Aydın Doğan'ın sahip olduğu CNN Türk haber kanalının yayın politikası, Türkiye'nin ulusal bütünlüğünü ciddi olarak tehdit eder hale gelmiştir.
Başbakan Erdoğan'ın Başkan Bush ile görüştüğü saatlerde, Şirin Payzın adlı sunucunun hazırladığı program bardağı taşırmıştır ve bana göre kanalı işgalci ve bölücü PKK'nın hamisi olan ABD yanlıları ele geçirmiş durumdadır.
Türkiye'nin altına dinamit koyan ve AB fonlarıyla hazırladığı çalışmalarla bölücülere büyük cesaret veren, gaflet içindeki Tarih Vakfı'nın yönetim kurulu üyesi Ferhat Boratav'ın astronomik maaşlarla genel yayın yönetmeni olduğu CNN Türk, yine yaptı yapacağını.
Önceki gece bilirkişi olarak ABD'nin Türkiye'deki en hızlı savunucusu Yasemin Çongar, Sedat Laçiner, Hasan Cemal ve AKP'yi öve öve yere göğe sığdıramayan Cengiz Çandar'ı konuk etti.
Bütün gece konuştular.
Programda bir Barzani'nin kendisi eksikti.
Sedat Laçiner, milletin gözünün içine baka baka attı tuttu. Mahabat Kürt Cumhuriyeti'ni Molla Mustafa Barzani'nin kurduğuna ve Barzani ailesinin önemine dikkat çekti ve Türkiye'nin Barzani'yi küçümsememesi gerektiğini anlattı.
Laçiner, bu Kürt cumhuriyetini 1946 yılında SSCB'nin kurduğun, kurucu başkanının da Muhammed Gazi olduğundan belli ki bihaber.
Yahudi Molla Mustafa Barzani de o dönemde cumhuriyetin başkanı değil, genelkurmay başkanıydı.
Sedat Laçiner adlı sözde bilirkişi, kısa bir süre önce de Cudi dağındaki PKK'lılarla mücadelede TSK'nın başarısız olduğunu, aslında bu dağlara SAT timlerinin getirilmesi gerektiğini iddia etmişti.
Yanlış anlamadınız yani Sualtı Taaruz Timleri'nin Cudi dağında savaştırılması gerektiğini uzman(!) olarak söylemişti.
Ortadoğu'yu Türkiye'de en iyi bilen gazetecilerin başında gelen ne Cengiz Çandar ne de Hasan Cemal bu saçmalıklar karşısında hiç sesini çıkarmadılar.
Ayıp be kardeşim, her gün milletin tanımadığı, ama cumhuriyet düşmanı cemaatlerin sempatiyle baktığı kişiler, CNN Türk gibi kanallarda halka bilirkişi olarak sunuluyor ve saatlerce konuşturuluyor.
Bırakın Irak'ı, acaba hayatında hiç Güneydoğu'yu ya da Cudi'yi görmüş mü bunlar?
Adam kamera şakası gibi.
Her söylediği yüzeysel ve saçma. Belli ki birkaç gazeteden bir şeyler ezberleyip gelmiş.
Saatler süren bu programda sadece beşer dakika MHP'li Gündüz Aktan ve CHP'li Şükrü Elekdağ'ın görüşleri alındı.
Yasemin Çongar, ABD aleyhinde konuşan eski Büyükelçi Aktan'ı sıkıştırmak isterken, kurt büyükelçi derin diplomasi bilgisiyle olayı somut göstergelere dayandırarak yorumladı ve Barzani savunucusu Çongar'ı ders vererek susturdu.
Stüdyoda saatlerce atıp tutanların hiç biri gık diyemedi.
Değerli okurlar, programdakilere
"Madem bu kadar çok biliyorsunuz, neden sizin gibi düşünmeyenler ve somut delillerle konuşanlar karşısında tezlerinizi savunmuyorsunuz?"
diye sormak lazım.
Dikkat ederseniz, bu kişilerin tamamı kendi kendilerini ağırlarlar.
Özellikle Türkiye'nin tirajı 15 bine düşmüş, en az satan, başarısız gazeteleri olan Radikal, Star ve Referans'ın kimsenin okumadığı, görüşlerine değer vermediği yazarları, sadece işbirlikçi olduğu için, bir uzman havasında o programlara çıkartıyorlar, onlar da ahkâm kesiyorlar.
Bu programlara hiçbir zaman işi bilenleri çıkartmazlar. Çıksa da tek tüktür.
Bilgili ve elinde somut veri olan biri olduğu zaman ya susarlar ya da sözlerinin arkasında durmayıp, laf kalabalığı yaparlar.
Bu programa çıkanların diğer bir ortak özelliği de kendileri gibi düşünmeyenlerle aynı programa çıkmamalarıdır.
Bir gazeteci olarak diyorum ki; CNN Türk "Ne mutlu Türk'üm" diyemeyenlerin kalesi ve propaganda merkezi haline gelmiştir.
Kanalla yakından ilgili olan patron Mehmet Ali Yalçındağ ve eşi, her sene milyonlarca dolar zarar etme pahasına bu işgali neden kabulleniyor anlamış değilim.
Vardır elbet bilmediğimiz bir nedeni...
Kilise-PKK İlişkileri / Terörün Kutsal Sürümü
Prof. Dr. Nadim Macit - Cumhuriyet Strateji
"Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır: Çözümde Kürt halkının ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok."
Kardinal Renato Raffaele Martino
Dış dünyayı yönlendirmenin temel unsuru eylemdir. Eylem ise niteliğine göre tanımlanır.
Terörün bir yüzü şiddete açıktır: Yıkma, saldırma ve öldürme. Diğer yüzü ise örtülü taktiklerle iç içedir: Güven ortamını tahrip etme, korku üretme ve sindirme.
Hangi açıdan ele alınırsa alınsın terör; kuralsız eylemdir. Toplumu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi hedefleyen terör, dil dünyasından saldırıya, saldırıdan tahribe ve öldürmeye kadar uzanan eylem alanını kapsar. Terörün eylem haritasını belirleyen yöntem ve araçlar ise çağın etkinlik ufkuna göre değişir.
POST-MODERNLİĞİN TERÖR YÜZÜ
Post-modern tarihin etkinlik alanında inşa edilen terör; dini-etnik ayrışmalar üzerinden sürdürülür.
