Korktuk, Çok Sıkıntılar ve Çileler Çektik, Çok Ezildik ve Süründük..

eiffel

Forumun Kulesi
Katılım
10 Mar 2006
Mesajlar
5,705
Reaction score
0
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Her insan büyük bir alemdir.İnsan düşünceden ibare
Biz Müslümanlar Yakın Tarihte Çok Korktuk, Çok Sıkıntılar ve Çileler Çektik, Çok Ezildik ve Süründük

BEYAZ Türkler son aylarda samimî veya gayr-i samimî bir korkular ve endişeler deryasına battılar. Korkuyorlar, çok endişe ediyorlar... Türkiye İslâmlaşıyor... Laiklik elden gidiyor... Kadın ve kızlar başörtüsü takmaya yöneliyor... Din güçleniyor... Misyonerler tehdit ediliyor... Daha ne korkular, ne endişeler...

Bu korkuların bir kısmı samimî ve yürekten olabilir. Korkunun samimî olması, doğru ve isabetli olmasını gerektirmez. İnsan, gerçekten, samimî bir şekilde korkar, fakat bu korkusu yersiz ve kuruntu olabilir. Samimî korkanlar, sağlam gerekçelerle bu korkularını isbatla yükümlüdür. Niçin korkuyor? Korkmakta haklı mıdır?

Korkuyorum, o halde korkularım haklıdır ve doğrudur... Böyle bir muhakeme tarzı temelsizdir.

Bir de, samimî olmayarak, yalancıktan, rol yaparak, parayla tutulmuş ağlayıcı karılar gibi korkanlar vardır. Böyleleri ahlâksızdır, münafıktır.

Fazıl Say adında bir müzisyen Türkiye’nin İslâm’a kaymasından dolayı çok korktuğunu ve ülkeyi terk etmeyi düşündüğünü patetik ve gürültülü bir üslupla açıkladı ve hayli alkış ve protesto topladı.

Türkiye’nin İslâm’a kaymasını istemeyebilir, sevmeyebilir ama korkması bence yersizdir. Ona ilişen yok, kendisini rahatsız eden yok. Durup dururken niçin korkuyor?
Silik bir romancı olan Orhan Pamuk bir İsviçre gazetesine Türkiye aleyhinde beyanat verdi ve bir anda meşhur oldu. Bu şöhret ona büyük bir itibar ve servet kazandırdı. Adeta piyangonun büyük ikramiyesi vurdu kendisine. Acaba Fazıl Say, Orhan Pamuk’un izinden mi gidiyor?..

Fazıl Say’a vatandaşlar o kadar fazla protesto mesajı göndermişler ki, e-mail sitesini kapatmak zorunda kalmış. Yersiz, şişirme, hesaplı kitaplı korkuların faturası böyle olur. Bumerang gibi döner kendi başına vurur.

Bu ülkenin çoğunluğunu ve dominant unsurunu teşkil eden biz Müslümanlar uzun bir zamandan beri kendi öz vatanımızda korku içinde yaşıyoruz. Bir ara din hocalarımız, tarikat şeyhlerimiz, aydınlarımız, seçkinlerimiz İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla idam edildi. Nicesi zindanlarda çürüdü...

Üç beş Müslüman bir araya gelip dinî kitaplar okuyamadı, sohbet edemedi.
Tamamen dinî, imanî, vicdanî bir iş olan zikrullah yapmak ağır suç sayıldı. Yakalananlar kelepçelenip zincirlendi, hapse tıkıldı. Ağır ceza mahkemelerinde muhakeme edildi.
En ufak bir hakaret ve şiddet içermeyen fikir, görüş, tenkit ve yazılardan dolayı nice Müslüman gazeteci, yazar, aydına cani muamelesi yapıldı.

Ulemadan İskilipli Atıf efendinin, Şapka Kanunu’ndan önce yayınlamış olduğu “Şapka Meselesi ve Frenk Mukallitliği” adlı kitabından dolayı idam edildiğini unutmadık.
Bediüzzaman Said Nursî, 1925’ten 1960’taki vefatına kadar sürgünde yaşadı, sürüm sürüm süründürüldü.

