıyoruz. Bunun daha ilk sayfalarında başka bir yayını dolayısıyla aldığı mektuplar sergilenmektedir. Bunlar da kendisine hitab şöyledir:

`Sayın Orhan Çekiç

Moda Lions Kulübü Derneği

Atatürk Komitesi Başkanı

İSTANBUL`

Demek ki; yardımcı doçent hem lions klübü mensubu, hem de Atatürkçü imiş. Sadece bu iki sıfat bile onun hüviyetini, zihniyetini yani dünya görüşünü, takib etmekte olduğu maksadı ve uydurduğu yalanların saikini (özel sebebini) anlamaya kifayet eder sanırız. Bir de kendisini ilmi (!.) çalışmalarından dolayı tebrik edip, takdirkar mektuplar gönderenlerin isimlerini söyleyelim ki, onun hüviyeti daha iyi anlaşılsın:

Süleyman Demirel, Yekta Güngör Özden, v.s.

Buraya kadar söylediklerimizi okuyanlar:

`-Yahu bu yardımcı doçentin Sultan Vahideddin`e ?haşa- casusluk isnad eden iddiasının dayandığı vak`a nedir?` diyeceklerdir. Kısaca anlatalım:

Yusuf Kemal Tengirşenk, Büyük Millet Meclisi`nden aldığı selahiyete istinaden sulh görüşmeleri yapmak üzere, Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müdürü Hikmet(Bayur), Hususi Kalem Müdür Vekili Ferid, Genelkurmay Başkanlığı`ndan Binbaşı Tevfik ve ismi belirtilmeyen iki katipten ibaret bir heyetin başkanı olarak 1922 senesi Şubat başlarında Londra`ya gitmek üzere yola çıkmıştır. Heyet, önce İstanbul`a gelir ve Sultan Vahideddin`le görüşerek, O`ndan Türkiye`yi temsil salahiyetinin sadece Büyük Millet Meclisi`ne aid olduğuna dair bir beyan istihsal etmek ister. Bu heyet, Sadrazam Tevfik Paşa, Hariciye Nazırı Ahmed İzzet Paşa vs. ile görüştükten ve onların tasvibini aldıktan sonra padişah tarafından kabul edilir. Yusuf Kemal Bey`in ifadesine göre Sultan Vahideddin bu talebe hiçbir cevap vermez ve maksad hasıl olmaz. Buna rağmen Londra`ya, İstanbul Hükumeti de Hariciye Nazırı Ahmed İzzet Paşa riyasetinde bir başka heyet gönderir. Yardımcı doçent, bu keyfiyeti Sultan Vahideddin`in Ankara`daki Milli Hükumeti tanımak istemediği yolunda yorumlamaktadır. Halbuki heyetin başkanı Yusuf Kemal Bey de bu ikiliği doğru bulmamakla beraber, bunun sebebini Sadrazam Tevfik Paşa`ya sorduğunda, O`nun `İngiltere ve Fransa komiserleri böyle istediler` karşılığını verdiğini nakletmektedir. Unutmamak gerekir ki, o sırada İstanbul, işgal altındadır.

Heyet, Marsilya tarikıyla hareket edip önce Paris`e ve oradan da Londra`ya ulaşır.

Guya heyet, İstanbul`daki görüşmeleri icra ederken, bu heyetteki altı kişiden biri olan Katip Kemal Bey, (Yusuf Kemal Bey böyle birinden bahsetmemektedir) kayınpederinin evinde kalmış. Heyetin gizli evrakı da başkanın yanında olmayıp, bu katibin muhafazasındaymış. Katip, bu derecede ehemmiyetli vesikaları kayınpederinin evine valizle bıraktıktan sonra, iki gün o eve uğramamış. İşgalcinin sözüyle padişaha iftira

Şimdi yazarcığı dinleyelim: `Durumdan bir şekilde haberdar olan Vahideddin`in hafiyeleri, bir gece gizlice eve süzülür. Valizi alıp, içindeki altı adet gizli belgenin fotoğrafını çekip, daha sonra çaktırmadan eve bırakırlar. Bu kopyalar ise 6 Mart 1922 günü Vahideddin`in emektar bir mabeyncisi ile İngiltere Yüksek Komiserliği baş tercümanına gönderilir.`

Peki, bunu kim söylüyor? Belli değildir. Evrakın kopyasının alındığı ve bu kopyaların Sultan Vahideddin tarafından İngilizler`e gönderildiği iddiası İstanbul`daki İngiliz Yüksek Komiseri`nin Londra`ya yazdığı raporda, `Bunların kendisine Sultan Vahideddin tarafından gönderilmiş olduğu` tarzındaki bir beyana dayandırılmaktadır. Yani şahs-ı ahardan varid olan bir sözle, üstelik o da işgalci düşmanın bir memuru, Sultan Vahideddin itham olunmaktadır. Allah`dan korkmayanlar ve insan haklarına saygıdan nasibi olmayanlar, böyle uluorta iddiaları kolaylıkla ortaya atarlar. Be hey yardımcı doçent! Sen bir padişahı `casusluk!..` gibi çirkin bir fiille itham ederken, O`nun düşmanından sadır olan bir beyana güvenip itimad etmek için ne derecede mantık fukarası olman gerekir, var kendin düşün! Tabii bu sual de seni iyi niyetli kabul etmek şartıyla vaki olabilir. Yoksa su-i niyetin yazının bütününe aid her satırda zahirken, belki bu sualin tevcihine bile layık ve müstehak değilsin!..

Buna istihbaratta dezenformasyon, yani yanlış bilgilendirme derler. Bunu da, bu yanlış bilgilendirmede menfaati olanlardan başkası yapmaz! Bu, selim muhakeme ve inkılab yobazlığı ile selamet-i zihniyesi bozulmamış insanların kabulde tereddüd etmeyeceği bir gerçektir. Sen bunu da anlamazsın! Bir İngilizin kendi hükümetine, `Bunları bana Vahideddin gönderdi` demesiyle, Sultan Vahideddin`in itham edilmesi de aynı derecede çürük bir mantık sefaletidir. Çünkü onu İngilize ulaştıran ajan, asıl göndereni setrederek bir başkasının ismini verse, İngiliz bunu nereden bilecek?! Unutmamak gerekir ki; istihbarat işinde düşmanı yanıltmak başarıya götüren en esaslı amildir.
 
klavyene sağlık versavdis
bu sayfayı sabite almak lazım
bazı arkadaşlar için acı olmuştur bunları okumak
ama tarihi değiştiremezler
 
Sultan Vahideddin Hakkında Yeni Bir İddia ve İftira Curcunası

Durup dururken eski başbakanlardan Bülent Ecevit ‘in 16 Temmuz 2005 tarihli Zaman Gazetesi’nde “Sultan Vahideddin merhûmun hâin (!) olmadığı” hakkında bir beyânâtı haber sûretinde yer aldı. (1) Böyle bir söz, ilk defa vârid oluyormuşcasına bir hayret, infiâl ve münâkaşa zemini oluşturdu. İhtimal bu değerlendirmenin, kendisinden beklenmesi muhtemel olmayan bir şahıstan sâdır olması dolayısıyla yazılı basında ve televizyonlarda bir iftira curcunası başlatıldı. Seksen küsûr yıldan beri devam edegelen isnâd ve iftiralar, bir kırık plâk gibi bir çok din ve tarih düşmanı kalem tarafından merhûma salvo hâlinde yeniden bir hücum için vesîle ittihaz edildi. Bunlarda yeni hiçbir şey yoktu. Bu eski iddialar ise, tarafımızdan tam kırk sene evvel “Sarıklı Mücâhidler” isimli eserimizde cevaplandırılmış (2) ve orada bu iddiaların hiçbirinin geçerliliğinin olmadığı sayısız delille isbat edilmişken, bir çok devrimbaz yazar, verilmiş olan cevapları duymamışcasına hareket ederek eski iddiaları çiğnenmiş bir sakız hâline getirircesine tekrarlamak bayağılığından kurtulamamışlardır. Bunları ibret ve dehşetle seyrettik. Seyretmekle de kalmayarak radyo ve televizyonlarda –sâhib olabildiğimiz imkânlar nisbetinde- tekrâren cevaplandırdık. (3)

Tabiatıyla bu arada Türk basınında bazı insaf ehli kalemlerin de bir kısım hakşinas yazılarının yayınlandığını itiraf etmeliyiz. Fakat kaahir ekseriyet, iftirayı câhilâne, basmakalıp ve mesnedsiz iddialarla körüklemişlerdir. Bunların cevabı, bir çok vesile ile ve defaatle verilmiş olduğu cihetle biz, bu iftira kampanyası dolayısıyla ortaya çıkan “sarhoş kusmuğu” ndan farksız bir hezeyânı burada bir nebze tahlîl etmek istiyoruz. O da “Haftalık” isimli magazin dergisinin 23-29 Ağustos 2005 tarih ve 124 sayılı nüshasında “Haftalık-Özel Haber” başlığı altında sansasyanel bir sûrette “Vahdeddin, Gizli Belgeleri İngilizler’e Nasıl Uçurdu?” serlevhasıyla yayınlanmış olan yarı haber, yarı röportaj mâhiyetindeki yazıdır.