Çünkü post-modern kültür, ayrışmaya ve çatışmaya açık olup her eylemin kendi dil dünyası içinde anlamlı olduğu savına dayanır. Tarihin ve bilginin temeli yoksa her şeyi durumuna, bağlamına ve bakış açısına göre değerlendirmek haklılık kazanır.
Hiçbir sınır koymadan sınırları yok etme eğilimiyle kesişen bu durum sadece mevcut olayları ve buna karşı söylenenin ne olduğunu esas alınca iftira, döneklik, çarpıtma, tahrip etme ve saldırma gibi bütün ahlaki marazlar kendi özel bakışında meşruluk kazanır.
Bilgi denilen şey seninle benim üzerinde anlaştığım şey ise bunu belirleyen anlam göstergesi o şeyin bağlamıdır.
"Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok"
sözü böyle bir bağlamın ürünüdür.
Eğer bu söz esas alınırsa başta ABD ve birçok Avrupa ülkesinin parçalanması anılan bağlamın gereği olur.
Aynı duruma tekabül eden alanlara tatbik edilmeyen bir söz, farklı amaca yöneliktir.
Eğer anılan amaçlardan kopuk ve doğrudan dini hissiyatla ilgili ise terör örgütünün ülkemizde akıttığı kan karşısında kiliseler niçin sessizdir?
Sorunun açık cevabını bir tarafa bıraksak bile, çelişen önermelerle post-modern dünyanın trajedisini aşma çabası her şeyi ölüme terk etmekle eş değerdir.
Öyleyse böyle bir açıklama, birbirini bütünleyen ve birbirine ters düşen ifade biçimlerine imkân tanıyan bir söylem olup, gerçek denilen şeyin karşıtını da içerir.
Kaldı ki imparatorluk politikalarının ötekileştirme ve tasfiye etme mantığı bütün insanlık için tehdittir. Bu tehdit karşısında kiliseler nerede durmaktadırlar? Bu sorunun cevabı durumu vahimleştirmekte; kutsal ve politik değerler üzerinden verilen bütün mesajları anlamsız kılmaktadır.
PKK İLE PASLAŞMAK
Ülkemizde etnik ayrışma faaliyeti ve buna bağlı olarak üretilen terör meselesinin bir boyutu da, terörün kutsal sürümüdür.
Her ne kadar kiliseler ve temsilcileri paslaşmayı "Kürt Sorunu" adı altında diplomatik dille sürdürseler de, "soruna" yükledikleri sorunlu anlam, PKK ile örtüşen içeriğe sahiptir.
Nitekim II. Jean Paul bir taraftan doğrudan "Kürt Halkı" ifadesi altında diplomatik dille gönderme yapıyor, diğer taraftan PKK terör örgütünün başı ile paslaşıyor.
Papa II. Jean Paul Ocak 1998'de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyor:
"İçinde bulunduğumuz günlerde herkesin dikkatini çeken Kürt halkının trajedisini sessizlik içinde geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere yönelik acil merhamet arzusu; onların güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza neden olmamalıdır."(2)
Arayıştan bahseden Papa, her nedense bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan, çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan emperyalist batılı devletlerden hiç bahsetmiyor.
Bugün, Kürt halkı bir sorun yaşıyorsa, bu sorun yine batılı emperyalist devletlerin bu coğrafyayı yeniden inşa etmek için uyguladıkları stratejinin sonucudur.
PKK terör örgütünün eylem haritasını belirleyen çizgilerin tümü ABD'yi gösteriyor.
Kaldı ki bu oyun yeni değildir.
Batılı devletler, Osmanlı İmparatorluğu'nu dini-etnik ayrımcılık üzerinden tahrip etmişlerdir.
Bu gerçeği anlatan Fransız Sefiri Engelhardt şöyle der:
"Şark meselesinin, diğer tabirle Avrupa Devletleri'nin bakış açısından Osmanlı Devleti'nin çöküşü, siyaset alanında din, mezhep kisvesi altında gerçekleştirilmiştir. Yabancı devletler, her biri farklı mezheplere tabi olanları himayesi altına alarak siyasi ve sosyal hayatlarına aşırı şekilde müdahale etmişlerdir"(3)
Nitekim Osmanlı topraklarında bulunan çeşitli Protestan cemiyetlerinin İslam aleyhinde sataşmalarda bulunmaları ile ortaya çıkan gerilimi anlatan bütün metinler bunu doğrulamaktadır.(3)
Bu metinler, inanç özgürlüğü altında egemen gücün Osmanlı hükümetini nasıl baskı altına aldığını anlatır.
Devlet çöküş sürecine girince misyoner teşkilatların nasıl milis kuvvetlerine dönüştüklerini tarih bize acı, ancak gerçek dille sunar.
Buradan baktığımızda Papa II. Jean Paul'un ne demek istediğini çok iyi anlıyoruz.
II. Jean Paul, PKK terör örgütüyle paslaşmıştır.
Terörist başı A. Öcalan, Papa II. Jean Paul'e bir mektup yazar.
Bu mektupta yer alan ifadeler şöyledir:
"Suriye'de bulunduğum sırada Suriye Ortodoks Kilisesi'nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile birçok kez görüştüm. Türkiye'deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanileri ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim."(4)
Bu mektuptan sonraki gelişmeleri A. Altındal şöyle açıklar:
"Bu mektuptan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti. Rusya'da ise Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli savunucularından olan bir milletvekili Apo'yu Rusya'ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
Tarikatın adı, "İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı" idi.
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.
İşte bu tarikatın başı Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu. El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu:
Türkiye'de boyunduruk altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."(5)
Daha ilginci terörist başının mektuptaki sözleriyle ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüşmesidir.
Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:
"Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır. Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırım faaliyeti yaptılar. Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar. Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir. Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir."(6)
İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.
