mcoban
New member
- Katılım
- 30 May 2007
- Mesajlar
- 99
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Zor bir yıldı 2007. Aslında cumhurbaşkanlığı seçiminin büyük krizlere neden olacağı baştan belliydi.
Meclis, cumhurbaşkanını seçemeyince, zincirleme bir kazanın olacağı da aşikârdı. Nitekim öyle oldu.
Köşk seçiminden önce ipler iyice gerildi. Belli çevreler Tayyip Erdoğan'ın ismi üzerinde benzeri zor görülen bir kampanya yürüttü. Erdoğan'ın Köşk adayı olarak Abdullah Gül'ü göstermesi kısa süren bir şaşkınlık; hatta iyimserlik oluştursa da Tayyip Erdoğan'ı istemeyenler Abdullah Gül ismine de karşı çıktılar.
İşte tam bu noktadan sonra yaşananlar siyasi mücadele çerçevesini aştı ve yepyeni bir sınav haline dönüştü; demokrasi sınavı, tahammül sınavı, olgunluk sınavı... Devletin kurumları ağır bir imtihandan geçti 2007'de. Siyaset de sırat köprüsünün üzerinde geçer gibiydi. Yargı, adalet ile atalet arasında bir tercih yapıyormuş gibi görünse de (ya da öyle takdim edilse de) hakkaniyet terazisinde kendine değer biçti. Ve medya. Her kritik dönemde olduğu gibi ne kadar özgürlükçü olduğunu, demokrasiye ne kadar inandığını, zor şartlar altında haksızlığa ne kadar direndiğini ortaya koymak zorunda kaldı. Dimdik duranlar da oldu; her rüzgâr karşısında yerlere kadar eğilen de. Her şey bir yana; ilk defa halk bu kadar derin ve yoğun bir demokrasi sınavından geçti. Ve bir millet onca yönlendirmeye ve baskıya boyun eğmeyerek iradesini kimseye devretmedi...
Herkesin imtihan olduğu bir yıl
CHP, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu Anayasa Mahkemesi'ne götürerek toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiğini savundu. Komik bir iddiaydı bu. O yüzden CHP lideri Baykal bile baştan inandırıcı bulmamıştı bunu. Ne var ki zaman içinde 367 şartının destekçisi arttı ve mesele, Türk demokrasi tarihinin en derin krizlerinden birine vesile oldu. Değmezdi; zira zorlama bir yorumdu bu. Kitabına uydurulsa bile kamu vicdanına mal olmayacağı; hatta insanları rencide edeceği belliydi. Bunu herkes anladı; muhalefet yapma iddiasında bulunanlar anlayamadı. "Ayıp oluyor; daha önce dört cumhurbaşkanının seçilmesinde aranmayan bir şart sırf AK Partili olduğu için bir adayda aranmaz." denildiğinde muhalefet bunu "AK Parti'ye destek" gibi algıladı. Oysa konu, partilerden ziyade prensipler meselesiydi. Merkez sağdaki ANAP ve DYP de bunu algılayamadı; yanlış bir ittifak içine girdi.
Bu yetmezmiş gibi 27 Nisan gecesi Genelkurmay web sitesinde muhtıra yayınladı; üstelik Anayasa Mahkemesi'nin tarihî kararına dört gün kala. Halk şaşkına döndü. Çünkü muhtıradan dört gün sonra Anayasa Mahkemesi'nin cumhurbaşkanlığı seçim sürecini durduracağı, ülkenin genel seçime sürükleneceği kesin gibiydi. Gereksiz muhtıranın metninde yer alan bazı ifadeler incitici, bazı bilgiler de yanlıştı. Halkın, telafisi çok zor bir burukluk yaşayacağı belliydi... Nedendir bilinmez medyanın bir bölümü muhtırayı çözümmüş gibi gördü; hatta mevcut bir kurtarıcı hamle gibi karşıladı: Çok yanlıştı bu tutum. Neyse ki bazı "duayen gazeteciler" antidemokratik metotlara boyun eğmedi; genel duruştaki hatayı önemli bir oranda izale etmeye gayret etti.
Sonuçta Türkiye erken genel seçime gitti. AK Parti büyük bir zaferle çıktı seçimden. Bu partinin dışındaki herkes şoke oldu. Aslında şaşıracak bir şey yoktu. Sistemin imkânlarıyla dövülen, itilen, kakılan her partinin elde edeceği başarı ortaya çıkmıştı. Halk, dayatmalara, kural tanımazlığa, çifte standarda isyan etmişti adeta. Siyaset aktörlerinin bir kısmı bindiği dalı kendi elleriyle kesti. Merkez sağdaki partiler, geleneklerinin ve genetiklerinin aksine, yasakçı cephede mevzilendi. Meclis dışındaki çözüm arayışları yüzünden halktan kopan partiler oldu.
