Ergenekon Tutarsızlıkları...

SePHiRoTH_

New member
Tarih 12 Haziran 2007…
Polis, İstanbul'un Ümraniye semtinde bir gecekondunun çatısında birden bire 25, 30 kadar çeşitli marka ve tipte el bombası buluveriyor. Akşamın saat altı buçuğu. Sekiz buçukta tutanak tutuluyor.

Ertesi gün, yani 13 Haziran günü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü derhal 10'uncu Ağır Ceza Mahkemesine başvurarak, ele geçirilen bombaların önce kriminal incelemesine, incelemeden sonra da imhasına karar verilmesini talep ediyor.

Sözü edilen Mahkeme de ele geçirilen "ateşli silahlara ve bombalara el konulmasına, kriminal yönden incelenmesine, bu incelemeyle ilgili rapor tanzim edildikten sonra Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) 137'inci maddesi uyarınca El Bombalarının İMHA EDİLMESİNE" aynı gün karar veriyor.

En başta… Onlarca insanın darbecilikle suçlanmasının CMK'nın 137'inci maddesi aynen şöyle:

"135'inci maddeye göre verilecek karar gereğince Cumhuriyet Savcısı veya görevlendireceği adli kolluk görevlisi telekomünikasyon hizmeti veren kurum ve kuruluşların yetkililerinden iletişimin tespiti, dinlenmesi veya kayda alınması işlemlerinin yapılmasını ve bu amaçla cihazların yerleştirilmesini yazılı olarak istediğinde, bu istem derhal yerine getirilir; yerine getirilmemesi halinde zor kullanılabilir. İşlemin başladığı ve bitirildiği tarih ve saat ile işlemi yapanın kimliği bir tutanakla saptanır.

"(…) tutulan kayıtlar … çözülerek metin haline getirilir; yabancı dildeki kayıtlar … Türkçe'ye çevrilir.

"(…) şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi veya … hakim onayının alınamaması halinde, 135'inci maddeye göre verilen kararın uygulanmasına Cumhuriyet Savcısı tarafından derhal son verilir; yapılan tespit veya dinlemeye ilişkin kayıtlar Cumhuriyet Savcısının denetimi altında en geç on gün içinde yok edilerek, durum bir tutanakla tespit edilir.

"(…)"

Görüldüğü üzere bu maddenin aramalar sırasında ele geçirilen silahların, patlayıcıların imhasıyla hiçbir ilgisi yok. Tamamen telefon vb. dinlemelerinin sonucu ortaya çıkarılan kayıt ve tespitlerin nasıl değerlendirilip yok edileceğiyle ilgili.

Denilebilir ki, insani hatadır. Olur böyle şeyler…

Hayır. Olmaz!!!... Hukuk insan hatası kaldırmaz. Çünkü en küçük bir hata bir insanın yaşamına, yıllarına mal olabilir.

Kısaca, mahkemenin imha kararının yasal dayanağı yok!..

Çünkü Suç Araçları Yönetmeliğinin 10'uncu maddesi, aramalar sırasında ele geçirilen ateşli silah ve bombaların Adliye Emanetinde muhafazasının zor veya sakıncalı olduğu durumlarda Jandarmaya, o da olmazsa Kara Kuvvetleri'ne teslim edilmesini ön görüyor.

Yani Ümraniye'de ele geçirilen bombaların böylesine alelacele imha edilmesinin hukuki dayanağı yok.
Mantıki dayanağı da yok. Koskoca İstanbul Emniyet Müdürlüğünün 27 tane el bombasını güvenli bir şekilde muhafaza edecek bir yeri nasıl olmaz!.. Hiçbir yer bulunamamışsa bostancıbaşı kılıklı palabıyık Cerrahzade Celaleddin efendinin, olmazsa İstanbul valisi Boyunsuz Muammer Paşa'nın, en iyisi Şehremini Topbaş Kadir'in makam odasında saklanabilirdi… Hatta Ankara'ya Sadrazam Paşa'nın konağına bile gönderilebilirdi.

Ne de olsa demokratik bombalar bunlar. Boru mu!!!.. Memleket hop oturup hop kalkıyor onlar yüzünden!..

Nitekim dönüp dolaştılar, Ergenekon bombalarına dönüştüler.

Maddeleyerek devam edelim:

2 – Soruşturmanın öteki temel dayanaklarından olan meşhuuuur günlükler. Ne hikmetse bu günlüklerde darbe tatavasından başka hiçbir şey yok. Halbuki günlüklerin sahibi Kaptanıderya paşa neredeyse elli yıldır günlük tuttuğunu söylüyor. Gazeteci olacağım, elime böyle mühim bir şahsiyetin elli yıllık günlükleri geçecek, ben sadece üç beş sayfasını yayınlayacağım…

Ama daha önemlisi, soruşturmanın temel direği günlüklerin sahibi kaptan paşa savcılığa bir çay içmeye bile çağrılmıyor. Tersine sadrazam paşa, kaptan paşanın 75 milyar akçesini bile kurtarıveriyor çakallardan… Oğullarına iş sağlıyor… Oğlanlardan karagöz oynatıcısı olanı, "yav bu İngilizlere, Avusturyalılara da yazık olmuş yav" diye Çanakkale savaşı ile ilgili bir Karagöz oyunu çekiyor. Uğur Mumcu'nun "Papa Mafya Ağca"sından bir belgesel çıkarmaya kalkınca paşa babası tarafından kulağı çekiliyor.

3 – Dönemin Erkanı Harp Umum Reisi paşa hazretleri de zeytinyağı gibi suyun yüzünde. Hele o, savcılığı bırakın Saray'a davet ediliyor akil adam olarak. Acaba sarayın şimdiki padişahına "baş müddeiumumi" mi desek!..

4 – Eğer darbe planlamak suçsa, birçok muharrir refikimizin ifade ettiği üzere değil planlamak, darbeyi bizatihi yapmış başka zerzevat kırk muhafızın arasında yaşamaya devam ediyor.

Darbeler hukuken ilginç ve sevimli(!) suçlardır. Teşebbüs halinde kalırsa suçtur da başarıya ulaşırsa suç olmaktan çıkar, hukuki meşruiyet kazanır. İzmir'de mukim zerzevata bakınca, darbeyi düşünmekten şimdi tutuklu bulunan paşaların tek suçunun darbeyi gerçekleştirememek olduğu geliyor insanın aklına… Kandıra'daki paşalar iddia edilenleri gerçekleştirselerdi görürdük şimdiki demokrasi kahramanlarının hangi makamdan teganni edeceklerini.

5 – Darbenin düşünülüp üç beş kişi arasında konuşulması bile suç ise, niye düşünülüp konuşulduğu zaman bulunmamış Ümraniye bombaları sorusu dürtüklüyor kafamızı. Siz hükümet olarak darbe planlarını bileceksiniz. Elinizde veriler olacak, ama bu adamları değil tutuklamak, emekli bile etmeyeceksiniz. Yuh!..

6 – Ve nihayet, bi' dolu gazeteciyi, profesörü, siyasetçiyi yukarıdaki maddelerle alakalı oldukları kuşkusuyla içeri alacaksınız. Üç gün sonra bırakacaksınız ama, tutuksuz yargılamak üzere…

Sadrazam paşanız da çıkacak elin makarnacısının "temiz eller" operasyonu ile sözüm ona muhalefete ders vermeye kalkacak!.. İki kere yuh!..

Makarnacının temiz eller ameliyatı tamamen "siyasetçilerin" ellerini dezenfekte etmek içindi. Yani siyasetçi suiistimallerine karşıydı. Parlamentonun kalbine girmiş, İtalyan siyasetini, siyasetçisini hallaç pamuğu gibi atmış, ama Cerrahzade Nilgün hanımefendi refikimizin de ifade ettiği üzere, işin gladyo (yani Türkçesiyle Ergenekon) kısmına dokunamamıştı; İtalyan Ergenekonunun başefendisi Andreotti nam makarnacı halen İtalyan meclisi mebusanında kasıla kasıla oturmaya, karagöz perdesinden karagöz perdesine gezip "akil adam"lık taslamaya deva ediyordu.

Makarnacı dostlarımızın temiz eller ameliyesi tamamen savcıların işiydi; siyasetçilerse değil öyle bizim sadrazam paşa gibi ne zaman kimlerin tutuklanacağını matbuata açıklamak, resmen sanık sandalyesinde idiler.

Hakkında beş deve yükü fezleke bulunan muhterem Sadrazam paşa hazretleri… Var mısın böyle bir temiz eller ameliyesine?!.. Buyur!...

İtalya'nın temiz elleri yolsuzluklara, hırsızlıklara karşı başlatılmıştı. Siyasetçilerin hırsızlıklarına ve yolsuzluklarına karşı…

Bir kere Balbay siyasetçi değil.

