darbe destekçisi 3-5 dümbüğe vatansever mi diyorsun sen
Sen ve o sana teşekkürü basan Bozkurt'a tavsiyem biraz kendinizi geliştirin.İnanın o dümbük dediklerinizin çogunun tırnagı bile olamazsınız.Milliyetçilik o kadar ucuz değil.Size dogru demiş general tam slıgan milliyetçisisiniz.
Bakın size bir örnek verecegim.Burada hani şu ümraniyede evinde bombalar bulundugu söylenen Oktay Yıldırım hakkında bir iki yazı vereyimde agzınız açık kalsın.
ŞEMDİNLİ’Yİ BİLEN VAR MI?
Tarih: 9.12.2005
"Bu yazıyı kaleme alan Oktay Yıldırım, Astsubay rütbesiyle Orduya katılmış, Güneydoğu'da yıllarca çarpışmış yiğit ve kahraman bir Türk oğludur... Kendisi de güneydoğu gazilerinden olan ve üsteğmen rütbesinde iken ordudan ayrılan Hakan Evrensel'in "Yer Eksi İki" adlı romanında anlattığı gerçek kahramanlardan biridir.
Görevi gereği yerinden ayrılmadan saatlerce buzlu suda kaldığından ayaklarından sakatlanmış ve zorunlu olarak malulen emekli edilmiştir. Kendisiyle ilgili bu bilgiyi de Hakan Evrensel vermiştir; çünkü övünmeyi ve yaptıklarını anlatmayı sevmeyen yüksek bir karaktere sahiptir. Halen yürüme güçlüğü çekmektedir. Yazıları Yeni Hayat dergisinde yayımlanmaktadır. Aşağıdaki yazısı Yeni Hayat Dergisinde yer alan bir yazıdır.
Şemdinli’yi bileniniz var mı? Hiç gitmişliğiniz, Otuz iki virajları aşıp, Kaymakam çeşmenin soğuk suyunu hiç içmişliğiniz var mı?
Her sabah uyandığınızda size merhaba diyen Efkâr tepeyi, Gomane tepeyi gezdiniz mi karış, karış?
Mayına basan aracın içinden, tam on dört metre uzağa fırlayan bir arkadaşınız oldu mu sizin? “Yenge vallahi az önce yanımda oturuyordu, şimdi dışarı çıktı” diye yalan söylediniz mi karısına?
Dükkânına girip alışveriş yaptınız mı bir esnafın?
Gomane tepenin zirvesinden, içinde eşinizin, çocuğunuzun bulunduğu
lojmana doğru yanarak gidip evinizin duvarında patlayan RPG-7’leri
izlediniz mi siz?
Ama yine de bulunduğunuz görev yerini terk etmeden, acaba öldüler
mi, yaralandılar mı, diye sabaha kadar hiçbir haber alamadan
beklediniz mi?
“Ben bu insanlar rahat uyusun diye buradayım, ama neden benim aileme
saldırıyorlar” diye düşündünüz mü hiç.
Evinizin roketlendiği mahalleden ve hatta roketin atıldığı, makineli
tüfeğin yanı başında çalıştığı evin sakinlerinden, ”vallahi biz bir
şey görmedik” dediklerini duydunuz mu kulaklarınızla?
Her şeye rağmen deyip görevinize devam ettiniz mi? O patlamalardan
dolayı yıllardır psikolojik tedavi gören bir çocuğunuz veya çocuğu
bu yüzden tedavi gören bir tanıdığınız oldu mu? Hiç böyle bir
baba’nın veya Anne’nin yüz ifadesini gördünüz mü?
Tabancanızı evinizde bırakıp “ bir şey olursa, eve girmeye
çalışırlarsa gerekeni yap, son iki mermiyi de kendinize ayır,
ellerine sağ geçme” diyerek her defasında eşinizle helalleşip
çıktınız mı evden, ya da böyle bir tanıdığınız oldu mu?
Sürekli telsiz anonslarını dinlediği için, ilk kurduğu cümle “
atışlar normal” olan bir çocuğunuz oldu mu sizin?
Lojman’ın emniyetini sağlayan silahlı nöbetçilerin yanında mı oynadı
çocuklarınız ve uzaktan dahi gelse, her silah sesinde o çocukların
evlere, mevzilere nasıl koşturduğunu, koşarken düşenlerin nasıl
yerlerde sürüklendiğini, nasıl hıçkırarak ağladıklarını gördünüz mü
hiç?