Belli bir süre misyonerlerin içinde kalan, ancak meselenin din değil, ülkeyi bölmeye yönelik bir faaliyet olduğunu gören ve ayrılan İ. Çınar şu bilgileri aktarmaktadır:
" Ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren ve merkezi ABD'de bulunan CAMA ismindeki misyoner örgütün temsilcisi, ABD vatandaşı Thomas Tofilon aldığı direktifler doğrultusunda sürekli olarak benden Kürtler arasında müjdeleme yapmamı istiyordu. Daha sonra izinsiz kazı yapmak nedeniyle başı derde girince, onun yerine gelen Jim McDonald aynı şeyi telkin ediyor ve üst düzeyde baskı yapıyordu. Genellikle Diyarbakır'da toplanıyor, devlet tarafından gelecek engellemelere karşı strateji geliştiriyorduk. Bu süreçte karşılaşabileceğimiz sorunları aşmak için Adana ABD Başkonsolosu devreye girmişti. Herhangi bir sorun yaşadığımızda bunlar hemen durumu Ankara'ya ileterek bize yardımcı oluyorlardı. Misyonerlik faaliyeti dini-etnik ayrımcılık üzerinden sürdürülüyor, benim bu konuda kayıtsız kalmama tepki gösteriyorlardı." (7)
Görülen o ki, ülkemizde dini- etnik sorun yok, bunların üzerinden çatışma hatları üretme ve bölme amaçlı faaliyet yapan "dış güçler sorunu" var.
Dünya Kiliseler Birliği'nin ve İngiliz Misyoner Cemiyeti'nin desteği ile ülkemizde misyonerlik faaliyeti yapan insanlar, bakın, din özgürlüğü adı altında neler yapıyorlar:
"Bu misyonerler (David Smith ve Edward) Irak'ın kuzeyinde bulunduklarını, zaman zaman bu bölgeye giderek araştırma yaptıklarını ifade ederlerdi. Irak'ın kuzeyine gidişleri Türkiye'de askeri birliklerin bulunduğu üslerden olurmuş. Onlara göre Kerkük ve Musul Kürt bölgesiymiş. Geçmiş zamanlarda burada bulunduklarını ve Kürtlere yardım ettiklerini gururla anlatıyorlardı.
Ankara'da devlet kurumlarında çalışan bazı bürokratlarla çok iyi dostlukları varmış. Bu bürokratlar öğrenciyken, eğitim için ABD'ye gittiklerinde bu misyonerle tanışmışlar ve bu misyonerlerden yardım almışlar. Daha sonra öğrenciler Türkiye'ye döndüklerinde bu misyonerle irtibata geçmişler, misyonerler bürokraside herhangi bir problemle karşılaştıkları takdirde, sorunlarını bunlar aracılığıyla gideriyorlarmış."(8)
Misyoner-ajan ve bürokrat işbirliğine dayalı bu kuşatma faaliyetinin, din adı altında "ülkemizin en hassas coğrafyasında sürdürülmesinin bir anlamı olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Türkiye, Asya'nın kilididir. Bütün amaç, bu kilidi çözmektir. Ülkemizde üretilen ve dış güçler tarafından desteklenen terör, bu amacın kutsal sürümüdür
.
Özel bir yöntemle sürdürülen bu strateji; politik alanda kendini haritalar üzerinden dışa vurdu.
Nitekim Çınar, bu gerçeği şöyle dile getirir:
" Misyonerler; bu gizli amaçları doğrultusunda, emperyalist çıkarları gereği Türkiye Milleti'nin bölünmesiyle birlikte, Türkiye'nin ekonomik ve politik açıdan güçsüz duruma düşmesi için, uluslararası çok güçlü finans kaynaklarının ve sadece Türkiye'deki faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla çeşitli ülkelerde oluşturulan fonların desteğini de alarak var güçleriyle çalışmaktadırlar."(9)
O halde ülkemizde yaşanan terörün üzerini örterek hoşgörü ve diyalogdan bahseden kiliseler, küresel politikanın mali gücünü sağlayan sermaye grupları, bunları planlayan kurumlar ve bizzat bu faaliyetleri sürdüren lobiler bulunmaktadır.
Batılı devletler ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?
Bu sorunun cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyon Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.
Maselli, der ki:
"Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız."(10)
Gerçekten kalamazlar. Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir.
Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir.
İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor.
Bütün mesele budur.
Son günlerde artan terörist faaliyetleri nedeniyle Irak'ın kuzeyine müdahale gündeme geldi.
Böyle bir sıcak ortamda Vatikan'ın Adalet Bakanlığı konumundaki Papalık Adalet ve Barış Kurulu Başkanı Kardinal Renato Raffaele Martino, Napoli'de Aziz Egidio Cemaati tarafından düzenlenen Dinlerarası Diyalog toplantısında bakın ne diyor:
"Vatikan, Türkiye ile Irak'ın kuzeyi arasında yaşanan son gerginliğin kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır. Çözümde Kürt halkının ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok.
Tüm bu hadiseler, Ortadoğu'da satrancı andıran durumun uzantısıdır: Irak'ta savaş olmasaydı, İsrail-Filistin sorunu olmasaydı, ortaya bu sorunlar çıkmazdı. Durum vahimleştikçe, sorunlar artacaktır. Türkiye, İran ve Suriye'ye dağılmış durumdaki bu halka, kendilerini ifade etme imkânı tanınmalıdır. Baskılar, doğal olarak durumun daha da kötüleşmesine neden olmaktadır."(11)
Bu açıklamalar ve işleyen süreç ABD'nin bu coğrafyayı yeniden inşa etmek için ürettiği stratejiler ve uyguladığı politikalarla birlikte düşünülürse anılan sözlerin PKK'ye açık destek olduğu görülür.
Zaten Kardinal Türkiye'yi hedef alan terör saldırılarına hiç değinmiyor. Bu çelişki, "Kürt Sorunu" altında söylenen sözlerin anlamını belirleyen çerçevedir.
İHANETİ GÖRDÜM
İhaneti gördüm: Batılı egemen devletler ve kiliseler hiçbir zaman bu coğrafyanın lehine olan bir faaliyetin içinde olmadılar. Siyasi tarih, stratejidir ve bu strateji bize bir şeyler söylüyor.
Birincisi; 1922-1939 yılları arasında görev yapan Papa 11. Pius adına Kardinal Gaspari Gazi Mustafa Kemal'e şu telgrafı çeker:
"Açık bir barış yapılması için temenniler arz eden 11. Pius, dökülen kanların nihayet bulması için ordulara ve ahaliye şiddetli emirler verilmesini sizden insaniyet namına rica eder."
Mustafa Kemal bu talebi şöyle cevaplar:
"Kan dökmeye nihayet verilmesi için sizinle hemfikir olarak bu felaketleri ne ordunun ne ahalinin doğurmadığına sizi temin edebilirim. Yunan ordusunun iadeye mecbur olduğu havalide bulunan bütün şehirlerimiz ve kasabalarımız yanmış ve ahali her türlü tecavüzlere maruz kalmıştır. Aynı tecavüzler şu anda yeni bir şiddetle Trakya'da yapılmaktadır. Bu insani hissi bugünkü ahvali doğuranlar nezdinde uyandırmanızı sizden rica ederim."(12)
Evrensel misyon üstlendiğini söyleyen bir kilisenin yapması gereken her türlü insanlık dışı harekete karşı olmaktır.
