Uyusunda büyüsün ninniiii!

Vtnsvr

New member
Adnan Kahveci- Eski Maliye Bakanı.
Dedi ki : "Bizim bağımsız olmamız için Amerika ve IMF'den kurtulmamız
lazım." 2 gün sonra trafik kazasında öldü.
Bedri İnce Tahtacı - Saadet partisi Gaziantep milletvekili.
Dedi ki : "Amerika en büyük engeldir bu ülkeye; istediğini basbakan
yapar, istediğini cumhurbaşkanı yapar" 5 gün sonra Antep'e giderken
trafik kazasıdan öldü.
Turgut Özal - Cumhurbaşkanı.
Dedi ki : "Musul ve Kerkük bizimdir alacağız", 10 gün sonra öldü.
Eşref Bitlis - Jandarma Komutanı.
Dedi ki : "Amerika'nın İncirlik'ten kalkan uçakları PKK'ya yardımda
bulunuyor". 4 gün sonra -eksi 60 dereceye kadar dayanıklı olan uçak
ile Siirt'e giderken uçağı düştü ve öldü..! Kaza nedeni uçak
motorlarının buzlanması! Oysa Siirt'te o sırada hava -11oC idi.
Recep Yazıcıoğlu- Denizli Valisi.
Denizli'de kanun çıkardı : "Artık bundan sonra cafe ve benzeri yerler
İngilizce isim kullanmayacak, yani cafe değil kahve yazılacak" dedi
vee.. 1 hafta sonra Ankara'ya giderken trafik kazasında öldü.
TBMM -1 Mart tezkeresine red oyu verdi.
3 gün sonra İstanbul'un göbeğin de bombalar patladı. Kaç kişi öldü..!
NASIL UYUTULUYORUZ!..
Medyaya yansıyan ATO (Ankara Ticaret Odası) raporu, çarpıcı bir
verinin altını birkez daha çiziyordu.
Veri şu : TBMM Akaryakıt Kaçakçılığını Araştırma Komisyonu'nun
çalışmasına göre, yalnızca son iki yılda Türkiye'ye sokulan kaçak
akaryakıtın miktarı 7 milyon 814 bin ton. 7 milyon 814 bin ton !..
Dile kolay... 780 bin küsur karayolu tankeri yükü!..
yani, yaklaşık 10 milyon m3... yani, 10 milyar litre.... yani, 1 500
000 (birbuçuk milyon) arabanın deposunu iki yıl süresince haftada bir
doldurmaya yetecek kadar. Muazzam bir rakam değil mi
İki yılda 780 bin ya da günde ortalama ikibin küsur) tanker yükü
yakıtı, Doğu'daki kaçakçıların katır sırtında ya da Irak'a gidip
gelenlerin kamyonların gizli bölmelerinde sokmuş olmaları mümkün mü?
Peki, ülkeye bir şekilde girdikten sonra, nasıl pazarlanabilir ki?
Gizli gizli, yol boyu mendil satan çocuklar eliyle pet şişelerde ya
da kentin arka sokaklarında tenekelerle satılacak bir miktar değil
ki... Miktarın büyüklüğüne bakınca, insanın aklına bu yakıtın ancak
benzin istasyonları aracılığı ile pazarlanmış olacağı geliyor.
İnsanın aklına gelen, neyse ki, Devlet'in de aklına geldi.
Bu kaçakçılıktan iki yılda 10,7 milyar YTL (bir-iki rafineri ve demir-
çelik tesisi özelleştirme bedeli kadar) vergi kaybı olduğunu
saptayınca, ülke çapındaki benzin istasyonlarında büyük çaplı bir
operasyon yapıldı.
Toplanan yakıt örneklerinin tahlil sonucu henüz belli değil.
Ama... "lisanssız" istasyonlara, daha önce uyarılmış olmalarına
rağmen, halâ yakıt vermeye devam eden dağıtım şirketlerine bu
kanundışı davranışları nedeniyle ceza kesildi.
Kesilen cezanın toplamı; 1 milyar 666 milyon 935 YTL Rekor ve bu
özelliğiyle tarihî bir ceza...1 milyar 666 milyon 935 YTL ...
Dağıtım şirketlerinin "yürütmenin durdurulması" istemiyle Danıştay'a
yaptıkları başvuru reddedildi...ve ödeme için kendilerine verilen 30
günlük sürenin dolmasıyla birlikte, EPDK şirketlere haciz uygulanması
için Maliye Bakanlığı'na başvurdu.
Şimdi gelelim konunun "bam teli"ne... Bu ülkede birilerine (gecikme faizleri hariç),
1.000.000.000 (bir milyar) ABD
dolarını aşkın ceza tahakkuk ettiririlecek ve bu cezanın tahsili için harekete geçilecek,
ama gündem bununla çalkalanmayacak.
Bu konu, bir kadının Hülya'nın müzmin kocası Kaya 'dan yavrulaması ya
da Pınar'ın en son kiminle kültür-fizik yaptığı kadar haber
olmayacak! Aklınızın bu durumu hazmetmesi için, ceza yiyen akaryakıt
dağıtım şirketlerinin belli başlılarını sıralayalım :
46 milyon YTL : Shell
60 milyon YTL : Termopet
62 milyon YTL : Total
65 milyon YTL : BP
88 milyon YTL : Aytemiz
100 milyon YTL : Erk
113 milyon YTL: Turcas
ve ... ve...
499 milyon YTL : Petrol Ofisi
Petrol Ofisi gibi üçüncü sııradaki Erk'in de Aydın Doğan'ın olduğunu
gözönünde tutarsanız, bu olayın çapına kıyasla MEDYAMIZ TARAFINDAN
neden bu kadar sessiz geçiştirilmeye çalışıldığını anlayabilirsiniz.
Kısırlaştırma bombası atıldı. Tek tip boğucu gündemden uzaklaşıp
satır aralarına gömülen ve ulusal güvenliğimiz üzerinde birinci
dereceden tehdit algısı yaratan bir konuyu dikkatinize sunmak ve de
dikkatinizi çekmeyi başarır isem de sonucu değiştirmek adına daha
fazlasını isteyeceğim bugün sizden, ey aksiyoner okur!..
Bu öyle bir konu ki yaratacağı ekonomik yıkımın dışında, Türk
neslinin KISIRLAŞTIRILMASI, tedavisi imkansız olan ölümcül alerjiler,
bilinmeyen hastalıklar ve doğadaki görülmemiş değişimler tehlikesini
içeriyor
* Geçtiğimiz ay Meclis'ten geçen Tohumculuk Yasası'ndan bahsediyorum.
Bu yasayla devlet tohumculuk alanından tamamen çekiliyor, piyasa
başta İsrailli firmalar, Syngenta, Pioneer, Monsanto gibi çokuluslu
tohum şirketlerine teslim ediliyor, çiftçimiz sizlere ömür ve de
biraz önce de belirttiğim gibi hepsinden önemlisi de yasa ile
GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ TOHUMların (GDO) girişine ve ekimine olanak
tanınıyor. Böylece de insan sağlığı üzerinde; başta kısırlık alerjik
reaksiyonlar,bağışıklık sistemi zayıflığı gibi hemen ve uzun vadede
öngörülemeyen ciddi sağlık riskleri yaratıyor.
* Yasanın arkasında AKP'nin içindeki Güneydoğulu vekiller lobisinin
önde gelen ismi, Tarım Bakanı Mehdi EKER durmakta ve...
* Bu arada hemen eklemem gerekiyor; Avrupa Birliği, Genetiği
Değiştirilmiş Organizmaların (GDO'lu) AB'ye girmesine izin
vermemekte, peki ya KISIRLAŞTIRMA, neslimizin tüketilmesi ve diğer
tehlikeler altında olan siz Türk Milleti şimdi ne yapmayı
planlıyorsunuz?
* Konuya farklı bir uzman yorumu getirelim; Hafta sonu çok değerli
bir çiftin konuğu oldum, Özbekistan'ın sürgündeki muhalif lideri
Muhammed SALİH ve eşi Dr. Biyolog Aydın SALİH Hanımefendi ile uzun
uzun sohbet ettik, nereden nereye... Aydın Hanım, Genetiği
Değiştirilmiş Organizmalar ve Tohumculuk Yasamızın içerdiği
tehlikeler ve yakın geçmişten günümüze tespitlerle dolu önemli bir
yorum yaptı
... "Son dönemde zaten Türkiye tarım ürünleri (sebze, buğday, mısır,
ayçiçeği vs.) tohumlarının % 80'i dışarıdan ithal edilmeye
başlanmıştı. Bu tohumların genetik olarak değiştirilmiş tohumlar
olduğunun bilinmemesi mümkün değil. Her GENETİK OLARAK
DEĞİŞTİRİLMİŞ tohum, içinde terminatör geni ihtiva eder. Bu
terminatör kendi neslini yok etmeye programlanmıştır. İşte bu nedenle
de genetik olarak değiştirilmiş tahılın verdiği ürün tohumu KISIRDIR.
Yani, her ekim yılı/mevsimi için yeniden tohum almak gerekecektir.Bu
durum, sadece gıda açısından dışabağımlı hale getirmekle kalmayacak
çok daha vahim sonuçlar doğuracaktır".
Dışarıdan bakıldığında salt ticari amaçla yapıldığı sanılan bu
işin arkasında ise çok vahim bir stratejik hedefin yer aldığı
görülüyor. Bu tip tohum politikasına bağımlı kalan Türkiye, sadece
ekonomik değil, genetik tuzağa da düşmüş olur.
Dışarıdan bakıldığında salt ticari amaçla yapıldığı sanılan bu
işin arkasında ise çok vahim bir stratejik hedefin yer aldığı
görülüyor. Bu tip tohum politikasına bağımlı kalan Türkiye, sadece
ekonomik değil, genetik tuzağa da düşmüş olur.
"Konu Türk dünyası olunca hepimiz tek ses oluruz" diyerek bu
stratejik konuyu, ulusal tehdidimizin boyutunu Sayın Aydın SALİH'in
incelemesinden aynen aktarıyorum :
Ömer VANLI
İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü
Maslak
Tlf : 212-2856222
Fax : 212-2856169
 