Bu gün yaşanan olayların, ilk olduğunu mu sanıyorsunuz?
Bunları yapmadı ve yaşamadıysanız eğer, orası hakkında
bildiklerinizin hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur efendiler.
Affedersiniz bu kadar net konuşmak istemezdim ama ne yazık ki sabrım
tükendi artık.
Siz oturduğunuz ceylan derisi koltuklarda belki farkında değilsiniz,
belki de umurunuzda değil ama orada görev yapan insanların öncelik
sıralarında, ailelerinden önce vatanları geliyor, yeminleri geliyor.
İşte bu yüzden mevzilerini terk edip ailelerinin yanına koşmuyorlar.
Biz de onun için koşmadık zamanında görevimizi bırakarak. Yüreğimiz
titreyerek bekledik ama görevimizin başında, dağda, hudutta bekledik
efendiler, görevimiz bitene kadar bekledik.
Bu insanlar tüm bunlara vatanları için, üstüne el koyup yemin
ettikleri bayrakları için katlanıyorlar, sizin başınızın üzerindeki,
ama nasıl sağlandığını bile bilmediğiniz “egemenlik örtüsü”’nün
bekası için katlanıyorlar.
Peki, onlar bu şartlar altında görev yaparken siz veya sizden
öncekiler bu fedakârlıklara liyakat gösterebilmek için, geçmişte ne
yaptınız, Şimdi ne yapıyorsunuz?
Anıtlaştırılan terörist mezarlarının hesabını mı soruyorsunuz?
O cenaze araçlarının görevlendirme emrinde kimlerin imzasının
olduğunu mu araştırdınız?
Başbakana güç gösterisi yaparak “uçaklardan ve validen hoşlanmadık,
ayrıca dağdakilerden vazgeçmeyiz” diyenlere mi hesap sordunuz yoksa?
Ya bütün kutsal değerlerimize söverek ayaklanan kalabalıklar, onlara
devlet’in varlığını mı hissettirdiniz?
Baldırı çıplak peşmergelerden tutun da, Danimarkalısından,
Hollandalısından, Rum’undan duyduğunuz her türlü hakaret ve
aşağılamaya cevap mı verdiniz?
Roj TV muhabirlerinin nasıl olup ta olaylardan 3 dakika sonra canlı
yayın yaptığını mı buldunuz?
Bir el bombasının nasıl olup ta o kadar hasar meydana getirdiğini
mi, Almanya ile yapılan telefon konuşmasını mı, o kalabalığın nasıl
bir anda örgütlendiğini mi, araştırdınız?
Arabası parçalanarak yakıldıktan sonra, şerefsizce ve insafsızca
dövülerek komaya sokulan uzman çavuşu mu, evi kurşunlanan polisi mi,
okulunda tartaklanıp kovalanan asker çocuklarını mı, araştırdınız?
Bütün bu eylemleri kimin planladığını ya da organizasyonu kimin veya
kimlerin yaptığını mı, o gün halkı sürüsünü idare edenbir çoban
maharetiyle kimlerin idare ettiğini mi araştırdınız?
Hayır, bunların hiçbirisini yapmadınız. Siz ne yaptınız peki?
Sizin farkında bile olmadığınız değerler için orada görev yapan bir
astsubay ve bir uzman çavuş bulup, sonra bütün aydıncıklar,
sağduyucular, mozaikçiler, üst kimliği, yan kimliği, alt kimliği
olanlar ve hatta kimliksizler, sonra dalkavuklar, sendikacılar,
susurluk paranoidleri, Soroscular, hülasa ne idüğü belirsiz, ne
kadar adam varsa etrafınızda, bila istisna topunuz bir koro
nizamında toplanıp, koroyu kimin yönettiğine bile bakmadan-ki ben
bundan emin değilim- “ Vurun Kahpeye” konseri verdiniz.
Yanlış şarkıyı çalıyordunuz ama çaldınız, sesler, akortlar, notalar
hep bozuktu ama yinede çaldınız, orkestra şefi, “müzik” demişti
nasılsa.
Şimdi yapılan araştırmalar neticesinde şu anda bile kuvvetle
muhtemel olan sonuç çıkarsa ki bu sonuç, olayların altından terör
örgütü ve onunla beraber bazı gizli servislerin çıkmasından doğacak
sonuçtur, o vakit ne yapacaksınız?