İkincisi. Darbecilikten mi yargılanacak, yolsuzluktan mı? Darbecilikten yargılanacaksa İtalyan temiz ellerine atıfta bulunmanın ne manası var? Yolsuzluktan mı yargılanacak!?!..

Balbay'ın elindeki bütün güç, Cumhuriyet Ankara Temsilciğinden, bütün servet de Cumhuriyet'in verebildiği maaştan ibaret.

Yolsuzluk ise büyük yetkiler ve paralar söz konusu ise yapılır.

Örneği değiştirelim. Ertuğrul Özkök Türkiye'nin en zengin gazetecisi… En azından en zenginlerinden biri. Peki darbe yapabilir mi?

Sadrazam paşa bilmez mi bunları…

Hele Balbay'ın bu işlerle hiç alakasının olamayacağını…

E niye attırdı içeri adamı?

7 – Kapatma davasına gelince…

Bu iki dava teknik açıdan elbette alakasız. Ama ülkenin mevcut siyasi iktidarının kapatılması söz konusu olunca, daha doğrusu kapatma davasına karşı bu iktidarın ve yerli yabancı yandaşlarının tutumu, canhıraş tepkileri söz konusu olunca, terazinin bir kefesine biri, diğerine öteki ister istemez gelip oturdu.

Çünkü… İktidar ve onun "sahibinin sesi" gramofonları, uşakları, tetikçileri koro halinde davayı açan başsavcıya ve davaya rüyet edecek mahkemeye bütün güçleriyle saldırmaya başladılar.

Gerekçe?

Gerekçeleri demokrasi.

Parti kapatmak demokratik bir günahtır. Hele yüzde 47 oy almış… Hele hele bir iktidar partisi nasıl kapatılır….

Dikkat edilirse bu tezde hukukun h-si yok. Dolayısıyla "hukuksuz demokrasi olur mu" da yok.

"- Hukuku kim yaratıyor?

"- Parlamento…

"- Parlamentoyu kim seçiyor?

"- Halk…

"- O anayasayı bu halkın yüzde 92'si referandumda onaylamadı mı?

"- ?!?!?!...

"- O yüzde 92'nin içinde AKAPE'lilerin de yüzde 92'si yok muydu teorik olarak?

"- ?!?!?!...

"- Yargıç ne yapıyor, savcı ne yapıyor teorik olarak?

"- Halkın seçtiği parlamentonun yaptığı hukuku, halkın onayladığı anayasayı uyguluyor.

"- Anti demokratlık neresinde bunun?

"- ?!?!?...

"- Kanun karşısında herkesin eşit olması da bir demokratik hukuk kuralı değil mi?

"- ?1?1?!...

"- Böyle bir kural karşısında yüzde 47 oy da alsa, iktidar da olsa bir partiye ayrıcalık tanımak mıdır demokrasi?...

"- !?!?!?...

"- Görülmekte olan bir dava hakkında adil yargılamayı, bu yargılamayı yapacak savcıları "niye bu davayı açtın", mahkemeleri "hadi savcı davayı açtı. Sen sakın yüzde kırk yedi oy almış bir iktidar partisini kapatmaya kalkma" diyerek dövme amacına yönelik olduğu ayan beyan olan, saklamaya gerek bile duyulmayan densizlikler suç değil de demokrasi midir?..

"- .?!?!?!...

Demokrasi hukuktan üstünmüş!!!... Bir partinin kapatılması milli iradenin fesada uğratılması, ihlali imiş.

Gelelim teknik olarak kapatma davasıyla alakası olmayan Ergenekon soruşturmasına.

Bu makulenin her iki dava karşısında söylemek istedikleri şu güya: Biz demokrasiyi savunuyoruz. Bu savunmanın içinde halkın seçtiği bir partinin kapatılmaması gerektiği, siyaset yapmasının önlenmemesi gerektiği de var. Bu önleme ister hukuk yoluyla olsun, ister darbe yoluyla olsun biz buna demokrasi anlayışımız gereği karşı çıkarız. Biz AKAPE'nin siyaset sahnesinde bulunmasını önleyecek kapatma davasına niye karşı çıkıyorsak, Ergenekon soruşturmasını da onun için destekliyoruz.

İyi ama, ikisi de hukuk, ikisi de yargı!...

Olsun.

Yani?

Yani AKAPE'ye (dolayısıyla güya demokrasiye) destek olan hukuk, hukuktur; köstek olan hukuk hukuk değildir.

Ayrıca, diyorlar ki; kanun önünde herkes eşittir. Koskoca ordu komutanı, kuvvet komutanı orgeneral tutuklanır mı demek ne demek!!!...

İlk bakışta pek makul görünüyor. Hatta pek hamasi, pek merdane, pek yiğitçe…

"- İyi de… Siz de yüzde 47 oy almış bir iktidar partisi kapatılır mı diyorsunuz ama, o pek sever göründüğünüz Kürtçülerin partisinin kapatılmasına tıs bile demediniz. Hani nerede kanun karşısında eşitlik, hele demokrasi?...

"- !?!?!?...

İkincisi… Kapatma davasında nasıl birileri haksızlık, hukuksuzluk yapıldığına inanıyorsa, Ergenekon soruşturmasında da başka birileri aynı kanıda.

Olur… Doğaldır…

Ama aynı şirretler, kapatma davasında hukuka paçavra kadar bile değer vermeyen edepsiz misyonerler, Ergenekon soruşturmasına gelince pattadak hukuksever kesiliveriyorlar… Üç kere yuhhh!!!...

Oysa arada önemli farklar var.

Ergenekon davasında kimin neyle suçlandığının bilinmemesi, sözüm ona bilinenlerin beş benzemezliği, kel alakalığı, göz altına almaların, tutuklamaların (hatta almamaların tutuklamamaların…), şüphelilerin konulduğu hapishanelerin densizliği, tutarsızlığı, en önemli delillerin imhası, bir başka en önemli delil olan "günlük"lerde adı geçenlerden iktidara, başbakana yakın olanların, yahut iktidarın, başbakanın yakın gösterdiklerinin kahve içmek için bile savcılığa çağrılmazken, iktidara ve başbakana yakın olmayanların göz altına alınıp tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması, hatta düpedüz tutuklanması bir yana, hatta söz konusu şirretlerin birden hukuksever kesilmesi bir yana iddianamenin, iddianamedeki sözüm ona delillerin malum bir kısım matbuatta neredeyse tefrika halinde yayınlanması söz konusu.

Kapatma davası ile ilgili yayınlar da yapıldı. Doğru…

Ama kapatma davasında hiç değilse iddianame ilgili mahkemeye resmen sunuldu, dava da açıldı. Yani artık soruşturmanın gizliliği söz konusu değil. İddianame mahkemeye tevdi edilmeden önce de kimse hiçbir şey bilmiyordu. Tek kelime söz de edilmedi.

Tartışma, iddianamenin sunulup, davanın başlamasından sonra başladı. Üstelik davalının, yani AKAPE'nin ve şürekasının küstah saldırı-savunmalarıyla başladı. Yoksa açılmış dava için bile "görülmekte olan bir dava…" ilkesi geçerli.

Ergenekon soruşturmasında ise daha ortada mahkemeye sunulmuş bir iddianame, açılmış bir dava bile söz konusu değil.

Efendim bütün bunlar teferruatmış, önemli olan esasmış. Yani demokrasi imiş, demokrasiye karşı yapılacak olan darbe imiş.

E öyleyse söz bitmiş demektir.

"Kapatma davasında savcıyı da döveriz, mahkemeyi de. Ergenekon davasında ise savcıya taparız. Hukuk AKAPE'yi koruyorsa saygıdeğerdir, korumuyorsa vur kıçına tekmeyi… Çünkü AKAPE eşittir demokrasi…" diyorsanız söz de biter, demokrasi de biter.

Özetleyelim.

Ergenekon davasında eleştirilen, yöntem, usul… Tutarsızlıklar…

Hadiseyi başlatan deliller yani el bombaları yok edilmiş. Bu noktaya kadar gelinmesine yol açan en önemli delil olan amiral günlükleri üzerinde kapkara kuşku bulutları var. Günlüklerin sahibine tek soru soran yok yargı cenahından. Dönemin, güya darbeyi önlediği havası basılan Genelkurmay başkanına da tık yok. Oysa bu iki kişi bu davanın anahtarları…

Peki siz iddialarınızı neyle kanıtlayacaksınız? Asıl delilleri yok edip asıl görgü tanıklarını yok saydığınıza göre?...

E galiba bunun için geriye önüne gelenin telefonlarının, internet yazışmalarının takibi kalıyor kala kala….Zaten iddianameyi de böyle 2 bin 500 sayfa şişiren bu dinleme kayıtları…

Yani ortada "darbe girişimi" gibi çok önemli bir suçlama, bir iddia var. Ama en önemli deliler yok edilmiş, en önemli tanıklardan tek satır laf alınmamış, ortada kime ait olduğu ve çarpıtılıp çarpıtılmadığı, sonradan eklemeler çıkarmalarla değiştirilip değiştirilmediği bilinmeyen ve günlük adı verilen bir takım karalamalardan ve telefon, internet kayıtlarından başka hiçbir şey yok!..