FEYZ AL

New member
Himmm Galİba Ne Demek İstedİĞİnİ Anladim Zaten Balkanlarda Bİze Uyu Uyu Yat Yat Uyu DİyorlarmiŞ Ne Aci Dİmİ???:(
 

sedapinar

New member
Aslında pek farkında olmasakta bu genetiği değiştirilmiş tohum yasası korkunç bir bela Türkiye için.Bu yasa ile genetiği değiştirilmiş tohumların ülkemize girişi serbest bırakılıyor.
Son çıkarılan tohum yasası sonucunda, Türkiye'ye sokulacak ve bitki örtümüzü işgal edecek canavar tohumlar ve bitkiler aşağıdaki etkileri yapabileceklerdir
Toplumdaki kısırlık oranını arttırıp 5-6 kuşak sonra Türklerin sayısının azalmasına yol açabileceklerdir.
Alerji ve enfeksiyon gibi çok çeşitli hastalıklara yakalanma riskini o toplumun genetik yapısına özgü yöntemlerle artırabileceklerdir.
Toplumun genetik yapısını değiştirebileceklerdir.
Kanser riskini çok artıracaklardır. Bu da yabancı ilaç şirketlerinin işine yarayacaktır.
İnsanlardaki zekâ, düşünme, normal psikolojik denge gibi fonksiyonları olumsuz yönde etkileyeceklerdir. Toplumda, genetik bozukluklar, depresyon, psikoz, nörolojik bozuklar, zeka geriliği veya düşük zeka, hastalıklara eğilim inanılmaz düzeyde artacaktır. Bu ilk 10 yıl içinde görülmese bile, 30-50 yıl içinde kendini gösterecektir.
Türk toplumunu yok etmek ve genetik yapısını bozmak için uzun dönemde etkisi çıkabilecek pek çok kimyasal, amino asit veya genetik materyal bu şekilde topluma enjekte edilebilecektir.
50-100 sene içinde Türklerin kısırlaştırılması, genetik yapılarına tesir etmek, genetik materyali bu yiyeceklerle tüm topluma yaymak, salgın hastalıklara karşı toplumu ortadan kaldırılabilir hale getirmek mümkün olacaktır.
Bu canavar tohumlar ve canavar bitkiler nedeniyle sadece kendi bedeniniz değil, çocuklarınızın, torunlarınızın ve tüm ırkın bedeni ve beyinleri moleküler düzeyde işgal edilmektedir. Türk toplumunadaha büyük bir ihanet olamaz.
.


Çok teşekkürler hatırlattığınız için
 

Vtnsvr

New member
Bu Yolsuzluk Haberini Başka Yerde Göremezsiniz

Fatih Altaylı


Asagida okuyacaginiz haber aslinda dunyanin her "demokratik" ulkesinde gazetelere gunlerce manset olacak turden.

Ama ne yazik ki, Turkiye'de bunlarin hic biri olmayacak.

Bu haber buyuk gazetelerin hic birinde yer alamayacak.

Hürriyet, Emin Colasan'in anlattigi nedenlerden dolayi bu haberi gormezden gelecek.

Sabah, zaten devlet denetiminde ve yonetiminde ciktigi icin bu habere donup bakmayacak bile.

Ama onemli degil.

Burada yazilacak. Kayitlara girecek.

Yazalim o zaman!

Biliyorsunuz, Mersin Limani bir sure once ozellestirildi.

Onceleri Abdullatif Sener'e bagli olan Ozellestirme Idaresi, daha sonra kabine icinde yapilan bir degisIklikle Maliye Bakani Kemal Unakitan'a baglandi.

Mersin Limani Ozellestirmesini de Maliye Bakanina bagli Ozellistirme Idaresi Baskanligi yapti.

Liman 766 milyon dolar bedelle 36 yilligina Mersin Uluslararasi Liman Isletmeciligi (MIP) adli sirkete devredildi.

Buraya kadar olan gelismeler normal.

Anormal olan olay ise limanin satisindan sonra ortaya cikti. .

Limani satin alan Mersin Uluslararasi Liman Isletmeciligi A.S. (MIP), Mersin Limani'nin guvenlik otomasyonu icin Telemobil sirketi ile yaklasIk 2 Milyon ABD dolari tutarinda guvenlik kameralari sozlesmesi imzaladi.

MIP sozkonusu sirkete 150 bin dolar pesin odeme yapti.

Bu sozlesme ile ilgili islemleri MIP'de Genel Mudur Yardimcisi olan Ismail Kursat Tezkan yuruttu ve yurutuyor.

Degerli okurlar, hala diyorsunuz ki,

"Ne var bunda. Guvenlik kamerasi almislar. Bize ne?"

Peki o zaman size bir soru.

"2 milyon dolarlik guvenlik kameralarini satan Telemobil isimli sirketin sahipleri kim?"

Bunu da ben soylemeyeyim. Istanbul Ticaret Odasi'nin kayitlari soylesin.

Ozellestirilen Mersin Limani'ni 2 milyon dolarlik mal satan sirket ve ortaklari bakin kimler:

Telemobil Bilgi Iletisim Hizmetleri A.S.
Ticaret Sicil No: 543476 / 0
Adres: Cilehane Cad. Camlica Evleri Sitesi No: 13/3 Kucukcamlica
Telefon: 0216 545 20 11
Sermaye: 300.000 YTL
Yonetim Kurulu Baskani: Abdullah Unakitan
Baskan Yardimcisi: Fatma Unakitan
Baskan Yardimcisi: Zeynep Basutcu

Kimmis?

Maliye Bakanimizin meshur oglu Abdullah Unakitan ve kizlari Fatma ile Zeynep hanimlar.

Hani su daha once misir yolsuzlugunu yazdigim yumurta krali Abdullah Unakitan ve Telsim'in satisi oncesi Telsim binasina gidip gelirken yakaladigim Zeynep Basutcu veya Zeynep Unakitan.

Ozellistirme ihalesiyle satilan bir kurulusa, Ozellestirme Idaresi'nin bagli oldugu Bakan'in cocuklari, 2 milyon dolarlik mal satiyor.

Bu size ve necip Turk basinina "Siradan bir is" geliyorsa sorun yok.

Ama bence ortada ciddi bir sorun var.
 

degazor18

New member
Bu konuda haklı olanın hakkını vermek lazım.Her ne kadar tek partili bir hükümet istemiş olsak ailece ama yinede bu tarım bakanının oraya yakışmadığını düşünüyoruz.Tıpkı eski içişleri bakanının yakışmadığı gibi.
Yukarıda yazılan olayların doğruluk yüzdesi yüksek olmakla birlikte dışarıdan ithal edilen mısır ın büyük bir kısmını unakıtan ın oğlu getirmektedir.Ve çok ama çok sağlam bir kaynak (ama açıklanamaz devlet memurudur ve işin uzmanıdır) açıklaması;
gelen mısırların % 100 ü genetiği bozulmuş,başta kanser olmak üzere bir çok hastalığı meydane getirebilecek ürünlerdir.Hiç dikkat ettiniz mi?
Son zamanlarda mısır yağı neden ayçiçekyağından ucuz?

Biz uzun zamandır almıyoruz.Sizinde bilginiz olsun...
 

alpercan32

New member
Dünyada savaş yok deniliyor, oysa ki dünyada savaşın olmadığı dakika yok.
Artık eskiden olduğu gibi topla tankla savaşarak işgal edilmiyor ülkeler. Şirketlerle, ürünlerle ve kültürlerle giriliyor.
Yukarıda arkadaşların açıkladıkları konular ise başlı başına bir savaş şekli. Hemde önemli bir konu.
Fakat daha da önemlisi BU İŞGALLERE EVET DİYENLERİN yukarıda bahsedilen kişiler. Ve bu arada da şahsi menfaatleri.
Büyük ATATÜRK bu durumu GENÇLİĞE HİTABE'de dile getirmiş ve Çözümü de göstermişti.

:victoryYukarıda mesajları yazarak bizleri aydınlatan arkadaşlara da TEŞEKKÜR EDERİM.:clap:clap
 

64general1

New member
Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satıyorlar

Isparta Yeni Ekspres


Son günlerde yeniden gündeme gelen Misyonerlik faaliyetlerinin adresi yine Isparta oldu.

ABD’den gönderilen ve içeriğinde Hıristiyanlık propagandası yapılan bir mektup akıllara çeşitli sorular getiriyor.

Sık sık gündeme gelen Misyonerlik faaliyetlerinin adresi yine Isparta oldu.

Bazı vatandaşlara Amerika Birleşik Devletlerinden gönderilen ‘Türkiye’nin dostları’ imzalı bir mektupla Hıristiyanlık propagandası yapılıyor.

EğlenX isimli işletmenin sahibi Hasan Dibet ve kardeşi Salih Dibet’e de gönderilen mektupta sadece ‘Türkiye’nin dostları’ imzası var.

Kim tarafından gönderildiği ise şimdilik merak konusu.

