Türkiye’de “Milliyetçilikler” ve Atatürk Milliyetçiliği

AtaKızı

New member
Katılım
12 Ocak 2008
Mesajlar
67
Reaction score
0
Puanları
0
Türk Milliyetçiliği Atatürk Milliyetçiliğidir

Türk milliyetçiliğinin tarihsel gelişimine baktığımızda iki tür milliyetçilikle karşı karşıya kalırız: Osmanlı’nın çöküş sürecine girmesine tepki olarak doğan Türkçülük ve Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan Atatürk milliyetçiliği.

Atatürk milliyetçiliği kendisinden önce ortaya çıkan milliyetçilik anlayışlarının temel yanlışlarının aksine, içinde bulunduğu çağın gerçeklerini kavradığı ve buna uygun bir milliyetçi ideoloji geliştirdiği için başarıya ulaşmış ve çöken bir imparatorluğun yerine bağımsız bir devlet ve millet yaratabilmişti.

Dolayısıyla bugün Türk milliyetçiliğinden bahsedildiğinde doğal olarak Atatürk milliyetçiliği akla gelmeli. Ancak bugün yaşadığımız durum bunun tam tersi. Atatürk milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği birbirinden ayrılmış durumda. Türk milliyetçilerinin referansı da Atatürk’ten başka kaynaklara savrulmuş görünüyor.

Türk milliyetçiliği denildiğinde Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Nihal Atsız gibi pek çok isim bir çırpıda sayılabiliyor fakat ne hikmetse Atatürk ismi ya hiç anılmıyor ya da bu isimler arasında kendine zorlukla yer bulabiliyor.

O nedenle Atatürk’ün Türk milliyetçiliğinin lideri olduğu ve Türk milliyetçiliğinin de Atatürk milliyetçiliğinden başka bir şey olmadığı gerçeğinin bugün tekrar hatırlatılması gerekli.

Türk Milliyetçileri Neye Karşı Nasıl Mücadele Edecekler?

Bu gerçeğin kavranmasına duyulan ihtiyaç Türk devleti ve Türk milleti için bir var olma yok olma sorunu. Türk milleti bugün yeniden bağımsızlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Batı emperyalizmi Türk vatanını ve Türk varlığını ortadan kaldırmak için kapsamlı bir saldırıya girişmiş durumda. Türk milliyetçiliği de Batının Türklüğü ortadan kaldırma planlarına karşı Türk milletinin direnişinin ideolojisi. O nedenle Türk milliyetçilerinin düşmanının kim olduğu ve bu düşmanla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda doğru bir strateji geliştirmek şart.

Ancak bugün ortalıkta gezinen çeşitli milliyetçilik anlayışları içinde hangisinin çözüm olacağını tespit etmeden milleti de devleti de ayakta tutmanın olanağı yok. Aslında Türk milleti bu tespiti yüzyılın başında Batı emperyalizmini yenilgiyi uğratırken yapmıştı. Atatürk milliyetçiliği Anadolu’yu işgal eden emperyalistlere karşı Türk milletinin kurtuluş ideolojisi olarak ortaya çıkmış ve başarılı da olmuştu.

Bu, aynı zamanda Atatürk’e gelinceye kadar ortaya atılan milliyetçiliklerin hatalarının ortaya çıkması ve bunun sonucunda da bu milliyetçiliklerin tasfiyesi anlamına geliyordu. Atatürk milliyetçiliği de bu noktadan itibaren Türk milliyetçiliğinin en son aşamasıydı. Yani Türk milliyetçiliği artık Atatürk milliyetçiliğiydi.

Bugün Atatürk milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğinin birbirinden ayrıldığı bir ortamda Atatürk milliyetçiliği ile onun yerine ikame edilmeye çalışılan milliyetçiliklerin farklılıklarını ortaya koymak yeniden Atatürk milliyetçiliğine dönüş için bir adım olacak.



1. MİLLET, VATAN VE ULUS DEVLET

Osmanlı “Millet” Modeline Karşı Türk Milleti, Türk Devleti

Atatürk’e gelinceye kadarki anlayışların temel yanlışı Osmanlı’nın yaşadığı çöküşe çare ararken dünyanın geçtiği dönüşümü kavrayamamaktı. Çağ sömürgecilik çağıydı ve sömürgeciliğe karşı direnmek için millet olmak gerekmekteydi. Sömürgeciliğin silahı azınlıkları palazlandırmak ve direnişe geçebilecek toplumların milletleşmesine engel olmaktı. Sömürgeci saldırıyı durduracak silah ise milletti. Osmanlı’yı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan akımlardan yalnızca milliyetçilik bu gerçeği tespit edebilmişti. Milliyetçiliğin dışındaki diğer iki çözümse İslamcılık ve Osmanlıcılıktı.

İslamcılık bir yandan peygamber dönemine geri dönüş olarak adlandırılan Asr-ı Saadet gibi ütopik bir fikre sarıldığı, bir yandan da millet fikri yerine islam ümmeti kavramını çözüm olarak gördüğü için başarılı olamayacaktı.

Osmanlıcılık, azınlıklar koalisyonu diyebileceğimiz ve birbirinden farklı milletlerden tek bir “Osmanlı milleti” yaratma projesiyle çökmeye mahkumdu.

Milliyetçilik ise sömürgeci parçalamaya karşı milleti varetme mücadelesini ortaya koyduğu için gerçekçi bir fikirdi.

Ancak Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde gelişen milliyetçilik anlayışlarının hiçbiri gerçekçi ve uygulanabilir değildi. Örneğin milliyetçiliğin öncülerinden kabul edilen “vatan şairi” Namık Kemal’in milliyetçilik diye ortaya koyduğu formül, Osmanlı’daki bütün azınlıkları birarada tutma çabasıydı. Azınlıklara ne kadar hak verilirse onları imparatorluğa bağlamak o kadar kolay olacaktı.

Sonuçta Namık Kemal “milliyetçiliği” Batının azınlıkları palazlandırma politikasını desteklemekten öteye gidemedi. Vatan savunmasına dayanmayan, yaşanan çağa uygun bir millet tanımı ortaya koyamayan, şeriatçılıktan kopup laikliğe ulaşamayan bir milliyetçiliğin emperyalizmin yedeğine düşmesinden daha doğal bir şey olamazdı.

Türk Milliyetçiliği Atatürk’le Başlar

Osmanlı’nın çok uluslu yapısının ayakta duramadığını göremeyen İslamcı, Osmanlıcı ve Türkçü görüşler hâlâ Osmanlı’yı ayakta tutmanın teorisini yapmaktaydılar. Namık Kemal’den beri milliyetçilerin temel yanılgısı da bu gerçeği görememeleridir. Oysa dünya artık yeni bir çağa doğru yol almaktadır. Bu çağ ulus devletler çağıydı. Osmanlı’nın ayakta duramamasının sebebi de bir ulus devlet olamamasıydı. Bu gerçeği ilk farkedense Mustafa Kemal olmuştur. O nedenle Türk milliyetçiliği Atatürk’le başlar.

Gerçi Atatürk’ten önce de milliyetçilik fikri Türk Ocağı ve Türk Yurdu çevreleri tarafından savunulmaktadır. Fakat bunların milliyetçilikleri de Turancılıktan öteye gidememiş ve mandacılığı savunmaya kadar varmıştır. Atatürk de zaten bu nedenle Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasının ardından Türk Ocakları’nı kapatıp yerine halkevlerini kuracaktır.

Atatürk’le birlikte o güne kadar gelen yanlış millet ve vatan tanımları yerine gerçekçi ve tarihsel sürece denk düşen millet ve vatan kavramları konacak ve en önemlisi vatan ve millet bir ulus devlet içinde gerçeklik kazanacaktır.

Atatürk, milleti ortak kader ve ülkü birliği yapan ve ortak bir kültür ve uygarlığa sahip bir topluluk olarak nitelendiriyordu. Atatürk’ün ırkçılığı reddeden millet tanımı binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan toplulukların tarihsel süreç içinde Türk milletiyle birleşerek milletin bir parçası oldukları fikrine dayanıyordu. Bu birlikteliğin sonucu olarak, Türk milleti emperyalistleri yurttan atarak Bağımsızlık Savaşı’nı başarıya ulaştırabilmişti.

Irkçılık Milleti Birleştiren Değil Bölen Bir Fikirdir

Osmanlı’nın son dönemlerinde gerçekçi bir millet tanımına ulaşan ilk milliyetçilerden birisi Ziya Gökalp’tir. İlk dönem çalışmalarında Osmanlı’nın çok kavimli yapısını savunan ancak daha sonra bu fikirlerini değiştiren Gökalp’in millet tanımı büyük ölçüde Atatürk’ün koyduğu millet tanımına en yakın olanıydı: “Millet; ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, aynı terbiye almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.”

Yine ilk milliyetçilerden biri olan Akçura ise Türk ırkına dayalı bir millet projesi ortaya koyar. Buradaki ırk sözcüğü kafatasçılık değil, o zamana kadar Osmanlı içindeki Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıklar için kullanılan millet teriminin dışında bir millet kavramı oluşturma amaçlıdır.

Irkçılığın Türk milliyetçiliğine girişi ise Nihal Atsız’la birlikte gerçekleşir. Atsız, Atatürk’ün ortaya koyduğu uygarlık temelindeki millet tanımını yok sayarak millet tanımını ırkçılığa dayandırır.

Atatürk milliyetçiliği ırkçılığı reddederken Türk milletini “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışıyla “ortak kader ve ülkü birliği”nde biraraya getirir. “Tek dil, tek bayrak” ifadesi de farklı etnik kökenden gelen toplulukların doğal bir asimilasyon geçirerek milletleşmesi demektir ve ırkçılığın tersine milli birlikteliği sağlamayı amaçlamaktadır.

Irkçılıksa milleti birleştiren değil bölen bir fikirdir. Atsız’ın ırkçılığı sadece Türk milletini bölmeye çalışan azınlık ırkçılığının ve bölücülerin ekmeğine yağ sürecektir. Çünkü Türk milletini yalnızca kan bağına dayandırdığınızda farklı etnik kökenlerden gelen ancak milletleşme sürecinde Türk milleti ile kaynaşan ve kendisini Türk olarak ifade eden unsurlar milletin dışında kalır. Irkçılığın bu “saf Türk” bir millet yaratma ve böylece millet yapısını koruma düşüncesinin gelip dayandığı yer, millet gerçeğinin ortadan kalkmasından başka bir şey değildir.

Etnik ırkçılar da bugün Atsız’ın mantığını tersten işletip etnik azınlıkların Türk milletinin bir parçası olmadıklarını, farklı bir milletin unsurları olduklarını savunarak bağımsızlık talebiyle ortaya çıkmaktadırlar. Bu noktada her iki ırkçı anlayış milletin fiilen parçalanmasına hizmet etmektedir.