Cumhuriyet Mitinglerine aşırı mânâ yükleyenler de hata etti. Belli endişelerin olduğu söylenebilirdi; ancak o mitinglerdeki manzara Türkiye'deki sosyal duyarlılığın bizzat kendisi değildi. Medyanın önemli bir bölümü meydanların nabzı ile halkın yüreğindeki ritim farkını yakalayamadı. Sosyal değişimi doğru okuyamadı; okuyamadıkça hırçınlaştı. Bu açıdan bakıldığında medyanın kayıp yılı sayılabilir 2007.
Buraya kaydederken bile hicap ediyorum şu pespaye benzetmeleri: "Göbeğini kaşıyan adam", "bidon kafalar"... Pervasız ve saygısız laf yığını üzerine söylenecek çok söz var aslında; ama değmez. Halkını aşağılayan, kendini aşağılamış olur; o kadar. Cumhuriyet Mitingleriyle iyice belirgin hale gelen incitici söylemlere vatandaşın büyük çoğunluğu olgunlukla karşılık verdi ve görüldü ki meydanları lerzeye getiren havanın seçimdeki ağırlığı yüzde yirmiyi bile bulmuyor...
Medyanın en çetin imtihanlarından biri çeteler konusuydu. Vaktiyle Susurluk Çetesi ortaya çıkmış; Türk medyası önemli bir özgürlük destanı yazmaya gayret göstermişti. Son yıllarda art arda çeteler çıkarıldı ortaya. Yalnız bu sefer medya inanılmaz bir sessizliğe gömülüverdi. Sauna Çetesi, Bursa Çetesi, Şemdinli Çetesi, Eryaman Çetesi, Ümraniye Çetesi... Medyanın 2007'deki en ağır imtihanı buydu. Ve maalesef bu imtihanı kaybedenler oldu. Gece yarısı bildirisi karşısında suspus olanlar çeteler karşısında da masanın altına girmeyi, masaya yumruk vurmaya tercih etti. Seçimler öncesinde "zafer sarhoşluğu" konuşuluyordu; galip gelenlerin şımarıklığından endişe duyuluyordu. Ancak görüldü ki mağlupların hırçınlığı da çok önemli bir meseleymiş. Nitekim kaybetmenin getirdiği öfkeyle de karşı karşıya kaldı Türkiye. Mahalle baskısı diye bir kavramın arkasına sığınıldı bir dönem. Oysa en bariz baskı, medya baskısıydı. Sağdan soldan bazı uç örnekler bulmak için gayret sarf edildi. Aşırı gayretin kaçınılmaz sonucunda bazen hilaf-ı vaki beyanlara başvuruldu; bazen de bir kısım olaylar inanılmaz boyutlara taşındı ve abartının her türüne rastlandı. Kimi zaman namaz hedef haline geldi; "toplu namaz" kılanlar arandı köşe bucak. Uç örneklerden uç yorumlara uzanmak, memleketi kamplara ayırmak gibi bir şeydi; lakin çoğu kez hassas davranılamadı, insanlar rencide edildi.
Her şeye rağmen ...