Mektubun giriş cümlesi bir hayli ilginç, Türkiye’nin laik hükümetinin yanında olduklarını özellikle belirten misyonerler,

“Size politik motivasyonlarla yazmadığımızı, Türkiye’nin laik hükümetinin yanında olduğumuzu, onu desteklediğimizi ve onu değiştirmek gibi bir arzumuz olmadığını bildirmek istiyoruz”

diyor.

Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar

Kendisine gönderilen mektuptan bir hayli rahatsız olan Hasan Dibet, daha önce Hıristiyanlarla hiçbir bağının olmadığını ifade ederek, mektubun kendisine neden gönderildiğini çözmeye çalışıyor.

Dibet,

“mektup bana geleli 15 gün kadar oluyor. Eski is yerime gönderilmiş. Aynı mektubu ağabeyime de göndermişler.

Ben 5-6 sene önce Isparta’da Hıristiyanlık faaliyetlerinin olduğunu duymuştum, ama şimdi yok zannediyordum. Adamlar Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar.

Elin Hıristiyanları bizim insanlarımızın ekonomik sıkıntılarından, ailevi sorunlarından faydalanıp onları Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar, ben bir Müslüman olarak bu durumu kaldıramıyorum. O insanların dinlerine saygılıyım ama misyonerlik faaliyeti bölücü bir faaliyettir” şeklinde konuştu. Dibet, yetkililere de seslenerek, “Bizim ülkemizde Hıristiyanlık propagandası yapanların iyi niyetli olduklarını zannetmiyorum. Bu konunun araştırılıp, müdahale edilmesini istiyorum”

dedi.

Isparta’da kaç kişiye gönderildiği merak konusu olan mektupta istenildiği takdirde ücretsiz İncil gönderileceği, işsizlik, evlilik, psikolojik sorunlar konusunda yardım edileceği de belirtiliyor.

Alo Dua hattı

Misyonerlerin gönderdikleri mektupta bir de ilan var. Korku, işsizlik, evlilik ve aile, stres, kızgınlık, hastalık, oruç, affetmek, mutlu yaşam ve ölüm… gibi sorunları olanlar için yetkiler dua etmek için bekliyorlarmış. İstanbul, Ankara, İzmir alan kodları ile verilmiş numaraların aranmasını istiyorlar. Mektupta Türkiye içinden telefonların verilmesine rağmen mektubun Amerika Birleşik Devletlerinden gönderilmesi de akıllarda soru işaretlerine neden oluyor.


İstihbarat kaynakları uyarıyor

Misyonerlerin sık sık Isparta ve çevresinde faaliyet yürüttükleri bazı istihbarat kaynakları tarafından da doğrulanıyor.
Nitekim geçtiğimiz yıllarda Jeffry Sımıth isimli bir Amerikalı, Misyonerlik faaliyetlerinden dolayı Isparta’da bazı siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından deşifre edilmiş ve sonuç olarak da sınır dışı edilmişti. Konu adli makamlara intikal etmişti. İşçi Partisi ile Amerikalı Sımıth’in mahkemesi hala devam ediyor.
Konuyla ilgili istihbarat kaynakları Misyonerlik faaliyetlerinin sadece dini propaganda değil aynı zamanda ciddi bir ajanlaştırma faaliyeti olduğu konusunda da uyarılarda bulunuyor.

İşte Misyonerlerin gönderdiği mektuptan birkaç alıntı

…Türkiye’nin laik hükümetinin yanında olduğumuzu, onu desteklediğimizi ve onu değiştirmek gibi bir arzumuz olmadığını bildirmek istiyoruz…

…İsa Mesih’i düşünün. Bütün diğer peygamberlerden farklı olarak bir bakireden doğmuştu. İncil O’nun günahsız yaşamını kaydeder ve O’nun Allah Kuzusu olduğunu söyler…

…Bu diri kurtarıcı’nın bizim kendi kurtarıcımız olması için, O’na ve O’nun bizim için yaptıklarına güvenmeliyiz…

…İsa’nın bizim yerimize öldüğüne inanmamız şarttır. İsa’ya olan imanımızı Allah’a itiraf edip, günahlarımız için pişmanlık duyup tövbe etmemiz ve af dilememiz gerekir…
 

alpercan32

New member
iki ay öncesine kadar ıspartadaydım. Bana niye gelmediy ki.
Bak ıspartayı boş bıraktık sahipsiz sandılar.

Dün akşam Kurtlar vadisinde de vardı böyle bir konu, orada 100 dolar verdiklerini de söylüyordu.
Parayla satın alacaklarını sanıyorlar.
 

Fatih Hoca

Banned
Öncevatan, hackhell'de açtı ağzını yumdu gözünü, abd'ye imf'ye dil uzattı, sonuç; Pc başında geçirdiği bikaç günün sonunda WC'ye gitmediği için ÖLDÜ !!! :D :D :D

şaka bi yana, gerçekten ilginç bi durum. Kim değse ölüyor abi. Aman dikkat et :D
 

pudu11

New member
öncevatan bu yazından dolayı çok teşekkür ediyorum güzel bir derleme özellikle ne yedüğü belirsüz Aydın DoğAN hakkındaki yazilar iyi olmuş.
 

64general1

New member
Unakıtanların Son Ticari Faaliyeti

Aktif Haber

Unakıtan ailesinin ticari faaliyetlerinde dur durak yok. Unakıtanların son ticari faaliyetleri kireç fabrikası kurmak oldu.

Abdullah Unakıtan (Kemal Unakitatın oğlu, ve Ahsen Unakıtan K.U'nın eşi) halen izinlerini aldıkları kireç fabrikası öyle basit bir fabrika değil.

Bursa Karacabey'de kurdukları fabrikada kireci çıkartacaklar; kirecin içindeki maddeleri ayrıştıracaklar ve “sarısız yumurta” “ tam sarılı” yumurta üretecekler.

Evet yanlış duymadınız kireç içindeki maddelerle yumurtanın kimyasal yapısıyla oynayacaklar ve yumurta kullanımını maksimize edecekler.

Ayrıca yine kireç içindeki kimyasallardan değişik bir madde çıkarıp cam kullanımında kullanılmak üzere Amerika'ya ihraç edecekler.

Abdullah ve Ahsen Unakıtan'ın kurdukları kireç fabrikalarının kamuoyunu ilgilendiren tarafına gelince…

Öncelikle fabrika orman arazisi üzerine kuruluyor.

Fabrika arazisinin sahibi fabrikaya ortak ediliyor. Peki fabrika arazisi orman arazisinden sanayi arazisine nasıl dönüşüyor?

İşte tüm maharet burada ortaya çıkıyor.

Kudretli Maliye Bakanımız ve müşavirleri devreye giriyorlar. Halen Ankara'da klasör klasör “Beyefendinin özel ricası”yla koşuşturmalar devam ediyor.

Son bir not:

Unakıtanların ticari faaliyetlerinde hiçbir aksama yok. Bu ay fabrika için tüm izinler bizzat elden takip edilen dosyalarla çıktı. Önümüzdeki günlerde her derde deva kireç üretimi başlıyor…



www.acikistihbarat.com
 

araghorn-g

Pentaxian
çok çarpıcı olaylar, inanılması gül iddialar ve gerçekler... insan okudukça kanı donuyor... gerçekten çok korkunçç.... nasıl elimiz kolumuz bağlanmış haberimiz yokkkk...
 

Vtnsvr

New member
Meclis'e Bu İddialar Damga Vurdu

Internetajans


CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM KİT Komisyonunun

''AKP bürokratlarını aklama komisyonuna dönüştüğünü''

belirterek, yolsuzlukların örtbas edildiğini söyledi.

Parlamentoda CHP'nin KİT Komisyonu üyeleri Gökhan Durgun ve Hüseyin Ünlü ile basın toplantısı düzenleyen Kılıçdaroğlu, komisyonunun çalışmasıyla ilgili eleştirilerini dile getirdi.

TBMM KİT Komisyonunun

''AKP bürokratlarını aklama komisyonuna dönüştüğünü''


savunan Kılıçdaroğlu; siyaset, ticaret ve bürokrat ilişkilerini bütün olumsuzluklarının Komisyonda aklanmaya çalışıldığını ileri sürdü.

''KİT'lerde görev alan yöneticilerin büyük bölümünün AKP yandaşları, akrabaları, kardeşleri ve yeğenleri olduğunu''

iddia eden Kılıçdaroğlu,

''Yolsuzlukları örtbas ediyorlar. KİT Komisyonu Başkanı Ünal Kacır, güven vermemektedir. Arkadaşlarımızın ısrarla dile getirdikleri bazı sorunları, geçiştirmeye memur edilmiş bir konumda çalışmaktadır''

dedi.

THY'nin 2006 yılı ilk 6 aylık raporu ile 2005 yılı raporunu gösteren Kılıçdaroğlu,

''THY'de yaşanan bütün olumsuzluklar geçiştirilmeye çalışılıyor. Bu raporda, 6 aylık bilanço, fon ve nakit akım tablosu yok. Ama 6 aylık dönem aklanıyor. Ünal Kacır ve AKP'li üyeler bilanço, fon ve nakit akım tablosunu görmeden nasıl oluyor da uhrevi bir bilgiyle THY'nin 2006 yılı ilk 6 ayını aklamaya çalışıyor?''

diye sordu.