Allanıp pullanıp önüne çıkarak tek, tek arzı endam ettiğiniz o
basına(!) bu defa ne söyleyeceksiniz? Acaba yapacağınız hangi
açıklama ile durumu kurtarmaya çalışacaksınız?
Bir açıklamanız var mı efendiler? Daha doğrusu bir “B” planınız var
mı?
Ama bana sorarsanız, sizin minik kafalarınızı böyle şeylerle
yormanıza gerek de yok zaten. Zira sizin adınıza orkestra şefi
düşünür, besteler, önünüze koyar ve size de yine icra-i sanat etmek
kalır ki bu, yani başkalarının bestelerini okumak zaten sizin en iyi
yaptığınız şey değil midir? Ne demişler “gözlerimi kaparım, vazifemi
yaparım”.
Yapın efendiler; vazifenizi yapın, hem de gözünüz kapalı yapın.
Açarsanız gözünüzü belki Türk Bayrağına sarılı tabutları görürsünüz,
ağlayan ailelerini, yetim çocuklarını görürsünüz de vicdanınız
depreşir, vazifeniz yarım kalır. Sonra ne der Avrupalı, değil mi?
Hatta bakın ne diyeceğim, asın gitsin o astsubayla uzman çavuş’u,
Şemdinli’yi, Yüksekova’yı, Hakkâri’yi de belediye başkanlarına
teslim edin, seçilmiştir nihayet atanmış değil. Öyle Vali’ye filan
da gerek yok canım, boşa zahmet. Tayin et, beğenmediler değiştir, ne
lüzum var efendim. Siz de bu arada sanatsal sergiler açın, fotoğraf
çekin, resim yapın, medeniyetleri buluşturun, dinlere diyalog
kurdurun.
Değil mi ki ateş düştüğü yeri yakar. Ateş sizin yüreğinize mi düştü
sanki? Bölen bölsün, satan satsın, Avşar’ı da ayırsınlar, Yörüğü de
ayırsınlar, dadaşı da, sarışını da, esmeri de.
Şehirleri, köyleri, mahalleleri hatta ev ev ayırsınlar Türk
Milletini, size ne gam efendiler.
Siz fotoğraf çekmeye devam edin. Fakat unutmayın ki bir gün sizin de
bir fotoğrafınızı çeken çıkar elbet. Ama o fotoğraf hangi
salonlarda, nasıl teşhir edilir bilemem. Malum ya yaşlı tarih
fotoğrafları çekilip, tozlu sayfalarında bir yerlere asılmış
liderlerin, fotoğrafları ile doludur.
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”
OKTAY YILDIRIM
27 Kasım 2005
Eşdinsellik, aslında yeni karşılaştığınız bir kavram olmakla beraber kıymetli okuyucu, içerik bakımından son derece aşina olduğunuz bir şey.
Eşdinseller her yerde, onlarla her an temas edebiliyorsunuz, televizyonlarda ve diğer basın organlarında sürekli yeni bir icraatları veya beyanları ile karşılaşıyorsunuz.
Eşdinsellik üzerine konuşmadan önce eş, eşlik, eşleme veya eşleştirme kavramları üzerinde konuşmak lazımdır.
Türk dil kurumu’nun internet sayfasındaki sözlükte;
Eş ; “birbirinin aynı olan veya birbirine çok benzeyen iki şeyden biri”.
Eşleşmek ; “biriyle eş olmak, eş tutmak ve çiftleşmek” .
Eşleme ; “ aralarında ortak çıkar bulunan devletler ilişkisi”.
Eş başkan ; “ bir kurul toplantı veya kongrenin başkanlığını yapanlardan her biri”
Eş tutmak ; “ talimde veya oyunda ikişer olmak için eş tutmak”
Eşleşme ; “eşleşmek işi”
Eşleştirmek; “ Eşleşmesini sağlamak” anlamları ile karşılaşırız.
Tüm aramalarımıza rağmen ve bu kadar hayatımızın içine girmiş olmasına rağmen “EŞDİNSELLİK” kelimesinin anlamı ile karşılaşamadık.
Bu anlamda, bu kavramı bir sohbet esnasında ortaya atan arkadaşıma buluşundan dolayı teşekkür etmek boynumuza borç oldu. Teşekkürler Salih!