Bu arada medyanın bizzat kendisi de büyük bir değişimin eşiğine geldi dayandı. Sabah-ATV Grubu satışa çıkarıldı; Çalık Grubu ihaleyi kazandı. Ciner Grubu'nun televizyon kanalları aldığı ve gazete kuracakları biliniyordu. Çukurova Grubu'nun bazı gazete ve televizyonlarına ortak aradığı açıklandı. Yabancı sermayenin medya üzerine yatırım yapması da sık sık dile getiriliyor. Bu gelişmeleri izlerken bazen yanlış bir dil, hatalı bir üslup kullanılıyor. Bazı gazetelere "iktidar yanlısı" deyip geçiveriyor bazı meslektaşlarımız. Ya okumuyorlar ya da okuduklarını anlamıyorlar; birbirinden farklı yayın tarzlarının hepsini bir sepete yerleştirip, bir de isim takarak, onlar hakkında olumsuz bir hava oluşturmak istiyorlar. En gülünç söylem de şu: "İktidar, kendi medyasını oluşturmak istiyor." Gülünç diyorum; çünkü bu cümleyi kuranların muhalefetten anlamayan tavrı partileri iktidara taşıyor. Her şeye karşı çıkan, her şeye karşı çıkarken de bir partiyi değil, halkın büyük bir çoğunluğunu karşısına alan anlayışa muhalefet adı verilemez! Kaldı ki keskin fanatik yaklaşımlara da artık kimse değer vermiyor. Bu açıdan bakıldığında biri kalksa dese ki: "İktidarın yandaş medya oluşturmasına ne gerek var; iktidara ulaşmak için sizin gibi muhalefet yapmayı bilmeyen muhalifler olduğu sürece 'yandaş medya'ya ihtiyaç duyulmaz!" İncitici, ama doğru. İnsanlar artık icraat eleştirisi istiyor; kimlik eleştirisi değil. Normalde alkışlanacak bir icraatı falan yapınca yerden yere vuruyor; filan aynı şeyi yaptığında destekliyorsanız; inandırıcılığınızı kaybediyorsunuz. Hele bir de siyasi muhalefet yapacağım derken halkın kutsal bildiği değerlere saldırıyorsanız; hem bir yandan size duyulan güveni zedeliyorsunuz; hem de bunalttığınız kitleleri muhalefet yaptığınızı zannettiğiniz siyasi eğilime doğru itiyorsunuz...
2007'nin hataları bol; ancak olumlu yanı da çok. Her şeye rağmen Türkiye büyük badireler aştı, kendi ayakları üzerinde durmaya gayret etti. Onca karmaşaya rağmen bu ülkenin demokrasisi güçlenerek çıktı en çetin sınavlardan. Yeni bir cumhurbaşkanımız var. Meclis'e yeni partiler girdi. Artık temsil gücü daha yüksek bir Meclis ile karşı karşıyayız. Medyada da çeşitlilik arttı; yeni gruplar girdi piyasaya; belki sene içinde başka yayın grupları da müdahil olacak bu sektöre. Kültürel çeşitlilik, kimlik zenginliğine dönüştükçe hem okur profili genişleyecek hem de o geniş kitlelere ayrı üsluplarla yaklaşan yayınların sayısı ve kalitesi artacak ve umarım 2007'de yaşanan sıkıntılar 2008'de tekrar gündeme gelmeyecek...
Meclis, cumhurbaşkanını seçemeyince, zincirleme bir kazanın olacağı da aşikârdı. Nitekim öyle oldu.
Köşk seçiminden önce ipler iyice gerildi. Belli çevreler Tayyip Erdoğan'ın ismi üzerinde benzeri zor görülen bir kampanya yürüttü. Erdoğan'ın Köşk adayı olarak Abdullah Gül'ü göstermesi kısa süren bir şaşkınlık; hatta iyimserlik oluştursa da Tayyip Erdoğan'ı istemeyenler Abdullah Gül ismine de karşı çıktılar.
İşte tam bu noktadan sonra yaşananlar siyasi mücadele çerçevesini aştı ve yepyeni bir sınav haline dönüştü; demokrasi sınavı, tahammül sınavı, olgunluk sınavı... Devletin kurumları ağır bir imtihandan geçti 2007'de. Siyaset de sırat köprüsünün üzerinde geçer gibiydi. Yargı, adalet ile atalet arasında bir tercih yapıyormuş gibi görünse de (ya da öyle takdim edilse de) hakkaniyet terazisinde kendine değer biçti. Ve medya. Her kritik dönemde olduğu gibi ne kadar özgürlükçü olduğunu, demokrasiye ne kadar inandığını, zor şartlar altında haksızlığa ne kadar direndiğini ortaya koymak zorunda kaldı. Dimdik duranlar da oldu; her rüzgâr karşısında yerlere kadar eğilen de. Her şey bir yana; ilk defa halk bu kadar derin ve yoğun bir demokrasi sınavından geçti. Ve bir millet onca yönlendirmeye ve baskıya boyun eğmeyerek iradesini kimseye devretmedi...