O aptal dinleme deşifreleri yüzünden iddianamenin yazılması ve dolayısıyla kimi zanlıların tutukluluk süreleri aklın, vicdanın, hukukun kabul etmeyeceği kadar uzamış. Hasta oldukları biline biline, delilleri karartır saçmalığıyla tahliye edilmedikleri için insanların ölümüne yol açılmış.

Yoksa kimsenin "filan hakkında nasıl soruşturma açarsınız, filanı nasıl göz altına alırsınız, falanı nasıl tutuklarsınız" dediği yok ki, sizin "yüzde kırk yedi oy almış bir iktidar partisi hakkında nasıl kapatma davası açarsınız" dediği gibi…

Sadece şu işi doğru dürüst, adam gibi, ağzınıza yüzünüze bulaştırmadan, usulüne göre, yapmıyorsunuz. Siz o günlük denilen karalamalarla, telefonlardan duyduklarınızla mı insanları darbeye teşebbüs suçundan mahkum edeceksiniz?!!..

Her gün biraz daha komik oluyorsunuz. Ahmet Hakan bile "Yasemin Bacıma bakacak olursanız, Usame bin Ladin de Mustafa Balbay'ın evinde saklanıyor" diye dalga geçiyor. Pakize Suda bile hatta…

İşadamları, birbirlerine soruşturma, gözaltı şakası yapıyor.

Başbakan biliyor, zamanın dışişleri bakanı bugünkü cumhurbaşkanı biliyor; "günlük"te adı geçen diğer komutanlar, hele hele baş komutan biliyor. Ama hiçbirisi kolunu kıpırdatıp, ağzını açıp gereğini yapmamış. Yıl 2003, 2004. Aradan üç sene, dört sene geçmiş, gelmişiz 2007 Haziran'ına. Birden bire bir yerlerde birtakım bombalar bulunuvermiş. Birtakım "günlük"ler çıkıvermiş ortaya, 2003'e, 2004'e dair. Bombalar günlüklere, günlükler darbeye bağlanmış, adı Ergenekon konmuş, tutuklamalar başlamış.

2008 Mart'ının ortasına kadar yine de fazla bir şey yok.

Ne zaman ki iktidar patisi aleyhine kapatma davası açılmış; hemen ertesi hafta tutuklamalar yeniden hız kazanmış. İlhan Selçuk'tan başlayarak…

N'oluyor? Nerelerdeydiniz 2007 Haziran'ına kadar?

Öyle ya… Ya bütün bunlar uydurma… Ve sadece AKAPE'yi kapatılmaktan kurtarmanın çok kötü, çok kaba bir senaryosu. Ya da Sarıkız'ı, Ayışığı'nı bilip de seslerini çıkarmayanların tamamı bugün tutuklu tutuksuz Ergenekon kapsamına sokulanların suç ortağı!...

Hele bir de Ergenekon memlekete demokrasi getirecek diyorlar ya…

Hukuka bu kadar, yani kaldıramayacağı kadar yük bindirirseniz, çatlar. Bir tek davayla demokrat mı olunurmuş!... Kolay mıymış o kadar!..

Demokrasinin sosyal, siyasi, iktisadi, kültürel bir alt yapısının olması gerekmiyor mu?!..

Avrupa Birliğine gireceğiz, Avrupalı olacağız; bir davada 80 kişiyi mahkum edeceğiz, demokrat olacağız öyle mi?!..

Buradan AKAPE'ye kurtuluş çıkmaz. Temiz eller memiz eller hiç çıkmaz.

Normal şartlarda endişeye mahal olmamalı. Su aka aka yolunu bulur. Amerika, örneğin bir Demirel Türkiye'sinin de Amerika'ya bundan daha az bağlı olmadığını, ama Türkiye'nin Demirel, Özel, Ecevit, Çiller Türkiye'sinden daha fazla ılımlı İslam da olamayacağını, artık anlamıştır. Hele İran'a karşı Türkiye'ye ihtiyacı da varsa…

Acıtıcı olan, AKAPE'nin ve RTE'nin demokrasi sayılması. Darbeye karşıyız… Niye… RTE demokrattır, İslam demokrattır diye…

Vay benim köse sakalım… Vay benim Türkiye'm… Vay benim demokrasim… Demek böyle körlerle böyle topallara kaldınız ha!..


ALİ TARTANOĞLU... 16 Temmuz 2008 Çarşamba...
 

SePHiRoTH_

New member
yani sen şimdi bu kadar olayların arkasında ergenekon yokmu diyorsun ??
AYNEN ÖYLE...Sen yazıyı okumamışsın anlaşılan. Okusan anlardın ne demek istediğimi...

----------NEDEN ÖZDEN ÖRNEK BU YAYINLARDAN SONRA BANA AİT DEĞİL DİYEREK İFTİRA DAVASI AÇMIŞTIR?-----------
İkinci ayrıntımız ise Darbe Günlüklerinin sahibi Özden Örnek ile ilgili.

Donanma Komutanlığı bağlısı çeşitli gemilerde branş subaylığı ve bölüm amirliği yapan Oramiral ÖRNEK, 1967-1969 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde işletme dalında lisansüstü öğrenimini tamamlamış ve 1975 yılında Deniz Harp Akademisinden mezun olmuştur. 1977-1978 yılları arasında İSKENDERUN Muhribi II’inci Komutanlığı, 1978 yılında Harp Filosu Komutanlığı Harekat Şube Müdürlüğü, 1978-1980 yılları arasında Donanma Komutanlığı Harekat ve Eğitim Şube Müdürlüğü, 1980-1981 yılları arasında ADATEPE Muhribi Komutanlığı görevlerini deruhte etmiş, 1982 yılında A.B.D. Deniz Komuta Kolejinden mezun olmuştur.

------------TÜRKİYE'DE BRANŞI DIŞINDA AMERİKA'DA MASTER YAPAN BAŞKA BİR ÜST DÜZEY KOMUTAN VAR MIDIR?-----------

Peki bunu da kabul edebiliriz. Ancak siz böyle bir iddiayı ortaya atan günlükleri temel alıp TÜRKİYE'yi ve ekonomisiyle hukukuyla herşeyi derinden etkileyecek gözaltıları yapsa idiniz İDDİAYI ORTAYA ATAN GÜNLÜKLERİN SAHİBİNİ sorgulamayı en azından ziyaret edip bilgisini almayı düşünmezmiydiniz?

------------ NEDEN İDDİA SAHİBİNİN BİLGİSİNE BAŞVURULMAMIŞTIR-----------
Ayrıca bu gibi olaylarda tesadüflere çok da inanmadığım için, küçük çaplı bir soruşturma yaptım ve Oramiral Özden Örnek'le ilgili çok ilginç bazı bulgulara ulaştım. Biliyorsunuz, Oramiral Özden Örnek'in kamuoyunca tanınan bir oğlu var. Yönetmen-yapımcı Tolga Örnek. Tolga Örnek bir dönem çektiği film-belgesellerle halkın önüne çıkmıştı. Tolga Örnek'in çektiği en bilinen iki film-belgesel 2003 yılında gösterime girenHititler ve 2005 yılında gösterime giren Gelibolu'ydu. Oramiral Özden Örnek'in oğlu Tolga'nın çektiği Hititler filminin sponsorlarıarasında İMKB, ÇALIK Holding, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, THY, İstikbal ve Nur İnşaat gibikuruluşlar yer alıyordu.Amiral'in oğlu Tolga Örnek'in diğer filmi Gelibolu'nun sponsorlarıarasında dikkat çekenler ise şöyleydi: Çalık Holding ve İstikbal.Şimdi diyeceksiniz ki, “Ne var canım bunda. O filmlerin başka sponsorları da vardı. Doğru. Bu yüzden soruşturmamı biraz daha derinleştirdim.Ve çok ilginç başka bir bulguya daha ulaştım. Çalık Holding, yani kamu bankalarının parasıyla Sabah ve ATV'yi alıp iktidarın emrine tahsis eden grup, 2004 yılının Mayıs ayında Çalgaz Doğalgaz Dağıtım, pazarlama taşımacılık Sanayi veTicaret AŞ adında bir şirket kurmuştu. Şirketin ortakları Çalık Enerji, Ahmet Çalık, yine Çalık'a ait Altındağ Yatırım, AkselGoldenberg, Ruben Goldenberg ve Aşer Goldenberg yer alıyordu. Büyük bölümü ve yönetimi Çalık Grubuna ait Çalgaz AŞ, 20 Haziran 2005'te adını değiştirdi ve Naturelgaz Sanayi ve Ticaret AŞ unvanını aldı. Ve sıkı durun şirketin yönetim kurulu üyeliğine Çalık Enerji'yi temsilen Oramiral ÖzdenÖrnek'in diğer oğlu, Burak Örnek getirildi. İlginç bir buluşma değil mi!İlginçlik bu kadarla da sınırlı değil. Aynı şirkette Başbakan'ın damadı Berat Aybayrak'ın kardeşi, Sabah ve ATV'ninsahibi Turkuvaz Medya'nın grup başkanı Serhat Albayrak da 1. derece imza yetkisiyle danışmanlık yapıyor. Nokta dergisinin eline nasıl geçtiği hala anlaşılamayan "Darbe günlüklerinin" yazarı Oramiral Özden Örnek'in oğulları, iktidar tarafından medya sahibi yapılan ve budönemde rafineri lisansı almayı başaran Çalık Grubu'nun şirketleriyle son derece içli dışlı. Doğrusunu isterseniz ilginç bir "Tesadüf" .Tabii başka tesadüfler de var ama bence bunlar kadar önemli değil. Mesela başbakan Erdoğan'ın oğlu Burak Erdoğan Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nden askerliğe elverişli değildir raporu aldığı sırada Oramiral Özden Örnek bu Hastane'nin bağlı olduğu Donanma Komutanı. Ve yine Başbakan'ın oğlu, Tolga Örnek'in Kalendar Orduevi'ne yapılan düğününün davetlileri arasında (Bu bilgi o dönem basına da yansımıştı)Türkiye'de çok garip şeyler oluyor. Hem de çok garip İddianame ve korkularım Bugün açıklanacağı söylenen ancak bana göre açıklanması bir kaç gün gecikecek olan Ergenekon İddianamesi'nin bazı bölümleri "Yandaş medyaya" ufaktan sızdırılmaya başlanmış.