Bu haber ve röportaj, Yardımcı Doç. Dr. Orhan Çekiç isimli nâmâlum bir yazarcığa ve O’nun “İmparatorluktan Cumhûriyete” isimli eserciğine istinâden ortaya konulmuş olduğu bildirilmektedir. Yardımcı Doç. Dr. Orhan Çekiç , Maltepe Üniversitesi’nde öğretim üyesiymiş ve otuz yıldan beri de(!.) cumhuriyet tarihiyle ilgili araştırmalar yapıyormuş. Mâşaallah çok keskin bir araştırmacı olmalı ki, otuz senedir yardımcı doçentlikten doçentliğe bile yükselememiş. Bu keyfiyetin bir mânâsı da onun lisan bilmediğidir. Esâsen bu keyfiyet dikkat edilince bahsi geçen yazıdan da anlaşılmaktadır. Zira kendisiyle yapılan röportajda;

“ - Bu belgelere nasıl ulaştınız” suâline şu cevabı vermektedir:

“ - Bunlara doğrudan ulaşan kişi ben değilim. Orjinalleri ilk kez kullanan kişi Prof. Dr. Salâhî Sonyel , kırk yıl önce İngiltere’de yazdığı doktora tezinde bu belgeleri kullanmıştır.” demektedir. Bu demektir ki O, mevzuubahs olan raporları İngiliz Arşivi’nde bizzat çalışarak temin etmiş değildir. Onları başka bir kitaptan aktarmış bulunmaktadır. Hem de o eser yayınlandıktan kırk yıl sonra!.

“Vesika” sıfatıyla adlandırdığın bir kısım istihbarat raporlarını kırk sene evvel yayınlanmış bir eserden iktibas edip alacaksın, sonra bunların “ İngiliz İstihbaratı’nın müsaadesiyle ” (!.) yayınlandığını iddia edeceksin?! Bu demektir ki mâhud yazı-röportaj, daha takdiminde görülen bu yalanla başlamaktadır!.

Peki, bu Salâhî Sonyel kimdir? Doktora tezinin adı-sanı nedir? Nerde ve ne zaman yayınlanmıştır? Vesikalar(!.) onun kaçıncı sahifelerinde yer almıştır?! Bu husus bildirilmemektedir. Biz de bilmiyoruz.

Ancak şunu söyleyelim ki, İngiliz resmî belgelerinin saklandığı Public Record Office’deki Sultan Vahideddin ‘e âid dosyanın bütün muhtevâsı elimizde mevcuddur. Onlar arasında bu “otuz yıllık araştırmacı Yard. Doçent” in bahsettiği vesikalar nevcud değildir.

Diyelim ki, biz o dosyayı takrîben otuz beş sene önce tetkîk edip oradaki vesikaların fotokopisini almış bulunduğumuza nazaran bunlar daha önceden mevcudmuşlar. Çünkü yardımcı doçentin atıf yaptığı Salâhî Sonyel ‘in meçhul doktora tezi ifşaatçının ifadesine nazaran kırk yıl evvel basılmış olduğu cihetle, bizim tetkimizden evvel bu vesîkalar orada mevcut olabilir ve sonra da çıkarılmış bulunabilir. Bu takdirde onlara İngilizler’in de itibar etmeyerek bu vesâik denilen hayal mahsûlü ajan raporlarını oradan çıkarmış olmaları ihtimâli akla gelebilir. Bu husûsun anlaşılabilmesi için Salâhî Sonyel ‘in eserinin referansı bildirilmesi lâzım gelirdi. Umûmiyetle şuradan buradan aşırmayla kitap yazanlar hep böyle yapar ve aşırma yaptıkları kaynakları sarih bir sûrette zikretmezler.

Diğer taraftan Record Office’de muhafaza edilen vesâikin aslı bizim yazıyla (Osmanlıca olarak) mevcud olmak gerekirdi. Bu takdirde ise o da ingilizce tercümesiyle birlikte muhâfaza edilmiş olması îcâb ederdi. Orada usûl budur. Bizim elimizde aynı yerden elde edilmiş bir çok vesikanın beraberinde onun osmanlıca aslı mevcuddur. Bunları her isteyene gösterebiliriz. Bunların bazılarını da Sultan Vahideddin ‘le ilgili izahlarımızda kullanmış bulunmaktayız.

Bahsi geçen yazıda yer alan ilk yalan şudur:

Derginin kapağında “Belgeleri, İngiltere Devlet Arşivleri’nin izniyle yayınlıyoruz.” ibaresi yer almaktadır. Bu fiilî ve ilmî gerçeklere aykırı bir beyândır. Zîra bir kere Record Office’e konulan ve böylece herkesin tetkîkine âmâde kılınan her vesîkadan kopya almak ve onları yayınlamak izne bağlı değildir. Bunu şimdiye kadar izin almadan pek çok kimse yapmıştır. Yazar, bu vesika dediği ajan raporlarını umûma açıklanmadan önce resmî şahıslardan temin etmiş olsaydı, ancak o takdirde bir müsaade almak külfetiyle karşı karşıya olabilirdi. O, bunları yayınlanmış bir eserden aktardığına göre “ müsaade ” sözü neden uydurulmuştur? Elbette ki; bu yazarcığın yaptığı işin basit aşırma değil de çok mühim bir çalışma (!.) olduğu vehmini hâsıl etmek için!.

Bütün bu söylediklerimizden daha fecî olarak nakledilen ajan raporları vesîlesiyle verilen izahât, hiçbir kaynağa istinad ettirilememektedir. Üstelik meselâ “…. Yusuf Kemal heyecanla bu heyetin tüm Türkiye adına görüşmeler yapmaya yetkili olduğunu ilân etmesi için Sultan ‘la görüşmesi gerektiğini anlatırken seksen küsur yaşındaki Tevfik Paşa , türk kahvesinden ağır ağır yudumlar çekerek dinlemektedir.” tarzında ancak bir görgü şâhidinin ifâde edebileceği pek çok teferruatı nakletmektedir. Yazı baştan başa bu üslûb ile, yani roman stiline uygun bir sûrette kaleme alınmış bulunmaktadır. Halbuki yardımcı doçentin bahsettiği heyetin başkanı Yusuf Kemal Tengirşenk “Vatan Hizmetinde” adını taşıyan bir hâtırât yayınlamış bulunmaktadır.

Tuhafı şu ki, bu hâtırâtta bahsettiği heyetin faaliyetleriyle ilgili olarak “Hâriciye Vekili Olarak Avrupa’ya Gidişim” serlevhası altında yirmibeş sayfalık bir tafsilât (4) verildiği hâlde, yardımcı doçentin tırnak içinde Yusuf Kemâl ‘e atfettiği sözlerden orada bir kelime bile bulmak mümkün değildir. Bu nasıl tarihçiliktir ki, koskoca bir makalede bir tek kaynağa atıfta bulunmadan çeşitli şahıslara, çeşitli sözler söyletilebilmektedir. Bu ancak bir romanda olabilir. O Yusuf Kemal ki, nâmuskârlığı, 31 Mart Vak’ası’nı tahkîk için Adliye Vekâleti’nde kurulan bir heyete başkanlık etmesi dolayısıyla, “Bu vâkıalar bende 31 Mart İsyanı’nınAbdülhamid ‘in eseri olmadığını, bunun İttihatçılardan iktidarı almak için yapılmış bir tertib olduğu kanaatini hâsıl etmiştir.” demesiyle sâbittir. (5)

Yaşadığı vak’alar dolayısıyla da teferruât nakletmesine sıra gelince 1921 tarihli Moskova Muâhedesi’ni imzalamasından bahsederken “İçimden kaç defa âh benim Nazlı’m(Nazlı, O’nun hanımıdır) da şimdi benimle beraber olsaydı derdim.” ifâdesine yer vermiş bulunmaktadır. (6)

Muâhede imzalamak gibi ciddî bir işle meşgûlken içindeki tahassürü böylece ortaya koyan bir siyâset adamı, acaba neden yardımcı doçentin naklettiği sayfalar dolusu beyânın hiçbirine yer vermemiştir. Yer vermemiştir, çünkü bunlar olmamıştır. Onları yardımcı doçent yazarcık kendi hayal hânesinden îcâd etmiş bulunmaktadır. Yusuf Kemâl Bey ‘in bahsi geçen hatıratı ile yardımcı doçentin beyanlarını karşılaştırınca bir alay detayın uydurulmuş bulunduğu ve bu uydurmalara da zannî bir kısım kıymet hükümlerinin istinâd ettirildiği kolayca anlaşılıyor.