Herkesin imtihan olduğu bir yıl
CHP, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu Anayasa Mahkemesi'ne götürerek toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiğini savundu. Komik bir iddiaydı bu. O yüzden CHP lideri Baykal bile baştan inandırıcı bulmamıştı bunu. Ne var ki zaman içinde 367 şartının destekçisi arttı ve mesele, Türk demokrasi tarihinin en derin krizlerinden birine vesile oldu. Değmezdi; zira zorlama bir yorumdu bu. Kitabına uydurulsa bile kamu vicdanına mal olmayacağı; hatta insanları rencide edeceği belliydi. Bunu herkes anladı; muhalefet yapma iddiasında bulunanlar anlayamadı. "Ayıp oluyor; daha önce dört cumhurbaşkanının seçilmesinde aranmayan bir şart sırf AK Partili olduğu için bir adayda aranmaz." denildiğinde muhalefet bunu "AK Parti'ye destek" gibi algıladı. Oysa konu, partilerden ziyade prensipler meselesiydi. Merkez sağdaki ANAP ve DYP de bunu algılayamadı; yanlış bir ittifak içine girdi.
Bu yetmezmiş gibi 27 Nisan gecesi Genelkurmay web sitesinde muhtıra yayınladı; üstelik Anayasa Mahkemesi'nin tarihî kararına dört gün kala. Halk şaşkına döndü. Çünkü muhtıradan dört gün sonra Anayasa Mahkemesi'nin cumhurbaşkanlığı seçim sürecini durduracağı, ülkenin genel seçime sürükleneceği kesin gibiydi. Gereksiz muhtıranın metninde yer alan bazı ifadeler incitici, bazı bilgiler de yanlıştı. Halkın, telafisi çok zor bir burukluk yaşayacağı belliydi... Nedendir bilinmez medyanın bir bölümü muhtırayı çözümmüş gibi gördü; hatta mevcut bir kurtarıcı hamle gibi karşıladı: Çok yanlıştı bu tutum. Neyse ki bazı "duayen gazeteciler" antidemokratik metotlara boyun eğmedi; genel duruştaki hatayı önemli bir oranda izale etmeye gayret etti.
Sonuçta Türkiye erken genel seçime gitti. AK Parti büyük bir zaferle çıktı seçimden. Bu partinin dışındaki herkes şoke oldu. Aslında şaşıracak bir şey yoktu. Sistemin imkânlarıyla dövülen, itilen, kakılan her partinin elde edeceği başarı ortaya çıkmıştı. Halk, dayatmalara, kural tanımazlığa, çifte standarda isyan etmişti adeta. Siyaset aktörlerinin bir kısmı bindiği dalı kendi elleriyle kesti. Merkez sağdaki partiler, geleneklerinin ve genetiklerinin aksine, yasakçı cephede mevzilendi. Meclis dışındaki çözüm arayışları yüzünden halktan kopan partiler oldu.
Cumhuriyet Mitinglerine aşırı mânâ yükleyenler de hata etti. Belli endişelerin olduğu söylenebilirdi; ancak o mitinglerdeki manzara Türkiye'deki sosyal duyarlılığın bizzat kendisi değildi. Medyanın önemli bir bölümü meydanların nabzı ile halkın yüreğindeki ritim farkını yakalayamadı. Sosyal değişimi doğru okuyamadı; okuyamadıkça hırçınlaştı. Bu açıdan bakıldığında medyanın kayıp yılı sayılabilir 2007.
Buraya kaydederken bile hicap ediyorum şu pespaye benzetmeleri: "Göbeğini kaşıyan adam", "bidon kafalar"... Pervasız ve saygısız laf yığını üzerine söylenecek çok söz var aslında; ama değmez. Halkını aşağılayan, kendini aşağılamış olur; o kadar. Cumhuriyet Mitingleriyle iyice belirgin hale gelen incitici söylemlere vatandaşın büyük çoğunluğu olgunlukla karşılık verdi ve görüldü ki meydanları lerzeye getiren havanın seçimdeki ağırlığı yüzde yirmiyi bile bulmuyor...