-------------EĞER RENKLİ KISIMLAR KAFANIZDA UFAK BİR AMPUL ÜN YANMASINI SAĞLADIYSA NE MUTLU BANA ------------
Ve gelelim yeni şeytanlara. Evet bu dava TÜRKİYE'nin varlığını kökünden tehdit ediyor ise neden TÜRKİYE'nin merkezinden yani baş şehrinden yani ANKARA'dan yani ANKARA CUMHURİYET SAVCILIĞINDAN değilde İstanbul'dan yürütülmektedir? Zira bu operasyonlarda tutuklananların çoğu ANKARA'da ikamet etmektedirler.

-------------DAVA NEDEN ANKARA'DA DEĞİLDE İSTANBUL'DA AÇILMIŞTIR-------------
Aynı zamanda bu son gözaltılarda yaşanan bir garipliği de vermek istiyorum size. Emekli paşalar, gazeteciler, bilim adamları ve sivil toplum kuruluşu başkanları tutuklanırken BİLGİSAYARLARI da alınmıştır. İşte burada bir hukuk rezaleti vardır. Bu bilgisayarlar alınırken bilgisayarın sabit diskleri yedeklenmiş ve sanık yakınlarına veya avukatlarına verilmiş midir? Çünkü aksi takdirde bu belgeler kanıt olamayacaktır. bunu ben demiyorum.

CMUK 134’ncü maddesine göre el konulan bilgisayarların el konma anında yedeklenmesi ve yedeğinin de avukatına teslim edilmesi öngörülüyor. Buna rağmen soruşturmada hiçbir tutuklamada el konulan bilgisayarların yedeği alınmamış, sanığın avukatına teslim edilmemiştir. Daha sonra bilgisayara geçmiş tarihli bir veri eklemek mümkün olduğundan zamanında alınmayan bu tedbirden dolayı dijital ortamdaki bütün kayıtlar delil olma özelliğini yitirmiştir. Bu örnek dijital ortamdaki kayıtların güvenliğinin ve izlenmesinin mercek altına alınması konusunda çalışmalar yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Siyasi iradenin etkisinde yapılan sorgulamalarda geçmişte, kabadayıları ıslah etmek için cebine esrar koyma yöntemi, bugün karşıt görüştekileri ıslah etmek için bilgisayara veri aktarma yöntemi haline dönüşmüştür. Bu da açık bir insan hakları ihlalidir.

-------------GÖZALTINA ALINMALAR SIRASINDA DİJİTAL VERİLER YEDEKLENİP SANIK AVUKATINA VEYA YAKINLARINA VERİLMİŞ MİDİR? YOKSA NEDEN VERİLMEMİŞTİR?------------

Evet bir şeytan daha ... Darbe planlarının yapıldığı iddia edilen yıl 2004. 2004 yılında TOLON PAŞA'da ERUYGUR PAŞA'da görevinin başında ve askeri yasalara göre bir asker asker olduğu zaman işlediği VEYA İŞLEDİĞİ İDDİA EDİLEN SUÇLARDAN DOLAYI SADECE VE SADECE ASKERİ MAHKEMELERDE ASKERİ SAVCI VE ASKERİ YARGIÇLARIN karşısında yargılanır.

----------- ASKER OLDUĞU ZAMAN İŞLEDİĞİ İDDİA EDİLEN SUÇLARDAN DOLAYI EMEKLİ PAŞALARIMIZ NEDEN ASKERİ MAHKEMELERDE YARGILANMAMAKTADIR? ------------

------------İddiaları ortaya atan TUNCAY GÜNEY kimdir? ------------------

Bu soruşturmalarla ilgili heyecan verici şeyler neden AKP'nin kapatma davasının yürütüldüğü ve yürütüleceği günle4re denk gelmektedir?

Bir insanı Cumhuriyet gazetesinden tutuklayıp "Sen Cumhuriyet Gazetesini Bombalattın" demek ne kadar mantıklıdır?
 

64general1

New member
İddianame Üzerine Yorumlar !..



Hemen herkes iddianamenin ne kadar bozuk hazırlanmış olduğunu söylüyor da bunun bir zihin çökertme silahının bizzat kendisi olduğunu söylemiyor. İddianame hakkında benim eğitimci gözüyle naçizane yorum ve önerim;

-Bu iddianame ile toplumsal-tarihsel belleğimizde kaos yaratılmaktadır.

-İddianamenin bizzat kendisi bir tür zihinsel kaos yaratma silahıdır. Sadece tutuklananlar değil, toplum olarak hepimiz aynı zihinsel saldırı altındayız.

-İnsan beyni olaylar arasında mantıklı matematiksel denklemler kurarak, eşleştirme yaparak zihinsel faaliyet yapar. Bu iddianamede ise, bütünsel olan hiç bir şey yok, paragraflar arasında bile bağlantı yoktur, parçalar orda burda uçuşuyor! Yani bütün iddialar beyni dağıtmak üzere kurgulanmış ! ..

-Sürekli asimetrik durumlarla insan beyni aptala döner, burada bunun amaçlandığını açıkça görüyorum. Dikkat ediniz, sayfanın başı ile sonu arasında bağ yoktur, bölümler arasında bağ yoktur, ne ile suçlandığınızın bile mantıklı bir tarifi yoktur, iddia edilenler arasında bağ yoktur, dosyanın başı ile sonu arasında bağ yoktur! Bu kadar bağlantısızlık beyinde kaos yaratır, AKIL denilen zihinsel faaliyet bağcıklarını kırar !..

Yeni ders kitaplarında teşhis ettiğim de budur.
Rica etsem, İlköğretim 1 nci Sınıf Türkçe Ders Kitabını elinize alıp bu açıdan bakar mısınız ?..



-İddianamedeki tutarsızlıklara düzgün bir mantıkla cevap vermek mümkün değildir. Parçaları asla diğerleriyle yan yana gelemeyecek bir pazıl konulmuştur önümüze ve acaba düzeltmeyi başarır mıyım diye oynadıkça zihinde yaptığı tahribat derinleşecektir.

-Bence, bu bozuk pazıl aylarca sürdürülerek en zihni açık insanların bile bundan zarar görmesi, bu iddianamenin arkasındaki güçlerin istediğidir. Hedefleri, ne olup bittiğini anlamakta zorlanan bir toplum yaratmak, algılama seviyesini altının altına çekmektir. ( Altı, maymunların zeka düzeyidir.)

-Şimdi önerim şudur:

Bu iddianameye cevap vermeyi reddetmek ve gerkeçesini de kamuoyuna güzelce açıklamak.
Çünkü:
Zihinsel saldırı silahını tesirsiz hale getirmenin tek yolu, düşmana bu silahı fark ettiğini yüksek sesle söylemektir. Ancak o zaman beynimiz bunu önümüze konulmuş zehirli yiyecek olarak görür ve kendini korumaya alır. Yani pazılın bozuk olduğunu bilirsen, üzerinde hiç kafa yormazsın ve böylece beynini de tehlikeden korumuş olursun. Bununla mevzi kazanan beyin(insan), özgüveni yüksek bir şekilde, açık zihinle asıl yapmak istediği zihinsel faaliyetleri yapabilir.