Siyasetle hiç ilgisi olmayan Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvasî, Ankara’nın Bağlum köyünde sürgün iken öldü. Suçu neydi? Suçu muçu yoktu ama Beyazlar öyle istemişlerdi.
Doksan yaşındaki Şeyh Esad Erbilî Efendi, Erenköyü’ndeki evinden alındı, ve Menemen’e sürüklendi. Orada hastahanede şehid edildi.

Bu memlekette uzun yıllar boyunca din kitabı okumak, din kitabı bulundurmak, dini sohbet veya zikrullah yapmak suç olarak kabul edildi.

Nurcular, mahkemeler tarafından bin kere beraat ettirildi, bu kararlar kaziye-i muhkeme (kesin hüküm) haline geldi, lakin 1001’inci defa yine tutuklandılar.
Bendeniz o kadar çok fazla zulme uğramadım. İpten kazıktan kurtuldum, işte yine yazılarımı kaleme alıyorum. Kaç kere evim ve yazıhanem arandı, kitaplarım ve evrakım çuvallara doldurulup müsadere edildi (el konuldu). Düşünebiliyor musunuz, bir sabah kolluk kuvvetleri eve geliyorlar. Komşular pencerelerden bakıyor, onlar içeriye giriyor ve din kitaplarını, kağıtları toplayıp, çuvallayıp götürüyorlar. Sadece onları değil sizi de!
Balmumcu’daki eski av köşkü bir ara sıkıyönetim hapishanesi olarak kullanılıyordu. Bir gün beni yakaladılar, oraya attılar. Kıştı, hava çok soğuktu. Bando bölüğü odasına konulmuştum. Bir demir karyolada pis bir yatak ve battaniye vardı. Soğuktan donmamak için paltomla birlikte yattım. Sabah namazı vakti geldi, kapıya vurdum, süngülü bir nöbetçi açtı, abdest almaya öyle gittim.

Şiddet ve hakaret içermeyen yazılarım dolayısıyla Sağmalcılar cezaevine atılışım... Karantinada geçirdiğim hafakanlarla dolu üç gün... Sonra yukarıda 6’ncı koğuşa çıkışım... Bir ay sonra, sabah erkenden uyandırdılar, ceplerimi boşalttılar, bileklerimi sıkıca zincirlediler, zincire bir kilit taktılar. Anahtarını mühürlü bir zarfa koydular ve mahkum arabasına bindirdiler. Yirmi beş kişiydik, hepimizi tek bir sevk zincirine vurdular. Önde ve arkada eskort arabaları olduğu halde çılgın bir süratle yola çıktık. Susasan su yok, miden kazınsa bir lokma ekmek yok, hastalansan ilaç yok, sıkışsan ihtiyacını görme imkanı yok... Gerede cezaevine geldiğimizde zincirlerden bileklerime kan oturmuştu.

Evimiz basıldığı zaman aksaçlı çilekeş zavallı ihtiyar annem ne kadar üzülmüş, kolluk mensuplarına “Bizim ne suçumuz var!” diye bağırmıştı.

Elli senedir yazarlık yapıyorum ve bu müddetin büyük kısmını korkular, endişeler içinde geçirdim.

1960’lı yılların ilk yarısındaydı. Yılını tam hatırlamıyorum. Talat Aydemir darbe yapmaya kalktı, ortalık çok gergin. O gün merhum üstad Necip Fazıl ile birlikte evlerimize gitmemeye karar verdik. Cağaloğlu Yayınevinin sahibi dostumuz İhsan Babalı’nın (o da rahmetli oldu) Sultanahmet hapishanesi civarındaki Dalbastı sokağındaki evine gittik. Sabaha kadar endişe ve korku içinde sohbet ettik.

1961’de miydi, 62’de mi, haftalık yeni İstiklal gazetesinde ‘’Zulümlerin en Şenii ve Alçakçası Kanunların Gölgesinde Yapılandır”’ başlıklı bir başmakale yazmıştım. Polisler geldiler, beni yakalayıp Sultanahmet Adliyesine götürdüler, savcı tutuklanmamı istedi. Mahkeme bu isteği kabul etmedi, savcı bir üst mahkemede bu karara itiraz etti. Üst mahkeme vicahi değil, gıyabî karar veriyordu, beni tutukladılar, ellerimi bir hırsızla birlikte kelepçelediler ve yürüyerek yakındaki hapishaneye götürdüler. Hiç unutmam, parkta annesinin yanında oynayan küçük bir kız fal taşı gibi açılmış gözleriyle bana korkarak bakmıştı.