Irkçılığın Doğal Sonucu: Ezilen Uluslara Düşmanlık

Atsız’da ırkçılık sadece kendi milleti içinde milletleşme sürecinde o milletin bir unsuru haline gelmiş toplulukları dışlamakla kalmayıp kendisi dışındaki bütün ulusları da düşman olarak tanımlamaktadır. Öyle ki, Atsız Amerikalılara ya da İngilizlere karşı düşmanlık yerine Arapları azılı düşman ilan edebilmiştir. Bilimsel hiçbir temeli olmayan ırkçılık, Atsız’da bütün uluslara karşı, özellikle ezilen uluslara karşı düşmanlık şeklini alır.

Ezilen uluslara düşmanlık Atsız’ın hayatında da karşılığını bulur. Atsız’ın üçüncü sınıfında Askeri Tıbbiye’den atılmasının nedeni Arap olduğunu bildiği bir teğmene selam vermemesidir.

Atsız’da yalnızca Araplar değil bütün ezilen uluslar Türk’ün düşmanıdır. Boşnaklar, Arnavutlar ve hatta Pomaklar, Abazalar, Lezgiler gibi milletleşemeyen toplulukları bile düşman ilan eder Atsız.

Atsız’a göre dünyadaki esas mücadele ırklar arasındadır ve bu ırkların hepsi Türk’ü yoketmeye çalışmaktadır.

Atsız’da zaten emperyalizm diye bir kavram yoktur. Emperyalizm onun için “Moskof ajanı solcuların” kullandığı lanetli bir sözcüktür. Dolayısıyla milliyetçilerin emperyalizme karşı mücadele etmesi gibi bir şey sözkonusu değildir. Atsız’ın milliyetçiliği bu yüzden hem Türk milletinin hem de ezilen milletlerin emperyalizme karşı mücadelesini engellemek ve emperyalizmin ekmeğine yağ sürmekten öteye gidememiştir.
Atsız’ın ırkçılık Teorisi Türk Değil Avrupalı

Atsız her konuda “saf Türk” hassasiyeti göstermektedir fakat işin ilginç yanı Atsız’ın ırkçılığının Batı kaynaklı olmasıdır. Irkçılık Avrupa kaynaklı bir fikirdir ve Türk toplumuyla yakından uzaktan alakası yoktur. Yani Atsız’ın ırk teorisi Türk değil Avrupalıdır.

Avrupa’daki ırkçılık, siyah, sarı ve beyaz ırklar arasında bir sıralama ortaya koymakta ve beyaz ırkı en üstün ırk olarak göstermektedir. Atsız da bu sıralama metoduna benzer bir yöntem benimsemekte ve dünyadaki ırklar arasında Türk ırkını en üstün ırk olarak göstermektir.

Atsız’ın ırkçılığını değerlendiren oğlu Yağmur Atsız bile onun ırkçılığının yanlışlığını kabul etmektedir: “Atsız’ın kendimi bildim bileli asla kabul edemediğim, yaradılışıma kökünden ters gelen inancı ırkçılığıydı.”

“Milliyetçi” Aydının Çıkmazı: Şeriatçılık Mı, Laiklik Mi?

Milletin tanımı yapılırken ırkçılığın dışındaki diğer yanlış laiklik ve şeriatçılık arasında bir tercih yapamamaktır. Atatürk milliyetçiliği milleti laiklik temelinde birleştirmeye çalışır. Milletin birliğini bozan ve millet bilincini yok eden şeriatçılıkla mücadele kararlılıkla yürütülür.

Bu kararlılık Atatürk’e gelinceye kadar milliyetçilerin gösteremediği bir tavırdır. Örneğin Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” isimli makalesinde Türkçülük ve İslamcılık arasında bir uzlaşma bulma eğilimindedir. Birbiriyle taban tabana zıt iki ideolojiyi birarada tutma isteği ise tıpkı “Osmanlı milleti”ni ayakta tutma çabası kadar anlamsız bir çaba olarak kalacaktır.

Gökalp kendince bir Türk İslamiyeti yaratma çabasına girer ancak bunu yaparken milliyetçilik ve İslamcılık arasında nasıl bir denge tutturması gerektiği konusunda somut bir öneri yapamaz. İslamcılıkla milliyetçilik arasında gidip gelir.

Gökalp’ten bir adım ileri giden Yusuf Akçura ise İslamiyet’le Türkler arasındaki ilişkiyi tersine çevirerek bundan evvel halifeye kapıkulu olarak hizmet eden Türklerden sonra bu kez sıranın İslamiyet’te olduğunu ve İslamiyet’in Türk milliyetçiliği davasına hizmet etmesi gerektiğini öne sürer.

Fakat dinde reform yapılmasını öneren Akçura, Kemalist Devrim’in medreseleri kaldırması karşısında çark etmiş ve medreselerin kapatılmasına karşı çıkmıştır. Akçura’nın laikliği en fazla medreseciliğe kadar gelebilmiş ve tıkanmıştır.

Nihal Atsız’ın İslamla ilgili görüşleri ise bu iki düşünürden oldukça farklıdır. Atsız, İslamiyeti reddetme gibi bir yola girmemekle birlikte İslam tarihinin Türk tarihini yokettiği görüşünden yola çıkarak dine karşı bir tavır geliştirmiş görünmektedir. Atsız’a göre, İslamiyet de Türk tarihi boyunca kabul edilen dinler içinde özel bir yere sahip değildir. Hatta Atsız’ın şamanizme çok daha yakın olduğu söylenebilir.

Bu yönüyle Atsız, Orta Asya bozkırından kopup bugüne gelme konusunda ciddi sıkıntılar çekmektedir. Türklerin binlerce yıllık yaşamları içinde önemli bir unsur haline gelen İslamiyet’in bu yönü Atsız’da ihmal edilmektedir.

Atatürk Milliyetçiliği Şeriatçılığa Karşı Laikliği Savunur

Atatürk milliyetçiliğinin dine bakışı ise bu anlayışlardan tamamen farklıdır. Çağdaşlaşmanın temel direklerinden birisi olarak laiklik ilkesi milliyetçilik ile din arasındaki bağlantıyı toplumsal gerçekliğe uygun olarak düzenlemiştir.

Bunun için öncelikle toplumsal geriliğin kaynağı olan Şeriatçılıkla mücadele ön plana çıkartılmıştır. Şeriatçılık milletleşmeye engel olmakta ve çağdaşlaşma atılımlarına direniş göstermektedir.

Hilafet ve Saltanatın kaldırılması, medrese, tekke ve zaviye gibi gerici kurumların kapatılması ve diğer laiklik uygulamaları toplumun üzerindeki bu Şeriatçı baskıyı kaldırmak için tavizsiz uygulanmıştır.

Ancak Atatürk Şeriatçılıkla İslam dini arasında bir ayrım ortaya koymuştur. Çağdaşlaşmanın önünde bir engel olan Şeriatçılık en sert biçimde cezalandırılırken toplumun temel değerlerinden birisi olan İslam dini ulusal kimliğin önemli bir unsuru olarak çağdaşlaşmanın içinde tarif edilmiştir.

Yani Atatürk o güne kadarki milliyetçiliğin din konusundaki bakış açısının tamamen dışında bir milliyetçilik geliştirmiştir. Milliyetçilik ne Türk toplumunun binlerce yıllık dinsel inançlarına düşmanlıktır ne de uluslaşmanın temel direklerinden birisi olan laikliğin yerine gericiliğin konmasıdır.

Milleti ve Vatanı Birbirinden Kopartan Bir Hayal: Turan

Milleti ırk temelinde tarif edip doğru bir laiklik anlayışıyla birleştiremeyen ve sonuçta milletleşmeyi ortadan kaldıran “milliyetçiler” millet tanımından sonra vatan tanımında da ikinci bir yanlışa düşerler. Bu yanlış Turancılıktır.

Akçura, “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli makalesinde Turancılığı savunsa da daha sonra Türkçülüğü demokratik Türkçülük ve emperyalist Türkçülük olarak ayırmış ve emperyalist Türkçülük olarak tarif ettiği Turancılığı reddetmiştir.

Gökalp 1920’lerden sonra Türkiye içinde bir Türk ulusu yaratma fikrine yaklaşırken Atsız, Turancılıktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir.

Oysa Turan tarihsel gelişime aykırı bir devlet modelidir. Belki 16. yy’da Turan fikrinin gerçekleşmesi mümkündür. Ancak Gökalp, Akçura ve Atsız’ın yaşadığı çağ artık ulus devletlerin sahneye çıktığı yeni bir dönemdir ve Turan bu nedenle gerçekleşme imkanı bulunmayan romantik bir hayalden öte bir anlam taşımamaktadır.

Turancılık romantik bir hayal olması bir yana Türklerin vatanını doğru tespit edemediği için aslında ister istemez Türk varlığını tehdit eden bir konuma düşmüştür. Turancılara göre Türk’ün ayak bastığı her yer Türk yurdudur ve Turan’a dahil edilmelidir. Üstünde tek bir Türk’ün bile yaşamadığı ancak tarihin çok eski zamanlarında Türklere yurtluk yapmış bölgeler dahi Türk vatanı olarak kabul edilmektedir.

Bu mantığa göre Orta Asya’dan Viyana önlerine, Balkanlar’dan Sibirya’ya kadar her yer Turan’ın sınırları içindedir. Bu tespit bilimsellik ve gerçekçilikle bir alakası bulunmaması bir yana Türklerin yaşadıkları vatanlarını savunmalarının önünde de bir engel olmuştur.

Atsız’a göre “Türkçüler için İzmir’i kurtarmak üzere yapılan savaşla, Kıbrıs’ı, Kerkük veya Azerbaycan’ı kurtarmak için yapılan savaşlar arasında hiçbir fark yoktur.” “Kıbrıs’ta 100.000 Türk için savaşan Türkiye, şartlar hazır olduğu zaman neden milyonlarca öteki Türkler için çarpışmasın?”

Atsız vatan sınırlarını korumak yerine vatan olmayan toprakları ele geçirmek uğruna mücadele etmeyi önermektedir.

Bu öneri ne derece gerçekçidir? Bir kere dünyanın bir ucundan başka bir ucuna uzanan topraklarda verilecek mücadelenin başarılı olmasına imkanı yoktur. Kıbrıs ya da İzmir için mücadele etmekle Türk vatanıyla alakası olmayan topraklar için mücadele etmenin aynı şey olduğunu söylemek hangi mantıkla açıklanabilir? Kıbrıs ve İzmir Türk toprağıdır ve Türkler elbette buralar için mücadele edeceklerdir. Ancak Atsız’ın dediği gibi “Hatta bu gün tek bir Türk’ün bile yaşamadığı Kırım gibi tarihi Türk yurtları da Turan’ın içindedir” demek maceracılık değilse nedir?