Türkiye Kömür İşletmelerinin (TKİ) hesaplarına da değinen Kılıçdaroğlu, ekonomik tabloda kararlılığın sürdürülmesi açısından iktidarın dikkat etmesi gereken temel noktalar bulunduğuna işaret ederek, şunları söyledi:

''Fakir fukaraya kömür dağıtacağız diye TKİ'den kömür alınıyor, ama satın alınan kömürün bedeli kuruma ödenmiyor. TKİ, finans açığını kapatmak için bankalardan kısa vadeli kredi almak zorunda kalıyor, trilyonlarca lira faiz ödüyor. Şimdi sormak istiyorum; o faizi AKP veya Sayın Recep Tayyip Erdoğan cebinden mi ödeyecek? Eğer o faizi Türk ulusunun sırtına yüklüyorsanız, 'fakir fukaraya yardım ediyorum' diyemezsiniz. Çünkü sonuçta o faizi, dolaylı vergiler aracılığıyla bu ülkenin dar ve orta gelirlileri ödeyecek.''

-''THY'DE AKRABALIK İLİŞKİLERİ...''-

CHP Hatay Milletvekili ve TBMM KİT Komisyonu üyesi Gökhan Durgun da Komisyon Başkanı Ünal Kacır'a güvenlerinin kalmadığını belirtti.

Kacır hakkında güvensizlik önergesini 12 Kasım Pazartesi günü Meclis Başkanlığına sunacaklarını, ayrıca kendilerine Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulundan gelen raporlarının da yasaya uygun hazırlanmadığını iddia eden Durgun, bu nedenle Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Başkanlığına da gerekli itirazları yapacaklarını bildirdi.

THY'nin 2006 yılı hesaplarında yasada olması şartı yer alan bilanço ve netice hesaplarının olmadığını, bu konudaki itirazlarına rağmen hesapların ibra edildiğini bildiren Durgun, şöyle konuştu:

''THY, özelleşti, bundan sora KİT Komisyonu denetiminde değil. Acaba bu 6 aylık hesaplardaki usulsüzlükleri halkımızdan, komisyon üyelerinden ve denetimden kaçırmak için mi bunlar yapıldı?

Yapılan incelemelerde gördük ki görev süresi 31 Aralık 2007'ye kadar uzatılan Genel Müdür Uçuş İşletme Yardımcısı birden bire ani bir kararla görevinden alınıyor ve yerine Başbakanın kaptan pilotu olan Köksal Kökpınar getiriliyor.

Hac operasyon sırasında THY ekiplerinin Cidde'de konaklaması için 55 bin YTL rüşvet aldığı, üstelik dünya tarihinde ilk kez yazılı rüşvet anlaşması yapıldığı için hakkında dava açılan yer istasyon başkanı Hamit Kahveci'yi korumak için mi bu raporu kaçırdılar?

Başpilot yardımcısı Kamuran Başoğlu ve aynı zamanda Satış Artırma Müdürü olan eşi
Özlenen Başoğlu; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın eşi Ahsen Unakıtan'ın akrabası,

Gelir Yönetimi Başkanı Sami Alan; Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın akrabası,
Bilgi Teknolojileri Başkanı Ali Güler; Enerji Bakanı Hilmi Güler'in kuzeni...

Mali İşlerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Coşkun Kılıç ise Unakıtan'ın danışmanlığından geldi.

Acaba bunların akrabalık bağları çıkmasın diye mi hesapları bizden kaçırdılar?

Ayrıca başbakana alınan özel VİP uçağına ilişkin hesapların incelenmememizden kaçırmak için mi böyle apar topar yasaya aykırı olarak hesaplar aklanmış oldu?''

Durgun, vergi ve SSK borcu olan firmaların ihaleye alınmadığını belirterek, TKİ ihalesinde buna riayet edilmediğini savundu.

Açık artırma usulüyle yapılması gereken ihalelerin 4-5'e bölünerek pazarlık usulünü dönüştürüldüğünü anlatan Durgun,

''2003-2005 sonu itibarıyla TKİ'nin Hazineden alacağı 75 milyon YTL iken, zamanında ödenmediği için bankadan kredi kullanan kurumun şu andaki borcu 54 milyon YTL''

dedi.

-''SAHTEKARLIK YAPAN MİLLETVEKİLLERİ...''-

Kemal Kılıçdaroğlu, dün akşam TBMM Genel Kurulunda Nükleer Santral Yasası görüşmelerinde de ''bir AKP klasiğini tekrar yaşadıklarını'' belirterek, ''sahtekarlık olayına tanık olduklarını'' ileri sürdü.

Kılıçdaroğlu, şunları kaydetti:

''Yoklama istediğimizde Genel Kurulda olmayan ancak varmış gibi adlarına Başkanlık Divanına pusula gönderen bazı sahtekar milletvekillerini saptadık.

Dini siyasete alet etmeyi alışkanlık hali getiren bir zihniyet, Parlamento çatısı altında sahtekarlığı kurumsallaştırmaya çalışıyor.

Başbakandan özellikle istirham ediyorum; kendi gurubuna sahtekarlık bağlamında sahip çıkmasın. Sahtekarlık yapan milletvekillerini bir şekilde cezalandırsın. Bunların isimleri tutanaklarda yazılıdır.''
 

hasavci

New member
Sevgili arkadaşlar hiç birisine gerek yok,akp'li bakan Abdüllatif Şener ve Turhan Çömez'in söyledikleri yeterde artar bile.Adamlar neler neler söylüyorlar hepsinide tayyip efendiye ulaştırmalarına rağmen ortaya hiçbir şey çıkmayınca adamlar poltikadan soğuyup çekildiler.Geçenlerde birproğramda A.Şener'i bizzat izledim, diyorki ben bazı özelleştirmelerin yapılmasına ve bankaların yabancılara satılmasına karşı çıktım ama dinletemedim bunun üzerine benden bu görevi alıp maliye bakanına bağladılar.Diyerek manidar bir şekilde gülümsedi.Bu adamlar pislikleri gördükleri için bir daha aday olmadılar.Gerisi lafı güzaf.
 

imgeler

New member
kimin malını kime satıyorsun diye bir soru soramadı yurdum insanı...
Limanlar devletindir yani halkındır satılamaz devr edilemez cünkü devlet o limanları düzenlemek icin vergilerimizden kaynak aktarıyordu kimin malını kime satıyorsunuz demedikçe bu iğrenklikler devam edecektir.
birde o limanın kaç yıl vadeyle alındığını düşünün liman zaten mevcut haliyle taksitlerini kendisi karşılıyor eee satın alan adamada kolay yoldan milyon dolarları cebe indirmek kalıyor...
darbecileri haklı görenler bu yazıları okuyunca umarım derin derin biz napıyoruz die düsünürler...
 

64general1

New member
Aydın Doğan'ın sahip olduğu CNN Türk haber kanalının yayın politikası, Türkiye'nin ulusal bütünlüğünü ciddi olarak tehdit eder hale gelmiştir.

Başbakan Erdoğan'ın Başkan Bush ile görüştüğü saatlerde, Şirin Payzın adlı sunucunun hazırladığı program bardağı taşırmıştır ve bana göre kanalı işgalci ve bölücü PKK'nın hamisi olan ABD yanlıları ele geçirmiş durumdadır.

Türkiye'nin altına dinamit koyan ve AB fonlarıyla hazırladığı çalışmalarla bölücülere büyük cesaret veren, gaflet içindeki Tarih Vakfı'nın yönetim kurulu üyesi Ferhat Boratav'ın astronomik maaşlarla genel yayın yönetmeni olduğu CNN Türk, yine yaptı yapacağını.

Önceki gece bilirkişi olarak ABD'nin Türkiye'deki en hızlı savunucusu Yasemin Çongar, Sedat Laçiner, Hasan Cemal ve AKP'yi öve öve yere göğe sığdıramayan Cengiz Çandar'ı konuk etti.

Bütün gece konuştular.

Programda bir Barzani'nin kendisi eksikti.

Sedat Laçiner, milletin gözünün içine baka baka attı tuttu. Mahabat Kürt Cumhuriyeti'ni Molla Mustafa Barzani'nin kurduğuna ve Barzani ailesinin önemine dikkat çekti ve Türkiye'nin Barzani'yi küçümsememesi gerektiğini anlattı.

Laçiner, bu Kürt cumhuriyetini 1946 yılında SSCB'nin kurduğun, kurucu başkanının da Muhammed Gazi olduğundan belli ki bihaber.

Yahudi Molla Mustafa Barzani de o dönemde cumhuriyetin başkanı değil, genelkurmay başkanıydı.

Sedat Laçiner adlı sözde bilirkişi, kısa bir süre önce de Cudi dağındaki PKK'lılarla mücadelede TSK'nın başarısız olduğunu, aslında bu dağlara SAT timlerinin getirilmesi gerektiğini iddia etmişti.

Yanlış anlamadınız yani Sualtı Taaruz Timleri'nin Cudi dağında savaştırılması gerektiğini uzman(!) olarak söylemişti.

Ortadoğu'yu Türkiye'de en iyi bilen gazetecilerin başında gelen ne Cengiz Çandar ne de Hasan Cemal bu saçmalıklar karşısında hiç sesini çıkarmadılar.

Ayıp be kardeşim, her gün milletin tanımadığı, ama cumhuriyet düşmanı cemaatlerin sempatiyle baktığı kişiler, CNN Türk gibi kanallarda halka bilirkişi olarak sunuluyor ve saatlerce konuşturuluyor.

Bırakın Irak'ı, acaba hayatında hiç Güneydoğu'yu ya da Cudi'yi görmüş mü bunlar?

Adam kamera şakası gibi.

Her söylediği yüzeysel ve saçma. Belli ki birkaç gazeteden bir şeyler ezberleyip gelmiş.