Peki bu defa şu suâli soralım:

“Kimdir bu Yard. Doç. Dr. Orhan Çekiç denilen otuz yıllık (!.) araştırma yazar?!.”

Bunu öğrenmek için yardımcı doçentin “ İmparatorluk’dan Cumhûriyet’e ” isimli magazin türü kitabına bakıyoruz. Bunun daha ilk sayfalarında başka bir yayını dolayısıyla aldığı mektuplar sergilenmektedir. Bunlar da kendisine hitâb şöyledir:

“Sayın Orhan ÇekiçModa Lions Klübü DerneğiAtatürk Komitesi BaşkanıİSTANBUL”


Demek ki; yardımcı doçent hem Lions Klübü mensubu hem de Atatürkçü imiş. Sadece bu iki sıfat bile onun hüviyetini, zihniyetini yani dünya görüşünü, tâkib etmekte olduğu maksadı ve uydurduğu yalanların sâikini (özel sebebini) anlamaya kifâyet eder sanırız. Bir de kendisini ilmî (!.) çalışmalarından dolayı tebrik edip takdirkâr mektuplar gönderenlerin isimlerini söyleyelim ki onun hüviyeti daha iyi anlaşılsın:

Süleyman Demirel, Yekta Güngör Özden , v.s.

Buraya kadar söylediklerimizi okuyanlar:

“-Yâhu bu yardımcı doçentin Sultan Vahideddin ‘e –hâşâ- casusluk isnad eden iddiasının dayandığı vak’a nedir?” diyeceklerdir. Kısaca anlatalım:

Yusuf Kemal (Tengirşenk) , Büyük Millet Meclisi’nden aldığı selâhiyete istinâden sulh görüşmeleri yapmak üzere, Dış İşleri Bakanlığı Siyasî İşler Müdürü Hikmet (Bayur) , Husûsî Kalem Müdür Vekili Ferid , Genelkurmay Başkanlığı’ndan Binbaşı Tevfik ve ismi belirtilmeyen iki kâtipten ibaret bir heyetin başkanı olarak 1922 senesi Şubat başlarında Londra’ya gitmek üzere yola çıkmıştır.

Heyet, önce İstanbul’a gelir ve Sultan Vahideddin ‘le görüşerek O’ndan Türkiye’yi temsil salâhiyetinin sadece Büyük Millet Meclisi’ne âid olduğuna dâir bir beyân istihsal etmek ister. Bu heyet, Sadrazam Tevfik Paşa , Hâriciye Nâzırı Ahmed İzzet Paşa vs. ile görüştükten ve onların tasvîbini aldıktan sonra padişah tarafından kabul edilir. Yusuf Kemâl Bey ‘in ifadesine göre Sultan Vahideddin bu talebe hiçbir cevap vermez ve maksad hâsıl olmaz. Buna rağmen Londra’ya, İstanbul Hükûmeti de Hâriciye Nâzırı Ahmed İzzet Paşa riyâsetinde bir başka heyet gönderir. Yardımcı doçent, bu keyfiyeti Sultan Vahideddin ‘in Ankara’daki Millî Hükûmeti tanımak istemediği yolunda yorumlamaktadır. Halbuki heyetin başkanı Yusuf Kemâl Bey de bu ikiliği doğru bulmamakla beraber bunun sebebini Sadrazam Tevfik Paşa ‘ya sorduğunda, O’nun “İngiltere ve Fransa komiserleri böyle istediler.” karşılığını verdiğini nakletmektedir. (7) Unutmamak gerekir ki, o sırada İstanbul, işgal altındadır.

Heyet, Marsilya tarîkıyla hareket edip önce Paris’e ve oradan da Londra’ya ulaşır.

Gûyâ heyet, İstanbul’daki görüşmeleri icrâ ederken bu heyetteki altı kişiden biri olan Kâtip Kemâl Bey, ( Yusuf Kemâl Bey böyle birinden bahsetmemektedir) kayınpederinin evinde kalmış. Heyetin gizli evrâkı da başkanın yanında olmayıp bu kâtibin muhâfazasındaymış. Kâtip, bu derecede ehemmiyetli vesîkaları kayınpederinin evine valizle bıraktıktan sonra iki gün o eve uğramamış. Şimdi yazarcığı dinleyelim:

“Durumdan bir şekilde haberdar olan Vahideddin’in hafiyeleri bir gece gizlice eve süzülür. Valizi alıp kayıplara karışır. İçindeki altı adet gizli belgenin fotoğrafını çekip daha sonra çaktırmadan eve bırakırlar. Bu kopyalar ise 6 Mart 1922 günü Vahideddin’in emektar bir mâbeyncisi ile İngiltere Yüksek Komiserliği baş tercümanına gönderilir.”

Peki, bunu kim söylüyor? Belli değildir. Evrâkın kopyasının alındığı ve bu kopyaların Sultan Vahideddin tarafından İngilizler’e gönderildiği iddiası İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’nin Londra’ya yazdığı raporda “bunların kendisine Sultan Vahideddin tarafından gönderilmiş olduğu” tarzındaki bir beyana dayandırılmaktadır. Yani şahs-ı âhardan vârid olan bir sözle, üstelik o da işgalci düşmanın bir memuru, Sultan Vahideddin itham olunmaktadır. Allah’dan korkmayanlar ve insan haklarına saygıdan nasibi olmayanlar böyle uluorta iddiaları kolaylıkla ortaya atarlar. Be hey yardımcı doçent! Sen bir padişahı “casusluk!..” gibi çirkin bir fiille itham ederken O’nun düşmanından sâdır olan bir beyana güvenip itimad etmek için ne derecede mantık fukarası olman gerekir, var kendin düşün! Tabiî bu suâl de seni iyi niyetli kabul etmek şartıyla vâkî olabilir. Yoksa sû-i niyetin yazının bütününe âid her satırda bir sarhoş kusmuğu iğrençliği ile zâhirken belki bu suâlin tevcihine bile lâyık ve müstehak değilsin!..

Buna istihbaratta dezenformasyon, yani yanlış bilgilendirme derler. Bunu da, bu yanlış bilgilendirmede menfaati olanlardan başkası yapmaz! Bu, selîm muhâkeme ve inkılâb yobazlığı ile selâmet-i zihniyesi bozulmamış insanların kabulde tereddüd etmeyeceği bir gerçektir. Sen bunu da anlamazsın! Fakat okuyucuların bu husûstaki mantık sakatlığını kavramaları için burada bizzat yaşadığım bir vak’ayı nakletmek isterim:

Bundan otuzbeş sene evvel Eskişehir’de İrfan Özaydınlı nâm müteveffânın cellâdlarınca muhâkeme olunurken, ortaya Almanya’dan bana gönderilmiş bir mektup çıkmıştı. Bu mektup elime geçmeden derdest olunup istihbârât tarafından askerî mahkemeye gönderilmişti. O mektupta Ahmed Çakır isimli Almanya’da çalışmakta olan bir vatandaş, bana muhâkeme mevzuu olan konferansın bantını nasıl orada yayıp dinlettiğini anlatıyordu. Askerî savcı bunu benim aleyhimde bir delil olarak kullanıyor ve beni M. Kemal Paşa aleyhine verilmiş olan bir konferansın bantını Avrupa’da düzenli ve teşkilâtlı bir sûrette Türk işçilerine dinletmiş olduğum yolunda itham ediyordu. Ben bu itham karşısında demiştim ki:

“-Mektubu göndereni tanımam!.. Bu mektuba da burada muttalî oldum. Sayın savcı bununla beni itham etmek istiyorduysa mektubun elime geçmesi engellenmemeli ve benim vereceğim cevab beklenilmeliydi. Cevâbım kullanılarak ben itham olunabilirdim. Meçhûl bir şahsın (isterse mâlum olsun) ifadesiyle itham olunmam sadece hukûka değil, akla ve mantığa da muğâyirdir. Ben şimdi bir tertible, sayın mahkeme reisine bir mektup gönderttirsem, o mektupta «tâlimâtınız üzere bombayı şuraya yerleştirdik, falan işi şöyle yaptık» tarzında beyanlar olsa, onunla şu mahkeme reisini itham etmek ne kadar mâkulse benim de bu mektupla itham edilmem o kadar mâkuldür.”

Aynen bu misalde olduğu gibi bir ingilizin kendi hükümetine “bunları bana Vahideddin gönderdi” demesiyle Sultan Vahideddin ‘in itham edilmesi de aynı derecede çürük bir mantık sefâletidir. Çünkü onu ingilize ulaştıran ajan, asıl göndereni setrederek bir başkasının ismini verse, ingiliz bunu nereden bilecek?! Unutmamak gerekir ki; istihbarat işinde düşmanı yanıltmak başarıya götüren en esaslı âmildir.