Bu hepimizin bildiği Enver Paşa çizgisinden başka bir şey değildir. Mustafa Kemal Anadolu’ya çıkıp Milli Mücadele’yi örgütlerken Enver Paşa Türk’ün gerçek vatanı olan Anadolu’yu bırakıp Rusya’da Turancılık oynamaktaydı. Mustafa Kemal’in yerinde Enver Paşa olsaydı acaba bugün Türkiye Cumhuriyeti’nden bahsedebilir miydik?

Atsız’daki Turan fikri de Enverciliğin bir başka versiyonudur. Ancak bu maceracılığın gideceği yer “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktır” İşin sonunda Kırım’ı alayım derken Kıbrıs’tan, İzmir’den olmak da var.

Elbette mesele sadece Turan’ın sınırlarının belirlenmesi meselesi de değil. Bir vatandan bahsetmek için o vatan üzerinde yaşayacak bir milletin bulunması gerekir. Oysa ortada Turan diye bir millet yoktur. Turan olarak gösterilen topraklarda yaşayan milletler Orta Asya’daki birlikteliğin çok çok uzağındadırlar.

Bu toplulukların hepsi köken olarak aynı topraklardan geliyor olsalar bile aradan geçen binlerce yılda büyük farklılaşmalar yaşamışlar, dilleri, kültürleri, gelenek ve görenekleri değişmiş ve bunun sonucunda da bütün bu topluluklar ayrı bir millet haline gelmişlerdir.

Bu milletlerle Türk milleti arasında bir gönül birliği ve yakınlık elbet olacaktır ancak artık tek bir millet değil farklı milletler sözkonusudur.

Atsız da aslında satır aralarında bu gerçeği itiraf etmektedir: “Türk’e düşman milletlerin hakimiyetindeki Türkleri kültürde birleştirmenin imkanı var mı? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birliği’nde alfabesi ayrılmış, yerli lehçesi edebi dil haline getirilmiş, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar ve Başkurt’u hangi kuvvetle, hangi metodla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsiniz?... Bugün Türkler arasındaki kültür birliği ancak gönül birliği, tek millet olma şuuru, biraz da dil birliği halinde yaşamaktadır. Fakat bu gidişle 50 yıl sonra diller ayrılacaktır.”

Atsız arada bir birlikteliğin kalmadığını görmekte fakat bunu kabullenemektedir. O halde ne yapmak gerekir? Atsız’ın önerisi bu toprakları işgal etmek ve zor yoluyla ele geçirmektir: “Bizden zorla koparılanı geri almak adaleti yerine getirmektir.”

Bu mantığı bir adım daha ileri götürürsek bugün Amerika’yı da işgal edip onları zorla Türkleştirmek de pekala Turancılığın kapsamına dahil edilebilir. O zaman bütün dünyayı fethedip Türkleştirmek de pekala önerilebilir. Ama bu önerinin gerçekleşme ihtimalinden sözedilemez.

Atatürk Turancı Değil Misak-ı Milli’cidir

Atatürk milliyetçiliği Türk milleti tanımında olduğu gibi Türklerin vatanı konusunda da Gökalp, Akçura ve Atsız’ın milliyetçiliğinden ayrılır. Atatürk milliyetçiliği vatan ve milleti birleştiren ilk ideolojidir.

Atatürk önce bilimsel ve uygulanabilir bir millet tanımı ortaya koyar, ardından da bu milletin yaşayacağı vatanın sınırlarını yine aynı gerçekçilikle tarif eder. Atatürk için Türklerin vatanı Misak-ı Milli sınırlarıdır. Atatürk ne Turancılar gibi fetihçidir ne de mandacılar gibi teslimiyetçidir. O sadece gerçekçidir. Türklerin vatanının sınırlarının neresi olduğuna karar verirken de gerçekçidir.

Bu gerçekçiliğin kaynağı ise bizzat onun mücadelesidir. Atatürk Misak-ı Milli sınırlarını Turancılar gibi hayal dünyasında oluşturmamıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinden Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasına kadar geçen sürede bütün cephelerde bizzat savaşmış ve Türklerin ağırlıklı olarak yaşadığı ve halen Türk yurdu olan yerleri görerek bunları Misak-ı Milli içinde tarif etmiştir.

Atatürk cepheden cepheye koşup Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmeye çalışırken Turancı Enver Paşa Rusya’da Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanan toprakları birleştirecek Turan hayalleri görmektedir.

Peki sonuçta ne olmuştur? Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak Misak-ı Milli’yi gerçekleştirirken Enver Paşa Milli Mücadele’ye dahi katılmadan Türkiye sınırlarının dışında Turan hayalleri uğruna can vermiştir. Tarih Turancılığın iflasını Misak-ı Milli’nin gerçekliğini ortaya koymuştur.

2. HANGİ BATI

Gökalp’te Batı: Emperyalist Değil Uygar

Milletleşme ile birlikte Cumhuriyet döneminde milliyetçiliğin temel tartışma konularından birisi de Batılılaşmadır. Türk milliyetçiliğinin Batı sömürgeciliğinin Osmanlı toplumunu sömürgeleştirmesine bir tepki olarak doğduğu düşünüldüğünde Batı konusunda nasıl bir tavır alınması gerektiği ortadadır. Batı Türk’ün düşmanıdır. Türk uygarlığını yoketmeye, Türk varlığını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.

Ancak Gökalp ve Akçura’da Batı kavrayışı bunun tam tersidir. Gökalp Batı konusunda, farklı sözcükler kullansa da İslamcılık ve Osmanlıcılıktan kopamamış ve onların yanlışlarını tekrar etmiştir. Gerek Osmanlıcılar gerekse de İslamcılar açısından Batı bir bütün olarak değil, iyi ve kötü yanları olan bir bileşim olarak görülmüştür. Bu yaklaşımın sonucu ise Batının iyi yanlarının alınması ve kötü yanlarının reddedilmesidir.

Gökalp Batı konusunda İslamcılara oldukça yakın bir tez ortaya koyar. Bu yaklaşımı O’nun medeniyet ve hars ayrımları üzerinde rahatlıkla görebiliriz. Hars (kültür) millidir, medeniyetse milletlerarası. Bu ayrımı Batıya uyarladığımızda da iki çeşit Batı karşımıza çıkar: uygarlık olarak Batı ve kültür olarak Batı. Gökalp’in bu ayrımı ulaştırdığı nokta ise Batının uygarlığını almak ve böylece modernleşmektir. Batının kültürünü ise almaya gerek yoktur. Türk kendi kültürünü koruyarak kimliğini de korumuş olacaktır.

Gökalp’de milliyetçilik böylece basit bir kültür koruyuculuğuna indirgenmekten kurtulamaz. Batı bilimsel ve teknolojik gelişmelerin beşiğidir ve Türk’ün yapması gereken bunları en iyi biçimde almaktır. Bilimden teknolojiye her türlü ilerlemenin kaynağını Batı olarak tarif ettikten sonra Türk’ün elinde kalan tek şey kültürüdür. Ancak uygarlıktan arınmış bir Türk kültürü kımız içip ata binmekten başka ne anlam taşır?

Gökalp’in “İki Yüzlü Batı”sı Milliyetçilere Değil Gericilere Yaradı

Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımını ele alan Niyazi Berkes de Gökalp’in hars kavramını “Batıcılığa göre şekillendirilmiştir; reellikten yoksun zihni bir yapmadır” diyerek eleştirir: “Mesela, hars ve medeniyet ilişkisi meselesini çözümlemek için Batı uygarlığının etkisi altında, farkına varmadan Türk harsı dediği şeyi, o medeniyetin hemen her noktasına uygun gelecek şekilde düzenler. Başka bir deyimle, birini kapak, birini tencere yapacak şekilde öyle bir biçimler ki Batılılaşma ile uluslaşma kapağın tencereye uyması gibi tıpatıp uygun gelir. Bunu, aydının Türk halkının yaşayan hayatından çıkaramayacağını görünce tarihe, daha doğrusu efsanevi bir tarihe uzanır. Türk harsının tarihinde neler bulmaz ki? Demokrasi, hürriyet, eşitlik, kadının özgürlüğü, ulusçuluk, hakanlık, hepsi var. O zaman cumhuriyet yoktu; olsaydı herhalde bir de cumhuriyet veya milli şeflik bulurdu. Gerçekte Gökalp Türk harsı dediği şeyde Batıcı aydının Batılılık hulyalarını okumaktadır”

Görülüyor ki Gökalp’in ortaya koyduğu milliyetçilik Türk milleti üzerinde İslam, Osmanlı ve Batı hars ve medeniyetlerinin yarattığı ablukayı dağıtacak bir rol oynayamamış ve başarısız olmuştur.

Gökalp milliyetçiliğinin doğal sonucu da Atatürk Devrimleri’nin karşısında bir direnme mevzii olarak ortaya çıkmak olmuştur. Hars ve medeniyet arasındaki yapay ayrımın sonucu olarak Gökalp’in ardılları onun fikirlerini gerici bir tarzda yorumlayarak karşı devrimci hareketlerine dayanak noktası yapmışlardır. Devrimlerin harsı yokettiğini savunan gericiler devrimlere karşı çıkmışlardır.

Tanzimat Batıcılığının İzinde

Gökalp’de Batıcılık öylesine yer etmiştir ki Tanzimat Batıcılığı bile yeterince Batıcı olmadığı için eleştirilir: “Vaktile, tanzimatçılar da bu lüzumu idrak ederek, Avrupa medeniyetini almağa teşebbüs etmişlerdi: Fakat onlar aldıkları şeyleri yarım alıyorlar, tam almıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, ne bir hakiki darülfünun yapabildiler, ne mütecanis bir adliye teşkilatı vücuda getirebildiler”

Bu eleştirinin ardından çözüm yolu da “tam Batılılaşma” olarak ortaya konur: “Bu dini ve vatani tehlikeler karşısında yalnız bir kurtuluş çaresi vardır ki, o da ilimlerde, sanayide, askeri ve hukuki teşkilatlarda Avrupalılar kadar ilerlemektir, yani medeniyette onlara müsavi olmaktır. Bunun için de tek bir çare vardır: Avrupa medeniyetine tam bir surette girmek”

Batıya karşı alınan tek olumsuz tavırsa Tanzimatçıların Batı uygarlığını almakla kalmayıp Batı kültürünü de içeri almalarıdır. Bu eleştirininse pratikte hiçbir anlamı yoktur.

Akçura Gökalp’in Yanlışlarını Geliştiriyor

Gökalp’in Batı konusundaki esas yanılgısı Batının gerçek kimliğini tespit edememesi ve onu ulaşılması gereken örnek bir uygarlık olarak göstermesidir.