Saatler süren bu programda sadece beşer dakika MHP'li Gündüz Aktan ve CHP'li Şükrü Elekdağ'ın görüşleri alındı.

Yasemin Çongar, ABD aleyhinde konuşan eski Büyükelçi Aktan'ı sıkıştırmak isterken, kurt büyükelçi derin diplomasi bilgisiyle olayı somut göstergelere dayandırarak yorumladı ve Barzani savunucusu Çongar'ı ders vererek susturdu.

Stüdyoda saatlerce atıp tutanların hiç biri gık diyemedi.

Değerli okurlar, programdakilere

"Madem bu kadar çok biliyorsunuz, neden sizin gibi düşünmeyenler ve somut delillerle konuşanlar karşısında tezlerinizi savunmuyorsunuz?"

diye sormak lazım.

Dikkat ederseniz, bu kişilerin tamamı kendi kendilerini ağırlarlar.

Özellikle Türkiye'nin tirajı 15 bine düşmüş, en az satan, başarısız gazeteleri olan Radikal, Star ve Referans'ın kimsenin okumadığı, görüşlerine değer vermediği yazarları, sadece işbirlikçi olduğu için, bir uzman havasında o programlara çıkartıyorlar, onlar da ahkâm kesiyorlar.

Bu programlara hiçbir zaman işi bilenleri çıkartmazlar. Çıksa da tek tüktür.

Bilgili ve elinde somut veri olan biri olduğu zaman ya susarlar ya da sözlerinin arkasında durmayıp, laf kalabalığı yaparlar.

Bu programa çıkanların diğer bir ortak özelliği de kendileri gibi düşünmeyenlerle aynı programa çıkmamalarıdır.


Bir gazeteci olarak diyorum ki; CNN Türk "Ne mutlu Türk'üm" diyemeyenlerin kalesi ve propaganda merkezi haline gelmiştir.

Kanalla yakından ilgili olan patron Mehmet Ali Yalçındağ ve eşi, her sene milyonlarca dolar zarar etme pahasına bu işgali neden kabulleniyor anlamış değilim.

Vardır elbet bilmediğimiz bir nedeni...

Kilise-PKK İlişkileri / Terörün Kutsal Sürümü

Prof. Dr. Nadim Macit - Cumhuriyet Strateji

"Vatikan, Irak-Türkiye arasındaki sorunun kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır: Çözümde Kürt halkının ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok."




Kardinal Renato Raffaele Martino



Dış dünyayı yönlendirmenin temel unsuru eylemdir. Eylem ise niteliğine göre tanımlanır.

Terörün bir yüzü şiddete açıktır: Yıkma, saldırma ve öldürme. Diğer yüzü ise örtülü taktiklerle iç içedir: Güven ortamını tahrip etme, korku üretme ve sindirme.

Hangi açıdan ele alınırsa alınsın terör; kuralsız eylemdir. Toplumu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi hedefleyen terör, dil dünyasından saldırıya, saldırıdan tahribe ve öldürmeye kadar uzanan eylem alanını kapsar. Terörün eylem haritasını belirleyen yöntem ve araçlar ise çağın etkinlik ufkuna göre değişir.



POST-MODERNLİĞİN TERÖR YÜZÜ



Post-modern tarihin etkinlik alanında inşa edilen terör; dini-etnik ayrışmalar üzerinden sürdürülür.

Çünkü post-modern kültür, ayrışmaya ve çatışmaya açık olup her eylemin kendi dil dünyası içinde anlamlı olduğu savına dayanır. Tarihin ve bilginin temeli yoksa her şeyi durumuna, bağlamına ve bakış açısına göre değerlendirmek haklılık kazanır.

Hiçbir sınır koymadan sınırları yok etme eğilimiyle kesişen bu durum sadece mevcut olayları ve buna karşı söylenenin ne olduğunu esas alınca iftira, döneklik, çarpıtma, tahrip etme ve saldırma gibi bütün ahlaki marazlar kendi özel bakışında meşruluk kazanır.

Bilgi denilen şey seninle benim üzerinde anlaştığım şey ise bunu belirleyen anlam göstergesi o şeyin bağlamıdır.

"Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok"

sözü böyle bir bağlamın ürünüdür.

Eğer bu söz esas alınırsa başta ABD ve birçok Avrupa ülkesinin parçalanması anılan bağlamın gereği olur.

Aynı duruma tekabül eden alanlara tatbik edilmeyen bir söz, farklı amaca yöneliktir.

Eğer anılan amaçlardan kopuk ve doğrudan dini hissiyatla ilgili ise terör örgütünün ülkemizde akıttığı kan karşısında kiliseler niçin sessizdir?

Sorunun açık cevabını bir tarafa bıraksak bile, çelişen önermelerle post-modern dünyanın trajedisini aşma çabası her şeyi ölüme terk etmekle eş değerdir.

Öyleyse böyle bir açıklama, birbirini bütünleyen ve birbirine ters düşen ifade biçimlerine imkân tanıyan bir söylem olup, gerçek denilen şeyin karşıtını da içerir.

Kaldı ki imparatorluk politikalarının ötekileştirme ve tasfiye etme mantığı bütün insanlık için tehdittir. Bu tehdit karşısında kiliseler nerede durmaktadırlar? Bu sorunun cevabı durumu vahimleştirmekte; kutsal ve politik değerler üzerinden verilen bütün mesajları anlamsız kılmaktadır.


PKK İLE PASLAŞMAK



Ülkemizde etnik ayrışma faaliyeti ve buna bağlı olarak üretilen terör meselesinin bir boyutu da, terörün kutsal sürümüdür.

Her ne kadar kiliseler ve temsilcileri paslaşmayı "Kürt Sorunu" adı altında diplomatik dille sürdürseler de, "soruna" yükledikleri sorunlu anlam, PKK ile örtüşen içeriğe sahiptir.

Nitekim II. Jean Paul bir taraftan doğrudan "Kürt Halkı" ifadesi altında diplomatik dille gönderme yapıyor, diğer taraftan PKK terör örgütünün başı ile paslaşıyor.


Papa II. Jean Paul Ocak 1998'de diplomatik bir dille şu göndermeyi yapıyor:

"İçinde bulunduğumuz günlerde herkesin dikkatini çeken Kürt halkının trajedisini sessizlik içinde geçiştiremeyiz. Olağanüstü durumlarda mültecilere yönelik acil merhamet arzusu; onların güvenli ve kabul edilebilir hayat şartları isteyen milyonlarca kardeşinin arayışını unutmamıza neden olmamalıdır."(2)

Arayıştan bahseden Papa, her nedense bu coğrafyayı etnik ayrışma üzerinden parçalayan, çatışma hatları ve kanlı sınırlar oluşturan emperyalist batılı devletlerden hiç bahsetmiyor.

Bugün, Kürt halkı bir sorun yaşıyorsa, bu sorun yine batılı emperyalist devletlerin bu coğrafyayı yeniden inşa etmek için uyguladıkları stratejinin sonucudur.

PKK terör örgütünün eylem haritasını belirleyen çizgilerin tümü ABD'yi gösteriyor.
Kaldı ki bu oyun yeni değildir.

Batılı devletler, Osmanlı İmparatorluğu'nu dini-etnik ayrımcılık üzerinden tahrip etmişlerdir.

Bu gerçeği anlatan Fransız Sefiri Engelhardt şöyle der:

"Şark meselesinin, diğer tabirle Avrupa Devletleri'nin bakış açısından Osmanlı Devleti'nin çöküşü, siyaset alanında din, mezhep kisvesi altında gerçekleştirilmiştir. Yabancı devletler, her biri farklı mezheplere tabi olanları himayesi altına alarak siyasi ve sosyal hayatlarına aşırı şekilde müdahale etmişlerdir"(3)

Nitekim Osmanlı topraklarında bulunan çeşitli Protestan cemiyetlerinin İslam aleyhinde sataşmalarda bulunmaları ile ortaya çıkan gerilimi anlatan bütün metinler bunu doğrulamaktadır.(3)

Bu metinler, inanç özgürlüğü altında egemen gücün Osmanlı hükümetini nasıl baskı altına aldığını anlatır.

Devlet çöküş sürecine girince misyoner teşkilatların nasıl milis kuvvetlerine dönüştüklerini tarih bize acı, ancak gerçek dille sunar.

Buradan baktığımızda Papa II. Jean Paul'un ne demek istediğini çok iyi anlıyoruz.

II. Jean Paul, PKK terör örgütüyle paslaşmıştır.

Terörist başı A. Öcalan, Papa II. Jean Paul'e bir mektup yazar.

Bu mektupta yer alan ifadeler şöyledir:

"Suriye'de bulunduğum sırada Suriye Ortodoks Kilisesi'nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile birçok kez görüştüm. Türkiye'deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanileri ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim."(4)




Bu mektuptan sonraki gelişmeleri A. Altındal şöyle açıklar:

"Bu mektuptan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti. Rusya'da ise Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli savunucularından olan bir milletvekili Apo'yu Rusya'ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.

Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.

Tarikatın adı, "İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı" idi.

Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.

İşte bu tarikatın başı Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu. El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu:

Türkiye'de boyunduruk altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."(5)


Daha ilginci terörist başının mektuptaki sözleriyle ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüşmesidir.

Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:

"Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır. Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırım faaliyeti yaptılar. Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar. Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir. Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir."(6)

İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.