Türkçemize, henüz karşılık bulamamış olsa da, hatta henüz eylem olarak var olmasına rağmen bir kelime ile adlandırılmamış olsa da, son derece gerekli bir kavramı kazandırdın ve biz de bunu anlamlandırmak için cebelleşmekteyiz.
Sana dilini eşek arısı soksun demeyeceğim değerli kardeşim, ama bu kelimeyi eylemsel olarak var edip konuşmamıza sebep olanlara tüm bildiklerimi söylüyorum, hiç endişen olmasın.
Diyalog inancı(!) müritlerinin( ya da diyalog dini mi demeliyim) başımıza musallat ettiği bir maraz bu.
Maraz diyorum çünkü biyolojik olarak türdeşi olanı, celp dönemlerinde askeri hastanelerin psikiyatri servislerinde tanık olduğum kadarıyla maraz muamelesi görmekteydi.
Çağdaşlaşmak adına sapkınlığı yaşam biçimi haline getirmiş bir kısım insan ziyanı dışında, dünyanın geri kalanının büyük bir bölümü de aynı şekilde düşünmektedir.
Avrupa ülkelerindeki sınır tanımaz sapkınlıkları özgürlükten sayanlar hiç şüphe yok ki büyük bölümün dışında kalan küçük bölüme dâhildirler.
Bir din bilimci olmamakla beraber; din kavramının, yaratıcı tarafından kendisinden önce gönderilen diğer dinleri hükümsüz kılmak ön koşulu ile insanlara tebliğ edildiğini bilmek için, din bilgini olmaya gerek olmadığını da bilmekteyiz.
Bu anlamda; son din insanlara tebliğ edildiğinde, diğerleri, en azından son dine inananlar nezdinde hükümsüz kabul edilir.
Diğer dinlere inananlar ise son dine inanları kabul etmezler ki kendi dinlerine inanmaya ve gereklerini inandıkları biçimde yerine getirmeye devam edebilsinler.
Aksi halde mutlak surette biri diğeri tarafından tekzip edilmiş sayılır.
Demek ki din kavramının teklik gibi bir özelliği var.
Tek olmak gibi bir iddiası var ki bu onun, yaratıcının sözleri olmasından kaynaklanan en önemli özelliğidir. Aksi durumda da yaratıcının kendi kendini tekzip etmesi anlamını taşıyacağından her anlamda mümkün değildir.
Şu halde var olan diğer dinler, en sonuncusu ile birlikte hükümsüz kılınmakta, bu durum inananlarını da mutlak olarak bağlamaktadır.
Günümüz toplumlarında var olan demokrasi anlayışının, kişilerin hak ve özgürlükleri bağlamında herkesin istediği biçimde yaşamasına ve istediği dine inanmasına cevaz veren hoşgörüsü, her dine mensup insanın bir arada yaşaması olanağını sağlamaktadır.
Ancak bu yaşayış her dine mensup insanın kendi inançları çerçevesinde ibadetini, kendi dininin kurallarına göre ve kendi dininin mabetlerinde yapması demektir.
Birliktelik sadece bir arada yaşamaktan ve aynı devletin kaidelerine uymaktan öte dinsel bir anlam taşımaz.
Bu devletler din devleti dahi olsalar, yani yaşam kuralları egemen dinin kuralları doğrultusunda belirlenmiş dahi olsa buna imkân vardır.
Bu birliktelik asla dini bir anlam taşımaz. Taşımaz, çünkü biri diğerini hükümsüz kılmıştır. Birine inandınız mı diğerini reddediyorsunuz demektir. Ve bu tamamen sizinle inancınız arasındadır.
İşte yazıya konu olan eşleşmek bu noktada başlar.
Bir grup neye inanacağını maksatlı olarak şaşırmış insanın yaptığı gibi, kiliseye gidip kuran ayetleri okur veya namaz kılar, imama İncil okutarak cenaze gömdürürseniz, ortaya bir eşleşme çıkar.
Dinsel olan bir şey, başka bir dine ait olan başka bir şey ile eşleştirilmiş olur ve biz buna, ayrıntısını aşağıda göreceğiniz gibi “EŞDİNSELLİK” deriz.
Bu noktada; tıpkı bu kelimenin biyolojik esaslı türdeşi gibi, bilimsel anlamda sapkınlık olarak kabul edilmesine rağmen, gayri ahlaki ve sözde meşruiyeti, varlığını öyle veya böyle devam ettirmesinden kaynaklanan başka bir din çıkar ortaya.