Gökalp’in Batılılaşmanın sonucunun Türk milletinin ekonomik, toplumsal ve kültürel anlamda yok olmasını önlemek kaygısıyla geliştirdiği zorlama hars-medeniyet ayrımı Akçura’da yerini kayıtsız şartsız Batılılaşmaya bırakır. Akçura Gökalp’in ayrımını saçma bulmaktadır Ancak onun yerine koyduğu çözüm çok daha yanlıştır.

Akçura “Avrupalılardan demiryolu köprüsü ve havada uçma makinesi yapmayı öğrenelim ama Avrupalıca düşünmek usulünü zinhar talim etmeyelim, mezhebine bir türlü aklım ermiyor” diyordu.

Bu fikirden yola çıkan Akçura için Türk toplumunun Batılılaşması ideolojik bir tercih değil pratik bir zorunluluktu. Batılılaşma Türk toplumu açısından bir hayat memat meselesi haline gelmişti. Ne pahasına olursa olsun Batılılaşmalıydık.

Türk’ün Düşmanı Kim?

Batılılaşma konusundaki bu sapmanın en önemli sonucu Türk’ün düşmanlarını tanıyamamasıdır. Gökalp’de Batı bütün geri kalmış ulusların ve dolayısıyla Türk ulusunun ulaşmak zorunda olduğu bir medeniyettir. Ancak Batının sömürgeci karakterine ilişkin tek bir sözcük yoktur.

Sömürgecilik ve emperyalizme karşı mücadeleden bahsetmeyen Gökalp milliyetçiliği dönüp dolaşıp ahlak, hukuk, dil gibi üst yapı kavramlarına saplanmaktan kurtulamaz. Gökalp’in kullandığı dil de mücadele dili değil akademik ve felsefi bir dildir. Gökalp’de direniş ve mücadele ruhuna rastlamak mümkün değildir.

Oysa Türk milliyetçiliği sömürgeciliğin yarattığı yıkıma karşı bir direniş ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Sömürgeci olan da Türk’ün düşmanı da Batıdır. Gökalp’de ise bunun tersi söz konusudur. Batı düşman değil ulaşılması, örnek alınması gereken bir uygarlıktır.

3. ATATÜRK VE BATI

Atatürk’te Batı: Sömürgeci ve Emperyalist

Atatürk’ün başarısının kaynağı Batıcılığı kökünden reddetmesi ve Batıyı mücadele edilecek bir düşman olarak görmesidir. Atatürk milliyetçiliği bu nedenle Tanzimat ve Meşrutiyet’in yarattığı Batıcı milliyetçilikten kesin bir kopuştur. Atatürk için Batı sömürgeci ve emperyalisttir. Batının tek karakteri de budur. Atatürk milliyetçiliğinin antiemperyalist niteliği de buradan gelmektedir. Atatürk Batının gerçek yüzüyle en somut biçimde işgal yıllarında karşılaşır. Batı topuyla tüfeğiyle Türk vatanına çullanan ve Türk varlığını yok etmeye çalışan bir emperyalist güçtür. Bağımsızlık Savaşı da Batıya karşı varolma mücadelesidir.

Atatürk milliyetçiliği “Batılılaşmak”, “Batıya rağmen Batılılaşmak” gibi tanımlarla açıklanamaz. Atatürk milliyetçiliği düpedüz Batı karşıtlığıdır.

Atatürk de zaten Bağımsızlık Savaşı’yla Batı emperyalizmini yenilgiye uğrattıktan sonra çağdaşlaşma ve ilerlemeyi Batılılaşma olarak değil “Muassır medeniyet” olarak adlandırmıştır. Batılılaşma o zamana kadar çağdaşlaşma için kullanılan tek sözcüktür oysa Atatürk kasıtlı olarak Batıyı değil muasır medeniyeti hedef göstermiştir. Atatürk’ün kendi sözleriyle: “Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yokolacak ve yerlerinde milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.”

Batı Hegemonyasına Karşı Türk Uygarlığı

Atatürk Türklerin büyük bir uygarlığın yaratıcısı olduğunu düşünmektedir. Batının kültürü ve uygarlık tekeline karşı “Türk’ün maneviyatını yükseltmek” için de Türk kültürünün ve uygarlığının ortaya çıkarılması gerekmektedir.

Bu aynı zamanda o güne kadar aşağılanan ve dahası bu aşağılanmayı kabullenmiş görünen Türk milletinin kimliğini yeniden kazanmasının biricik yoludur.

Atatürk o güne kadar gelen hakim anlayışı şu sözlerle eleştirir: “Türk halkının nasılsa başına geçmiş bir takım insanlar... Adeta kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki ‘biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizim canımızı, tarihimizi varlığımızı bize düşman olan, düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin istiyorlardı... Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olabilmek için Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir zihniyet ortaya çıktı. Oysa hangi istiklâl vardır ki yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?”

Atatürk’ün öze dönüş çabası bu tespitlerin sonucu olarak gelişecek ve Cumhuriyet tarihi boyunca Türk kimliğini, Türk kültürünü ve uygarlığını ortaya çıkaracak çalışmalarla Türk ulusunun uygarlık tarihine yaptığı katkıları ortaya konacaktır. Türk Tarih tezi, Güneş Dil Teorisi, Türk Dil ve Tarih Kurumu’nun kurulması vb girişimlerin ana hedefi budur.

4. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ATATÜRK’TEN KOPUŞU

Atatürk milliyetçiliği kendisinden önceki milliyetçi anlayışların yanlışlarını görerek yepyeni bir milliyetçi ideoloji geliştirmişti. Bugün Türk milleti Türk vatanı ve Türk devleti ayakta duruyorsa bunu Atatürk milliyetçiliğine borçluyuz.

Ancak aradan geçen yıllar Türk milliyetçiliğinin yanlış yollara saptığı ve Atatürk milliyetçiliğinin yerine ucube birtakım milliyetçilik anlayışlarının Türk milliyetçiliğine sızdırıldığı bir dönem oldu.

Hatta 1982 yılında halk oylaması öncesinde Danışma Meclisi’nde yapılan tartışmalarda Anayasa metninden “Atatürk milliyetçiliği” tanımının çıkartılıp yerine “Türk milliyetçiliği”nin konmasını talep eden “milliyetçiler” ortaya çıkabildi.

Atsız’ın Milliyetçiliği Atatürk’e Karşı

Bu kopuşun gerçekleşmesinde belki de en önemli isim Nihal Atsız’dır. Gökalp ve Akçura, milliyetçilerin birçok konuda yanlış tavır geliştirmesini yol açan bir çok fikir ortaya koymalarına rağmen onları Atatürk milliyetçiliğine karşı olmakla suçlamak mümkün değil.

Akçura ve Gökalp Türk milliyetçiliğinin teorisini geliştirmeye başladıklarında Atatürk milliyetçiliği henüz olgunlaşmış değildi. Atatürk milliyetçi mücadelenin başına geçtiğindeyse Gökalp ve Akçura Atatürk’ün safına geçip Milli Mücadele’yi desteklemişlerdi. Gökalp, Atatürk milliyetçiliğini tam manasıyla benimsememekle birlikte her zaman Atatürk’ü desteklemişti. Akçura ise yanlış fikirlerini bir kenara bırakarak Atatürk’ün emrine girmişti.

Atsız içinse aynı şeyleri söylemenin imkanı yok. Atsız milliyetçiliği bizzat Atatürk’e ve Atatürk milliyetçiliğine karşı ortaya çıkmıştır. Atsız 1930’lardan itibaren yeni bir milliyetçilik geliştirirken, Bağımsızlık Savaşı’yla Türkiye Cumhuriyeti’ni yoktan vareden Atatürk milliyetçiliğini benimsemek yerine tam tersini yaparak farklı bir milliyetçilik inşaa etmeye çalışmıştır. Bugün Türk milliyetçileri arasında Atatürk milliyetçiliğin lideri olarak görülmüyorsa bunda en büyük pay Atsız’ın milliyetçiliğindedir.

Atsız’ın makalelerini incelediğinizde bu gerçeği farketmemenizin imkanı yok. Örneğin en büyük Türk kahramanı kimdir? Bir ilkokul öğrencisine bile sorsanız bu sorunun cevabı Atatürk’tür. Oysa Atsız’a göre en büyük Türk kahramanı Kür Şad’dır. Atsız makalelerinde yüzlerce sayfa boyunca büyük Türk kahramanlarını anlatır. Listede kimler yok ki, Türk tarihinin binlerce yıl öncesindeki kahramanları Attila, Mete, Cengiz Han, Timur, Çağrı Beğ, ardından Namık Kemal, Ziya Gökalp, Zeki Velidi Togan ve daha adını sayamadığımız onlarca isim. Hatta Cumhuriyet’in kurulmasının ardından gericiliği terketmeyen ve Türkiye’yi bırakıp Mısır’a kaçan M. Akif, Balkan Savaşı sırasında Türklere karşı Arnavut çetelerini destekleyen “büyük Türk büyüğü” Rıza Nur.

Ancak bu isimlerin arasında son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü ara ki bulasın. Atsız’ın binlerce sayfayı bulan makalelerinde Atatürk’ün adını bulabilmek için büyük çaba sarfetmeniz gerekir. Makalelerinden birinde bir satırda Atatürk’ün adını bulduğunuzda ise Atatürk’le birlikte Kazım Karabekir’in ismi de geçmektedir ve Atsız hemen ardından Atatürk’ten değil Karabekir’den bahsetmeye başlar. Gerçi Atsız Karabekir’i İnönü ile karşılaştırmaktadır ama Karabekir’in Kurtuluş Savaşı’ndaki başarılarını anlatışından sanırsınız ki Kurtuluş Savaşı’nın başında Atatürk değil Karabekir var. Atsız Çanakkale Savaşı’nı anlatırken bile Atatürk’ten değil “Mehmet Çavuş’tan Müstecip Onbaşı’ya kadar rütbesiz askerlerin” kahramanlıklarından bahsetmektedir.