Belli bir süre misyonerlerin içinde kalan, ancak meselenin din değil, ülkeyi bölmeye yönelik bir faaliyet olduğunu gören ve ayrılan İ. Çınar şu bilgileri aktarmaktadır:

" Ülkemizde misyonerlik faaliyetini sürdüren ve merkezi ABD'de bulunan CAMA ismindeki misyoner örgütün temsilcisi, ABD vatandaşı Thomas Tofilon aldığı direktifler doğrultusunda sürekli olarak benden Kürtler arasında müjdeleme yapmamı istiyordu. Daha sonra izinsiz kazı yapmak nedeniyle başı derde girince, onun yerine gelen Jim McDonald aynı şeyi telkin ediyor ve üst düzeyde baskı yapıyordu. Genellikle Diyarbakır'da toplanıyor, devlet tarafından gelecek engellemelere karşı strateji geliştiriyorduk. Bu süreçte karşılaşabileceğimiz sorunları aşmak için Adana ABD Başkonsolosu devreye girmişti. Herhangi bir sorun yaşadığımızda bunlar hemen durumu Ankara'ya ileterek bize yardımcı oluyorlardı. Misyonerlik faaliyeti dini-etnik ayrımcılık üzerinden sürdürülüyor, benim bu konuda kayıtsız kalmama tepki gösteriyorlardı." (7)

Görülen o ki, ülkemizde dini- etnik sorun yok, bunların üzerinden çatışma hatları üretme ve bölme amaçlı faaliyet yapan "dış güçler sorunu" var.



Dünya Kiliseler Birliği'nin ve İngiliz Misyoner Cemiyeti'nin desteği ile ülkemizde misyonerlik faaliyeti yapan insanlar, bakın, din özgürlüğü adı altında neler yapıyorlar:

"Bu misyonerler (David Smith ve Edward) Irak'ın kuzeyinde bulunduklarını, zaman zaman bu bölgeye giderek araştırma yaptıklarını ifade ederlerdi. Irak'ın kuzeyine gidişleri Türkiye'de askeri birliklerin bulunduğu üslerden olurmuş. Onlara göre Kerkük ve Musul Kürt bölgesiymiş. Geçmiş zamanlarda burada bulunduklarını ve Kürtlere yardım ettiklerini gururla anlatıyorlardı.

Ankara'da devlet kurumlarında çalışan bazı bürokratlarla çok iyi dostlukları varmış. Bu bürokratlar öğrenciyken, eğitim için ABD'ye gittiklerinde bu misyonerle tanışmışlar ve bu misyonerlerden yardım almışlar. Daha sonra öğrenciler Türkiye'ye döndüklerinde bu misyonerle irtibata geçmişler, misyonerler bürokraside herhangi bir problemle karşılaştıkları takdirde, sorunlarını bunlar aracılığıyla gideriyorlarmış."(8)

Misyoner-ajan ve bürokrat işbirliğine dayalı bu kuşatma faaliyetinin, din adı altında "ülkemizin en hassas coğrafyasında sürdürülmesinin bir anlamı olmalıdır. Bunun anlamı şudur: Türkiye, Asya'nın kilididir. Bütün amaç, bu kilidi çözmektir. Ülkemizde üretilen ve dış güçler tarafından desteklenen terör, bu amacın kutsal sürümüdür
.


Özel bir yöntemle sürdürülen bu strateji; politik alanda kendini haritalar üzerinden dışa vurdu.

Nitekim Çınar, bu gerçeği şöyle dile getirir:

" Misyonerler; bu gizli amaçları doğrultusunda, emperyalist çıkarları gereği Türkiye Milleti'nin bölünmesiyle birlikte, Türkiye'nin ekonomik ve politik açıdan güçsüz duruma düşmesi için, uluslararası çok güçlü finans kaynaklarının ve sadece Türkiye'deki faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla çeşitli ülkelerde oluşturulan fonların desteğini de alarak var güçleriyle çalışmaktadırlar."(9)

O halde ülkemizde yaşanan terörün üzerini örterek hoşgörü ve diyalogdan bahseden kiliseler, küresel politikanın mali gücünü sağlayan sermaye grupları, bunları planlayan kurumlar ve bizzat bu faaliyetleri sürdüren lobiler bulunmaktadır.

Batılı devletler ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?

Bu sorunun cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyon Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.

Maselli, der ki:

"Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız."(10)

Gerçekten kalamazlar. Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir.

Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir.

İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor.

Bütün mesele budur.

Son günlerde artan terörist faaliyetleri nedeniyle Irak'ın kuzeyine müdahale gündeme geldi.

Böyle bir sıcak ortamda Vatikan'ın Adalet Bakanlığı konumundaki Papalık Adalet ve Barış Kurulu Başkanı Kardinal Renato Raffaele Martino, Napoli'de Aziz Egidio Cemaati tarafından düzenlenen Dinlerarası Diyalog toplantısında bakın ne diyor:

"Vatikan, Türkiye ile Irak'ın kuzeyi arasında yaşanan son gerginliğin kısa sürede barışçıl biçimde çözümlenmesinden yanadır. Çözümde Kürt halkının ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Zira Kürtlerin durumu dünyada benzeri olmayan bir nitelik taşımaktadır: Ortada bir halk var, ama bu halka tekabül eden bir devlet yok.

Tüm bu hadiseler, Ortadoğu'da satrancı andıran durumun uzantısıdır: Irak'ta savaş olmasaydı, İsrail-Filistin sorunu olmasaydı, ortaya bu sorunlar çıkmazdı. Durum vahimleştikçe, sorunlar artacaktır. Türkiye, İran ve Suriye'ye dağılmış durumdaki bu halka, kendilerini ifade etme imkânı tanınmalıdır. Baskılar, doğal olarak durumun daha da kötüleşmesine neden olmaktadır."(11)

Bu açıklamalar ve işleyen süreç ABD'nin bu coğrafyayı yeniden inşa etmek için ürettiği stratejiler ve uyguladığı politikalarla birlikte düşünülürse anılan sözlerin PKK'ye açık destek olduğu görülür.

Zaten Kardinal Türkiye'yi hedef alan terör saldırılarına hiç değinmiyor. Bu çelişki, "Kürt Sorunu" altında söylenen sözlerin anlamını belirleyen çerçevedir.



İHANETİ GÖRDÜM

İhaneti gördüm: Batılı egemen devletler ve kiliseler hiçbir zaman bu coğrafyanın lehine olan bir faaliyetin içinde olmadılar. Siyasi tarih, stratejidir ve bu strateji bize bir şeyler söylüyor.



Birincisi; 1922-1939 yılları arasında görev yapan Papa 11. Pius adına Kardinal Gaspari Gazi Mustafa Kemal'e şu telgrafı çeker:

"Açık bir barış yapılması için temenniler arz eden 11. Pius, dökülen kanların nihayet bulması için ordulara ve ahaliye şiddetli emirler verilmesini sizden insaniyet namına rica eder."

Mustafa Kemal bu talebi şöyle cevaplar:

"Kan dökmeye nihayet verilmesi için sizinle hemfikir olarak bu felaketleri ne ordunun ne ahalinin doğurmadığına sizi temin edebilirim. Yunan ordusunun iadeye mecbur olduğu havalide bulunan bütün şehirlerimiz ve kasabalarımız yanmış ve ahali her türlü tecavüzlere maruz kalmıştır. Aynı tecavüzler şu anda yeni bir şiddetle Trakya'da yapılmaktadır. Bu insani hissi bugünkü ahvali doğuranlar nezdinde uyandırmanızı sizden rica ederim."(12)

Evrensel misyon üstlendiğini söyleyen bir kilisenin yapması gereken her türlü insanlık dışı harekete karşı olmaktır.

Ancak iş, böyle yürümüyor.

Bütün amaç, Türkiye'yi düşürmek ve bunun üzerinden bu coğrafyayı yeniden inşa etmektir.

İkincisi; meselenin gerçek yüzünü Derek Hoffman, yaptığı bir sunumda açıkça ortaya koyar.

"Irak'ta değişen rejimin taşıdığı risk; burada yaşayan Hıristiyan azınlıkların politik ve kriminal şiddete karşı savunmasız kalmalarıdır. Daha önceki sistem Kürt halkına ve Şiilere baskı yaptı. Burada çıkması muhtemel iç savaş; Irak toplumunun iç dinamikleriyle doğrudan bağlantılıdır."(13)

Oysa yaşanan bu kanlı vahşetin aktörü, Irak'ın iç dengelerini çatışma hattına çeken ve meşru yollarla elde edemediğini terör yoluyla sağlamaya çalışan batılı devletler ile onların kutsal ortaklarıdır.

Evet, siyasi gelenek stratejidir. Biz bu ihaneti daha önce gördük!