İster kabul görsün ister görmesin. Vardır ve gerekleri uygulanmaktadır. Gerekleri diğer dinlerde olduğu gibi ilahi bir kitapta yazmaz.
İnananları tarafından neredeyse ilahlaştırılmış şefleri tarafından belirlenir.
Saçlar onun gibi kesilir, bıyıklar onunki gibi traş edilir, kıyafetler onunkine benzetilir, o nasıl yaşıyorsa öyle yaşanılır. Bu arada şef, tüm bu yaşam alışkanlıklarını bir kitapta toplamışsa veya şefin müritlerinden biri yalakalık olsun diye bunu yapmışsa, işte bir kitapları da olmuştur artık.
Adına diyalog denen ve neredeyse bir inanç sistemine dönüşen bu akımın veya dinin veya siyasi görüşün veya her ne karın ağrısıysa onun ortaya çıkardığı bir kavramdır Eşdinsellik.
Eşdinsel için ibadeti nasıl değiştirdiği önemli değildir.
Nerede yaptığı önemli değildir.
Kimlerle beraber yaptığı önemli değildir.
Sözüm ona niyeti önemlidir. Kilisede mum yakarken iki rekât da namaz eda edebilir derin bir huşu içinde.
Keşişlerle el ele inanç turizmi yapabilir. Hatta tüm dinlerin kutsal kitaplarını bir kitapta toplayarak kendince bir kutsal kitap yazabilir ve buna inanabilir.
Eşdinsel için kendi hoşgörü sınırları dışında sınır yoktur.
Dinin bir ideoloji haline getirildiği noktada ki bu eylem, kişinin hür iradesi ile olmayıp hâkim bir gücün etkisi ile oluştuğunda cevaplarla birlikte ortaya bir takım sorunlar da çıkar.
İçinden geldiğiniz toplumun genel yaşam kuralları ile etkisinde olduğunuz hâkim gücün amaçlarının çatıştığı noktada, ortaya çıkan cevapları gizleyebilmenin ve uyumsuzluğu gidermenin en etkili yolu, vicdan sömürüsü yaparak salya sümük ağlamak olsa gerektir.
Hoşgörü ideolojisi de denebilen bu durum aslında kendi içindeki çelişkilerden dolayı soyut bir psikozdan kaynaklanmış olarak kabul edilebilir.
Bu noktada; TDK sözlüğünde Psikoz;
1. Türlü sebeplerle kişiliğin bütünlük ve uyum gücünü geniş ölçüde yıkan ruhsal bozukluk.
Olarak tanımlanmaktadır.
Kelimenin biyolojik türdeşini, tam olarak oturmamış olan kişiliğin, bir takım dışsal sebeplerle bütünlüğünün bozulması ve etkilenilen şeylerin etkisine girerek bir öykünme durumunun ortaya çıkması olarak da açıklayabiliriz.
Kişi aslında biyolojik olarak bir cinse mensup olmakla beraber, kişiliğinde meydana gelen travmaların yol açtığı kişilik bölünmeleri ve bazı harici nedenlerle, diğer cinse öykünür ve ortaya çıkan travma bir takım yapısal değişikliklerin, çirkin, gayri ahlaki, sağlıksız ve gayri tabii dahi olsa gerçekleşmesine, gerçekleştirilmesine neden olur.
İşte bu sayede biz sakal traşı olan, pisuvara işeyen, doğal yaşam ortamlarındaki davranışları her ne kadar erkeksi de olsa, dışarıda makyaj yapan, kırıtarak yürümeye çalışan, sözde kadınlarla(?) karşılaşırız.
Bu aslında son derece gayri tabii bir durum olmakla beraber, toplumsal hoş görü denen şey
( ki bu toplumun genelini kaplamamakla beraber, bazı sözde aydınların hoşgörüsüdür ama ne yazık ki kamuoyu üzerinde ciddi yönlendirici etkiye sahiptir)
bu durumu eleştirmeyi eleştirir ve hatta eleştirenleri çağdışı olmakla suçlar.
Bu durumda; çağdaş olmanın gereğinin “o biçim”( biçimin ne olduğunu anlamayan yoktur herhalde) olmak olduğu gibi bir durumun ortaya çıkmasının mantıken bir engeli kalmamakla beraber, aynı hoş görü size de doğal halinizle yaşamanızın normal olduğunu salık verir.