Özetle:
Büyük bir zihinsel saldırı altında olduğumuzu belirterek, bunu da iddianameyi reddetme gerekçesi olarak düşünmenizi öneriyorum.

Mahiye MORGÜL
 

SePHiRoTH_

New member
Daha da savunabiliyorsunuz yaa ne diyeyim size
Hala öyle bir terör örgütünün olduğunu iddia edebiliyorsunuz yaa ne diyeyim size...

Cumhuriyetten adam tutukla, Cumhuriyet gazetesini bombalamakla suçla,
Askeriyeden adam al, Askeri mahkeme de değil de Normal mahkemede yargıla,
Milliyetçi olduğunu iddia et, bölücülerle işbirliği yaptığından dem vur.
Tutuklamasaydık şunu yapacaktı, bunu yapacaktı, ona suikast, buna suikast... (ULAN MEDYUM KETO bile bu kadar atmamıştı ya.)
Ne hikmetse her tutuklama dalgası AKP'nin sorgulanacağı davalarla ilgili olayların olacağı bir güne denk gelsin...
İDDİANAMEYİ hazırlayan savcının tutuklamalardan haberi olmasın,
İddianamenin temeli, eskiden imam hatipli olan sonra fethullah ve nursi cemaatlerine giren, ondan sonra yaptığı yolsuzluklardan suçlanmamak için Kanada'ya göçen sonra orada CIA için çalışmaya başlayan, ondan sonra MOSSAD daha iyiymiş diyip Mossad'a geçen sonra Yahudi olan ve HAHAM olan bir gazeteci (bozmasının) iddialarına dayansın... (NE GÜVENİLİR KAYNAK YAA DÖNMEK BU OLSA GEREK.TAYYİP'İN NEREDEN DÖNDÜĞÜNÜ ŞİMDİ ANLADIK)
İddianamen safça salakça şeylerle dolu olsun. Sırf çok görünmesi için bir iddiayı 12 yerde tekrar et, Osmanlıca yaz 2500 sayfaya çıkar. Adamlar sadeleştirdiğinde 100 sayfa kalsın iddianamenin temel dayanakları olmayan gizli tanıklar olsun, o kadar tutarsızlıklarla doldur ki farketmeden kendi pisliklerini ekle sırf tutuklular kötü bir imaj sahibi olsun diye...
Tutuklama da her türlü insan hakkını ihlal et, bir kişiyi öldür, bir kişiyi KANSER et...

Ben daha ne diyeyim sana...
 

tucik

New member
▓▒░░ Karanlığın Sol Eli ░░▒▓



AKSİYON SAYI: 110 - 11.01.1997Tarihe dikkat......

3 Kasım 1996 gecesi, şarjör şakırtıları, makinalı tabancalar, tevkif müzekkereleri, susturucular, özel operasyonlar, sigaradan dumanaltı olmuş izbe odalar, yeşil pasaportlar,


--------------------------------------------------------------------------------

sahte kimlikler, sahte silah kullanma ruhsatları ve bir ülküye adanan sevda şiirleri ile geçen bir ömür, ansızın ve sorgusuz çıkagelen bir kamyonun ölümü haber veren elleriyle sona erdi. Bu motiflerlerle dolu koskoca bir yaşam, o kasım gecesi, Balıkesir’in Susurluk ilçesinde noktalandı. Son model bir Mercedes, efsane ülkücü Abdullah Çatlı ile beraber kader yoldaşları Kocadağ ve Gonca Uz’a mezar oldu.

Olayın üstünden yarım saat geçmemişti ki medya nasıl olmuşsa Abdullah Çatlı’nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığını ve birtakım suçlardan ötürü de arandığını öğrenmiş, bir süredir çatışma halinde olduğu hükümete karşı eline müthiş bir koz geçirmişti. Muhalefet partilerinin de bu konuda sessiz kalması düşünülemezdi. Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz üstelik eski ülkücülerden oluşan kurmaylarıyla olayın üstüne gitti.

Bir süre sonra Meclis Araştırma Komisyonu’nda konuyla ilgili bilgilerine başvurulan MİT Kontr—Terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Abdullah Çatlı’nın MİT tarafından ASALA’ya karşı yapılan eylemlerde kullanıldığını kabul etti ancak, Çatlı’nın daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün kontrolüne girdiğini belirtti. Eymür bununla birlikte MİT görevlisi Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı tarafından sorgulandığını, bunun sona ermesi için Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin’i aradığını belirterek ucu 1980’li yıllara kadar giden devlet içindeki klikler çatışmasının da ipuçlarını veriyordu. MİT, Abdullah Çatlı ile ilişkisini üst düzey bir memurunun ağzından kamuoyuna duyuruyor, böylelikle devletin sağ eli ortaya çıkıyordu. Ancak bu konuları dikkatle takip edenler biliyordu ki, sağ eli olan bir devletin sol eli de olmalıydı.

Onlar üç kişiydiler

1978 yılıydı ve onlar üç kişiydiler: Dursun Karataş, Bülent Uluer ve Paşa Güven... O yıl, Dev—Yol’un İstanbul örgütlenmesindeki bu üç devrimci kafadar, ünlü Askı Bildirileriyle, Dev—Yol’u revizyonistlik ve pasiflikle suçlayarak, örgütle ilişkilerini askıya aldıklarını açıkladılar. Hepsi Alevi ve Kürt olan bu üç kişi THKP—C lideri Mahir Çayan’ın politikleşmiş askeri savaş stratejisini savunuyordu. Dev—Yol ise bunu maceracılık olarak değerlendiriyordu. Tartışmalar öylesine hararetlenmişti ki; iki örgüt Dev—Genç isminin kullanılması konusunda neredeyse birbirine girecekti. 12 Eylül sonrasında bir çok örgüt yurtdışına kaçarken Dev–Sol Türkiye’de kalmayı yeğledi. 1980’li yıllarda eylemlerine hız veren örgüt, kilit isimlere yönelerek dikkat çekti. İşte her şey burada başlıyordu.

29 kez polisin elinden kurtuldu

1980 yılında Nihat Erim suikastından Gün Sazak’a, Hiram Abas’tan Emekli Orgeneral Hulusi Sayın’a ve Emekli Oramiral Kemal Kayacan ve Özdemir Sabancı cinayetine değin bir çok şaibeli suikastın emrini veren ve tamı tamına 29 kez polisin elinden kurtulmayı başarabilen Dursun Karataş’ın bu suikastları devrim adına mı yoksa birtakım güçlerin veya karşı olduğu sermaye çevrelerinin adına mı gerçekleştirdiği belli değildi.

Bugün özellikle Hiram Abas, Emekli Orgeneral Hulusi Sayın ve Sabancı cinayetinin yıllarca karanlıkta kalan gerçekleri bir bir gün yüzüne çıkıyor. Nitekim eski bir deniz subayı olan araştırmacı yazar Erol Mütercimler dergimize yapmış olduğu açıklamalarında, yıllar süren araştırmalarına göre herşeyin üstünde, içinde askerlerin, emniyetçilerin, gazetecilerin, profesörlerin bulunduğu 1960 yılında kurulan ERGENEKON adlı bir örgütle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Mütercimler, Dursun Karataş’ın da bu örgüt tarafından kullanıldığını, bu örgütün gerekirse PKK’yı bile kullanabileceğini iddia ediyor. Emekli Deniz Binbaşı Erol Mütercimler yıllar önce Memduh Ünlütürk Paşa ile yapmış olduğu bir görüşme sırasında, Ünlütürk’ün kendisine bu örgütten bahsettiğini, duyduğu şeyler konusunda adeta şok olduğunu belirtiyor.

Nitekim Emekli Deniz Binbaşı Erol Bilbilik de aylar önce 12 Mart’tan 12 Eylül’e insanların nasıl kullanıldığına ilişkin birtakım açıklamalarda bulunmuştu. Bilbilik, kamuoyunda çok tartışılan iddialarında Orhan Kabibay, İrfan Solmazer gibi askerlerin Dursun Karataş gibi birçok ismi kullandığını, İrfan Solmazer’in 12 Mart’a 24 saat kala Almanya’ya uçurulduğunu, Almanya’dan filolar sahibi milyarder bir işadamı olarak döndüğünde ise kılına bile dokunulmadığını belirtmişti. Orhan Kabibay’ın da 12 Eylül’de Kenan Evren’ e yardımcı olduğunu, Evren’in Danışma Meclisi’nin hazırlanmasını da Orhan Kabibay’dan istediğini belirtiyordu. Bilbilik herşeyin 12 Eylül darbesinin gerçekleştirilebilmesi için yapıldığını söylüyordu.