Ancak iş, böyle yürümüyor.
Bütün amaç, Türkiye'yi düşürmek ve bunun üzerinden bu coğrafyayı yeniden inşa etmektir.
İkincisi; meselenin gerçek yüzünü Derek Hoffman, yaptığı bir sunumda açıkça ortaya koyar.
"Irak'ta değişen rejimin taşıdığı risk; burada yaşayan Hıristiyan azınlıkların politik ve kriminal şiddete karşı savunmasız kalmalarıdır. Daha önceki sistem Kürt halkına ve Şiilere baskı yaptı. Burada çıkması muhtemel iç savaş; Irak toplumunun iç dinamikleriyle doğrudan bağlantılıdır."(13)
Oysa yaşanan bu kanlı vahşetin aktörü, Irak'ın iç dengelerini çatışma hattına çeken ve meşru yollarla elde edemediğini terör yoluyla sağlamaya çalışan batılı devletler ile onların kutsal ortaklarıdır.
Evet, siyasi gelenek stratejidir. Biz bu ihaneti daha önce gördük!
Dipnotlar:
1- Papa II. Jean Paul, Speech of Pope John Paul II. In Reply to the New Year Greetings Of the Diplomatic Corps Accredited to the Holy See, (Ocak 1998)
2- Engelhardt ( h. 1328: 263) Türkiye ve Tanzimat, (Çev: Ali Reşad) İst: Mürettibin-i Osmaniye Matbaası.
3- Engelhardt (282-284)
4- Aytunç Altındal (2004: 125) Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, İst: Alfa Yay; Hürriyet (24 Kasım 1998)
5- A. Altındal (126)
6- Ülker Çınar, (2005: 30) Şifre Çözüldü, İst: Ozon Yay.
7- Ülker Çınar, (12-15)
8- İ. Çınar (2005: 29)
9- İ. Çınar (2005: 17)
10- Domenico Maselli "People On the Move" (Eylül 2000)
11- Lütfullah Göktaş (2007) NTV-MSNBC (22 Ekim 2007)
12- Atatürk'ün Bütün Eserleri, (2004: 13/345)
13- Bkz: Derek Hoffman (2005) "The Risk of Regime Change" , Christianity Today International,
Partiler; "Düzeltilmiş" Nükleer Yasa Metnini Anayasa Mahkemesine Götürmelidir
Prof. Nük. Müh Tolga Yarman - TC. Okan Üniversitesi
Bundan evvel, TBMM'den, Genel Seçim öncesi, palas pandıras geçen nükleer yasa metnini Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, malum, dikkatine taşıdığımız kaygılar uzantısında olarak, geri çevirmişti. (Bakınız, Cumhuriyet: 22 Mayıs 2007, Hürriyet - Ferai Tınç: 21 ve 28 Mayıs 2007.)
Yasa metnine en büyük itirazımız, bunun bir tercüme belge olduğunun, buram buram ortada bulunduğu, bu çerçevede, TBMM'nin, buna da bağlı olarak Türk Halkı'nın ciddi olarak istismar edildiği noktasında, yoğunlaşıyordu…
Aradan geçen zaman zarfında nükleer yasa metni, çok muhtemelen, önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nda, bilhassa da Türkiye Atom Enerjisi katlarında ele alındı,
güya tornalandı; sonra TBMM Enerji Komisyonu'na getirildi, orada görüşüldü;
sonra da TBMM Genel Kurulu'na indirildi ve burada yasalaştı.
Eğer Cumhurbaşkanı onaylarsa, 5710 sayılı bu yasa metni, yürürlüğe girecek… Esasen, Cumhurbaşkanlığı Makamı'na, ikinci defa intikal ettiği için, bu durumda, Cumhurbaşkanı, yasayı onaylamak zorunda…
Ancak, Cumhurbaşkanı böyle bir metni Anayasa gereği olarak, bu aşamada (sergileyebileceği başkaca bir tasarruf olmadığı için) onaylasa dahi, onun peşini bırakmamalıdır; 5710 sayılı bu yasayı Anayasa Mahkemesi'nde, dava konusu yapmalıdır.
Aynı yönde sorumluluk geliştirmesi gereken partilerimiz de, bu yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürmelidirler.
Cumhuriyet Savcıları; ilgili bürokratlar ve siyasiler hakkında, kovuşturma başlatmalıdırlar. Çünkü, bu 5710 sayılı yasa metni, ne yazık ki, önceki gibi bir ihanet belgesidir.
Bir defa, bu yasa metni, hâlâ daha buram buram tercüme kokmaktadır.
Böylesi bir skandal, koskoca Türkiye Cumhuriyeti'ne, önceki yasa metninin başına gelenlerden, yeterince ders çıkartılmamış olarak, tekraren, ihanettir.
Birileri yasa metnini evvelce de ifade ettiğimiz gibi, yabancı dilde olarak kaleme almışlar, bizimkilerin önüne koymuşlardır.
"Alın bunu, tercüme edin, nereden geçirecekseniz oradan geçirin, sonunda TBMM Genel Kurulu'na indirin, oradan yasa olarak geçirin", demişlerdir. Bizimkiler ise (birazdan ve tekraren ortaya koyacağım şekliyle), çok hazindir ki, işte aynen böyle yapmışlardır!
Öyleyse, en önce bürokratik kademelerde, doğru dürüst, milli bir nükleer yasa metni hazırlayabilecek kadrolar, yoktur.
Vardır da, öylesi gerektiği için kızaklara, alınmışlardır.
Maalesef daha da kötüsü, bilhassa iktidar saflarında, böylesi bir metinde yer almış olan fahiş arızaları görebilecek, giderebilecek, milletvekilleri yoktur.
Milletvekilleri, kanun yapma görevlerini savsaklamakta, otomatikte (en azından işte nükleer yasa metni örneğinde ortaya çıktığı şekliyle), "el kaldır, el indir" idmanından ibaret bir etkinliğe, sıkışmaktadırlar.
Bunun hesabı sorulur…
Çıkan 5710 sayılı yasa, 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Yasası'nı unutturmak istemişe benzemektedir.
2690 sayılı yasa, TAEK'e belli görevler vermektedir.