Atsız’da Kemalizm Düşmanlığı

Atsız Atatürk’e şahıs olarak karşı çıkmamış, onu görmezden gelmeye ve birkaç sözcükle geçiştirmeye çalışmıştır. Ancak iş Kemalizme geldiğinde Atsız son derece saldırganlaşmakta ve Kemalizme olmadık ithamlarda bulunmaktadır. Atsız’ın Kemalizm düşmanlığını girmek için yorum yapmak yerine kendi sözlerini aktaralım: “Irkçılık kemalistlerin hoşuna gitmiyorsa kemalizm de ırkçıların hoşuna gitmiyor. Mevcut zümreler içinde, diğerleri gibi düşünmeyenleri milli birliği bozanlar diye ayırınca bütün partileri ve dernekleri topyekün sigaya çekmek ve bunların başına da otuz yıl bu milletin başına zorla bela olan kemalistleri getirmek icab eder... Bugün dönme mason ve kemalist güruhun ağzında sakız gibi dolaşan yobazlık kelimesi en çok kendilerini yakışmaktadır: İnkılap yobazları...Kendilerinden başka türlü düşünenlere tahammül edemeyen kemalist ve mason yobazlar... Irkçılıkla kemalizm arasında bir ölçüştürme yapmak gerekirse şöyle denebilir: Irkçılık, bizden olmayanların bize hep ihanet ettiklerini bilmekten doğan tarihi bir gerçeğe, kemalizm ise otuz yılın yalan-dolan propagandasına dayanmaktadır... Nerde o mukaddesata saldıran kemalist inkılapları? Milletin dinine tahükküm artık sökmüyor, değil mi? Ecdad türbeleri artık kilitlenemiyor, Kore’ye giden tugayın kumandanı Kur’anı öpmekten menedilemiyor değil mi?... Fakat kemalist yobazlarının donmuş beyinlerinde herhangi bir “fikir” olmadığı için kendi dar prensiplerinin dışındaki her şeye diş gıcırdatmaktan başka hiçbir şey yapamıyorlar. Biz onların kemalist rejimlerinin her marifetini, tehdidini, iftirasını, hapsini, işkencesini tabutluğunu ve mezarlığını 1944’te gördük ve şatafatlı kemalizmin ne olduğunu anladık. (Atsız’ın bu makaleyi yazdığı tarihin 1951 olduğunu hatırlatalım ve “otuz yıldır milletin başına bela olan kemalizm” derken hangi dönemi kastettiğini bulmaya çalışalım.)

Sola Düşman NATO’ya Dost

Atsız’ın Kemalizm düşmanlığının vardığı yer sol düşmanlığıdır. Atsız’ın sola ve Rusya’ya olan düşmanlığı O’nu ister istemez Amerika’nın yanına itmiştir. Atsız Amerika’ya karşı çıkıp, Amerika’yı gelecekteki düşmanımız olarak ilan ederek Amerikan karşıtlığı yapmaya çalışırken aslında Amerika’nın ekmeğine yağ sürmektedir. Atsız’a göre asıl düşman Amerika değil Rusya’dır. Bu fikir tam da o dönemki ABD propagandasının temel malzemesidir ve Atatürk’ten sonra iktidara gelen bütün sağ partilerin temel politikası olmuştur.

Atsız “Amerika NATO’da müttefikimizdir ve bize pek çok yardımda bulunmuştur. Siyasi partiler, TİP müstesna, Türkiye’nin NATO’da kalmasına taraftardır” derken solcu Türk gençleri Amerikan Altıncı Filo’sundaki Amerikalıları yaka paça denize atmaktadırlar. Atsızsa “NATO’ya hayır” diyen gençlere “NATO’ya hayır diye yazmadan önce zavallı kireçlerin ne için harcandığı iyice düşünülmelidir” diyerek tavsiyelerde bulunmaktadır.

Yine Atsız’a göre ABD demokrasinin en eksiksiz uygulandığı ülkelerden birisidir.

Bütün bunları söyledikten sonra ABD’nin gelecekte düşmanımız olacağını öngörmenin ne faydası olacaktır? Atsız, Amerikan düşmanlığı yapmamanın teorisini yapmaktadır. Bunda başarılı da olmuştur. Amerikan düşmanlığını ertelemeye çalışan ve aslında Amerikan düşmanlığı yapmaktan kaçan bu bakış açısının izleri bugün bile milliyetçi çevrelerde net olarak görülmektedir.

Atatürk Milliyetçiliğine Dönüş

Bütün bu değerlendirmelerin ardından dönüp bugüne baktığımızda bütün bir siyaset kurumu ve Batı emperyalizminin asıl hedefinin Atatürk milliyetçiliğini yoketmek olduğunu tespit etmeliyiz. Bunun için çok uzun yıllardır iki koldan yoğun faaliyet yürütülmektedir. Kurulan tezgahın sonucunda sol ve milliyetçilik birbirinden kopartılırken her ikisinin kaynağı olan Atatürkçülük de siyasetin dışına itilmiştir. Atatürkçülükten kopan milliyetçilik Türk vatanın ve Türk varlığını koruma konusunda büyük zaaflar çekmektedir. Batının dayatmaları görülmemiş düzeye ulaşmıştır. Türkiye bağımsızlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Türk milliyetçileri ise bütün bu gelişmeler karşısında yeniden Atatürkçülüğü keşfetmekte ve Atatürkçülük bayrağı altında toplanmaktadırlar. Bu birlikteliğe karşı yeni planlar da elbette devreye sokulmuştur. Bu seferki plan şudur: Atatürkçülere ve solculara milliyetçiliğin gerici bir ideoloji olduğu propagandası yapılırken milliyetçi olduğunu söyleyen çevreler içinde de liberal ve Batıcı bir milliyetçilik anlayışı hakim kılınmaya çalışılmaktadır.

Ancak Türk milliyetçileri bu kez uyanıktırlar ve en önemlisi oynanan oyunun farkındadırlar. Bugüne kadar milliyetçilik olarak yutturulmaya çalışılan anlayışların yanlışlığı ortaya çıkmıştır. Atatürk milliyetçiliği Türk milletinin yarınını kurtaracak tek milliyetçi çözümdür. Türk milliyetçileri oynanan oyuna Atatürk milliyetçiliğinde buluşarak cevap vereceklerdir.

İnan Kahramanoğlu
 
Yazının içinde Nihat Atsız'ın adı geçmekte ve bir Atatürk düşmanı gibi lanse edilmektedir.Olaya forum üyelerinin tek taraftan bakmaması adına aşağıdaki makaleyide ben ekliyorum.Muhasebemizi ona göre yapabilelim diye...


Mete HAZAROĞLU

Cumhuriyetimizi kuran temel düşünce, herkesçe de bilindiği üzere Türkçülüktür. Buna rağmen, Atatürk'ün ölümünden sonra Türkçülük birçok saldırılara uğramış ve bu saldırılar karşısında yaralar almıştır. Bu yaraların en büyüğü şüphesiz 1944 olayları ve bu olaylar sonucunda alınandır; bu dönüm noktasından itibaren Türkçülüğün sağ cephe içindeymiş gibi gösterilmesidir. Bu süreçle birlikte kısmen de olsa Türkçülük, sağ cephe içinde ve üstelik Atatürk karşıtı bir konuma itilmiştir. Böylece Türkçülük Atatürk'ten kopartılmış, devletle karşı karşıya bırakılarak yükselmesinin önüne geçilmek istenmiştir.

1944'te ve ondan sonraki yıllarda, Türkçülüğün sağ cepheye kaydırılması olayında görevli olan iki takım vardır: Dönme devşirme artığı sahte Kemalistler ve Osmanlıcı, ümmetçi takım. Bu iki takım birbiriyle koalisyon yapmışlardır. Sahte Kemalistler Türkçülüğü sağ cepheye itmeye çalışmış, Osmanlıcı, ümmetçi takım ise çekmeye çalışmıştır. Sahte Kemalistlerin bu işten menfaati şudur: Kendi servetlerini, konumlarını tehdit eden Türkçülüğün Atatürk karşıtı sağ bir cepheye itilmesini sağlayarak onu devletle karşı karşıya bırakmak ve böylece kendi servetlerinin ve konumlarının sürekliliğini sağlamaktır. Osmanlıcı, ümmetçi takımın ise menfaati şudur: Türkçülüğü esas amaçlarından saptırıl-mış bir şekilde kendi bünyelerine katarak yükselmesinin önüne geçmek, fakat Türkçülüğün kendi bünyelerine katıl-masından dolayı aldıkları artı bir güçle bir basamak daha yukarı sıçramaktır. Böylece Osmanlıcı, ümmetçi çevre bir taşla iki kuş vurmuş olacaktır. İşte bu menfaatler, sahte Kemalistler ve Osmanlıcı, ümmetçiler gibi iki zıt kutubu Türkçülüğe karşı bir koalisyonda birleştirebilmiştir.

Türkçülüğün sağ cephe içinde gösterilmesine aracı olan iki neden vardır. Bunların birincisi; Türkçülüğü o yıllarda şahsında temsil eden Atsız'ın Türk tarihini bir bütün olarak görmesi, bu bütünün her parçasını sevdiği gibi Osmanlı'yı da sevmesi ve bunu bazı yazılarında konu etmesi sonucu, biraz evvel bahsettiğimiz Osmanlıcı, ümmetçi çevrenin Atsız'ın bu görüşünü sömürerek olayı saptırmasıdır. İkincisi ise; Atsız'ın Atatürk hakkındaki tarafsız tutumudur. Biz burada bu konuları incelemeye çalışacağız.

Tarih boyunca adeta Türk milletinin kaderi olan, devleti kurduktan sonra azınlıklara kaptırma süreci, Cumhuriyet tarihinde de yaşanmıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra dönme devşirme artıkları, devlet kadrolarını ele geçirmişlerdir. Atatürk'ün ölümünü izleyen yıllarda devletteki bu Türk soylu olmayan kadrolaşmaya rağmen, devlette ve yurtta halâ bir Türkçülük rüzgârı esmektedir. Bu rüzgâr öylesine şiddetlidir ki Türkçülüğün 1944'te mahkemeye düşürülüp yargılandığı günlerde, halkın tepkisini önlemek için, Zekeriya Sertel gibi bir komünist "Elbette ki milliyetçi olmayan bir Türk hayâl edilemez" (1) diyebilmektedir. Gazeteci Asım Us yine aynı günlerde "Halk Partisi'nin prensipleri Türkçülük fikrinin en mütekâmil (gelişmiş) şeklidir" (2) diye yazabilmektedir. Yine o yıllarda bizzat C.H.P'nin çıkardığı kitaplarda "Türkçülük ırkçı olmadığı için noksandır. Kemalizm ona ırkçılığı ilave etmiştir." (3) gibi sözlere rastlamak çok olağandır. Çünkü, Atsız'ın ifadesiyle söylersek "Atatürk ortalığa bir Türklük dehşeti saçmıştır." (4) ve Türkçülüğü devletimizin temel felsefesi yapmıştır.