Bu durumda dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak adına, toplumsal yaşamınızdaki anormallikleri eleştirmek yerine, kendi normalliğinizi kurtarmış olmanın rahatlığı ile bu zavallılığı görmezden gelir hatta kanıksarsınız.
Havlayan bir kediyi, miyavlayan bir köpeği, kükreyen bir fareyi yadırgar şaşırırsınız ama bu durumu kanıksarsınız. Bir anlamda ortada biraz riya bile vardır.
Çünkü işin aslını siz de biliyorsunuzdur ama toplumdaki sözüm ona entelektüel elitin hışmından korunmak adına, “ben kendimi hep o biçimde hissettim” türünden serzenişlere, normalmiş gibi yaklaşırsınız.
İşte yukarıda bahsettiğimiz Eşdinsellik kavramına da bu noktadan bakmak gerekir.
Ancak bir ve çok önemli bir farkla, o fark şudur ki; toplumlar üzerinde yaratılan bu etkilenmenin sebebi, tamamen stratejik ve askeri amaçlı coğrafi yayılmacılığa, yardım ve yataklık etmek gayesi ile özel olarak tasarlanan bir toplum mühendisliği çalışması olmasıdır.
Bu da tıpkı biyolojik türdeşi gibi Atlantik ötesinden gelir. Özel laboratuarlarda, özel amaçlarla mutasyona uğratılan ve dini öğelere dayanan ideolojilerin, yine özel olarak bu konuda uzmanlaşmış kişiler tarafından topluma enjekte edilmesidir.
Bu enjeksiyon sırasında ise herkesin sahip olduğu ama yeterli bilgisi olmadığı dini hassasiyetler kullanılır. Bu enjeksiyon en çok, tam olarak ideolojik kimliğini bulamamış kişiler üzerinde yaratılan etkiler sayesinde başarıya ulaşır ve bir virüs gibi yayılabilir.
Çünkü yayılma sürecinde işin enjeksiyon kısmı yerine bireylerin birbirlerinden etkilenme temayülleri önem kazanır, tıpkı bulaşıcı bir hastalık gibi.
Ne kendi dinini, ne de kendi dininden önceki dinleri çok iyi bilmeyenler, kendi dinlerinin neden geldiğini, din olgusunun insan yaşamına etki ve katkılarını değerlendiremeyenler, içine düşürüldükleri ideoloji psikozunun kaçınılmaz sonuna yani eşdinselliğe sürüklenirler.
Artık anormallerin normallik sınırı içinde olması yadırganmaz.
Artık inandığınız dinin ön koşulu olan, bir önceki dine ait hükümlerin insanlar tarafından bozulmasından dolayı sizin dininizin yaratıcı tarafından gönderildiği gerçeği önemsenmez.
Diyalog yolu ile her sorun çözülebilir artık.
Bir yandan Tanrısal bir olguya inanır, diğer yandan bu Tanrısal olguyu insani çabalarla geliştirebileceğinizi, sorunları kendi ürettiğiniz alternatiflerle çözebileceğinizi düşünürsünüz.
Bir anlamda Tanrısal bir görev üstlenirsiniz, hatta kendinizi Tanrı yerine koyarsınız ama farkında değilsinizdir.
Sizin inandığınız Peygambere “Şeytan” derler ama siz onlarla diyalog kurmaya devam edersiniz.
İnandığınız din terör dini olarak tanıtılır ama siz diyalog ve hoş görü çalışmalarına devam edersiniz.
Aslında din adına yaptıkları şey, planlı siyasi hedeflerini ele geçirmelerini sağlayacak olan çeşitli operasyonlar için uygun zemini yaratmaktır ama siz bu durumu bile, kişilere kondurduğunuz ermişlik kimliğinin karanlık gölgesinde saklarsınız.
Kendi gözlerinize, kendi aklınıza ihanet edersiniz ama farkında değilsinizdir.
Hoş, bazıları için aklına ihanet durumu söz konusu değildir, çünkü bir mutlak butlan hali söz konusudur, yani yokluk hali, yani olmayan bir şeye ihanet edilemeyeceği için ihanet edilmiş sayılmaz.
Bu sırada siz farkında bile olmadan ama müsebbipleri son derece bilinçli olarak, bir ruhban sınıfı oluşturulur.