Pekiyi o zaman bu yeni nükleer yasa, ne demek olmaktadır? Böyle tasarruf olur mu?
Her şey bir tarafa, öteki enerji tesislerimiz için, betahsis yasalar gerekmemektedir de, neden nükleer tesisler için, ayrıca işte 2690 sayılı TAEK kuruluş yasası ortada dururken, yeni bir yasa gerekmektedir?
Cevap ne yazık ki şudur: Nükleer santral satıcıları böyle istemişler de, ondan… Bu olgu bile başlı başına fecidir…
5710 sayılı nükleer yasa, Anayasa Mahkemesi'nden döner; ama Cumhuriyet Savcıları'nın bu durumda haklarında kovuşturma açacağı sözüm ona, yetkililer ve siyasiler (keşke yanılsak), hesap vermeye gittikleri yerlerden, korkarız, dönemezler…
Bu yasayla pekiyi, nükleer teknoloji gelecek midir?
Hiç bir biçimde gelmeyecektir.
Bu yasa bir "yap işlet" yasasıdır. "Yap işlet devret" yasası dahi değildir.
Nükleerci lobilere nükleer elektrik alım garantisi verilmek suretiyle, bir ikramda bulunma, yasasıdır.
Birazdan anlatacağımız gibi, inanılmaz yükümlülüklerin, ayrıca altına girilerek, sineye çekilmiş bir ödündür…
Hani özelleştirme esastı? Hani piyasa ekonomisi kuralları geçerliydi?
Nükleerde hiç böyle yapılmamıştır.
Pekiyi, teknoloji alıyoruz da, onun için mi, piyasa gereği bir tarafa bırakılmıştır?
Böyle bile, hiç değildir.
Nükleer lobi gelecek, göstereceğimiz yere, tesisini kuracak, tıkır tıkır alım garantisiyle, bize nükleer elektrik satacak, nükleer pisliğini bile Hazine'ye yıkabilecek, sonra da çekip gidecektir!..
- Beyler: Siz aklınızı peynir ekmekle mi, yediniz ki, şu güzelim ülkemize böyle bir akibeti reva görebiliyorsunuz?
Pekiyi, biz, getirilmek istenen nükleer tesisler üzerinde denetim gücümüzü kullanabilecek miyizdir?
Yine ne yazık ki, hiç bir biçimde "Hayır"; çünkü, Dünya'nın hiç bir nükleer ülkesinde görülmediği şekliyle, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu 2690 sayılı yasaya, ayrıca aykırı olarak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na bağlanmış olup, nükleer santrali kuracak kuruluşla, denetleyecek kuruluş, aynı kuruluş olmaya sıkışmıştır.
Herhangi bir ihale sahibi, müteahhitle ile ilgili anlaşmazlıkları, bir "hakeme" değil de, müteahhidin bizat kendine, çözdürür mü?
Cevap: Evet, işte, bizde böyle olur!..
5710 sayılı nükleer yasada, bildiğimiz başka hiç bir yerde, rastlanmayacak cinsten, "Yerli Kömür Yakıtlı, Santrallerin Teşviki" diye, konunun en bıçkın bir uzmanının dahi, metni tekrar tekrar okumasına karşın, kolaydan çözemeyeceği, bir özel bölüm, diğer yandan, inanılmaz bir kara mizah tablosu oluşturmaktadır…
Burada, bir alay laf kalabalığının arkasında, üstelik "Yerli Kömür Yakıtlı Santraların Teşviki" başlığı altında, Türkiye'de nükleer enerji üretimiyle, kömür santrallerinin, fiyat rekabeti, kırılmak istenmektedir…
Metin fevkalâde üsturuplu hazırlanmıştır. O kadar üsturuplu hazırlamıştır ki, konuştuğumuz en güvenilir uzmanları dahi atlatmayı başardığı, şaşılası bir çizgide izlenmektedir.
"Yerli Kömür Yakıtlı Santraların Teşviki" başlığı altında, Türkiye'de nükleer enerji üretimiyle, kömür santrallerinin, fiyat rekabetinin, yasa ile kırılmak istenmesi, aklın hafsalanın alamayacağı, şer bir gelişmedir.
TBMM Üyeleri'nin bu konuda ayıkmamış olmaları, inanılmazdır bir bühtandır, ihanettir.
Orada:
- Kardeşim, nükleer yasada, kömürün ne işi var?,
diyecek adam yok mudur, anlamak mümkün değildir.
Metin, evvelki eleştirilerimiz inanıyoruz ki, dikkate alındığı, bu çerçevedeyse, bir hayli elden geçirilmiş olacağı halde, hâlâ buram buram tercüme kokmaktadır.
Yer yer hatta, kimi deyimlerin tercümesi dahi yapılmamış, bu deyimler, yabancı dildeki gibi bırakılmışlardır, ya da tercümeler (tercüman, konunun uzmanı olmadığı için, olmalı), kullanılan deyimlerle örtüştürülmemiştir.
Bir örnek,
Madde 5, 4. Fıkra'daki "0.15 cent / kwh (ABD Doları cinsinden)" ibaresidir.
Bu ifade, tercümenin hangi dilden yapıldığını dahi, hemen ele vermektedir; "cent", malum doların yüzde biridir; "kWh" ise, "kiloWattxhour" demek olup, bir enerji birimidir.
Turkçesi "binWattxsaat"tir; bunun kısaltılmışı olarak kullandığımız rümuz, "bWs"tir (her halde, "kWh", değildir).
Sonra, yasada "ABD Doları"nın, işi nedir?
Yasada, böyle ölçü kullanılır mı? ABD Doları, sabit bir para birimi midir?
Kırk yıl sonra ne olacağı, çok mu bellidir?
Ayrıca, "elektrik maliyetinin şu kadarda şu kadarı", yani örneğin işte "kırkta biri", dense; denmek istenen, değişebileği kesin, birimler tartısında, aldanmadan, ifade edilmiş olmaz mı?
Söz konusu tutar, nükleer santralin söküm masrafları için tahsis edilen parasal havuza, tesisi yapan firma tarafından (santralin ömrü boyunca) aktarılacak, tutardır…
5710 sayılı nükleer yasa, havuzda birikecek miktarın, söküm masraflarına, yetmemesi durumunda, Hazine'ye, birikmiş tutarın % 25'i (yüzde yirmi beşi) kadar bir yük bindirmektedir.