Devletteki bu kadrolaşma tamamlandıktan sonra sıra Türkçülüğün tasfiyesine gelmiştir. Bunun için Atatürk'ün tarih tezini kendilerine göre yorumlayarak, Anadolu'da yaşamış olan eski uygarlıkların torunları olduğumuz söylemini savunan, dolayısıyla Anadolu dışındaki Türkleri inkâr eden bir tarih anlayışı ve bunun sonucunda hümanist, evrensel, kozmopolit Anadolu milliyetçiliği gibi kendi zekalarıyla orantılı zeka özürlü bir milliyetçilik anlayışı meydana getirmek, bu azınlık ırkçıları için pek zor olmamıştır. O yıllarda milletvekili olan Tahsin Banguoğlu'nun anılarında belirttiği üzere; Homeros babamız, Kibele anamız, dünyada ahlâk timsâli (!) sayılan Yunanlılar ise bir anda kardeşlerimiz oluvermişlerdir. Tabiî bu söylemi savunan Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Nurullah Ataç ve sonradan bu kervana katılan baba katili Halikarnas Balıkçısı gibi yazarlar en büyük yazarlarımızdır artık bizim (5). Fakat buna rağmen Türkçülüğün kovulması mümkün olmayacaktır. Bu yüzden -Türkçülük dâvası diyemedikleri için- sahte bir "Irkçılık-Turancılık" dâvası uydurulur. Hatta bu dâvada azınlık ırkçıları fırsattan istifade edip Türkçü milletvekillerinin de tutuklanmasına dolayısıyla tasfiyesine çalışmışlar, fakat karşılarında eski bir Türkçü olan Memduh Şevket Esendal'ı bulunca bunu sağlama olanağı bulamamışlardır (6). İşte bu dâva sırasında Türkçülük; yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü sahte Kemalistlerin (sahte Kemalist derken Atatürk'ü kendi konumlarının sürekliliği için kullanan azınlık ırkçılarını kastediyoruz) itmesiyle, Osmanlıcı, ümmetçi takımın çekmesiyle sağ içinde gösterilmeye çalışılmıştır. Fakat bu sağ cepheye itilme olayında kısmen başarılı olmuşlar, tam başarılı olamamışlardır. Çünkü azınlık oligarşisi koalisyonu, karşısında adı Cumhuriyet tarihindeki Türkçülük mücadelesi ile özdeşleşmiş olan abide şahsiyet Atsız'ı bulmuştur.

Atsız 1947'de beraat eder. 1947'den 1950'ye kadar hiç dergi çıkarmaz. 1950'de İsmet Tümtürk "Orkun" adlı bir dergi çıkarmaya başlar. 1950'den 1952'ye kadar devam eden ve 68 sayı çıkan bu derginin başyazarlığını Atsız yapmaktadır. 1952'de kapanan bu dergiden sonra Atsız 1964'e kadar hiç dergi çıkarmaz. Yani Atsız'ı oniki yıllık bir sessizlik dönemi beklemektedir. İşte bu oniki yıllık devrede Atsız'ın etrafında kümelenip onun şöhretini kullanarak dergiler çıkartan, Osmanlıcı, ümmetçi çevrenin daha aktif olarak çalışıp Türkçülüğü sağ cepheye kaydırmaya çalıştık larını görürüz.

Atsız bu çevreye şiddetli tavrını, 1961'de sağ cephenin Cumhurbaşkanı adayı olan Ali Fuat Başgil aleyhinde bir kitapçık yayınlayarak gösterir (7). Bu yazının devamını 1964'te Ötüken dergisini çıkarır çıkarmaz hemen ikinci sayısında "Uydurma Milliyetçilik" (Cool adlı bir yazı yazarak getirir. Sol cepheye aldığı tavrı, sağ cepheye de göstermiştir. Fakat bu sağ cepheye aldığı tavır, sadece Ali Fuat Başgil ile kalacak değildir. İkinci sayıdaki bu yazıdan hemen sonra, yani üçüncü sayıda çıkan "Nurculuk Denen Sayıklama" adlı yazıda Atsız o eşsiz üslûbuyla Nurcuları "Said-i Nursi adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü" olarak, Nur risalesi talebelerini de "Sait-i Nursi'nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyeleri okur gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallı" diye tanımlar (9). Bu yazısının hemen ardından dördüncü sayıda "İslâm Birliği Kuruntusu" adlı yazısında; Türklük bakımından komünizmle, nurculuğun hiçbir farkı olmadığını, İslâm birliğinin kuruntu olduğunu, dinin baş unsur olduğu zamanlarda bile gerçekleşmediğini, gerçekleşmeyeceğini, gerçekleşecek olanın Türk birliği olduğunu belirtir ve ekler: "Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Tükler sayesinde yükselmiş ve yaşamıştır" (10). Bu yazının ardından beşinci sayıda yazdığı yazıda Türklerin halkçı, milliyetçi olduğunu belirtir: "Türk milliyetçiliğinde ise sosyalizmin sağlayacağı menfaatler -top lumculuk- şiarı ile ifade edilir. Toplumculukla sosyalizm aynı şey değildir. Toplumculuk millyetçi halkçılıktır, sosyalizm beynelmilelci halkçılıktır" (11). Altıncı sayıda "İşte Sosyalizm" adlı yazıda aynı şeyleri tekrarlayarak (12), Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura'nın gösterdiği Türkçülük yolundan hiç taviz vermediğini gösterir. Sekizinci sayıda ise "Milliyetçilik Taslayan İhtiyar Kozmopolit" adlı yazısıyla Ali Fuat Başgil ile girdiği tartışmaya nokta koyar (13). Sağcılara aldığı bu açık tavra rağmen Türkçülük halâ sağ cephe içindeymiş gibi gösterilir. Bunun üzerine Atsız 1968'de "Sağcı Kimdir" diye bir yazı yazar. Bu yazıda bir Türk'ün Türkçü olduğu oranda sağcı sayılabileceğini dolayısıyla İslâmcıların, Nurcuların, Süleymancıların sağcı sayılamayacağını belirtir (14). Fakat kavram kargaşalığı devam etmektedir. Bunun üzerine Atsız'ın kardeşi Nejdet Sançar 1970'de "Biz Sağcı Değiliz, Türkçüyüz" adlı bir yazı yazar (15), Yine aynı yıl Atsız "Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir" isimli bir yazı yazarak kavram kargaşalığına noktayı koyar (16).

Kısacası 1964'ten 1975'e kadar, yani Atsız'ın ölümüne kadar geçen onbir yılda, Atsız'ın sırf sağ ve sol cepheye yüklenerek yazdığı yazı sayısı bizim tesbit edebildiğimiz, toplam otuzüçtür. Bunun ondokuzu sol cepheye karşı, ondördü ise sağ cepheye karşı yazılmıştır. Yani sol cepheye karşı aldığı tavrın aynısını sağ cepheye de almıştır. Zaten Atsız'ı büyük yapan da sol ve sağ gibi kısır döngülerin seviyesine inmeden, olaylara her zaman Türkçü bir çerçeveden bakabilmesidir.

Açıkça Türkçü bir tavır koyarak yazdığı "Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir" adlı yazı üzerine Atsız Hoca'nın etrafında kümelenmiş güya milliyetçi, fakat asıl ideolojileri Osmanlıcılık ve ümmetçilik olan takım, başka bir yerde arpalık buldukları için Atsız Hoca'nın yanından ayrılırlar. Atsız Hoca hayatının son yıllarını son şiirinde belirttiği gibi "yorgun ve kimsesiz" ama dâvasından zerrece taviz vermeden, şerefle, onurla, gururla geçirir ve 1975 yılı Aralık ayında ebediyete göçer. İşin en üzücü yanı da ağabeylerini izleyerek Atsız Hoca'nın yanından ayrılan idealist gençlerin binlercesi de heba edilir.

Konuyu dağıtmadan ifade edecek olursak; Türkçülük Atsız'ın bu açık tavrına rağmen bir müddet sağ cephe içinde gösterilmiştir. Bunun nedenlerine yukarıda değindik ve ilk nedeni açıkladık. İkinci nedenin Atsız'ın Atatürk hakkındaki tarafsız tutumu olduğunu belirtmiştik. İşte bizim burada değinmek istediğimiz diğer önemli bir konu da Atsız'ın Atatürk hakkındaki dalkavukluk yapmadan sürdürdüğü tarafsız tutumudur.

1944 yılında -Türkçülüğün mahkemeye düşürüldüğü günlerde- her Türkçünün evi aranmış, kitaplarına kadar herşey gözden geçirilmiş fakat suç unsuru olabilecek hiçbir şey bulunamamış bu da doğal olarak bizim azınlık ırkçıların-da müthiş bir paniğe yol açmıştır. Bunun üzerine bir suç unsuru arama çabasına girişilir. Atsız'ın sorgusunun yapıl-makta olduğu oturumlardan birinde, oğluna yazdığı vasiyetname bahane edilerek, hiç alâkası olmayan bir konuda, onun Atatürk'e karşı duyduğu sevginin büyüklüğünün veya küçüklüğünün boyutu hakkında Atsız'a karşı saçma sapan, sinir bozucu sorular yöneltilir. Atsız onların hangi cevabı duymak istediklerini bildiği halde, düşündüklerini açıkça söyleyen karakterinden taviz vermediği için şu cevabı verir: "Başkumandan Mustafa Kemal'i tebcil ederim (ulularım). Fakat Cumhurreisi Atatürk'ü beğenmiyor ve sevmiyorum" (17). Evet artık suç unsuru bulunmuş, kıyamet kopmuştur. Atsız Atatürk'ü sevmemektedir. Dolayısıy-la Türkçülük de Atatürk'e karşıdır. Bu senaryo halkın içindeki saf bir "Gazi" sevgisi kullanılarak, sömürülerek yurt çapında bütün yayın organlarınca dâvanın sürdüğü aylar boyunca işlenir. Kimse de çıkıp demez ki "Atatürk sadece Anadolu'daki Türklerin değil bütün Türklerin atasıdır. Bilge Kağan'dan sonra bu milletin Türk adını yeniden onurla taşımasını sağlayan insandır. Yani en büyük Türkçüdür". Demez, diyemez. Bunları söyleyen birkaç yüz genç gözal-tına alınır. 600 yıl boyunca cehalet ve sefalet içinde kıvranan cumhuriyet tarihinde de dönme-devşirme artıkları tarafından eğitimden uzaklaştırılıp devlet kademelerine de girmesi engellenen Türk halkının, İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı kıtlık içinde bunları düşünmesi zaten olanaksızdır. Burada diğer önemli bir konuyu ifade edelim: Sahte Kemalistlerimizin beğenmedikleri, yani kendi servetlerini, mevkilerini tehdit eden ideolojileri, düşünceleri (meselâ Türkçülük gibi) Atatürk karşıtı, beğendikleri yani kendi servetlerini, konumlarını meşru zemine oturtan düşünceleri, ideolojileri (meselâ evrensellik, hümanizm, kozmopolitizm gibi) esas Atatürk düşüncesi diye göstermesi huyu, işte bu yıl-larda, yani bu dâva sırasında şekillenmeye başlamıştır.

Atatürk ve Atsız konusuna dönelim. Atsız gerçekten Atatürk hakkında yukarıda söylediği gibi mi düşünmektedir? Hemen cevap verelim: Hayır! Onun yazılarını incelersek kolaylıkla hiç de öyle olmadığını görürüz. Atsız yoksa Atatürk'ün hem devrimlerini, hem de Türkçülük anlayışını mı beğenmemektedir? Buna da hemen cevap verelim ki; yine hayır. İlk önce Atsız'ın devrimlere bakışını inceleyelim. Atsız'ın 1932'de yazdığı inkılâp hakkındaki sözlerini kendisinden dinleyelim:

"Türk genci inkılâbı benimsememiştir.