Medyanın en çetin imtihanlarından biri çeteler konusuydu. Vaktiyle Susurluk Çetesi ortaya çıkmış; Türk medyası önemli bir özgürlük destanı yazmaya gayret göstermişti. Son yıllarda art arda çeteler çıkarıldı ortaya. Yalnız bu sefer medya inanılmaz bir sessizliğe gömülüverdi. Sauna Çetesi, Bursa Çetesi, Şemdinli Çetesi, Eryaman Çetesi, Ümraniye Çetesi... Medyanın 2007'deki en ağır imtihanı buydu. Ve maalesef bu imtihanı kaybedenler oldu. Gece yarısı bildirisi karşısında suspus olanlar çeteler karşısında da masanın altına girmeyi, masaya yumruk vurmaya tercih etti. Seçimler öncesinde "zafer sarhoşluğu" konuşuluyordu; galip gelenlerin şımarıklığından endişe duyuluyordu. Ancak görüldü ki mağlupların hırçınlığı da çok önemli bir meseleymiş. Nitekim kaybetmenin getirdiği öfkeyle de karşı karşıya kaldı Türkiye. Mahalle baskısı diye bir kavramın arkasına sığınıldı bir dönem. Oysa en bariz baskı, medya baskısıydı. Sağdan soldan bazı uç örnekler bulmak için gayret sarf edildi. Aşırı gayretin kaçınılmaz sonucunda bazen hilaf-ı vaki beyanlara başvuruldu; bazen de bir kısım olaylar inanılmaz boyutlara taşındı ve abartının her türüne rastlandı. Kimi zaman namaz hedef haline geldi; "toplu namaz" kılanlar arandı köşe bucak. Uç örneklerden uç yorumlara uzanmak, memleketi kamplara ayırmak gibi bir şeydi; lakin çoğu kez hassas davranılamadı, insanlar rencide edildi.
Her şeye rağmen ...
Bu arada medyanın bizzat kendisi de büyük bir değişimin eşiğine geldi dayandı. Sabah-ATV Grubu satışa çıkarıldı; Çalık Grubu ihaleyi kazandı. Ciner Grubu'nun televizyon kanalları aldığı ve gazete kuracakları biliniyordu. Çukurova Grubu'nun bazı gazete ve televizyonlarına ortak aradığı açıklandı. Yabancı sermayenin medya üzerine yatırım yapması da sık sık dile getiriliyor. Bu gelişmeleri izlerken bazen yanlış bir dil, hatalı bir üslup kullanılıyor. Bazı gazetelere "iktidar yanlısı" deyip geçiveriyor bazı meslektaşlarımız. Ya okumuyorlar ya da okuduklarını anlamıyorlar; birbirinden farklı yayın tarzlarının hepsini bir sepete yerleştirip, bir de isim takarak, onlar hakkında olumsuz bir hava oluşturmak istiyorlar. En gülünç söylem de şu: "İktidar, kendi medyasını oluşturmak istiyor." Gülünç diyorum; çünkü bu cümleyi kuranların muhalefetten anlamayan tavrı partileri iktidara taşıyor. Her şeye karşı çıkan, her şeye karşı çıkarken de bir partiyi değil, halkın büyük bir çoğunluğunu karşısına alan anlayışa muhalefet adı verilemez! Kaldı ki keskin fanatik yaklaşımlara da artık kimse değer vermiyor. Bu açıdan bakıldığında biri kalksa dese ki: "İktidarın yandaş medya oluşturmasına ne gerek var; iktidara ulaşmak için sizin gibi muhalefet yapmayı bilmeyen muhalifler olduğu sürece 'yandaş medya'ya ihtiyaç duyulmaz!" İncitici, ama doğru. İnsanlar artık icraat eleştirisi istiyor; kimlik eleştirisi değil. Normalde alkışlanacak bir icraatı falan yapınca yerden yere vuruyor; filan aynı şeyi yaptığında destekliyorsanız; inandırıcılığınızı kaybediyorsunuz. Hele bir de siyasi muhalefet yapacağım derken halkın kutsal bildiği değerlere saldırıyorsanız; hem bir yandan size duyulan güveni zedeliyorsunuz; hem de bunalttığınız kitleleri muhalefet yaptığınızı zannettiğiniz siyasi eğilime doğru itiyorsunuz...
2007'nin hataları bol; ancak olumlu yanı da çok. Her şeye rağmen Türkiye büyük badireler aştı, kendi ayakları üzerinde durmaya gayret etti. Onca karmaşaya rağmen bu ülkenin demokrasisi güçlenerek çıktı en çetin sınavlardan. Yeni bir cumhurbaşkanımız var. Meclis'e yeni partiler girdi. Artık temsil gücü daha yüksek bir Meclis ile karşı karşıyayız. Medyada da çeşitlilik arttı; yeni gruplar girdi piyasaya; belki sene içinde başka yayın grupları da müdahil olacak bu sektöre. Kültürel çeşitlilik, kimlik zenginliğine dönüştükçe hem okur profili genişleyecek hem de o geniş kitlelere ayrı üsluplarla yaklaşan yayınların sayısı ve kalitesi artacak ve umarım 2007'de yaşanan sıkıntılar 2008'de tekrar gündeme gelmeyecek...