1968 yılında bir yazımdan dolayı almış olduğum hapis cezası Yargıtay tarafından tasdik edildi ve yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Altı seneye yakın bir zaman gurbette yaşadım, sıkıntılar, çileler çektim. Ben yurtdışında iken Şalcı Nihat Erim iktidarı iki günlük gazetemi süresiz kapatarak müesseselerimi iflas ettirdi.

İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Kürsüsü Başkanı Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, 1960’ların başlarında tutuklanmış, önce Harbiye binasının yer altındaki bir hücresine konulmuş, oradan Balmumcu cezaevine nakl edilmişti. Bir kaç arkadaş ziyarete gitmiştik. Koskoca bir Anayasa profesörü, nice hakim ve savcının hocası olmuş, yaşlı bir üstad âdi suçlular ile birlikteydi. Suçu neydi? Düşünmekti. Müslümanların temel insan hak ve hürriyetlerini savunmaktı. Kendisine bir kutu lokum götürmüştük. Kutuyu açmışlar, lokumlara iğne batırmışlardı. Ne arıyorlardı acaba?

İtildik, kakıldık, süründürüldük... Korkutulduk... Rahat ve huzur görmedik... Hakarete uğradık... Bize düşman muamelesi yapıldı... Tehdit ve tehlike olduk. Kimler için? Onlar için...

Şimdi kalkmışlar, bir elleri yağda, bir elleri balda olduğu halde “Korkuyoruz, çok endişe ediyoruz...” diye yaygara kopartıyorlar.

Acaba neden korkuyorlar? Rantları ellerinden gidecek diye mi?... Bu ülkedeki hegemonyaları, hakimiyet, emperyalizm ve saltanatları son bulacak diye mi?...
Öyleyse korkabilirler.

Başka bir şeyden korkmasınlar.

Çok sayın Fazıl Say, sanırım umduğunu bulamayacaktır, çünkü Nobel ödülleri listesinde Çalgıcılar için ödül yoktur...

Mehmet Şevket Eygi​
 
Orhan Pamuk Gülenin izinden gitmedi mi ? Onların arkasından Fazıl say onları takip etmedi mi ?

3 üni al 1 araya koy. Yep Yeni bir Amerikan Lezzeti ortaya çıkar.

3 in 1 American Coffee
 
Orhan Pamuk Gülenin izinden gitmedi mi ? Onların arkasından Fazıl say onları takip etmedi mi ?

3 üni al 1 araya koy. Yep Yeni bir Amerikan Lezzeti ortaya çıkar.

3 in 1 American Coffee

eğer orhan pamuk güleni izleseydi ya da f. say izleseydi şuanda ülkede çok sevilen insanlar arasında olabilirlerdi. ya sen şimdi neden Fethullah güleni katıyosunki işin içine Allah'ım anlamadım gitti yaa. 3ü1aradaymıs .Allah sizleri ıslah etsin..Baska bişey demiyorum.
 
Biz Müslümanlar Yakın Tarihte Çok Korktuk, Çok Sıkıntılar ve Çileler Çektik, Çok Ezildik ve Süründük




Şiddet ve hakaret içermeyen yazılarım dolayısıyla Sağmalcılar cezaevine atılışım... Karantinada geçirdiğim hafakanlarla dolu üç gün... Sonra yukarıda 6’ncı koğuşa çıkışım... Bir ay sonra, sabah erkenden uyandırdılar, ceplerimi boşalttılar, bileklerimi sıkıca zincirlediler, zincire bir kilit taktılar. Anahtarını mühürlü bir zarfa koydular ve mahkum arabasına bindirdiler. Yirmi beş kişiydik, hepimizi tek bir sevk zincirine vurdular. Önde ve arkada eskort arabaları olduğu halde çılgın bir süratle yola çıktık. Susasan su yok, miden kazınsa bir lokma ekmek yok, hastalansan ilaç yok, sıkışsan ihtiyacını görme imkanı yok... Gerede cezaevine geldiğimizde zincirlerden bileklerime kan oturmuştu.[/B]

Yukarıdaki olayın hangi yıl olduğu yazılmamış. Diğer 24 kişinin kim olduğu da yazılsa daha belirleyici olurdu.