. . . . . .

İtiraf etmeliyiz... Vazifemizi yapamıyoruz. El çırpmakla, yaşa demekle inkılâba karşı borcumuzu ödemiş sayılamayız.

Hangi adsız Türk genci şehirden köye bir damla nur ulaştırmıştır?

Efendimiz olduğunu kanunlarımızla ifade ettiğimiz köylüye her başımız sıkıştıkça koşarız. O ananevi bir tevekkülle bize herşeyini verir. Biz ona ne veriyoruz?

Herşeyi hükümetten beklemek doğru değildir. Biz bu memleketin sırtında münevveriz diye geçinenler fazileti, şuuru anlayabildiğimiz kadar etrafımızdakilere anlatmak ve onları tenvir etmek mecburiyetindeyiz."

Hatta Atsız aynı yazısında Türk Ocaklarının kapatılıp yerine Halk Evlerinin açılmasını bile inkılâp açısından olumlu görmektedir. Yazısına devam eder:

"Biz her işe şarklılara ait bir heyecanla başlarız. Halk Evleri güzel ve heyecanlı bir harekettir. Temenni ederiz ki bu güzel ve heyecanlı hareket şuurlu neticeler vererek merhum Türk Ocaklarının son zamanlarında olduğu gbi faaliyeti yalnız cumhuriyet bayramlarında verilen balolara inhisar etmesin" (18).

Görüldüğü gibi Atsız inkılâplara, devrimlere çok olumlu bakmaktadır. Peki Atsız'ın bu fikirleri daha sonra değişmiş midir? Bu sorunun en kesin cevabını, Atsız'ın sorgusunun yapılmakta olduğu 11 Mayıs 1944 Perşembe günü, emniyet amirinin sorduğu sorulara karşı Atsız'ın verdiği ceaplarda bulabiliriz:

Emnhiyet amiri Atsız'a sorar: "Cumhuriyete taraftar mısınız?

Atsız: Tabiî, hiç taraftar olmaz olur muyum.

E A : Halkçı mısınız?

Atsız: Elbette

E. A : Laik misiniz?

Atsız: Şüphesiz

E. A : Devletçi misiniz?

Atsız: Evet

E. A :İnkılâpçı mısınız?

Atsız: Hayır. Belki bir fikir sonsuz olarak devam edebilir ve mahiyeti bozulamaz. Fakat inkılâpçılık ebediyyen devam edemez. Çünkü mevcut olan düzeni değiştirmek demek olan inkılâpçılık devam edecek olursa ortalıkta değiştirilecek birşey kalmadıktan sonra evvelce değiştirilmiş olanları da yeniden değiştirmek icap eder ki bu da inkılâbı bozmaktan başka birşey olamaz. Onun için inkılâp artık durmalıdır. Artık değiştirilecek bir şey kalmamıştır" (19).

Görüldüğü gibi Atsız'ın fikirlerinde hiçbir değişiklik yoktur. Hatta inkılâpçılık sorusuna verdiği cevapta Atatürk'ün yaptığı inkılâbın doğru ve yeterli olduğunu, İnönü'nün Atatürk'ün inkılâbını bozduğunu söyleyerek ima ile İnönü'ye çatmıştır. Atsız'ın Atatürk hakkındaki şu sözleri ilgi çekicidir:

"Şunu da unutmamalı ki O Sakarya ve Dumlupınar Meydan Savaşları'nı kazanmış bir kumandan, mahvoldu sanılan bir milleti kalkındıran devlet adamıydı. Tehlike anlarında ülkesini bırakıp gitmiş ve ünvanını durup dururken almış değildi" (20).

Özellikle "mahvoldu sanılan bir milleti kalkındıran devlet adamıydı" sözü üzerinde durmak lâzımdır. Bu verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığına göre Atsız, Atatürk'ün devlet adamlığını da, devrimlerini de beğenmekte ve yazılarında desteklemektedir. O halde sorun nedir? Bunu anlamak için daha gerilere 1932 Temmuz'una kadar gerilere inelim.

1932 Temmuz'unda Ankara'da Birinci Tarih Kongresi başlar. Zeki Velidi Togan'ın, Atatürk'ün desteklediği tarih tezini desteklememesi üzerine, Şemsettin Günaltay ve Reşit Galip tarafından Zeki Velidi aleyhine iki konuşma yapılır. İlk önce Şemsettin Günaltay'ın konuşmasına bakalım:

"Burada Zeki Velidi Bey ile Sadri Maksudi'nin münakaşalarını dinlerken Zeki Velidi Bey'in meşum bir rol oynadığı diğer bir kongreyi hatırladım.

O kongrede de Zeki Velidi Bey ile Sadri Maksudi Bey yine Türklük dâvası etrafında şiddetle çarpışmışlardı. Çarlık devrildikten sonra Rusya'daki unsurlar kendi millî varlıklarını korumak için mesai sarfederlerken, Türkler de evvela Moskova'da, sonra da Ufa'da birer kongre akdetmiş, Türk adı altında bir birlik yapma teşebbüsünde bulunmuşlardı. Fakat Zeki Velidi Bey Ufa Kongresi'nde Türk namı altında Türk birliğininin teşekkülüne birinci derecede muarız (karşı gelen) olmuştu.

. . . . . . .

Acaba Zeki Velidi Bey aynı rolü bu kongrede de mi oynamak istiyorlar? Fakat emin olsunlar ki, bu kongrenin etrafında toplananların dimağlarından milliyet ateşi fışkırı-yor. Bu ateşin karşısında her gayret, her teşebbüs erimeye mahkûmdur." (21).

Reşit Galip ise şunları söylemişti:

"Zeki Velidi Bey'in Darülfünundaki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum" (22).

Bu sözün üzerine Zeki Velidi'nin talebesi olan Atsız, yedi arkadaşıyla beraber Reşit Galip'e şöyle bir telgraf çeker:

"Biz, Zeki Velidi'nin talebesi olmakla iftihar ederiz"

Zeki Velidi'ye de bir telgraf çekerler:

"Tebrik ederiz"

Yıllar sonra Atsız anılarında bu telgraflardan bahsederken şu yorumu yapacaktır: "Reşit Galip'e çekilen telgraf, kongrede bulunanların tabirince bomba gibi patladı" (23). Evet telgraflar bomba gibi patlamış, bu da Atatürk'ün etrafındaki Türk olmayan dolayısıyla Türkçülüğe karşı olan dalkavuk takımına fırsat vermiştir. İşte bu dalkavuk takımı Atsız'ın Atatürk'le tanışmasını engellemiştir. Burada çok ilginç bir nokta vardır ki o da; 1932'de - Şemsettin Günaltay'ın yaptığı konuşmada gördüğümüz gibi- Türk birliğine karşı olmakla suçlanan Zeki Velidi'nin, oniki yıl sonra yani 1944'de "Türk birliğine taraftarlık" suçundan yani Turancı-lıktan tevkif olunup askeri mahkemeye verilmesidir. Bu olay da oniki yıl içinde özellikle Atatürk'ün ölümünden sonra devlet kadrolarının kimlerin eline geçtiğini gösteren dehşet verici bir örnektir.

Fakat gerek bu kongrede geçen olaylar, gerek bu olaylardan sonra Reşit Galip'in Maarif Vekilliği'ne getirilince ilk iş olarak Atsız'ı asistanlıktan alarak Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni diye tayin etmesi (13 Mart 1933), Atsız'ın Atatürk hakkındaki her zamanki olumlu fikirlerini değiştirmez. Bunu ise Atsız'ın 1933 Ağustos'unda yazdığı "Çanakkale'ye Yürüyüş" adlı kitabındaki Türk gençlerine karşı söylediği şu ilgi çekici sözlerinden anlıyoruz:

"Dün ordularına ilk hedef olarak Akdeniz'i gösteren GAZİ elbette pek yakında ikinci hedefi de gösterecektir. İlk hedef Batıda idi. İkinci hedef Doğuda olabilir. Sen bu savaşta kanını akıtmak ve ölmekle mükellefsin" (24).

Görüldüğü gibi Atsız, Atatürk'ün Turancı olduğuna inanmakta ve Atatürk'ün sağlığında bu sözleri söylemektedir. Yine aynı kitapta yeralan"Toprak-Mazi" adlı şiirindeki şu dizeleri de ilgi çekicidir:

"Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi

Bu milletten çıkar mıydı bir büyük GAZİ" (25)."
 
" Atatürk Milliyetçiliği " söylem itibariyle bir defa yanlıştır, şahısların değil milletlerin milliyetçiliği olur Atatürkün milliyetçilik anlayışı demek daha doğru olur. Böylesine yanlış bir terimin 82 anayasasında türk milliyetçiliği ibaresiyle değiştirilmesi asli manada milliyetçiliğin düşmanı olan zamanın darbe hükümetinin bir yanlışıdır.

Bu terime karşı olanlar Atatürke değil, darbeci anlayışa karşıdırlar.

Yazarın tespitlerini yaptığı milliyetçilik düşüncelerinin ise hiçbirisi gerçek türk milliyetçiliği ile bağdaşmaz. zamana göre fikir beyanlarıdır, zamanla özelliklerini yitirmektedirler.

Evvela ziya gökalp, kemalizmden ayrı tutulmaya çalışılmış, oysaki ulus devletin fikri alt yapısını ziya gökalpin düşünceleri oluşturmaktadır. Gökalp, fransız ihtilaliyle ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesini türk milletine adapte etmek için çalıştı. Zaten hatayıda burda yaptı oysaki türklük olgusu türk milletinin en eski dönemlerinde bile yaygın ve temel ideolojisini oluşturur misal orhun yazıtlarında bilge kağana ait düşünceler Türk Milliyetçiliği değilde nedir? Üstelik Gökalpin türk kültürüne bağlı kalıp, batı medeniyetine özenme duygusu sadece çorba bir sentezdir. Batıya medeniyet doğudan gitmiştir zaten. Gökalpin batı hayranlığı yeni ulus devletinde yapı taşıdır.

Emperyalist güçler madden yurttan atılmış, ancak manen bütün kültürleri türk milletine uyarlanmaya çalışılmıştır. Manevi istila ve işgal günümüzde de devam ediyor bu durumda istiklal mücadelemiz bitmemiştir, bitmediği için gerçek türk milliyetçileri mücadele vermektedirler.

Batılı yaşam tarzı, eğitimi, sanatı, hukuğu, giyimi birebir taklit edilmiş, çağdaşlaşma ve medenileşme adına milli ve manevi değerler yokedilmeye çalışılmıştır. Allah aşkına Türkün her türlü varoluş değerleri çiğnenerek milliyetçilik yapılabilir mi?