Nükleer elektriğin bugünkü maliyeti yuvarlak, yasadaki birimle söylersem, 5 cent / kiloWattxsaattir; demek ki, 0.15 cent / kiloWattxsaat, bu fiatın yuvarlak kırkta biri, olmaktadır. 1000 MegaWatt-elektrik gücündeki bir santral ortalama, ömrü boyunca yuvarlak yüzde altmışlık bir yükle çalışsa, bu durumda, kurucu firma, söz konusu havuza, yılda yaklaşık 10 milyon dolar, atacaktır.
Kırk yılda bu tutar, 400 milyon dolara gelecektir ki, demek ki, sonunda Hazine'ye, allem edilip kalem edilip (bunun, %25'i olan) yüz milyon dolar, rahatlıkla fatura edilebilecektir.
(Bütün bu tilkiliklerin, burada olamayacağına göre, dışarıda kurgulandığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır.)
1000 MegaWatt-elektrik gücündeki bir santral yuvarlak 3-5 milyar dolardır. Söküm masrafları ise (ayrıca "nükleer kabristan" ve "nükleer defin" masrafları hariç), ederin yuvarlak onda birine rahat rahat gelebiliyor olup, 400 milyon doları gerçekten bulabilecektir… Yüz milyon doları da, Hazine'den olarak…
- Yaşasın serbest piyasa ekonomisi… Yaşasın özelleştirme!..
5710 sayılı yasa metni "tam bir tercüme" metin demiştim…
Öncekine oranla, bir hayli elden geçirilmiş olsa bile, bu yasa metni, tercüme olduğunu, başka bir yerinden daha, yine fena halde, ifşa etmektedir.
Metinde "şirket" lafı sık sık kullanılmaktadır. Bizim ihale yasalarımızda, şirket sözcüğü, malum, yoktur… "Müteahhit" sözcüğü vardır… Şimdilerde "yüklenici", "istekli" gibi, anlamı hemen derinlemesine çağrışıveren, güncel sözcükler kullanılmaktadır.
Söz konusu bağlamda, "İhaleye giren şirket", denmez, "ihaleye giren müteahhit", veya "teklif veren müteahhit", ya da işte ("müteahhit" yerine, ayrıca) "yüklenici", ya da "istekli" denir. İhale kanunlarımızda, "İhaleyi kazanan şirket" deyimi de, geçmez… "İhaleyi kazanan müteahhit", olur, ya da işte "yüklenici" olur…
"Şirket" sözcüğü, ayan beyan, Ingilizce "Company" sözcüğünün karşılığıdır ki, buradan yasa metnini, bir bilenin değil, bir tercümanın yazdığı sonucuna, bir kez daha varılabilir!..
Ne diyeyim: Allah sizi, nasıl bilirse öyle yapsın!..
Yasa metninin, dışarıda hazırlandığı ve (Genel Seçim'den önce), Cumhurbaşkanı'ndan dönmüş olması sebebiyle, gecikmeden dolayı iyice kızmış olacak dış çevreler tarafından, kasık krampları çekilerek hazırlandığı, bu sefer bakın, ayrıca yasa metnini nerelerinden bellidir:
o Madde 3 (2) TAEK, Kanunun yürürlük tarihinden itibaren nükleer santral kurup işletecek şirketlerin karşılaması gereken ölçütleri, bir ay içinde yayınlar.
o Madde 3 (3) Bu Kanuna göre yapılacak nükleer güç santralları için yarışmaya katılacaklarda aranacak şartlar, şirketin seçimi, yer tahsisi, lisans bedeli, altyapıya yönelik teşvikler, seçim süreci, yakıt temini, üretim kapasitesi, alınacak enerjinin miktarı, süresi ve enerji birim fiyatını oluşturma usul ve esasları bu Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra iki ay içerisinde Bakanlık tarafından hazırlanacak ve Bakanlar Kurulunun onayı ile yürürlüğe girecek bir yönetmelikle belirlenir.
o Madde 3 (4) Bu Kanuna göre yapımı öngörülen nükleer güç santralları için üçüncü fıkrada belirtilen yönetmeliğin yayımlanmasından sonra en geç bir ay içerisinde teklif almak üzere TETAŞ tarafından ilâna çıkılır.
Şu aceleye bakın…
Yasa metni evvelce Çankaya'dan dönünce, hayal kırıklığına uğramış sıkılmış, kızmış, sabırsızlanmış, Yabancı Beyefendi Kardeşlerimiz, TBMM üzerinden Kanun'la, TAEK'e, TETAŞ'a, hatta Bakanlar Kurulu'na, sure tahdidiyle (sınırlamasıyla), görev veriyor…
Böyle bir rezalet olabilir mi?
Kanun bir defa, şahsa, ya da duruma özel değildir.
Yok bir ay sure, yok iki ay süre, yok en çok bilmem ne sure…Elinin körü… Bu surelerin, genel olması gereken yasada, Tanriaskina, ne işi var?..
Bu kanun, sırf, herhangi bir kanun lafzının uyması gereken "genel olma koşulunu" ihlâl etmesi dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi'nden dönecektir…
Son bir nokta olarak, yasanın 5. Maddesi, 5. Fıkrası'nda yer alan Paris Sözleşmesi'ne değinmek istiyorum. Burada yasa şöyle demektedir:
Madde 5 (5) Nükleer yakıt, radyoaktif madde veya radyoaktif atık taşınırken veya santralda bir kaza olması durumunda 29/7/1960 tarihli Nükleer Enerji Alanında Üçüncü Şahıslara Karşı Kanuni Sorumluluk Hakkındaki Paris Sözleşmesi ve ek değişiklikleri ile diğer ulusal ve uluslararası mevzuat hükümleri uygulanır.
Bundan once
(Cumhurbaşkanı tarafından Mayıs 2007'de veto edilen yasa metninde, bir tek "Paris Sözleşmesi" denmiş, bu deyimden ne kasdedildiğini, belli edecek, başkaca herhangi bir tarihe ya da numaraya yer verilmemişti
. (Evvelki yasa metinin, ne denli aceleye getirildiğini, artık, buradan da anlayın!..) Bu sefer, Paris Sözleşmesi'ne, tarihiyle atıf verilmiş…
Bir defa, acaba kaç milletveklili bu sözleşmenin içeriğini bilmektedir, doğrusu merak etmemek elde değildir.