1960’lı yılların ilk yarısındaydı. Yılını tam hatırlamıyorum. Talat Aydemir darbe yapmaya kalktı, ortalık çok gergin. O gün merhum üstad Necip Fazıl ile birlikte evlerimize gitmemeye karar verdik. Cağaloğlu Yayınevinin sahibi dostumuz İhsan Babalı’nın (o da rahmetli oldu) Sultanahmet hapishanesi civarındaki Dalbastı sokağındaki evine gittik. Sabaha kadar endişe ve korku içinde sohbet ettik.


Yanılmıyorsam 1960 ın ilk yarısında iktidar da Menderes hükümeti vardı. Necip Fazıl'ın da örtülü ödenekten hatırı saylır derecede nemalandığı düşünülürse bu olayı anlamakta insan güçlük çekiyor.

1961’de miydi, 62’de mi, haftalık yeni İstiklal gazetesinde ‘’Zulümlerin en Şenii ve Alçakçası Kanunların Gölgesinde Yapılandır”’ başlıklı bir başmakale yazmıştım. Polisler geldiler, beni yakalayıp Sultanahmet Adliyesine götürdüler, savcı tutuklanmamı istedi. Mahkeme bu isteği kabul etmedi, savcı bir üst mahkemede bu karara itiraz etti. Üst mahkeme vicahi değil, gıyabî karar veriyordu, beni tutukladılar, ellerimi bir hırsızla birlikte kelepçelediler ve yürüyerek yakındaki hapishaneye götürdüler. Hiç unutmam, parkta annesinin yanında oynayan küçük bir kız fal taşı gibi açılmış gözleriyle bana korkarak bakmıştı.

1968 yılında bir yazımdan dolayı almış olduğum hapis cezası Yargıtay tarafından tasdik edildi ve yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Altı seneye yakın bir zaman gurbette yaşadım, sıkıntılar, çileler çektim. Ben yurtdışında iken Şalcı Nihat Erim iktidarı iki günlük gazetemi süresiz kapatarak müesseselerimi iflas ettirdi.


Nedense hep (27 Mayıs)1960 sonrası yazılmış. Peki ülke bu tarihten önce güllük gülistanlık mıydı? Birazda 27 mayıs öncesindeki baskıları, tutuklanmaları yazsaydınız. Ya da insanın aklına kötü kötü şeyler geliyor, tüm yazarlar Menderes'e yalakalık mı yapıyorlardı diye.

İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Kürsüsü Başkanı Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, 1960’ların başlarında tutuklanmış, önce Harbiye binasının yer altındaki bir hücresine konulmuş, oradan Balmumcu cezaevine nakl edilmişti. Bir kaç arkadaş ziyarete gitmiştik. Koskoca bir Anayasa profesörü, nice hakim ve savcının hocası olmuş, yaşlı bir üstad âdi suçlular ile birlikteydi. Suçu neydi? Düşünmekti. Müslümanların temel insan hak ve hürriyetlerini savunmaktı. Kendisine bir kutu lokum götürmüştük. Kutuyu açmışlar, lokumlara iğne batırmışlardı. Ne arıyorlardı acaba?


Mehmet Şevket Eygi​


Pardon burada ''''''Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, 1960’ların başlarında tutuklanmış'''''''' cumlesini görünce anladım. O dönemde M.Ş.Eygi değil Anayasa Profesörleri tutuklanıyormuş. Hem de ne için.

ALINTI ............. 27 Mayıs 1960 İhtilâli'nden sonra, Milli Birlik Komitesi tarafından, 147 öğretim üyesi içerisinde üniversiteden uzaklaştırıldı. Daha sonra 147'lerin özel bir kanunla üniversiteye dönmelerine imkân sağlanmasına rağmen Başgil, konuyu bir haysiyet meselesi olarak kabul ettiğinden dönüş hakkını kullanmadı. 10 Nisan 1961'de emekliliğini istedi ve politikaya girdi.

Bu Prof demek ki ne İsaya yaranabilmiş ne de Musaya.
 
Yukarıdaki olayın hangi yıl olduğu yazılmamış. Diğer 24 kişinin kim olduğu da yazılsa daha belirleyici olurdu.




Yanılmıyorsam 1960 ın ilk yarısında iktidar da Menderes hükümeti vardı. Necip Fazıl'ın da örtülü ödenekten hatırı saylır derecede nemalandığı düşünülürse bu olayı anlamakta insan güçlük çekiyor.