“Abi” sıfatı bu sınıfın jargonda bilinen adıdır.
Abiler belirleyicidir, doğrular veya yanlışlar onlara sorulur, onlar da hiyerarşik olarak kendi üzerlerinde bulunan ağabeylerine sorarlar ve yukarıdaki irade doğruyu veya yanlışı belirlemiş olur.
Siz bunlara uyarsınız.
Örneğin; iki gün önce kendi memleketinde, inandığınız dine hakaret eden bir keşişi çiçeklerle karşılamaya gitmekten hiç yüksünmezsiniz abiler gittiği için.
Veya Aya Yorgi kilisesine giderek dua edip dilekleriniz için mum yakar ve papaz efendiden keramet beklersiniz Müslüman olduğunuz halde.
Hülasa aslında bir dine mensup ve o dinin gereklerini yerine getirmekle mükellef olduğunuz halde, bir başka dini, inandığınız din elvermese de kabullenir ve hatta bazı gereklerini de yerine getirirsiniz.
Bu durum inandığınız dinin dışında birden fazla dini de kapsayabilir.
Ortaya çıkan bu dinler yumağından kendinize göre bir sentez bile oluşturabilirsiniz isterseniz ki sizi temin ederim son derece çarpıcı örnekleri var bu durumun. Tektanrılılık iddiasında olmakla beraber, aslında çoktanrılı bir inanç sistemi inşa etmişsinizdir.
Bu anlamda aynı tanrıya inanıyoruz demeniz bile kendi dininizden çıkmak anlamı taşır ama siz onu da dersiniz.
Çoktanrılılığı yani, inandığınız dinden önceki dinlerin tanrı inanç ve tasvirlerindeki değişimi kabul etmediğiniz için veya hala aynı yaratıcıya inanıyoruz dediğiniz için, üstelik çoktanrılıların dürüstlüğüne leke sürmemek için( en azından delikanlı gibi kaç tanrıları olduğunu söylüyorlardı, biraz Kasımpaşa ağzı oldu ama idare edin) biz bu durumu EŞDİNSELLİK olarak adlandırdık.
Aslında bu tanımlamanın bizden önce sosyologlar ve psikiyatristler tarafından bulunması gerekirdi ama bu hediyeyi bilim dünyasına biz vermiş oluyoruz. Telif ve hatta teşekkür bile istemiyoruz üstelik.
Bu yaşam ve inanış biçimine dair örnekleri çoğaltmak mümkün, görüldüğü üzere EŞDİNSELLİK ne yazık ki hayatımızın marazi bir gerçeği ve tedavi edilmesi gittikçe daha zor bir hale geliyor.
Başlı başına bir din olma yolunda ilerliyor zira.
Eşdinsellik olarak adlandırdığımız bu duruma sebep olan psikoz ise yaratılan bu yeni din kapsamında bir maraz değil de çağdaşlık olarak başkalaştırılıp öyle çıkarılıyor karşımıza.
Bahaîlerden kalma; tüm dünyada tek din, tek dil, tek devlet, tek millet ütopyası ise –ki artık ütopya olduğunu iddia edemeyiz- hedefine doğru hızla ilerlemekte bu sırada.
Şimdi bu eşdinsellere sorsak; “siz Bahaî misiniz?” diye.
"Hayır değilim" derler.
Sorsak;
“siz Hıristiyan mısınız?”
diye.
"Hayır değiliz" derler.
Sorsak
“siz eşdinsel misiniz?”
diye.
"O ne ola ki"
derler.
E siz nesiniz desek,
" Müslüman’ız" derler ama ona da biz inanmayız.
Biz de tuttuk Eşdinsel dedik, fena mı ettik yani?
Böylece yaşam biçimlerini tanımlayan bir isimleri oldu.
Adını biz verdik yaşını Tanrı versin demeyeceğim, adlarını verdiğim güne lanet okuyorum zira.
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”
OKTAY YILDIRIM
" Bir başka yazısı ve bunları tutuklanmadan önce yazdıgı yazılar.Adam devleti için canını verecek kadar gözükara bir asker ve Buda fethullah çılara yönelik bir yazı.ne oluyor bu durumda Devlet aşığı,Devleti yıkmaya ant içmiş bir fethullah düşmanı darbeci nasıl oluyorsa?Aynı zamanda slogan milliyetçilerine ithaf olsun İstanbulda MHP teşkilatında görev almış biri.