Bunun bir dezenformasyon olduğunu anlamak için bir vesika diye sunulan ajan raporlarının muhtevalarına bakmak lâzımdır. Büyük Taarruz’la ilgili verilen bilgiler yanlış ve yanıltıcıdır. Kaldı ki, İngilizler’in bunu öğrenmesi zor da değildir. Bu yardımcı doçente şunu söyleyelim ki, İngilizler’in:

“-Kuvva-yı Milliye’ye kat’iyyen müdâhale etmeyeceklerine dâir Ali Fuad Paşa vâsıtasıyla teminât verdikleri, bu teminatın Eskişehir Havâlisi’ndeki İngiliz kuvvetleri komutanı General Salliklat ‘ın imzasını taşıdığı, hatta oradaki kuvvetlerini geriye çekerlerse Kuvva-yı Milliyecilerin memnun olup olmayacaklarını sormaları ve müsbet cevab almaları üzerine İngilizler’in bu kuvvetleri, önce Merzifon’a sonra da Samsun’a çekmiş bulundukları Mustafa Kemal Paşa ‘nın Nutkunun vesikalar kısmında Ali Fuad Paşa ‘nın gönderdiği bir yazıyla sabitken (8) İngilizler’in bu vesîka diye takdim edilen ajan raporlarındaki bilgilerden daha fazlasına sahip bulunduklarını kavramak için acaba otuz senelik araştırmacı yardımcı doçent mi olmak gerekir?!

Bu ajan raporlarında onun dezenformasyon olduğuna dâir kanaati takviye eden en ehemmiyetli nokta Ankara Hükümeti’nin Ruslar’la münâsebetine dâir beyanlardır. Hoş, yardımcı doçent bu husustaki gerçekleri de karakûşî bir hükümle bir hayli değiştirmektedir. Rus yardımının miktarı vs. hakkındaki bilgiler gibi… Fakat bunlar hâiz-i ehemmiyet değildir. Mühim olan o zaman komünizm ve Ruslar’dan nefret eden İngilizler’i onlardan gelecek bir yardımla tehdid edip gözdağı vermek olduğu anlaşılmaktadır. Bundan doğacak menfaatin ise, Ankara Hükümeti’ne râci olduğu her türlü izahtan vârestedir. Bu, Sultan Vahideddin ‘in ne işine yarayacak ki, bu bilgiyi İngilizler’e ulaştırsın!?.

Mâlum olduğu üzere M. Kemal Paşa daha İstanbul’dan ayrılmadan Pera Palas’ta Bolşeviklerin adamı olan Albay İlyaçef ‘le görüşmüş, bilâhare Havza’da Albay Bubiyeni ile de görüşerek Ruslar’la sıcak temas imkânı aramıştır. Bundan tabiî bir şey olamaz. O yardım gelecek herkesle teşrik-i mesâî mecbûriyetinde değil miydi? Siyâset bunu îcâb ettirmiyor muydu? Ancak İngilizler’in bu münâsebetten rahatsız olarak Batum çıkartmasını yaptıkları bütün kaynakların şehâdetiyle sâbit değil midir?! Şu hâlde Ankara’nın Ruslar’la sıcak temasta bulunduğu yolundaki bilgilerle İngilizler’i korkutmak ve bu sûretle Yunan’a sağlanacak desteği bertaraf etmek Sultan Vahideddin ‘den önce Mustafa Kemal ‘in işine gelen bir keyfiyet değil midir?!

Bütün Kemalist kalemler, Sultan Vahideddin ‘i İngilizlerle beraber göstermek yanlışında müttefik olduklarına göre, bu durum onlar için bir tezad teşkil etmez mi?

Bu vesileyle Sultan Vahideddin ‘in İngilizleri oyalamak istikaametindeki hareketlerini mesned ittihaz ederek O’nu İngiliz taraftarlığıyla itham edenlerin ne denli bir mantık tezadı içinde olduğunu anlamak için, bir tek noktaya işâret edelim:

Sultan Vahideddin , 17 Kasım 1922′de vatan-ı azîzini terketmiştir. Halbuki M. Kemal Paşa’ nın tehditlerle gerçekleştirdiği (9) saltanatın ilgası tarihi 1 Kasım 1922′dir.

Osmanlı Devleti için “ ebediyen münkariz ” olmuş yani ortadan kaldırılmış olduğuna dâir bir kaanun çıktıktan sonra Sultan Vahideddin onların iddia ettiği gibi İngilizlerle beraber hareket etmiş olsaydı çekilip gitmek yerine İngiliz desteğiyle bu kararı tanımama yoluna gitmesi gerekmez miydi?! Bu takdirde meşhur Napolyon ‘un ifâdesiyle, “Tek başına bir imparatorluğa bedel olan” İstanbul’u, M. Kemâl Paşa ve taraftarları Sultan Vahideddin ‘in elinden nasıl alabileceklerdi?!

Bilindiği üzere:

“- Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri! ” ta’limâtının bir ikincisi de vardı. O da Trakya’ya geçmekti. O sırada Çanakkale Boğazı, İngiliz işgâli altında bulunduğundan bu yapılamamıştır. Mantîkan, ikincisi olmayan bir şeyden “ ilk ” tavsîfiyle bahsedilemeyeceği bir bedâhettir.

Ajan raporlarını vesika kabul ederek sansasyon peşinde koşanlar, cehâletlerini böyle Sultan Vahideddin düşmanlığı ve M. Kemal Paşa taraftarlığı ile setredegelmişlerdir. Bu yardımcı doçent, artık çoğu câhil kimseler için bir yükselme vasıtası hâline getirilmiş bulunan M. Kemal Paşa taraftarlığının sağlayacağı faydayı daha evvel keşfetmiş olsaydı, çoktan profesör olurdu. Nitekim böyle süratli yükselen emsalleri de az değildir.

Bu ajan raporlarının muhtevâlarını ve bu mesnedsiz yazının sansasyonel iddialarını doğrusu cevaplamaya değer bulmadığımızı, her şeyden evvel ifade etmemiz gerekirdi. Fakat bizi internetten takip eden bazı dostlarımızın ısrarlı talepleri üzerine istemeye istemeye bir cevap vermeyi düşünür ve bu hususta mütekâsil (ağırdan davranan) davranırken yardımcı doçentin ikinci bir hezeyanına daha şâhid olmak bedbahtlığına uğramış bulunmaktayız. O da adı geçen derginin bir sonraki haftasında Sultan Vahideddin merhumun yeğenleri tarafından M. Kemal Paşa ‘ya bir sûikasd plânladıkları yolundaki iftirâdır.

Bu da; yine ajan raporlarına müstenid, “Atatürk 1938′de ölmeseydi, Vahdeddin’in yeğeni tarafından öldürülecekti.” serlevhalı yazı ile ortaya atılmıştır. Bu yazıda ele alınan bir kısım ajan raporları da aynı sansasyonel roman muhtevâsıyla okuyuculara takdim edilmiştir. Halbuki bunlar takrîben otuz sene evvel hem de yüksek tirajlı bir türk gazetesinde ve hem de daha mufassal bir sûrette Nuyan Yiğit ismini kullanan bir ermeni tarafından yayınlanmıştı. O ajan raporlarındaki saçma-sapan iddiâların o zaman ortaya atılma sebebi şuydu: 1974 yılında TBMM’de bir umûmî af görüşmesi mevcuddu. Çıkacak olan kaanunla Osmanlı Hânedânı mensuplarının da o kaanunun şümûlüne sokularak Türkiye’ye getirilmeleri isteniyordu. Bunu önlemek için Hürriyet Gazetesi (10) onlardan bazılarının M. Kemal Paşa ‘ya karşı bir sûikasd düşündüklerine dâir yine bu yardımcı doçentin yaptığı gibi sansasyonel bir tefrika yayınlanmıştı. (11) Bu satırların yazarı da mahud 163. maddeden dört, 5816 sayılı M. Kemal Paşa hakkındaki kanundan da üç olmak üzere cem’an yedi seneye mahkûm bulunuyordu. Bu mahkûmiyet dolayısıyla eli-kolu bağlı olmasına rağmen Millî Gazete ‘de bu tefrikanın yanlışlarına cevap vermiş, saçmalıklarını göstermiş ve bilâhare yayınladığı “Osmanoğulları’nın Dramı” isimli esere bu yazıları “Osmanoğullarına Karşı Son Haçlı Taarruzu” ismiyle dercetmişti.