MİT nasıl özelleşir

Başbakan Turgut Özal gazetecilerin “MİT’te sivilleşme nasıl gerçekleşecek?” sorusuna “Metanet ve cesaret lazım” demişti o kendine has üslubu ile, sözcükleri tane tane vurgulayarak. MİT’in sivilleşmesi, dolayısıyla Hiram Abas’ın müsteşarlığı anlamına geliyordu ki bu apaçık bir savaş demekti. Hiram Abas, Özal’ın Suriye gezisinde ilk kez, protokolde, hem de bir dış gezide 5. sıraya dahil ediliyor, gazeticilerin yoğun ilgisinden, uçaktaki Dışişleri Bakanı ve Müsteşarı Nüzhet Kandemir adeta gölgede kalıyordu. Nitekim 17 Temmuz 1987 tarihli Sabah gazetesi büyük puntolarla “Abas’ın büyük şovu” şeklinde başlık atıyordu. Projektörler Hiram Abas’a çevrilirken Mehmet Ali Kışlalı bile Abas ile ilgili övgü dolu bir yazı yazıyordu. Özal’ın kafasında ne vardı ve neden projektörler Hiram Abas’a çevrilmişti? O günlerde herkes kendisine bu soruyu soruyordu.

Üç askeri darbeye maruz kalan hükümetlerin, darbeden önce kendilerine istihbarat gelmemesi büyük sıkıntı meydana getiriyordu. Aksini düşünmek mümkün değildi, çünkü MİT müsteşarının rütbesi en fazla korgeneral olabiliyordu ve bir korgeneralin, rütbesi orgeneral olan genelkurmay başkanını hükümete rapor etmesi düşünülemezdi. Askerler, sağ ve sol eğilimli olabilecekleri kanaatiyle MİT görevlilerine güvenmiyor ve basına bilgi sızdırabileceklerini düşünüyorlardı. Diğer taraftan MİT'te asker çocukları da köşe başlarını tutmuşlardı. İşte tam bu hengamede Hiram Abas sivilleşmenin simgesi haline geldi. 1986 yılında Burhanettin Bigalı 4 yıldır başında bulunduğu MİT müsteşarlığından ayrıldı, yerine Korgeneral Hayri Ündül getirildi. Müsteşar yardımcılığı makamı ise 3—4 ay kadar boş kaldı. Sonunda, Konsey’den bazı isimlerin karşı çıkmasına, Doğu Perinçek, Mehmet Ali Birand, İlhami Soysal gibi bazı gazetecilerin karşı propagandasına rağmen; Özal, Hiram Abas’ı ikinci adamlığa getirdi. O yıllarda bir gazeteci “Evren’in Özal’a ilk teslim olduğu olay budur” diyordu. Böylece MİT’teki sivilleşme hareketinin birinci ayağı tamamlanıyordu. Özal, Hiram Abas’ı ikinci adam yapar yapmaz, Abas’ı Suriye’ye götürerek, amacının ne olduğunu belli etmişti. Şöyle diyordu bir gazeteci: “Hiram Abas engellenmeseydi Özal MİT’i tepeden tırnağa sivilleştirecekti.”

Özal’ın Hiram Abas tutkusunun bir başka sebebi de Abas ile Kürt meselesine olan yaklaşım tarzlarının yakınlığı idi. Hiram Abas, Özal’a, Kuzey Irak’taki Kürt grupları karşısına almaktansa bu gruplara birtakım imtiyazlar vererek Kürt sorunuyla ilgili inisiyatifi eline almasını salık veriyordu. Bununla birlikte Kürt sorununu sadece askeri yöntemlerle çözmenin mümkün olmadığını, bazı sivil—siyasi yöntemlerin de denenmesi gerektiğini belirtiyordu. Abas, PKK ile mücadelenin bazı çevreler için rant haline geldiğini, silah tüccarlarının bu işin içinde olduğunu, devlet içerisindeki bir kanadın da bu mücadeleyi körüklediğini belirtiyordu. Daha da ilginci Abas, Dev— Sol örgütünün bazı mafya babaları, emniyet müdürleri ve siyasilerle bağlantılı olduğunu düşünüyor ve konu ile ilgili en önemli iki kurmayı Mehmet Eymür ve Atilla Aytek’e rapor hazırlatıyordu. O günlerin canlı tanığı Mahir Kaynak, bombanın Hiram Abas’ın elinde patladığını ve bu raporların basına sızdırıldığını söylüyor: “Bu olay patlak verdiğinde devlet içerisindeki klikler savaşı doruk noktasına ulaşmıştı. Aslında bir çok siyasi cinayetin arkasında da bu kanatların egemenlik mücadelesi vardı. Hiram bir odaktı. Raporu Mehmet Eymür’e hazırlatan da oydu. Hiram’ın Dev—Sol tarafından öldürülmesi çok şaşırtıcı değildi. Çünkü Dev—Sol’un uyuşturucu ve silah ticareti yapan bazı Kürt işadamları üzerinden bu grubun kontrolüne girdiği biliniyordu. Dev—Sol gibi bir örgütün tek başına hareket edebilmesi mümkün değildir. Dev—Sol özellikle 1980’li yılların ortalarında bazı uyuşturucu kaçakçısı Kürt işadamlarıyla ilişki kurdu. Diğer taraftan çoğu kimsenin gözardı ettiği bir başka mesele de Dev—Sol’un ordu içindeki bağlantılarıydı.”

Bununla birlikte MİT’in yeni binalarının bulunduğu caddeye Ahmet Cem Ersever isminin verilmesinin, Ersever’in devletin Kürt politikasını eleştirdikten sonra Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından öldürülüğü iddiasını güçlendirdiği belirtiliyor ve bu olayın devlet içindeki klikler savaşıyla ilgili olduğu iddia ediliyor.

Abas; Atilla Aytek ve Mehmet Eymür tarafından hazırlanan MİT raporunun Aydınlık dergisi tarafından yayınlanması üzerine görevinden istifa etti. Raporda Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın Dündar Kılıç’tan rüşvet aldığı belirtiliyor, Mehmet Ağar’dan Ünal Erkan’a kadar bir çok ünlü isim ve girmiş oldukları bir çok ilişki en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne seriliyordu. Hiram Abas 26 —9 — 1990 tarihinde bir daha geri dönmemek üzere bu hayatı terketti. Ölüm emrini Dev— Sol lideri Dursun Karataş vermişti. Amaç emperyalistlerin yerli işbirlikçilerini cezalandırmaktı. Ancak buna hiç kimse inanmadı. Raporda en ilgi çeken bölüm ise kuşkusuz mafya babası Dündar Kılıç’ın, Mehmet Ağar ve Ünal Erkan’a olan yakınlığı ile bilinen Polis Şefi Şükrü Balcı ile ilişkisiydi.

Dündar Kılıç ve Paşa Güven elele

Paşa Güven 70’li yılların ortalarında İstanbul’un en popüler devrimci gençlik liderlerinden biriydi. Tıpkı Dursun Karataş gibi Aleviliği Kürtlüğünden önde gelen boykotlarda, işgallerde, mitinglerde, cenaze törenlerinde kimi zaman elinde megafonu, kimi zaman kolunda görevli parti pazıbenti, safları sıklaştıran, ajitatif konuşmalar yapan, kortejlerin hep önünde yürüyen bir devrimciydi... 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalandığında ünlü karikatürist Turhan Selçuk’un Paşa—General esprisine konu olmuştu.

Paşa Güven bu kez bambaşka bir sima ile karşılaşacaktı hapiste. Güven, yeraltı dünyasının ünlü ismi ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bazı polis şefleriyle kurmuş olduğu inanılmaz ilişkilerden ötürü şu an MİT Kontr—Terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür’ün yıllar önce kaleme aldığı ünlü MİT raporuna konu olan Dündar Kılıç ile birlikte kalıyordu cezaevinde. Nitekim Dündar Kılıç, yıllar sonra bile, kendisinden ne zaman sorulsa “Delikanlı Çocuk” diyecekti onun için. Ve bu iki liderin hapishane dostluğu Dev—Sol’un uyuşturucu ticaretine girmesinden, devlet içindeki bir kanat adına bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden inanılmaz olaylar zincirinin başlangıcını teşkil etti.

Paşa Güven, MHP’li Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ve Nihat Erim suikastının hemen ardından Lübnan’ a geçmiş, Dev— Sol’un yurtdışı sorumlusu olmuştu. Bu sırada Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi lideri George Habbaş ile yakın ilişkiye de geçmişti.