Nedense hep (27 Mayıs)1960 sonrası yazılmış. Peki ülke bu tarihten önce güllük gülistanlık mıydı? Birazda 27 mayıs öncesindeki baskıları, tutuklanmaları yazsaydınız. Ya da insanın aklına kötü kötü şeyler geliyor, tüm yazarlar Menderes'e yalakalık mı yapıyorlardı diye.



Pardon burada ''''''Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, 1960’ların başlarında tutuklanmış'''''''' cumlesini görünce anladım. O dönemde M.Ş.Eygi değil Anayasa Profesörleri tutuklanıyormuş. Hem de ne için.

ALINTI ............. 27 Mayıs 1960 İhtilâli'nden sonra, Milli Birlik Komitesi tarafından, 147 öğretim üyesi içerisinde üniversiteden uzaklaştırıldı. Daha sonra 147'lerin özel bir kanunla üniversiteye dönmelerine imkân sağlanmasına rağmen Başgil, konuyu bir haysiyet meselesi olarak kabul ettiğinden dönüş hakkını kullanmadı. 10 Nisan 1961'de emekliliğini istedi ve politikaya girdi.

Bu Prof demek ki ne İsaya yaranabilmiş ne de Musaya.

ee sonuç nedir??beyaz türklerden yanamısınız şimdi????'!! yada yazılanların yalan olduğunumu düşünüyorsunuz???
 
ee sonuç nedir??beyaz türklerden yanamısınız şimdi????'!! yada yazılanların yalan olduğunumu düşünüyorsunuz???

Ben beyaz Türklerden yana değilim.

Ben Türkiye Cumhuriyetinden Yanayım.

Ben bütün dünyada adından saygıyla bahsedilen bir Türkiye Cumhuriyetinden Yanayım.

Ben bu ülke için çalışan, didinen insanlardan yanayım.

Ülkeyi bölenlerden yana değil, Tüm vatandaşları ayrımsız kucaklayanlardan yanayım.

Birlikten kuvvet doğar sözüne inanıp, gün birlik beraberlik günüdür diyenlerdenim.

Ben gerçeklerden yanayım.

Ben 12 eylülden önce olduğu gibi, düşmanlığı körükleyici değil barışı, kardeşliği ve bu ülkenin bizim olduğunu ve yabancı güçlerin oyununa gelmeyen ve bunun için herkesin vatan paydasından hareket etmesi gerektiğini düşünenlerdenim.
..................................................

Tüm dünyada her zaman her ülkede baskı ve şiddet olmuştur.
Baskı ve şiddet ortamı ise bazen iktidara sahip olanların sindirme tatiğidir.
Bazen de şiddet ortamından nemalanan iç veya dış güçler tarafından yine taktiksal olarak oluşturulmuştur. Pek çok insan da buna dolaylı veya bilgisizlik nedeniyle alet olmuştur.

Yazıda ise baskıdan söz edilmektedir. Doğrudur. Fakat tek taraflıdır, bu da insanların birbirine düşmesine sebep olur. Mesajda söz konusu edilen yıllarda baskı sadece bir kesime yapılmamıştır. İma edilen diğer kesimlere de yapılmıştır.

Bir yerde ''''''' iktidara gelen her partinin Amerikadan para istemek için Komünizmle mücadele ediyoruz görüntüsü vermek uğruna iktidara gelir gelmez adı sanı duyulmuş ne kadar sol görüşlü varsa suçlu -suçsuz ayrımı bile yapılmadan tutuklanıp, hapse atıldıklarını''''''' okumuştum. Bu da beni garip bir şekilde güldürmüştü. Bir de Mahmut Makal'ın yazdığı bir kitap için '''''Sen insanların kafasındaki mutlu köylü resmine uygun olmayan köylerdeki sefaleti, acıları üzüntüleri yazıyorsun''''''' diye hapse atıldığını biliyormusun.Gerekçe ne kadar komik değil mi? Biraz araştıran herkes bu bilgilere ulaşabilir.


Yazılanların yalan olduğunu düşünmüyorum.
Fakat eksik olduğunu düşünüyorum.
Bu eksiklik de bana biraz garip galiyor.
Siz eğer objektif olursanız, size de garip gelecektir.
 
Geri
Üst