Şimdi, otuz senelik araştırmacı yardımcı doçentin şu M. Kemal Paşa ‘ya sûikast meselesi için istinad ettiği ajan raporlarının daha mufassal bir sûrette yer aldığı mâhud tefrikaya verilmiş olan cevapları dikkatlerinize arz etmek istiyoruz. Böylece o cevablarla artık yuttuğu herze bardağı taşırmış olan bu otuz senelik(!.) araştırmacı yazar da hak ettiği karşılığı almış olacaktır. Ancak, otuz senelik araştırmacı(!.) yardımcı doçent orada mevzuubahs edilen ajan raporlarından kargaların bile güleceği bâriz mantık ve bilgi yanlışlarına mâkes olan bazı vesâiki, kasden mevzubahs etmediği, cevabımızdaki iktibaslarla görülecektir. Bu ifâdemizden onun bilgilerini bir mantık çerçevesine oturtmak yolunda bir gayret sahibi bulunduğumuz anlaşılmamalıdır.

Zira onun bu ikinci yazısı da mutlaka bir görgü şahidine istinâd ettirmek lâzım gelen bir alay teferruât(delilsiz yani kaynak gösterilmeksizin) ihtivâ etmektedir. Bunlar da hiç şüphesiz onun hayalhânesinin mahsûlüdür ve bu itibarla cevaba değmez. Bununla beraber Sultan Vahideddin -eski ve bu yardımcı doçentle Emin Çölaşan misâli yeni- düşmanlarının ilmî, fikrî ve mantıkî hacâletlerini göstermek ve bunların topuna birden tekrar bir cevap teşkil etmek üzere buyurun otuz sene evvelki cevabımızı birlikte okuyalım. (12)

Dipnotlar :

(1) Büyük bir gürültü kopmasına sebep olan bu beyânâtın akabinde Hulki Cevizoğlu , Bülent Ecevit ‘i programına alarak söylediği bu sözden dolayı yarı muâheze, yarı yumuşatma tarzında bir röportaj yaptı. Bülent Ecevit , programa beraber çıktığı karısının yardımıyla Hulki Cevizoğlu ‘nu cevaplandırırken bu meseleyi ciddiyet ve azimetle ortaya atmış bulunmadığı ve sadece bir gazetecinin suâli üzerine bu sözü söylemiş bulunduğu tarzında te’vile kaçan bir cevap verirken karısı daha sarîh davranarak “Türk Milleti’ni tarih içinde zaman zaman bir çok yöneticinin idâre ettiğini, bunların bazen de yanılmış olabileceklerini, fakat hiçbir zaman ihânet kasdıyla hareket etmiş olabileceklerine ihtimal vermediğini” söylemiştir.

Ecevit ’se bu sözün söylenmesine zemin teşkil eden hâdiseyi, kendisinin köy-kent projesi (!) ile ilgili bir kitap yazmakta bulunduğunu ve bu vesîleyle târihî meselelere de temas etmek mecburiyetinde kaldığı tarzında izah ettikten sonra Osmanlı’nın köylüyü dâimâ ihmâl etmiş bulunduğunu, Midhad Paşa ‘nın ise köylüyü müdâfaa sebebiyle hayatından olduğunu söylemiştir.

İhtimal, Midhad Paşa ‘nın “Ziraat Bankası” nı kurmuş olmasından mülhem olarak söylenilmiş şu sözler tarihî hakikatler karşısında ne dehşet verici bir cehâlet örneğidir. Zira Midhad Paşa Ziraat Bankası’nı kurmuş olmaktan dolayı hiçbir zaman ve hiçbir kimse tarafından muâheze edilmiş olmadığı gibi hakkındaki idam hükmü de bununla alâkasız bir sûrette Sultan Aziz merhûmun vahşiyâne bir sûrette katledilmiş olması sebebiyle Yıldız Mahkemesi’nce verilmiştir. Mahkeme hükmüne rağmen Sultan Abdülhamid merhum bu hükmü tetkik etmek üzere devrin en mûteber ricâlinden olan büyük hukukçu Ahmed Cevdet Paşa , Gâzi Osman Paşa vs.’den müteşekkil geniş kadrolu bir heyet teşkil etmiş, onlar da kararı haklı bularak ” bir ibret-i müessere teşkil etmek üzere ” hükmün derhal infazı yolunda beyanda bulunup bu beyanlarının altını imzâlamışlardır. Böyle olduğu hâlde merhametli padişah Sultan II. Abdülhamid Han hazretleri bu kararı “Tâif’e sürgün” sûretiyle tebdil etmiş ve giderken de Midhad Paşa ‘nın cebine sekizyüz altın koymuştur.

Aynen Sultan Vahideddin gibi Sultan Abdülhamid Han hazretlerinin etrafında da İttihatçı güruhun eseri olan bir iftira ile onun Tâif’te boğdurulduğu yolunda bir yalan uydurulmuş ve bu yalan günümüze kadar sürüp gelmiştir.

Kafasını sol fikirlerle bozmuş ve bugün de dimağı selîm muhâkeme imkânını kaybetmiş olan Ecevit , bu yalanı -ihtimal tarihle meşgûl olmadığı için- doğru zannederek Cevizoğlu ‘nun programında yetmiş milyon insanımızın önünde tekrarlamak ve onun sebebini de yanlış nakletmek hacâletinden -maalesef- kurtulamamıştır.

(2) “Sarıklı Mücâhidler” isimli eserimiz 1965 yılında yayınlanmış ve vatanımızın düşman işgal ve istilâsından kurtuluşunda en müessir âmilin milletin imanı olduğunu sayısız vesîka ile ispat etmiştir. Bu arada Sultan Vahideddin merhumun rolü de -lâyıkıyla- belirtilmiş ve bu vesileyle O’nun hakkındaki çeşitli iddia ve iftiralara gerekli cevaplar verilmiştir. Bugüne kadar dokuz kere basılmış ve yüzbinden fazla nüshası Anadolu’ya dağılmışken, bu eseri yok farzederek Sultan Vahideddin hakkındaki “rejim kaygusundan doğmuş” iftiralara devam olunması Türk fikir hayatı bakımından hazîn bir sefâlettir!

(3) İlk olarak “Ceviz Kabuğu” programında Lozan Muâhedesi’nin yıldönümü dolayısıyla 23 Temmuz 2005 ve “Alternatif” adlı programda ise 31 Temmuz’da, imkân nisbetinde “Sultan Vahideddin” ile ilgili gerekli cevaplar da verilmekle kalınmayıp bilâhare Özel FM radyosunda 31 Temmuz 2005 ve 13 Ağustos 2005 tarihlerinde aynı cevaplar daha geniş bir sûrete tekrâren arzedilmiştir. Bilhassa bu sonuncu radyo programlarında sözümüz kesilmeyerek zamanın müsâadesi nisbetinde gerekli cevapları verebilmiş olmamızdan dolayı adı geçen radyonun idarecilerine teşekkürü bir borç biliyoruz.

(4) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , “Vatan Hizmetinde”, (İstanbul-1967) s: 254 vd.

(5) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , a.g.e., s: 119.

(6) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , a.g.e., s: 157

(7) Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk , a.g.e., s: 258

(8)Bkz: Mustafa Kemal , Nutuk, Ankara-1927, sh. 101.

(9)” ——— Bundan sonra; meseleye müteallik takrirler, üç encümene; teşkilât-ı esâsiye, şer’iyye ve adliye encümenlerine havâle olundu. Bu üç encümen heyetinin bir araya gelip; bizim ta’kib ettiğimiz maksada göre, mes’eleyi hall ve intâc etmesi elbette, müşkil idi. Vaziyeti yakından ve bizzat ta’kib etmek lâzım geldi.

Üç encümen bir odada ictima’ etti. Riyâsetine Hoca Müfid Efendi ‘yi intihâb eyledi. Mes’eleyi müzâkere etmeye başladılar. Şer’iyye encümenine mensub hocaefendiler;hilâfetin saltanattan münfek olamayacağını maâruf safsatalara istinâd ettirerek, iddia ettiler. Bu müddeayâtın cerh ve nakzını serbest idâre-i kelâm edenler, ortaya çıkar görünmediler. Biz, çok kalabalık olan aynı odanın bir köşesinde münâkaşayı dinliyorduk. Bu tarzda müzâkerenin maksûd netîceye iktirânına intizâr etmek, beyhûde idi. Bunu anladık. Nihâyet müşterek encümen reisinden söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu beyânda bulundum. “Efendim”dedim. “Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim îcâbıdır diye, müzâkere ile, münâkaşa ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milleti’nin hâkimiyet ve saltanatına vâdıu’l yed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idâme eylemişlerdi. Şimdi de Türk Milleti, bu mütecâvizlerin hadlerini ihtâr ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyân ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emr-i vâkîdir. Mevzuubahs olan; millete, saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız mes’elesi değildir. Mes’ele zâten emr-i vâkî olmuş bir hakîkati ifâdeden ibârettir. Bu, behemehâl olacaktır. Burada ictima’ edenler, meclis ve herkes mes’eleyi tabii görürse fikrimce muvâfık olur. Aksi takdirde yine hakâkat usûlü dâiresinde ifâde olunacaktır. Fakat ihtimâl bâzı kafalar kesilecektir.” (M.Kemal,Nutuk, Ankara 1927, sh.421-422)

(10) Bkz: Hürriyet Gazetesi , 15 Nisan 1974-20 Nisan 1974.