Ne ki 1983’te Lübnan’ı terkederek siyasi mülteci olarak Fransa’ya yerleşen Paşa Güven, Hiram Abas’ın kanı henüz kurumadan, Abas’ın ölümünden tam 15 gün sonra, 9 Ekim 1990 tarihinde, kendisine usulca yaklaşan saldırganın silahından çıkan kurşunlarla öldürüldü. Herkes bu eylemin parti içi bir çatışma olduğunu zannededursun aslında durum çok farklıydı. Çünkü Dev—Sol Paşa Güven’in öldürülmesi eylemini hiç bir zaman üstlenmedi. Hiram Abas’ın, emekli Binbaşı Erol Mütercimler’in Ergenekon isimli olduğunu iddia ettiği özel harp gücünün kuyruğuna bastığını kimse görmemişti. Bunun devlet içindeki bir klikler savaşı olduğunu hiç kimse düşünmemişti. Oysa uyuşturucu dünyasının ünlü ismi Hüseyin Baybaşin de 15 Nisan 1996 tarihinde PKK’nın Avrupa’da yayınlanan Özgür Politika gazetesinde Paşa Güven’in Kontr—Gerilla (aslında Özel Harp Dairesi diyor) tarafından yetiştirildiğini söylüyor ve Dev—Sol’un bir çok hedefinin aslında Kontr—Gerilla’nın hedefi olduğunu belirtiyordu. Nitekim Emekli Korgeneral İhsan Gürkan dergimize yapmış olduğu açıklamada devletin sol örgütleri de kullanabileceğine dikkat çekerek Kenan Evren’in Meclis Araştırma Komisyonu’nda yapacağı açıklamalarla bir çok şeyin su yüzüne çıkabileceğini söyledi.

30 Ekim 1991 tarihli eylem, Dev—Sol’un gerçekleştirmiş olduğu diğer önemli hadiselerden biri. Bu eylem de, Dursun Karataş’ın Mehmet Ağar’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü sırasında hapisten kaçmasından tam 4 ay sonra gerçekleşti.

Avrupa’da yayınlanan Özgür Politika gazetesinde 15 Nisan 1996 tarihli röportajda Hüseyin Baybaşin’in Türk basınının dikkatinden kaçan açıklamalarında, Beyti Et Lokantası’nda emekli Orgeneral Hulusi Sayın’ı Özalcı kanatta yer aldığı ve Kürt sorununa siyasi çözüm önerdiği için sorguladıkları iddia ediliyordu. Baybaşin, bu sorgulamadan kısa bir süre sonra da Emekli Orgeneral Hulusi Sayın’ın öldürüldüğünü belirtiyordu. Asıl ilgi çeken açıklamaları ise Paşa Güven ile ilgili olarak söyledikleriydi. Bir süredir Hollanda’da hapiste olan Hüseyin Baybaşin’in tam da Susurluk olayının ardından hapisten çıkıp Türkiye’ye dönmesi kimi çevrelere göre kuşkusuz bir tesadüf değildi.

Dev- Sol bölünüyor

Dursun Karataş en büyük darbeyi, 13 Eylül 1992’de kendi içinden çıkan muhalif gruptan yedi. Bu bölünme Dev—Sol lideri Dursun Karataş’ın girdiği ilişkilerle ilgili son derece önemli ipuçlarını da veriyordu. Darbenin lideri Bedri Yağan, Dursun Karataş’ın mafyatik bazı ilişkiler içinde olan devlet içindeki bir kadro ile ilişki içerisinde olduğu, bu yüzden Merkez Karar Komitesi’nin işlemediği, örgüte yeni bir APO’nun dayatıldığı gerekçesiyle liderliği ele geçiriyordu. Yaklaşık 20 yıldır örgütün en ön saflarında çarpışan Bedri Yağan, Dursun Karataş’ın bu kadro tarafından yönlendirildiğini ve kendi hedeflerini ortadan kaldırmada kullandığını düşünüyordu. Ne var ki bu darbe girişimi çok fazla uzun sürmeyecekti.

Kayacan’ın öldürülme sebebi örgütü bilmesi

Bu konuyla ilgili olarak görüştüğümüz eski THKP—C’li Halit Özkul, Bedri Yağan ile bu konuyu ilk önce kendisinin konuştuğunu, Dursun Karataş’ın devlet içindeki birtakım güçler tarafından kullanıldığını en ince ayrıntılarına kadar anlattığını söylüyor. Halil Özkul tıpkı Erol Mütercimler gibi Ergenekon adlı özel bir gücün ipuçlarını veriyor: “Eroin gelirinden Türkiye ekonomisine yıllık milyarlarca dolar para giriyor. Dursun Karataş da bu örgütün bir üyesidir. Karataş tutuklu bulunduğu sırada 38 kişinin ismini vermiş biridir. Mahkeme tutanaklarında bunların hepsi mevcuttur. Dursun Karataş’ın avukatı eski 27 Mayısçı Nebi Barlas’ın bürosunu bastırmasının sebebi budur. Tayfun Özkök de tıpkı Dursun Karataş gibi Ergenekon’un adamıydı. İbrahim Seven’ de Dev—Yol’un içindeki ajanlarıydı. Onu da ben deşifre ettim. İbrahim Seven 1980 yılında başka bir örgüt kurdu. Emekli Oramiral Kemal Kayacan’ın öldürülmesinin sebebi de Ergenekon’un varlığından haberdar olmasıydı. Gün Sazak’ın öldürülme sebebi de kaçakçılığın Edirne noktasını engellemeye çalışmasıydı. Ergenekon’un bir ucu da Mason locasıdır.

Eski THKP—C’li, “Emperyalizm, CIA, Türkiye”, “Yeni Dünya Düzeni”, “Gizli Ordular” adlı kitapların yazarı Halil Özkul’un bu şok açıklamaları Bedri Yağan ve arkadaşlarının tasviye edilmesinin nedenlerini anlamamızı sağlıyor.

Dev—Sol’a yapılan bu operasyonların başında bulunan isim ise iddiaları daha ilginç hale getiriyor: “Hüseyin Kocadağ”!

Nitekim 1995 yılında Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürlüğü sırasında, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından Milli Güvenlik Kurulu’nda, Cumhurbaşkanlığı’na sunulmak üzere hazırlanan raporlar olayın ciddiyetini daha da artırıyor. Raporda örgütün yaşadığı bu bölünmenin devlet tarafından gerçekleştirildiği ve darbeci kanadın faaliyetlerinin bitme aşamasına geldiği vurgulanıyor. Demek ki darbe başından beri kontrol altındaydı ve güdülen amaç örgüt içindeki kontrol edilemeyen tarafı tasviye etmekti.

Kendilerini Devrimci Sol Güçler olarak tanıtan bu muhalif grup, Dursun Karataş’ın Hollanda’da bulunmasının bir tesadüf olmadığını, Hollanda’nın uyuşturucu trafiğinde son derece önemli bir nokta teşkil ettiğini ifade ederek Karataş’ın devlet içinde bazı üst düzey yetkililerle irtibat halinde olduğunu, Türkiye’nin ne Fransa’dan ne de Hollanda’dan Dursun Karataş’ın iadesi konusunda ısrarlı olmadığını, iadesi konusundaki belgelerin kasıtlı olarak hep eksik gönderildiğini, NRC Honders Belot gazetesinde konu ile ilgili bazı haberlerin de çıktığını belirtiyorlar. Kısa bir süre önce de PKK ile DHKP—C’nin eylem birliği kararı almasını değerlendiren muhalif grup, bu anlaşmanın uyuşturucu pazarının paylaşımı için yapıldığını söylüyorlar. Daha da önemlisi kamuoyunda MİT raporu olarak bilinen belgelerde Sami Hoşnav adlı şahsın örgütün Dev—Sol bağlantısını yürüttüğü belirtilirken, hiç kimse bu son derece önemli ayrıntı üzerinde durmak istememişti.

Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan’ın 29 Temmuz 1991 tarihinde yine Dursun Karataş’ın emriyle öldürülmesi ise iddiaları daha da güçlendiriyor. Hatırlanacağı gibi eski THKP—C’li araştırmacı yazar Halit Özkul, Emekli Oramiral Kemal Kayacan’ın Ergenekon ile ilgili bazı bilgilere sahip olduğu gerekçesiyle öldürüldüğünü söylemişti. Konu ile ilgili olarak görüştüğümüz Kemal Kayacan’ın 40 yıllık arkadaşı ve aile doktoru Memduh Eren şunları söylüyordu: Bütün bir hayatımız neredeyse birlikte geçti. Aynı zamanda aile doktoruydum. Bir gün kendisine ne olduğunu sordum, bir şeylerin ters gittiği belliydi. Bu ülkeyi biz yönetmiyoruz dedi. Kim yönetiyor peki diye sordum. Cevap vermedi. Ancak onun kimler tarafından ve neden öldürüldüğünü çok iyi biliyorum. Askeriyeden 70’li yılların başında tasviye edilen şu anda kamuoyunda da iyi bilinen bazı isimler Kemal Kayacan’ın bilgisi dışında birtakım işlemler yapıyorlardı. Kemal bunları tasviye etti. Öldürülme sebebi budur.”

Emekli Oramiral Kemal Kayacan’ın 40 yıllık arkadaşı ve aile doktoru Dr. Memduh Eren’in bu tarihi açıklamaları Dev—Sol’u ve Dursun Karataş’ı ve şu ana kadar karanlıkta kalmış bir çok gerçeği gün yüzüne çıkartıyor.