Kaçı buradan, ağızdan yel alsın, nükleer kara günümüzde, sağlayabileceğimiz desteğin (örneğin Çernobil'in faturası birkaç yüz milyar dolarken), hepsi bir milyar dolarla sınırlı olduğunu biliyor, bu hususu da merak etmemek elde değildir.
Ama asıl, söz konusu Paris Sözleşmesi, 28 Ocak 1964'te, keza 16 Kasım 1982'de değiştirilmiştir.
Niye bu bilgi yasada tasrih edilmemektedir, anlamak mümkün değildir.
Yasa metninde ("Paris Sözleşmesi" dendikten sonra), "ek değişiklikleri ile diğer ulusal ve uluslararası mevzuat hükümleri uygulanır", denmekle, yetinilmektedir.
Nükleer bir kara günle ilgili olarak bu kadar muğlak, bu kadar afaki, konuşulur mu?
Ne demekmiş, "diğer ulusal ve uluslararası mevzuat hükümleri"?..
Tasrih ederek, iyice bir korumaya alsana, kendini… Olacak şey değil!..
*
Sayageldiğimiz, birbiriyle didişircesine ihanet boyutunda, birbirinden üzücü, birbirinden gayrı milli, yasa yaptırımlarının, 5710 sayılı nükleer yasaya, nasıl olup da sızdığı, bunların nasıl olup da ayıklanamadığı, bu bir tarafa, sonunda nasıl olup da kanunlaşabildiği konularında, Cumhuriyet Savcıları; ilgili bürokratlar ve siyasiler hakkında, kovuşturma başlatmalıdırlar.
Çünkü, 5710 sayılı yasa metni, ne yazık ki, önceki gibi, bir aşağılanma ve bir ihanet belgesidir.
Prof. Nük. Müh. Tolga Yarman,
Ph. D., Massachusetts Institute of Technology,
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Nükleer Güvenlik Komitesi ve
Danışma Kurulu Eski Üyesi,
T.C. Okan Üniversitesi Mühendislik Fakültesi
Kazmalar ve Maşalar
Nihat Genç - Akşam Gazetesi
Tanrı hepimizi cehaletten korusun.
Çünkü bugünlerde Tanrı hepimizi taşkafa aydınlarla tecrübeden geçiriyor. Olsun, hastalık henüz bedenimize sızmış değil.
Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması düşünülüp iptal edilen Ermeni Konferansı'nın konuşmacılarını kastediyorum.
Bu yazarların metinlerine on yıllar boyu zahmet edip eğildim. Eserlerini inceledim. Yani, muhteremlerin ne dediklerini anlamaya çalıştım, defalarca kafamda döndürdüm, durdum.
Ve şimdi onları, ellerinde tahta bir haç, gökkubbemize girmiş şaşkınlar, yüzlerinde bir yarasa karanlığı olarak görüyorum.
Bunların güya bir düşmanları var, resmi tarih tezi. Bir statüko, bir devlet tezi, tutturmuşlar. Akıllarınca bu resmi tezleri şeytanileştirmeye çalışıyorlar.
Yani, bütün kötülüklerin kaynağı bu resmi tezlermiş. İşte bu yüzden yaygaralarının yettiği Avrupa'daki lobilerle bu tezleri kanundışı ilan etmeye başladılar bile.
Şimdi?
Şimdi, ülkemizde bu tezleri o küçük beyinleriyle insanlık dışı hale getirmek için aydınca kahramanca hoplaya zıplaya kavga veriyorlar. Allah sonlarını hayırlı etsin.
Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...
Neden?
Çünkü halkı, ulusal onuru, devleti yıpratmak istiyorlar. Hedef yıpratmaktır, ileri. Genç kuşağın kafasını karıştırmak, çünkü, fesatla, sinsilikle yoğrulmuşlar...
Peki bu 'yıkma' işini hangi kazmalarla yapıyorlar?
Şu kazmalarla: Demokrasi, liberalizm, aydın sorumluluğu, özgürlük gibi kavramlarla.
Aslında bu kavramlar küçük sevimli şeytanlar.
Çünkü bu kavramlar I. Dünya Savaşı'nda ellerinde patlayan zavallı, küflü, paslı savaş baltaları!
Şimdi, bu muhterem zevattan, herhangi birinin son on yılda bölgemiz hakkında yazdığı iç/dış politika/yorum/analiz yazılarına iyi bakalım.
Ne demişler, ne istiyorlar, anlayalım. Ciddi bir şey tartışıyorsak neler düşündüklerini bilelim.
Zahmet buyurmayın, ben baktım. Yazılarında ortaya şöyle bir yekün çıkıyor:
Lübnan'da Maruniler, İsrail'de Yahudiler, güneyimizde Barzani, doğumuzda Ermeniler, Kıbrıs'ta Rumlar, bu muhteremlerin yazılarında sürekli haklı çıkıyor...
Yani, yazılarının tümüne baktığımızda, bölgemiz üzerine neler düşünüyorlar diye tetkik ettiğimizde, ortaya çıkan manzara bu.
Bu topraklarda, bu yazarların fikirlerine göre, iyilik, doğruluk, hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, liberalizm, insanlık, aydınlık, gelecek, en haklısı, en iyiler, işte şunlar:
MARUNİ, YAHUDİ, RUM, ERMENİ ve BARZANİ...
İşte asıl konferansı bunun için toplayalım. Bu muhteremlerin yazılarını masaya koyup tartışalım. Ve bu muhteremlerin yazılarına bakıp onlara soralım.
Neden sizlerin yirmi yıllar boyunca bu topraklarda yazdığınız yazılarda, hep, Kıbrıs'ta Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Maruniler ve Barzani, her defasında haklı, doğru çıkıyor!...
Bu muhteremlerin yazılarını yine toplayalım, inceleyelim, bu sefer onlara şu soruyu soralım.
Sizin yazılarınızda neden Müslümanlar, Türkler, Farslar, Araplar hep haksız çıkıyor...
Yazılarındaki sıfatları da ortaya koyalım, bunlara göre, Türkler/Farslar/Araplar hep, despot, diktatör, geri kalmış, çağdışı, aşağılık, demokrasiden anlamaz!..
Bir muziplik yapmıyor, bu cümleleri komedyenlik adına kaleme almıyorum, bu konferansı tertip edenlerin metinlerindeki felsefi dökümü ortaya koyuyorum.
Onlara göre demokrasinin ve özgürlüklerin en güzel çiçekleri, İsrail'de Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar, güneyimizde Barzani ve şüphesiz Ermeniler!..