(11)Hürriyet Gazetesi 1974′de gurbetzede Osmanlı Âilesi’nin fertlerinin vatan-ı azîzlerine dönmelerini engellemek maksadıyla böyle uydurma ajan raporlarına istinâden bir tefrika yayınlamışken, yirmi sene sonra (1993) Hânedân reisi Şehzâde Orhan Efendi ‘yi masrafını karşılayarak Türkiye’ye getirtmiş ve O’nu Çırağan Oteli’nde ağırlamaya ilâveten çok basit birtakım sözlerini halka manşetten duyurmuştu. Bu değişikliğin derûnî sebep ve sâiklerini kavramak için “Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet” isimli eserimize bakılmalıdır.

(12) Bu cevabı verdiğim zaman, ben Abdurrahman Sâmi Bey ‘in oğullarından sadece Rükneddin Sâmi Bey ile Londra’da görüşmüş bulunuyordum. Bu itibarla bilgim ondan öğrendiklerime münhasırdı. Fakat 1980 İhtilali akabinde vatandaşlıktan çıkarılarak uzun bir müddet Londra’da ikaamete mecbûr kalışım dolayısıyla bu âilenin diğer ferdlerini ve bu arada sû-i kasd tertipçisi olarak gösterilen Bahâeddin Sâmi Bey ‘i de yakînen tanımak imkânını elde ettim. Bugün ondan ve hâlen hayatta olan Fethi Sâmi Bey ‘den öğrendiklerim bir yeni kitap teşkil edecek genişliktedir. Bu itibarla bu yazıları yeniden yazsam ilâve edeceğim pek çok şey olmakla beraber burada böyle bir külfetten nefsimi berî addediyorum. Zira bu nâdânlara bu kadar cevap bile fazladır!.

Bununla beraber sadece şu hususu belirtmeliyim ki, Bahâeddin Bey , Musul petrolleri üzerindeki Abdülhamid Han hazretlerinin haklarını kurtarmak üzere çalışmış ve denilebilir ki, bütün ömrünü bu hususa tahsis etmiştir. İhtimal O’nunla ilgili yalan yanlış beyanlar, bu petrol meselesi dolayısıyla vâkî olan faaliyetlerinden bir galattır.

http://www.kadirmisiroglu.com/2007/...-hakkinda-yeni-bir-iddia-ve-iftira-curcunasi/
 
Yunan değiliz ki Venizelos'u....

Aptal değiliz ki Vahideddin'i affedelim...

Hain haindir. Siz aksini söyleyin durun o kadar şehidin kanının hesabını nasıl vereceksiniz...
 
sürekli kaynak gösterilince merak ettim kim diye

kadir mısıroğlu

1. 1933 akçaabat doğumlu yazar. istanbul üniversitesi hukuk fakültesi mezunudur.

daha çok kendisinin kurduğu sebil yayınevi'nden çıkmış kitaplarıyla tanınır. özellikle son dönem osmanlı tarihi üzerine iddialı yazılar yazmış ve bu çerçevede kimilerince yoğun eleştirilere tâbi tutulmuştur.

mısıroğlu, mehmet akif ersoy > necip fazıl kısakürek ile süregelen milliyetçi-mukaddesatçı akımın bir mensubu sayılabilir. nitekim gençliğinde büyük doğu dergisi başta olmak üzere aynı düzlemde ele alınabilecek çeşitli ortamlarda yazılar yazmış; aktif bir şekilde hareket etmiş ve bazı fikirleri dolayısıyla hapse de girmiştir. hususiyetle atatürk, harf inkılabı vs. konularındaki fikirleri ile suçlu bulunmuş ve bir kaç kez çeşitli hapishanelerde yatmıştır. zaten bildiğimiz kadarıyla aynı çerçevedeki düşünceleri dolayısıyla ortaokuldan da atılmışlığı vardır.

80 darbesinden önce milli selamet partisi'nin idare kurulunda bulunmuş, darbe olunca da frankfurt'a gitmek zorunda kalmıştır. 1983'te türk vatandaşlığından çıkarılan mısıroğlu, 1991'deki yasayla tekrar türkiye'ye dönebilmiştir.

bazı meşhur eserleri vardır;

-osmanoğullarının dramı
-moskof mezalimi
-yunan mezalimi
-üç cilt halinde yayınlanan lozan zafer mi hezimet mi
-kurtuluş savaşında sarıklı mücahidler

televizyonda zaman zaman ateşli tartışmalarda görebiliriz. zaten giyim tarzıyla hemen dikkati çeker. fessiz dolaşmaz. sert de bir ses tonu vardır.

2. hitabetin babasıdır kendisi..

zamanında ceviz kabuğunda lozan'ı tartışırlarken programa bir adam telefonla katılıp kadir bey hakkında "bu delidir" demişti..(kadir bey hapisten kurtulmak için deli raporu almış zamanında..ona atfen)

kadir mısıroğlu'nun cevabı delip geçecek cinstendi:

"ben aklımın zekatını versem senin gibi kırk tane alim eder."

kitaplarını o "söyler" asistanı yazar..bunun böyle olduğu konuşmaları dinlendiğinde de anlaşılır zaten..

doğancılarda nasuhi dergahı yanında yazıhane/yayınevi/vakıf olarak kullandığı mekanı vardır..orada bulunup ziyaret edilebilir..
KAYNAK : www.itusozluk.com

birde bu yazı var


İslami kesimin Yalçın Küçük`ü
14 Ekim 2008 10:45

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Kadir Mısırlıoğlu`nu anlattı. İşte, Çoşkun`un gözüyle Mısırlıoğlu

Geçen gün televizyonlar arasında `zap` yaparken, birdenbire Kadir Mısıroğlu karşıma çıkıverdi...

Başında Osmanlı kalpağı vardı... Yakasına koskocaman bir `Osmanlı Tuğrası` rozeti iliştirmişti... Hafiften Karadeniz şivesine çalan epey ağdalı bir Osmanlıca ile konuşuyordu...

Dalmış gitmişim... Ta 70`li yıllara... Yani ilk uyanış günlerime...

Gözümün önünden `Sebil` dergisi geçti, `Lozan Zafer mi, Hezimet mi?` adlı kitap geçti, `dönme` edebiyatı geçti, `Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun`un maddeleri geçti, `İslamcı Gençliğin El Kitabı` adlı risale geçti, `Moskof Mezalimi` adlı kitabın kapağı geçti, Ali Şükrü Bey cinayeti geçti...

Geçti oğlu geçti...

`Vay be!` dedim, `Benim zavallı ilk gençlik yıllarım Dostoyevski`den çok Kadir Mısıroğlu okumakla geçmiş yahu!`

Biraz daha sokuldum ekrana... `Ne kadar da yaşlanmış` dedim...

* * *

`Yeni başlayanlar için` öncelikle Kadir Mısıroğlu`nu tanımlayalım:

O bir katıksız Osmanlıcıdır... Başındaki festen, yakasındaki Osmanlı Tuğrası`na kadar iliklerine kadar Osmanlıcıdır...

O bir katıksız hilafetçidir... Sanki Halife Abdülmecid Hazretleri`nin Çatalca İstasyonu`ndan sürgüne gönderilişi daha dün gerçekleşmiş gibi, öfkesini her daim diri tutacak denli hilafetçidir...

O bir harf inkılabı düşmanıdır... Sanki inkılap daha dün gerçekleşmiş gibi bugün hálá en içtenlikli bir şekilde yazıklanacak kadar düşmandır harf inkılabına...

* * *

Biraz kulak verdim söylediklerine... Ve gördüm ki: 75 yaşına gelmiş ama milim değişmemiş...

Hálá Lozan`daki hezimete yanıyor, hálá `Moskof mezalimi`nden dem vuruyor, hálá Mustafa Kemal Paşa`yı Dr. Rıza Nur`un `Hatırat`ı aracılığıyla vurmaya çalışıyor, hálá `Musul bizimdi` diyerek İnönü`ye laf geçiriyor, hálá `hilafet şarkıları` terennüm ediyor, hálá `saltanat rüyaları` görüyor...

Oysa biz, 70`lerde maruz kaldığımız Kadir Mısıroğlu teröründen, Allah`a çok şükür, 80`lerde kurtulmayı başarmıştık...