Nitekim Dursun Karataş’ın Interpol tarafından 174 ülkede yaklaşık 150 ayrı suçtan aranmasına rağmen bir türlü yakalanmamasının, 29 kez polis baskınından kurtulmasının ancak bazı güçlerin göz yummasıyla mümkün olabileceğini söyleyen muhalif grup bu bağlantının Paşa Güven’den daha önce kurulduğunu belirtiyor. Daha da ilginci ileride Dursun Karataş’ın da yeşil pasaportu olduğu ortaya çıktığında kimsenin şaşırmaması gerektiğini belirten grup bu ilişkilerin yakında ortaya çıkacağını iddia ediyor.

Sabancı Center cinayeti

9 Ocak 1996 günü saat 11’de herkes gözlerini Sabancı Center’ın 25. katına çevirdi. Sabancı iş merkezinin 25. katı bu suikastın kilit noktasıydı. Sakıp Sabancı, sermaye piyasasındaki inanılmaz yükselişi ve Kürt sorunuyla ilgili hazırlattığı raporlarla sürekli gündemdeydi. Türk sermayesinin en büyük ismi Sabancı’nın hazırlattığı bu raporlar bazı çevreler tarafından farklı algılanmış olabilirdi. Gazeteci yazar Cengiz Çandar bu ihtimale işaret ederken Emekli Yargıç Albay Ümit Kardaş konu ile ilgili şunları söylüyor: “Karşımızdaki güç kesinlikle yüzeysel bir konu olmayıp ucu 70’li yıllara giden, devlet içerisindeki çekirdek kadro ile ilgili bir konudur. Şurası bir gerçektir ki bugün devlet içerisinde feodal güçler oluşmuştur. Kimi zaman Türkiye bu feodal güçlerin çatışmasına sahne olmaktadır. Ben açıkçası Sabancı cinayetinin de devlet içerisindeki bu çekirdek kardo tarafından DHKP—C’ye havale edildiğini düşünüyorum. Çünkü Sabancı Kürt sorunuyla ilgili olarak açıkça bir barıştan bahsetti. Sabancı bu yüzden uyarılmıştır. Bu kadronun her kesim içerisinde ideolojik farklılıklar gözetmeksizin kullandığı insanlar bulunuyor.

25. kat ve özellikle ikinci adamın öldürülmesinin anlamı buydu, çünkü devrimci mantık açısından 25. kat ile evinin kapısında gerçekleştirilecek bir eylemin hiç bir farkı yoktu.

Nitekim Emniyet Müdürlüğü yapmış olduğu çelişkili açıklamalarla Emniyet’te konuyla ilgili bir karışıklığın ipuçlarını vermişti. İlkin binaya D kapısından girdikleri açıklanan eylemcilerin 25. kata ulaştıkları söylenmiş, ardından D kapısının olmadığı ve parmak izlerinin tutmadığı açıklanmıştı. Bazı devlet görevlileri bu iş DHKP—C’nin işi olamaz derken, bazıları da suikastın bu üç kişi tarafından gerçekleştirildiğini kanıtlamak için ellerinden geleni yapıyordu. Çelişkiler bununla da kalmıyordu. Terörist diye tanıtılanlar, bu denli iyi organize ettikleri eylemde kapıya niçin gerçek kimliklerini bırakmıştılar? Çelişkileri bununla da kalmadı. Suikasttan üç buçuk ay sonra Sabah gazetesi, İstanbul Valilisi’nin konuyla ilgili açıklamalarını manşetten büyük puntolarla verdi: “Son anda kaçtılar”. Habere göre üç eylemci Romanya’da kaldıkları bir otelden son anda kaçarak yakalanmaktan kurtulmuşlardı. Oysa bu olaydan tam 4 ay sonra İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu eylemcilerin aylarca Sabancı Center’ın birkaç yüz metre ötesinde bir evde barındıklarını, eylemcilerin son fotoğraflarını ele geçirdiklerini bir basın toplantısı ile duyurdu.

Bundan birkaç gün önce suikastçılardan Mustafa Duyar’ın Suriye’de Türk Büyükelçiliği’ne teslim olması olayı daha da ilginç hale getirdi. Elçiliğin olayı derhal Milli İstihbarat Teşkilatı’na bildirmesi ile Türkiye’ye apar topar getirilen Musafa Duyar’ın silahını Türkiye’nin en sıkı korunan binası Sabancı Center’a pantolonunun paçasında soktuğunu iddia etmesi de dikkatlerden kaçmadı. Çünkü Emniyet Genel Müdürlüğü’nün daha önce yapmış olduğu açıklamada Mustafa Duyar’ın silahı bond çantasının içinde soktuğu belirtilmişti. Mustufa Duyar’ın tam da Susurluk Skandalı’nın basının tek konusu haline geldiği bir sırada teslim olması kuşkusuz daha da ilgi çekici. Örgütün kendisini öldüreceğinden korktuğu için teslim olduğunu söyleyen Mustafa Duyar’ın bu sözleri de pek inandırıcı bulunmadı, çünkü DHKP—C’nin en acımasız infazlarının cezaevlerinde gerçekleştirildiği biliniyor.

İşte tüm bu çelişki ve soru işaretleri ne Sabancı cinayetinin ne de DHKP—C’nin işlemiş olduğu bir çok cinayetin sadece DHKP—C ile açıklanamayacağını daha da belirginleştiriyor. İdeolojik ayrım gözetmeksizin hemen her örgüt ve kurumda yapılanarak örgütlenen, kimi zaman devrim aşkı ile yanıp tutuşan Paşa Güven’i, Dursun Karataş’ı; kimi zaman da kalbi vatan sevgisi ile dolu Abdullah Çatlı gibi ülkücüleri kullanabilen, içinde askerlerin, emniyet müdürlerinin, profesörlerin, gazetecilerin bulunduğu bir güç bu. Adı ile ilgili rivayetler muhtelif: Gladio, Kontr— Gerilla ya da yeni ismiyle “ERGENEKON”.

KaynaK
 

SePHiRoTH_

New member
tucik' Alıntı:
İşte tüm bu çelişki ve soru işaretleri ne Sabancı cinayetinin ne de DHKP—C’nin işlemiş olduğu bir çok cinayetin sadece DHKP—C ile açıklanamayacağını daha da belirginleştiriyor. İdeolojik ayrım gözetmeksizin hemen her örgüt ve kurumda yapılanarak örgütlenen, kimi zaman devrim aşkı ile yanıp tutuşan Paşa Güven’i, Dursun Karataş’ı; kimi zaman da kalbi vatan sevgisi ile dolu Abdullah Çatlı gibi ülkücüleri kullanabilen, içinde askerlerin, emniyet müdürlerinin, profesörlerin, gazetecilerin bulunduğu bir güç bu. Adı ile ilgili rivayetler muhtelif: Gladio, Kontr— Gerilla ya da yeni ismiyle “ERGENEKON”.
Mahkemeden önce siz ilan ettiniz yani terör örgütü olduğunu...O halde mahkemeye ne gerek var? O zaman ben de bir teröristim...

BİR İNSAN MAHKEMEDE YARGILANIRKEN BİLE, SUÇU SABİT GÖRÜLÜNCEYE KADAR MASUMDUR.

Ama siz suçu sabit görülenleri başbakan yapıp başımıza çıkarırken, Suçsuz olanları düzmece iddialarla tutuklayarak (ki onu da 1 sene 1 ay sonra yazmışsınız (ki onu da yazabilmek için ne tekrarlar yapmışsınız)) direk TERÖR örgütü olarak suçluyorsunuz.

Çok samimi bir soru soracağım...

Atatürk'te bu örgütün içinde mi?
 

Vtnsvr

New member
Bu Akp taraftarımı diyelim Fetulahın taraftarlarımı diyelim bu arkadaşlar,tek ve tek tutarsızlıkları ortaya koyuyorlar.Buna karşıt olarak çıkıyor biri hayır bu böyle olmamıştır aslı şudur diyecegine;


Daha da savunabiliyorsunuz yaa ne diyeyim size
Diyebilmektedir.Sen başkalarına bir şey demeden önce kendine "ben ve benim kafamdakiler çok enteresan insanlarız.Sorulara cevap vermiyoruz ama birde zeytinyagı gibi üste çıkıyoruz" de.

Bir diger ilginç kişilik çıkıyor.Türkiye'nin gerçek çetesi FGÖ'nün yayını Aksiyon'un iddianamenin 1999 yılında kuruldugunu iddia edilen Ergenekon sözde örgütünü suçlamak için o tarihten önce ne kadar terörist eylem varsa onların üzerine ihale etmesini bir şey sanıyor.Ben size söyliyeyim ne yaptıgınızı; hepiniz bunlara alet olmakla FG Örgütüne dolayısıyla ülkenin gerçek düşmanı olan emperyalizme hizmet ediyorsunuz.
 

HTML

Üst