Dipnotlar:
1- Papa II. Jean Paul, Speech of Pope John Paul II. In Reply to the New Year Greetings Of the Diplomatic Corps Accredited to the Holy See, (Ocak 1998)
2- Engelhardt ( h. 1328: 263) Türkiye ve Tanzimat, (Çev: Ali Reşad) İst: Mürettibin-i Osmaniye Matbaası.
3- Engelhardt (282-284)
4- Aytunç Altındal (2004: 125) Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, İst: Alfa Yay; Hürriyet (24 Kasım 1998)
5- A. Altındal (126)
6- Ülker Çınar, (2005: 30) Şifre Çözüldü, İst: Ozon Yay.
7- Ülker Çınar, (12-15)
8- İ. Çınar (2005: 29)
9- İ. Çınar (2005: 17)
10- Domenico Maselli "People On the Move" (Eylül 2000)
11- Lütfullah Göktaş (2007) NTV-MSNBC (22 Ekim 2007)
12- Atatürk'ün Bütün Eserleri, (2004: 13/345)
13- Bkz: Derek Hoffman (2005) "The Risk of Regime Change" , Christianity Today International,

Partiler; "Düzeltilmiş" Nükleer Yasa Metnini Anayasa Mahkemesine Götürmelidir

Prof. Nük. Müh Tolga Yarman - TC. Okan Üniversitesi


Bundan evvel, TBMM'den, Genel Seçim öncesi, palas pandıras geçen nükleer yasa metnini Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, malum, dikkatine taşıdığımız kaygılar uzantısında olarak, geri çevirmişti. (Bakınız, Cumhuriyet: 22 Mayıs 2007, Hürriyet - Ferai Tınç: 21 ve 28 Mayıs 2007.)
Yasa metnine en büyük itirazımız, bunun bir tercüme belge olduğunun, buram buram ortada bulunduğu, bu çerçevede, TBMM'nin, buna da bağlı olarak Türk Halkı'nın ciddi olarak istismar edildiği noktasında, yoğunlaşıyordu…
Aradan geçen zaman zarfında nükleer yasa metni, çok muhtemelen, önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nda, bilhassa da Türkiye Atom Enerjisi katlarında ele alındı,
güya tornalandı; sonra TBMM Enerji Komisyonu'na getirildi, orada görüşüldü;
sonra da TBMM Genel Kurulu'na indirildi ve burada yasalaştı.

Eğer Cumhurbaşkanı onaylarsa, 5710 sayılı bu yasa metni, yürürlüğe girecek… Esasen, Cumhurbaşkanlığı Makamı'na, ikinci defa intikal ettiği için, bu durumda, Cumhurbaşkanı, yasayı onaylamak zorunda…
Ancak, Cumhurbaşkanı böyle bir metni Anayasa gereği olarak, bu aşamada (sergileyebileceği başkaca bir tasarruf olmadığı için) onaylasa dahi, onun peşini bırakmamalıdır; 5710 sayılı bu yasayı Anayasa Mahkemesi'nde, dava konusu yapmalıdır.

Aynı yönde sorumluluk geliştirmesi gereken partilerimiz de, bu yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürmelidirler.
Cumhuriyet Savcıları; ilgili bürokratlar ve siyasiler hakkında, kovuşturma başlatmalıdırlar. Çünkü, bu 5710 sayılı yasa metni, ne yazık ki, önceki gibi bir ihanet belgesidir.
Bir defa, bu yasa metni, hâlâ daha buram buram tercüme kokmaktadır.

Böylesi bir skandal, koskoca Türkiye Cumhuriyeti'ne, önceki yasa metninin başına gelenlerden, yeterince ders çıkartılmamış olarak, tekraren, ihanettir.

Birileri yasa metnini evvelce de ifade ettiğimiz gibi, yabancı dilde olarak kaleme almışlar, bizimkilerin önüne koymuşlardır.

"Alın bunu, tercüme edin, nereden geçirecekseniz oradan geçirin, sonunda TBMM Genel Kurulu'na indirin, oradan yasa olarak geçirin", demişlerdir. Bizimkiler ise (birazdan ve tekraren ortaya koyacağım şekliyle), çok hazindir ki, işte aynen böyle yapmışlardır!
Öyleyse, en önce bürokratik kademelerde, doğru dürüst, milli bir nükleer yasa metni hazırlayabilecek kadrolar, yoktur.

Vardır da, öylesi gerektiği için kızaklara, alınmışlardır.

Maalesef daha da kötüsü, bilhassa iktidar saflarında, böylesi bir metinde yer almış olan fahiş arızaları görebilecek, giderebilecek, milletvekilleri yoktur.

Milletvekilleri, kanun yapma görevlerini savsaklamakta, otomatikte (en azından işte nükleer yasa metni örneğinde ortaya çıktığı şekliyle), "el kaldır, el indir" idmanından ibaret bir etkinliğe, sıkışmaktadırlar.
Bunun hesabı sorulur…
Çıkan 5710 sayılı yasa, 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Yasası'nı unutturmak istemişe benzemektedir.

2690 sayılı yasa, TAEK'e belli görevler vermektedir.

Pekiyi o zaman bu yeni nükleer yasa, ne demek olmaktadır? Böyle tasarruf olur mu?
Her şey bir tarafa, öteki enerji tesislerimiz için, betahsis yasalar gerekmemektedir de, neden nükleer tesisler için, ayrıca işte 2690 sayılı TAEK kuruluş yasası ortada dururken, yeni bir yasa gerekmektedir?

Cevap ne yazık ki şudur: Nükleer santral satıcıları böyle istemişler de, ondan… Bu olgu bile başlı başına fecidir…
5710 sayılı nükleer yasa, Anayasa Mahkemesi'nden döner; ama Cumhuriyet Savcıları'nın bu durumda haklarında kovuşturma açacağı sözüm ona, yetkililer ve siyasiler (keşke yanılsak), hesap vermeye gittikleri yerlerden, korkarız, dönemezler…
Bu yasayla pekiyi, nükleer teknoloji gelecek midir?

Hiç bir biçimde gelmeyecektir.
Bu yasa bir "yap işlet" yasasıdır. "Yap işlet devret" yasası dahi değildir.

Nükleerci lobilere nükleer elektrik alım garantisi verilmek suretiyle, bir ikramda bulunma, yasasıdır.

Birazdan anlatacağımız gibi, inanılmaz yükümlülüklerin, ayrıca altına girilerek, sineye çekilmiş bir ödündür…
Hani özelleştirme esastı? Hani piyasa ekonomisi kuralları geçerliydi?
Nükleerde hiç böyle yapılmamıştır.

Pekiyi, teknoloji alıyoruz da, onun için mi, piyasa gereği bir tarafa bırakılmıştır?

Böyle bile, hiç değildir.

Nükleer lobi gelecek, göstereceğimiz yere, tesisini kuracak, tıkır tıkır alım garantisiyle, bize nükleer elektrik satacak, nükleer pisliğini bile Hazine'ye yıkabilecek, sonra da çekip gidecektir!..
- Beyler: Siz aklınızı peynir ekmekle mi, yediniz ki, şu güzelim ülkemize böyle bir akibeti reva görebiliyorsunuz?
Pekiyi, biz, getirilmek istenen nükleer tesisler üzerinde denetim gücümüzü kullanabilecek miyizdir?
Yine ne yazık ki, hiç bir biçimde "Hayır"; çünkü, Dünya'nın hiç bir nükleer ülkesinde görülmediği şekliyle, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu 2690 sayılı yasaya, ayrıca aykırı olarak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na bağlanmış olup, nükleer santrali kuracak kuruluşla, denetleyecek kuruluş, aynı kuruluş olmaya sıkışmıştır.

Herhangi bir ihale sahibi, müteahhitle ile ilgili anlaşmazlıkları, bir "hakeme" değil de, müteahhidin bizat kendine, çözdürür mü?

Cevap: Evet, işte, bizde böyle olur!..
5710 sayılı nükleer yasada, bildiğimiz başka hiç bir yerde, rastlanmayacak cinsten, "Yerli Kömür Yakıtlı, Santrallerin Teşviki" diye, konunun en bıçkın bir uzmanının dahi, metni tekrar tekrar okumasına karşın, kolaydan çözemeyeceği, bir özel bölüm, diğer yandan, inanılmaz bir kara mizah tablosu oluşturmaktadır…
Burada, bir alay laf kalabalığının arkasında, üstelik "Yerli Kömür Yakıtlı Santraların Teşviki" başlığı altında, Türkiye'de nükleer enerji üretimiyle, kömür santrallerinin, fiyat rekabeti, kırılmak istenmektedir…

Metin fevkalâde üsturuplu hazırlanmıştır. O kadar üsturuplu hazırlamıştır ki, konuştuğumuz en güvenilir uzmanları dahi atlatmayı başardığı, şaşılası bir çizgide izlenmektedir.
"Yerli Kömür Yakıtlı Santraların Teşviki" başlığı altında, Türkiye'de nükleer enerji üretimiyle, kömür santrallerinin, fiyat rekabetinin, yasa ile kırılmak istenmesi, aklın hafsalanın alamayacağı, şer bir gelişmedir.

TBMM Üyeleri'nin bu konuda ayıkmamış olmaları, inanılmazdır bir bühtandır, ihanettir.
Orada:
- Kardeşim, nükleer yasada, kömürün ne işi var?,
diyecek adam yok mudur, anlamak mümkün değildir.
Metin, evvelki eleştirilerimiz inanıyoruz ki, dikkate alındığı, bu çerçevedeyse, bir hayli elden geçirilmiş olacağı halde, hâlâ buram buram tercüme kokmaktadır.

Yer yer hatta, kimi deyimlerin tercümesi dahi yapılmamış, bu deyimler, yabancı dildeki gibi bırakılmışlardır, ya da tercümeler (tercüman, konunun uzmanı olmadığı için, olmalı), kullanılan deyimlerle örtüştürülmemiştir.
Bir örnek,

Madde 5, 4. Fıkra'daki "0.15 cent / kwh (ABD Doları cinsinden)" ibaresidir.

Bu ifade, tercümenin hangi dilden yapıldığını dahi, hemen ele vermektedir; "cent", malum doların yüzde biridir; "kWh" ise, "kiloWattxhour" demek olup, bir enerji birimidir.

Turkçesi "binWattxsaat"tir; bunun kısaltılmışı olarak kullandığımız rümuz, "bWs"tir (her halde, "kWh", değildir).
Sonra, yasada "ABD Doları"nın, işi nedir?
Yasada, böyle ölçü kullanılır mı? ABD Doları, sabit bir para birimi midir?

Kırk yıl sonra ne olacağı, çok mu bellidir?