80`ler bizim delifişek yıllarımızdı:

Osmanlı`ya düşmandık... Bırakın Osmanlı saltanatını, Emevi ve Abbasi saltanatına bile kıl oluyorduk... Saltanata düşmandık... Eşitlikçiydik... Misakı milli türkülerini küçümsüyorduk... Hilafetçi falan da değildik... Komünistler gibi enternasyonal takılıyorduk... Devrim rüyaları görüyorduk... Sola öykünüyor, `Ezenler/ Ezilenler çelişkisi` üzerinden gidiyorduk... Ali Bulaç abimiz gibi `Hem Kuran`ı / Hem de Marx`ı okuyor` idik...

Kısacası...

Çoktan aşıp geçmiştik Kadir Mısıroğlu`nu...

* * *

Ah keşke Cemal Süreya kadar yetenekli olsaydım da şöyle serbest çağrışımlı, dört başı mamur bir `Kadir Mısıroğlu portresi` attırabilseydim...

Kadir Mısıroğlu`nun Mehmet Şevket Eygi`ye göre daha delişmen, Osman Yüksel Serdengeçti`ye göre daha akıllı, Necip Fazıl`a göre daha az kibirli, Erbakan`a göre daha entrikasız bir adam olduğundan falan söz edebilseydim...

Bir de imkán bulabilseydim de...

Kadir Mısıroğlu`na...

`Dua et ki devr-i cumhuriyette yaşıyorsun... Padişah efendin zamanında yaşasaydın, mütefekkir cakası satmak yerine, memleketin Akçaabat`ın dağlarında koyun güdüyor olma ihtimalin yüksek olurdu` diye çıkışabilseydim...

HÜRRİYET

demekki neymiş
kaynak gösterirken zamanında deli raporu almış Atatürk ve devrimlerinin düşmanı kişileri değil
akıl sağlığı yerinde olanları almamız gerekiyormuş
ben deli raporu olan birisinin yazılarını buraya neden kaynak olarak konulur onuda anlamış değilim
 
sürekli kaynak gösterilince merak ettim kim diye

kadir mısıroğlu


. nitekim gençliğinde büyük doğu dergisi başta olmak üzere aynı düzlemde ele alınabilecek çeşitli ortamlarda yazılar yazmış; aktif bir şekilde hareket etmiş ve bazı fikirleri dolayısıyla hapse de girmiştir. hususiyetle atatürk, harf inkılabı vs. konularındaki fikirleri ile suçlu bulunmuş ve bir kaç kez çeşitli hapishanelerde yatmıştır. zaten bildiğimiz kadarıyla aynı çerçevedeki düşünceleri dolayısıyla ortaokuldan da atılmışlığı vardır.

80 darbesinden önce milli selamet partisi'nin idare kurulunda bulunmuş, darbe olunca da frankfurt'a gitmek zorunda kalmıştır. 1983'te türk vatandaşlığından çıkarılan mısıroğlu, 1991'deki yasayla tekrar türkiye'ye dönebilmiştir.

bazı meşhur eserleri vardır;

-osmanoğullarının dramı
-moskof mezalimi
-yunan mezalimi
-üç cilt halinde yayınlanan lozan zafer mi hezimet mi
-kurtuluş savaşında sarıklı mücahidler



zamanında ceviz kabuğunda lozan'ı tartışırlarken programa bir adam telefonla katılıp kadir bey hakkında "bu delidir" demişti..(kadir bey hapisten kurtulmak için deli raporu almış zamanında..ona atfen)

kadir mısıroğlu'nun cevabı delip geçecek cinstendi:

"ben aklımın zekatını versem senin gibi kırk tane alim eder."


KAYNAK : www.itusozluk.com


İslami kesimin Yalçın Küçük`ü
14 Ekim 2008 10:45

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Kadir Mısırlıoğlu`nu anlattı. İşte, Çoşkun`un gözüyle Mısırlıoğlu


...








`Yeni başlayanlar için` öncelikle Kadir Mısıroğlu`nu tanımlayalım:

O bir katıksız Osmanlıcıdır... Başındaki festen, yakasındaki Osmanlı Tuğrası`na kadar iliklerine kadar Osmanlıcıdır...

O bir katıksız hilafetçidir... Sanki Halife Abdülmecid Hazretleri`nin Çatalca İstasyonu`ndan sürgüne gönderilişi daha dün gerçekleşmiş gibi, öfkesini her daim diri tutacak denli hilafetçidir...

O bir harf inkılabı düşmanıdır... Sanki inkılap daha dün gerçekleşmiş gibi bugün hálá en içtenlikli bir şekilde yazıklanacak kadar düşmandır harf inkılabına...

* * *

Biraz kulak verdim söylediklerine... Ve gördüm ki: 75 yaşına gelmiş ama milim değişmemiş...


Oysa biz, 70`lerde maruz kaldığımız Kadir Mısıroğlu teröründen, Allah`a çok şükür, 80`lerde kurtulmayı başarmıştık...







* * *


`Dua et ki devr-i cumhuriyette yaşıyorsun... Padişah efendin zamanında yaşasaydın, mütefekkir cakası satmak yerine, memleketin Akçaabat`ın dağlarında koyun güdüyor olma ihtimalin yüksek olurdu` diye çıkışabilseydim...

HÜRRİYET

demekki neymiş
kaynak gösterirken zamanında deli raporu almış Atatürk ve devrimlerinin düşmanı kişileri değil
akıl sağlığı yerinde olanları almamız gerekiyormuş
ben deli raporu olan birisinin yazılarını buraya neden kaynak olarak konulur onuda anlamış değilim

arkadaş yazmış bende özetledim millet okumamazlık yapmasın diye.....

bi isyanı bastırmak için isyanın öncülerinin gerçekte ne olduğunu anlatmak etkili olur belki.......
 
klavyene sağlık versavdis
bu sayfayı sabite almak lazım
bazı arkadaşlar için acı olmuştur bunları okumak
ama tarihi değiştiremezler

Dogru diyorsun valla sabitliyelim bu sayfayı hatta tarih kitablarımızı bu İNGİLİZ KAYNAKLI
bilgilerle dolduralımki bizim cocuklarımızda Fatihsultan memet Han'a sövsün nasıl olsa onalarda araştırma yapar bakmışlarki fatihde hain cünki AYASOFYAYI cami yaptırdı ingilizlere göre bundanda büyük hain olmaz her hal...

Yunan değiliz ki Venizelos'u....

Aptal değiliz ki Vahideddin'i affedelim...

Hain haindir. Siz aksini söyleyin durun o kadar şehidin kanının hesabını nasıl vereceksiniz...

Esatgfurullah ne munasebet ingilizler hain diyorya bizde hain deriz tabii zaten atalarımız adamıydı ingilizleri dinliyelim biz

ne yani devlet ve sizler vatan haini değildir dediğiniz zaman vatan hainliği yokmu olacak sanıyorsunuz

sen kararını ver biz sana uyarız:D

ben vahidettine vatan haini diyorum çokda iyi araştırdım bu konuyu peki sen vahidettine vatan haini değilde vatansevermiş gibi göstermeye çalışanların menşeini araştırdınmı kinayesine söylemiyorum sadece merakımdan soruyorum ve eğer araştırmadıysan araştırmanı tavsiye ederim

Dogru konun zaten başlıgı Venizelosu af edelim Vahdettini hala hain diyelim
nasıl olsa atalarızmızdan...

Venizelosun ne olduguna kendi halkı karar verir.Vahdettinin hain oldugunu bu millet o zaman takdir etmiştir.Hatta kendiside hain oldugunun kanısına varmıştır ki ülkeyi işgal kuvvetlerinin gemisiyle terk etmiştir.Önemli olan bu tür hainlere sahip çıkan hainlerin emperyalist efendilerine yaptıgı yaltaklanmalardır ki bu yazıda buna çok güzel bir örnektir.

Venezelosun kim oldugunu bilmiyon işkembeden konuşmasan:D

merakımı çekti Vahdettinin adını yazarken başharfini büyük Atatürkün adını yazarken başharfini küçük yazmışsın zormu geldi caps locka tekrar basmak

Samsuna gönderdiğini biliyorsun
peki neden gönderdiğinide yazsanıza
ve sonra onun verdiği görevi yapmadığı için idam fetvasını nasıl çıkarttığını...
ve en sonunda tebasını sokamadığı ingiliz mandasına kendisinin girdiğini

Sana tek bir şey söylicem savaşlar daima hileden ibarettir...

son olark Bence biz kanuniyi fatihleri muaratları vahdettini bırakalım
Hepimiz .... Hepimiz Ermeniyiz İngiliziz pankartları acalım
onlar hain derler dedelerimize bizde hain derizz...
Cidden biz ATALARIMIZI hak ediyormuyuz!
 