Şüphesiz bu çiçekten demokrasiler/özgürlükler arkasında sıkı bir stratejik düzen var.
Avrupa Birliği gibi. ABD'nin emperyalizmini görmemek gibi. Gözle görülmeyen bağlar da var, vakıflardan beslenmek gibi.
Hani, bizim de aklımız yok ya, hani biz de kekiz, şebeğiz ya, bunlara uyduk, onların aydınlık yolundan yürüdük, ne olacak.
Diyelim Ermeni tezlerini kabul ettik, diyelim, ülkemiz ve halkımızın haysiyetini kırmalarına izin verdik, diyelim tazminatlar ödedik, diyelim daha ileri gittik, toprağımızın ne kadarını verelim tartışmalarına başladık, bitti mi?
Sonra şunlar olacak, bir konferans daha toplayıp, şu sonuçlara doğru ilerleyeceğiz:
'Mustafa Kemal aslında köylülerden çocuklarını zorla askere aldı, köylülerin erzaklarına el koyup cephanesine kattı...'
Hani, kekiz, şebeğiz ya, yine bitti mi? Bitmez!
Bin yıllık tarih, ellerinde kazma, devam edecekler. Özgürlük deyip, aydınım deyip sallayacaklar...
Ama bu tarih bin yıllık, çok uğraşmaları lazım. Çünkü kazmayla yıkılamayacak şeyler var. Vakıflardan beslenmeyle çürütemeyecekleri çok değerler var.
Şimdi mesela Yunus Emre'nin, Mevlana'nın neresine vuracaksın kazmayı.
Allah insanı çarpar!
Peki toptan şehit olmuş 57. Alay'ın neresine vuracaksın kazmanı!?
Bu muhterem yazarlara bir de başka yerlerden bakalım, metinlerini önlerimize serelim. Ortadoğu topraklarının şairleri, evliyaları, kültürleri, türbeleri, yıkılan kubbeleri, folkloru, dili, şehitleri ve bağımsızlık savaşları, ne varsa bakalım.
Bakalım metinlerinde bizim kanımıza işlemiş bu değerlerden bahseden var mı?
Yok... Yani, bu toprakların kültürel/edebi/dini/milli tarihiyle bir duygusal ilişkiyi dillendiren metinleri yok ortada.
Peki ne var, sayfalarını çevirdikçe, kuşlar gibi cıvıldayan özgürlük, demokrasi, aydın olma, gibi kavramlar var...
Yani kardeşlerim. Şu soruyu soralım. Neden Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar ve güneyimizde Barzaniler bu kazmalarca hep haklı çıkıyor.
Ve bu kazmalar niye hep buralara vuruyor!..
Bu tesadüf mü?
Bu devlet ve halkların isimlerine bakın, tampon bölgelerine, devletlerine bir daha bakın...
Bunun bitmemiş 1.dünya savaşı olduğunu göreceksiniz.
Bugün verdikleri yıpratma savaşı, birinci dünya savaşının, devamıdır. Bu yüzden Lozan yırtılmak isteniyor.
Mustafa Kemal Samsun'a çıkmasaydı, işler yolunda olacaktı, İngilizler İstanbul'u, Yunanlılar Ege'yi terk etmek zorunda olmayacaktı. Ama Lozan inşa edildi.
O halde, Lozan yıkılmalı. Bugün 1.dünya savaşıyla bu halklar devlet olmuş ya da siyasi haklar kazandılar.
Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...
Bu insanlar içinde doğdukları halklarını, kendi tarihlerini, kendi onurlarını, kendi kültürlerini, kendi dillerini, dinlerini sevmemek gibi hastalıkları var, bu yüzden bizim çektiğimiz acıları çekmezler...
Ama ben bu yazıyı başka bir şey için yazdım.
Şunlara bakın, Kıbrıs'ta Rumlar, Lübnan'da Maruniler, Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, hepsinin ortak bir kimliği var?
Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?
Nedir ortak kimlikleri?
Bakın hepsi komşularıyla oturmak / karışmak istemiyor. Tampon devletler. Çelikten gömlek gibi kafes duvarlardan sınırlar. Kız alıp vermek istemiyor.
Ortak mahalle pazarı kurmak istemiyor.
Çünkü, kendilerini, Batılı, farklı, çok yüksek ve güçlü bir kültürün mucizeleri olarak görüyorlar.
Bu beş/altıyüz yıldır böyle. Kendileri cici, Batılı, akıllı, her şeyi bilen, anlayan. Ama komşuları pis, Müslüman, çağdışı, aşağılık...
Soralım Ermenistan'da kaç tane yabancı yaşıyor, Maruniler binlerce yıl Lübnan'da niye hala Müslüman mahallesine karışmıyor, Kıbrıs'ta Rumlar Annan Planı'nı niye kabul etmedi.
Buradan nereye geleceğim. Bu konferansı tertip edenler de işte bu yüksek kültürün, ileri Batı medeniyetinin en ileri çocukları.
Aralarına, başka kimseyi almak istemiyorlar.
En uygar fikirler onlarda. Oturup, kendi aralarında büyük meseleleri konuşacaklar.
Aşağılık halkların statükocu, despot, diktatör yazarlarını niçin alsınlar?
Kardeşlerim. Bu saçma sapan kazmaların demokrasi, aydın, özgürlük gibi fikirlerine kananlar, onlar gibi suratsız, meymenetsiz olurlar. İnsan yüzü görmek istemiyorlar.
Halkımızın çocuklarının yüzlerini, dillerini, dinlerini, giyimlerini, alışkanlıklarını, tarihini 'konuşmak' istemiyorlar.
Bu yüzden Batıdakiler gibi gittikçe 'insan sıcaklığını' kaybediyorlar. Ama tanımaktan, karışmaktan korktukları bu halkların çocuklarının yüzlerinde hala onları anlamak gibi, etten kemikten, duygudan ifadeler var.
Hepimiz hala bu Batı özentisi, Batı'nın aşağılanmalarıyla yetişmiş aydın kuşağı hayretle, şaşkınlıkla izliyoruz...
Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?
Dünyanın hakim güçlerince desteklenip üstümüze sürüyorlar!.. Hayal dünyasında 'aydıncılık' oynuyorlar!...
Biz, 1. dünya savaşı bitti diyoruz, bitmedi diyorsanız, bir daha gelin, öyle uyduruktan demokrasi, özgürlük, aydınım, lafları yemiyor artık.
(26/05/2005)