Ulus devlet "ne mutlu türküm diyene " sözüyle milli birlik adına güzel bir çıkış yaparken, Türk ismi yüceltilir, övülürken, aynı zamanda türkleri başka kalıplar içerisine sokmaya çalışmak nasıl bir milliyetçilik anlayışıdır? Türk kültürünü, örfünü, adetini geleneğini yokederek, şanlı tarihini karanlık sayarak, dinini nerdeyse ortadan kaldırarak nasıl türk milliyetçiliği yapıldığını idda edersiniz?

Yeni cumhuriyetin nesilleri bu anlayışın ürünüdür sadece bir kısmını söylemek yeterlidir, ulus devlet ve yetiştirdiği cumhuriyet nesli emperyalizme karşı başarılımıdır? yoksa yenilmişmidir? Milletin uğradığı kültür erozyonunun müsebbibi hangi anlayıştır?

Oysaki Türk Milliyetçiliği Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve faziletinin yaşandığı yaşatıldığı ortamdır.

"Ben Türk milletini:
Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
Rüşvet, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
Ahlaktan mahrum bir hürriyete,
Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.
Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısaca hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum:
Yeniden maneviyata dönüş...

Başbuğ Alparslan Türkeş
 
" Atatürk Milliyetçiliği " söylem itibariyle bir defa yanlıştır,

"Ben Türk milletini:
Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
Rüşvet, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
Ahlaktan mahrum bir hürriyete,
Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.
Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısaca hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum:
Yeniden maneviyata dönüş...

Başbuğ Alparslan Türkeş



İşte bu yüzden Atatürk Milliyetçiliği diye konu cereyan etmekte...
 
mustafa kemal bir türkçüdür atatürkmılıyetcılıgı dıye bişe yoktur bu sozde aydın tayfası ve sosyalıst zıhnıyetın uydurdu bişedir..mustafa kemal bir türk miliyetcısıdır ve bunu her sozunde beli eder

Bugün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen milli musibetlerin intibâhı ve bu azîz vatanın, her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu neticeyi Türk Gençliğine emanet ediyorum...

• Ord. Prof. Dr. Fuat KÖPRÜLÜ'nün, Atatürk'e Türkiyat Enstitüsü'nün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğu zaman, Atatürk;
"Fuat Beğ!
Karlı TANRI DAĞLARI'nın önünde elinde meşale tutan bir BOZKURT olsun, bu meşale genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilminin ifadesi olsun. ERGENEKON'dan çıkmamızda kılavuz olan BOZKURT, TÜRKLÜĞÜN Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin."

• 1930 yılında Kırklareli Türk Ocağı'ndaki konuşması :
"... Bizim devlet hayatımızda bilindiği gibi Osmanlı siyaseti, gayri mütecanis unsurlardan ve maddelerden meydana gelmişti. Bunlardan bir harita yapmak mümkün olmadığı için OSMANLI SİYASETİ YERİNE YENİ BİR SİYASET ÇIKTI. O SİYASET, MİLLİ SİYASET, TÜRKÇÜLÜK SİYASETİDİR. "

• Bu mukaddes yurdun öz varisi Türkiye Cumhuriyeti'nin yılmaz harisi, o büyük, yüksek, ASİL TÜRK KAVMİNİN bugünkü genç ve dinç çocuklarıdır; biziz!

• Asya'nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, hayat-ı sabıka ve asliyesine teslim ettiler. Memleket en nihayet yine sahib-i aslilerinin elinde tekerrür etti.

• Türkler demokrat, hür ve mesul vatandaşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları ve sahipleri bizzat kendileridir.

• TÜRKİYE'DE TÜRK'TEN BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNMEMEK!
Ancak bu davranışladır ki her türlü esenlik ve mutluluk ereklerine ulaşabiliriz.

• TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR; İŞTE MİLLİYETPERVERLERİN PRENSİBİ BUDUR!!!

• ATATÜRK'ün 10 Kasım 1938'de ölümü üzerine 11 Kasım 1938 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nin attığı manşet :
" O FITRATIN BAŞKUMANDAN OLMAK İÇİN YARATTIĞI DAHİ BİR ŞEFTİ; BÜTÜN ASKERLİK HAYATINDA, HİÇ YENİLMEZ ve DAİMA MUZAFFER BİR BAŞBUĞ OLMUŞTUR ! "
Cumhuriyet Gazetesi 11 Kasım 1938
Kafasını ve vicdanını en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeye kara vermiş olan, bugünün Türk çocukları, biliyor ve bilirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, onbinlerce yıllık, arî, medeni, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.

• Türkiye'nin her köşesine ihtilâl ve inkılâb, HAKİKİ TÜRKLÜĞE kavuşma mücadelesi olmuştur.

• Amerikalı General Mc Arthur'la 1933 yılında Ankara'da yaptığı görüşme esnasında:
ALLAH NASİP EDER ÖMRÜM VEFA EDERSE MUSUL, KERKÜK VE ADALARI GERİ ALACAĞIM. SELANİKTE DAHİL BATI TRAKYA'YI TÜRKİYE HUDUTLARI İÇİNE KATACAĞIM !

• Sivas Kongresi , ( 8 Eylül 1919 ) Atatürk'ün yakınları bile gelir ve kaynaklarımızın yetersiz ve kısırlığı nedeniyle bir başka ülkenin yardımı, güdümü olmadan, düşmanla başa çıkamayacağını ileri sürüyorlar ve güdümün bir başka deyimiyle "mandanın" bağımlılık sayılmayacağını söylüyorlar. Konu gündüz oturumunda tartışılıyor, karara bağlanamıyor, gece toplantısı sonrası Mustafa Kemal'in odasında aynı konu görüşülüyor, Sivas kongresinde Askerî Tıp öğrencileri adına Hikmet adındaki bir genç Mustafa Kemal Paşa'ya şöyle diyor;

"Paşam temsilcisi bulunduğum tıbbıyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Güdüm'ü kabul edemem. Eğer edecek olan varsa, bunlar kim olursa olsun, şiddetle reddeder ve kınarız. Diyelim güdüm düşüncesini siz kabul ederseniz, sizi de redederek, Mustafa Kemal'i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz."

Gencin bu sözleri herkesi duygulandırıyor, Mustafa Kemal Paşa şunları söylüyor:

" ARKADAŞLAR GENÇLİĞE BAKIN, TÜRK ULUSAL YAPISINDAKİ SOYLU KANIN İFADESİNE DİKKAT EDİN...

(...) Evlat için rahat olsun. Gençlikle övünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsakta güdümü kabul etmeyiz. Parolamız tekdir ve değişmez;

YA İSTİKLÂL , YA ÖLÜM! "

• Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmedi bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu. Bu sahne en aşağı, 7 bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; Bir gün o tabiat çocuğu, tabiat oldu; şimşek , yıldırım, güneş oldu; Türk oldu.

TÜRK BUDUR: YILDIRIMDIR, KASIRGADIR, DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİR.

• 10 Kasım 1938, ATATÜRK'ün ölümüyle ilgili Ulus Gazetesi Manşeti:

ATATÜRK BAŞKUMANDAN:

BAŞBUĞLAR YETİŞTİRİLMEZLER, ONLAR BAŞBUĞ HASLETLERİYLE DOĞARLAR!

• Ulus Gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay'ın 11 Kasım 1938 Ulus Gazetesi'ndeki birinci sayfadaki yazısı:

En mesut Türkler, ATATÜRK yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk Tarihinin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü. Halk En Büyük Türk Kahramanı;
ORDU EN BÜYÜK TÜRK BAŞBUĞUNU, Tarih, En Büyük Türk'ü ve asrımız En Büyük İnsanını kaybetti.

• Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı Nadir Nadi'nin birinci sayfadaki yazısı:

... Biz, Türk Gençliği, Ata'sının bıraktığı mirasa, O'nun Cumhuriyetine, O'nun İnkilâblarına, O'nun kudretli ve kuvvetli rejimine daima sadık; toprağına kanımızı, istiklâline canımızı vermeğe, şerefimiz, gençliğimiz, namusumuz ve TÜRKLÜĞÜMÜZ adına, yüce abidenin önünde söz verip and içiyoruz!...

EBEDÎ BAŞBUĞUMUZ her biri asırlar değerinde olan o büyük eserlerini yalnız Türk Gençliği'ne emanet etmemiş miydi?... Türk Gençliği, Kemal ATATÜRK'ün yarattığı eserlerin şüphesiz en büyüğüdür
işte başbug mustafa kemal
 
zazaki sana yazmış olduğun makaleden dolayı ilk teşekkürünü ben ediyorum.
Milliyetçiliği,ırkçılık olarak algılayıp,Atatürk'ün değerlerini farklı tabaklarda önümüze sürenlere iyi bir cevap olmuş.
Ve en güzel paragraf:

ATATÜRK BAŞKUMANDAN:

BAŞBUĞLAR YETİŞTİRİLMEZLER, ONLAR BAŞBUĞ HASLETLERİYLE DOĞARLAR!
 
atakızı niye böyle konular açıyorsun sürekli. biliyosun günümüz modası atatürk'e ve onun değerlerine hakaret etmek. siz sürekli böyle konular açarak sonra başınıza dert almayın...
paylaşım için teşekkürler. çok güzel bir yazı...
 
Türk Milliyetçiliği Atatürk ile başlamamıştır.. Atatürk Türk milliyetçiliğin Gelişmesinde saylana Önemli liderlerdendir... kendisinide bunu belirtmiştir..

Türk Milliyetçiliği ile Faşizm aynı kefeye koymak insnaın beyin yapısının iyi gelişmemesi demektir..

Türk Milliyetçiliği Tarihden gelmekte bunu sürdürmektedir.. unutumamalıdır ki Tanrı Dağından Bu Zaman Kadar sürmüş ve Dünyanın Bitişine kadar sürücektir...
 
atakızı niye böyle konular açıyorsun sürekli. biliyosun günümüz modası atatürk'e ve onun değerlerine hakaret etmek. siz sürekli böyle konular açarak sonra başınıza dert almayın...
paylaşım için teşekkürler. çok güzel bir yazı...

Başıma gelebilecek en büyük tehlikeyi şu an memleketimizin geldiği nokta ve buna sebep olan partizanlar olark gördüğüm için daha kötüsü ne olabilir diye düşündüğümde aklıma hiçbir şey gelmiyor...Her fikre saygı duymakla beraber düşüncelerim ve duruşum 35 senedir aynıdır ve ben ölene kadarda bu böyle olacaktır.Ne mutlu ki bana bu duruş imkanını sağlayan TEK model olarak gördüğüm Mustafa Kemal dünyada sadece ismen değil TÜM yaptıkları ile SOMUT miraslar bırakmış ve ne mutluki bana o mirasların sahibi olabilmişim .
 
Geri
Üst