İftira; lions üyesinden


Sultan Vahideddin`e iftiralar atan, onu casuslukla suçlayan ve işgalcilerin sözünü mesned kabul eden Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç`in lions üyesi olması, onun zihniyeti ile uydurduğu yalanların sebebini ortaya çıkarıyor

Peki bu defa şu suali soralım: `Kimdir bu Yard. Doç. Dr. Orhan Çekiç denilen otuz yıllık (!.) araştırmacı yazar?!.`

Bunu öğrenmek için yardımcı doçentin `İmparatorluktan Cumhuriyet`e` isimli magazin türü kitabına bakıyoruz. Bunun daha ilk sayfalarında başka bir yayını dolayısıyla aldığı mektuplar sergilenmektedir. Bunlar da kendisine hitab şöyledir:

`Sayın Orhan Çekiç

Moda Lions Kulübü Derneği

Atatürk Komitesi Başkanı

İSTANBUL`

Demek ki; yardımcı doçent hem lions klübü mensubu, hem de Atatürkçü imiş. Sadece bu iki sıfat bile onun hüviyetini, zihniyetini yani dünya görüşünü, takib etmekte olduğu maksadı ve uydurduğu yalanların saikini (özel sebebini) anlamaya kifayet eder sanırız. Bir de kendisini ilmi (!.) çalışmalarından dolayı tebrik edip, takdirkar mektuplar gönderenlerin isimlerini söyleyelim ki, onun hüviyeti daha iyi anlaşılsın:

Süleyman Demirel, Yekta Güngör Özden, v.s.

Buraya kadar söylediklerimizi okuyanlar:

`-Yahu bu yardımcı doçentin Sultan Vahideddin`e ?haşa- casusluk isnad eden iddiasının dayandığı vak`a nedir?` diyeceklerdir. Kısaca anlatalım:

Yusuf Kemal Tengirşenk, Büyük Millet Meclisi`nden aldığı selahiyete istinaden sulh görüşmeleri yapmak üzere, Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müdürü Hikmet(Bayur), Hususi Kalem Müdür Vekili Ferid, Genelkurmay Başkanlığı`ndan Binbaşı Tevfik ve ismi belirtilmeyen iki katipten ibaret bir heyetin başkanı olarak 1922 senesi Şubat başlarında Londra`ya gitmek üzere yola çıkmıştır. Heyet, önce İstanbul`a gelir ve Sultan Vahideddin`le görüşerek, O`ndan Türkiye`yi temsil salahiyetinin sadece Büyük Millet Meclisi`ne aid olduğuna dair bir beyan istihsal etmek ister. Bu heyet, Sadrazam Tevfik Paşa, Hariciye Nazırı Ahmed İzzet Paşa vs. ile görüştükten ve onların tasvibini aldıktan sonra padişah tarafından kabul edilir. Yusuf Kemal Bey`in ifadesine göre Sultan Vahideddin bu talebe hiçbir cevap vermez ve maksad hasıl olmaz. Buna rağmen Londra`ya, İstanbul Hükumeti de Hariciye Nazırı Ahmed İzzet Paşa riyasetinde bir başka heyet gönderir. Yardımcı doçent, bu keyfiyeti Sultan Vahideddin`in Ankara`daki Milli Hükumeti tanımak istemediği yolunda yorumlamaktadır. Halbuki heyetin başkanı Yusuf Kemal Bey de bu ikiliği doğru bulmamakla beraber, bunun sebebini Sadrazam Tevfik Paşa`ya sorduğunda, O`nun `İngiltere ve Fransa komiserleri böyle istediler` karşılığını verdiğini nakletmektedir. Unutmamak gerekir ki, o sırada İstanbul, işgal altındadır.

Heyet, Marsilya tarikıyla hareket edip önce Paris`e ve oradan da Londra`ya ulaşır.

Guya heyet, İstanbul`daki görüşmeleri icra ederken, bu heyetteki altı kişiden biri olan Katip Kemal Bey, (Yusuf Kemal Bey böyle birinden bahsetmemektedir) kayınpederinin evinde kalmış. Heyetin gizli evrakı da başkanın yanında olmayıp, bu katibin muhafazasındaymış. Katip, bu derecede ehemmiyetli vesikaları kayınpederinin evine valizle bıraktıktan sonra, iki gün o eve uğramamış. İşgalcinin sözüyle padişaha iftira

Şimdi yazarcığı dinleyelim: `Durumdan bir şekilde haberdar olan Vahideddin`in hafiyeleri, bir gece gizlice eve süzülür. Valizi alıp, içindeki altı adet gizli belgenin fotoğrafını çekip, daha sonra çaktırmadan eve bırakırlar. Bu kopyalar ise 6 Mart 1922 günü Vahideddin`in emektar bir mabeyncisi ile İngiltere Yüksek Komiserliği baş tercümanına gönderilir.`

Peki, bunu kim söylüyor? Belli değildir. Evrakın kopyasının alındığı ve bu kopyaların Sultan Vahideddin tarafından İngilizler`e gönderildiği iddiası İstanbul`daki İngiliz Yüksek Komiseri`nin Londra`ya yazdığı raporda, `Bunların kendisine Sultan Vahideddin tarafından gönderilmiş olduğu` tarzındaki bir beyana dayandırılmaktadır. Yani şahs-ı ahardan varid olan bir sözle, üstelik o da işgalci düşmanın bir memuru, Sultan Vahideddin itham olunmaktadır. Allah`dan korkmayanlar ve insan haklarına saygıdan nasibi olmayanlar, böyle uluorta iddiaları kolaylıkla ortaya atarlar. Be hey yardımcı doçent! Sen bir padişahı `casusluk!..` gibi çirkin bir fiille itham ederken, O`nun düşmanından sadır olan bir beyana güvenip itimad etmek için ne derecede mantık fukarası olman gerekir, var kendin düşün! Tabii bu sual de seni iyi niyetli kabul etmek şartıyla vaki olabilir. Yoksa su-i niyetin yazının bütününe aid her satırda zahirken, belki bu sualin tevcihine bile layık ve müstehak değilsin!..

Buna istihbaratta dezenformasyon, yani yanlış bilgilendirme derler. Bunu da, bu yanlış bilgilendirmede menfaati olanlardan başkası yapmaz! Bu, selim muhakeme ve inkılab yobazlığı ile selamet-i zihniyesi bozulmamış insanların kabulde tereddüd etmeyeceği bir gerçektir. Sen bunu da anlamazsın! Bir İngilizin kendi hükümetine, `Bunları bana Vahideddin gönderdi` demesiyle, Sultan Vahideddin`in itham edilmesi de aynı derecede çürük bir mantık sefaletidir. Çünkü onu İngilize ulaştıran ajan, asıl göndereni setrederek bir başkasının ismini verse, İngiliz bunu nereden bilecek?! Unutmamak gerekir ki; istihbarat işinde düşmanı yanıltmak başarıya götüren en esaslı amildir.

bu yazının kaynağı nedir işkembenmi kaynak belirt önce dahasonra benim kaynağımı eleştir
 
mantığı olan herkes başlığı gördüğünde biraz düşünmeli.

yunanlı şerefsizlerin yaptıkları yazıda anlatılmış.

şerefsizlerin kanları kurumadan affettik.

süleymanın ağzından kaçırdığı cümle bile herşeyi anlatıyor.

amaç belli: kendi tarihine küfreden soysuzlar oluşturmak. (sözüm ortaya yarası olan gocunur)

vahdettin'e hain diyen zihniyet Fatih Sultan Mehmet Hana, Sultan Selim'e hakaret etmemiş miydi?

büyük bir oyun oynandı o yıllarda.

aramızdan bazıları ingiliz domuzlarının yazdıklarını sorgulamadan kabul ediyor, zıttı olan şeyi bizim Türk tarihçiler söyleyince burun kıvırıyor.

şimdi soruyorum: İngiliz mi Türk'ün yücelmesini ister , Yoksa Türk mü? dahada açayım ingilizler Türkleri yücelmesini ister mi?
- ben Türk'üm. bence istemez. kanıt: I. Dünya savaşı.

1899 Yılında Avam kamarasında yaptığı bir konuşma sırasında Kur’an-ı Kerimi gösterip masaya atarak “bu Kuran Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’an’dan soğutmalıyız” diyen İngiliz Başbakanı Gladston ise, Lord Curzon’un bu görüşünü destekleyerek “Barbar Türkleri Asya’ya Sürmeliyiz” açıklamasını yapıyordu.

alın sizin kaynak gösterdiğiniz ingilizden bir kesit.
adam projesini anlatmış ve bence kısmen başarılıda olmuş. aklı olan insan biraz düşünmeli değil mi?

düşünmeniz dileğiyle...
 
Geri
Üst