Ayrıca, "elektrik maliyetinin şu kadarda şu kadarı", yani örneğin işte "kırkta biri", dense; denmek istenen, değişebileği kesin, birimler tartısında, aldanmadan, ifade edilmiş olmaz mı?
Söz konusu tutar, nükleer santralin söküm masrafları için tahsis edilen parasal havuza, tesisi yapan firma tarafından (santralin ömrü boyunca) aktarılacak, tutardır…

5710 sayılı nükleer yasa, havuzda birikecek miktarın, söküm masraflarına, yetmemesi durumunda, Hazine'ye, birikmiş tutarın % 25'i (yüzde yirmi beşi) kadar bir yük bindirmektedir.
Nükleer elektriğin bugünkü maliyeti yuvarlak, yasadaki birimle söylersem, 5 cent / kiloWattxsaattir; demek ki, 0.15 cent / kiloWattxsaat, bu fiatın yuvarlak kırkta biri, olmaktadır. 1000 MegaWatt-elektrik gücündeki bir santral ortalama, ömrü boyunca yuvarlak yüzde altmışlık bir yükle çalışsa, bu durumda, kurucu firma, söz konusu havuza, yılda yaklaşık 10 milyon dolar, atacaktır.

Kırk yılda bu tutar, 400 milyon dolara gelecektir ki, demek ki, sonunda Hazine'ye, allem edilip kalem edilip (bunun, %25'i olan) yüz milyon dolar, rahatlıkla fatura edilebilecektir.

(Bütün bu tilkiliklerin, burada olamayacağına göre, dışarıda kurgulandığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır.)
1000 MegaWatt-elektrik gücündeki bir santral yuvarlak 3-5 milyar dolardır. Söküm masrafları ise (ayrıca "nükleer kabristan" ve "nükleer defin" masrafları hariç), ederin yuvarlak onda birine rahat rahat gelebiliyor olup, 400 milyon doları gerçekten bulabilecektir… Yüz milyon doları da, Hazine'den olarak…
- Yaşasın serbest piyasa ekonomisi… Yaşasın özelleştirme!..
5710 sayılı yasa metni "tam bir tercüme" metin demiştim…
Öncekine oranla, bir hayli elden geçirilmiş olsa bile, bu yasa metni, tercüme olduğunu, başka bir yerinden daha, yine fena halde, ifşa etmektedir.

Metinde "şirket" lafı sık sık kullanılmaktadır. Bizim ihale yasalarımızda, şirket sözcüğü, malum, yoktur… "Müteahhit" sözcüğü vardır… Şimdilerde "yüklenici", "istekli" gibi, anlamı hemen derinlemesine çağrışıveren, güncel sözcükler kullanılmaktadır.
Söz konusu bağlamda, "İhaleye giren şirket", denmez, "ihaleye giren müteahhit", veya "teklif veren müteahhit", ya da işte ("müteahhit" yerine, ayrıca) "yüklenici", ya da "istekli" denir. İhale kanunlarımızda, "İhaleyi kazanan şirket" deyimi de, geçmez… "İhaleyi kazanan müteahhit", olur, ya da işte "yüklenici" olur…
"Şirket" sözcüğü, ayan beyan, Ingilizce "Company" sözcüğünün karşılığıdır ki, buradan yasa metnini, bir bilenin değil, bir tercümanın yazdığı sonucuna, bir kez daha varılabilir!..
Ne diyeyim: Allah sizi, nasıl bilirse öyle yapsın!..
Yasa metninin, dışarıda hazırlandığı ve (Genel Seçim'den önce), Cumhurbaşkanı'ndan dönmüş olması sebebiyle, gecikmeden dolayı iyice kızmış olacak dış çevreler tarafından, kasık krampları çekilerek hazırlandığı, bu sefer bakın, ayrıca yasa metnini nerelerinden bellidir:

o Madde 3 (2) TA­EK, Kanunun yürürlük tarihinden itibaren nükleer santral kurup işletecek şirketlerin karşılaması gereken ölçütleri, bir ay içinde yayınlar.



o Madde 3 (3) Bu Kanuna göre yapılacak nükleer güç santralları için yarışmaya katılacaklarda aranacak şartlar, şirketin seçimi, yer tah­si­si, li­sans be­de­li, alt­ya­pı­ya yö­ne­lik teşvik­ler, seçim süreci, yakıt temini, üretim kapasitesi, alınacak enerjinin miktarı, süresi ve enerji birim fiyatını oluşturma usul ve esasları bu Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra iki ay içerisinde Bakanlık tarafından hazırlanacak ve Bakanlar Kurulunun onayı ile yürürlüğe girecek bir yönetmelikle belirlenir.

o Madde 3 (4) Bu Kanuna göre yapımı öngörülen nükleer güç santralları için üçüncü fıkrada belirtilen yönetmeliğin yayımlanmasından sonra en geç bir ay içerisinde teklif almak üzere TETAŞ tarafından ilâna çıkılır.


Şu aceleye bakın…

Yasa metni evvelce Çankaya'dan dönünce, hayal kırıklığına uğramış sıkılmış, kızmış, sabırsızlanmış, Yabancı Beyefendi Kardeşlerimiz, TBMM üzerinden Kanun'la, TAEK'e, TETAŞ'a, hatta Bakanlar Kurulu'na, sure tahdidiyle (sınırlamasıyla), görev veriyor…
Böyle bir rezalet olabilir mi?

Kanun bir defa, şahsa, ya da duruma özel değildir.

Yok bir ay sure, yok iki ay süre, yok en çok bilmem ne sure…Elinin körü… Bu surelerin, genel olması gereken yasada, Tanriaskina, ne işi var?..
Bu kanun, sırf, herhangi bir kanun lafzının uyması gereken "genel olma koşulunu" ihlâl etmesi dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi'nden dönecektir…
Son bir nokta olarak, yasanın 5. Maddesi, 5. Fıkrası'nda yer alan Paris Sözleşmesi'ne değinmek istiyorum. Burada yasa şöyle demektedir:
Madde 5 (5) Nük­le­er ya­kıt, rad­yo­ak­tif mad­de ve­ya rad­yo­ak­tif atık ta­şı­nır­ken ve­ya san­tral­da bir ka­za olma­sı du­ru­mun­da 29/7/1960 tarihli Nük­le­er Ener­ji Ala­nın­da Üçün­cü Şahıslara Kar­şı Kanuni So­rum­lu­luk Hakkındaki Pa­ris Sözleş­me­si ve ek değişiklikleri ile di­ğer ulu­sal ve ulus­la­ra­ra­sı mev­zu­at hü­küm­le­ri uy­gu­la­nır.
Bundan once

(Cumhurbaşkanı tarafından Mayıs 2007'de veto edilen yasa metninde, bir tek "Paris Sözleşmesi" denmiş, bu deyimden ne kasdedildiğini, belli edecek, başkaca herhangi bir tarihe ya da numaraya yer verilmemişti

. (Evvelki yasa metinin, ne denli aceleye getirildiğini, artık, buradan da anlayın!..) Bu sefer, Paris Sözleşmesi'ne, tarihiyle atıf verilmiş…
Bir defa, acaba kaç milletveklili bu sözleşmenin içeriğini bilmektedir, doğrusu merak etmemek elde değildir.

Kaçı buradan, ağızdan yel alsın, nükleer kara günümüzde, sağlayabileceğimiz desteğin (örneğin Çernobil'in faturası birkaç yüz milyar dolarken), hepsi bir milyar dolarla sınırlı olduğunu biliyor, bu hususu da merak etmemek elde değildir.

Ama asıl, söz konusu Paris Sözleşmesi, 28 Ocak 1964'te, keza 16 Kasım 1982'de değiştirilmiştir.

Niye bu bilgi yasada tasrih edilmemektedir, anlamak mümkün değildir.

Yasa metninde ("Paris Sözleşmesi" dendikten sonra), "ek değişiklikleri ile di­ğer ulu­sal ve ulus­la­ra­ra­sı mev­zu­at hü­küm­le­ri uy­gu­la­nır", denmekle, yetinilmektedir.

Nükleer bir kara günle ilgili olarak bu kadar muğlak, bu kadar afaki, konuşulur mu?
Ne demekmiş, "di­ğer ulu­sal ve ulus­la­ra­ra­sı mev­zu­at hü­küm­le­ri"?..

Tasrih ederek, iyice bir korumaya alsana, kendini… Olacak şey değil!..
*
Sayageldiğimiz, birbiriyle didişircesine ihanet boyutunda, birbirinden üzücü, birbirinden gayrı milli, yasa yaptırımlarının, 5710 sayılı nükleer yasaya, nasıl olup da sızdığı, bunların nasıl olup da ayıklanamadığı, bu bir tarafa, sonunda nasıl olup da kanunlaşabildiği konularında, Cumhuriyet Savcıları; ilgili bürokratlar ve siyasiler hakkında, kovuşturma başlatmalıdırlar.
Çünkü, 5710 sayılı yasa metni, ne yazık ki, önceki gibi, bir aşağılanma ve bir ihanet belgesidir.



Prof. Nük. Müh. Tolga Yarman,
Ph. D., Massachusetts Institute of Technology,
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Nükleer Güvenlik Komitesi ve
Danışma Kurulu Eski Üyesi,
T.C. Okan Üniversitesi Mühendislik Fakültesi

Kazmalar ve Maşalar

Nihat Genç - Akşam Gazetesi


Tanrı hepimizi cehaletten korusun.

Çünkü bugünlerde Tanrı hepimizi taşkafa aydınlarla tecrübeden geçiriyor. Olsun, hastalık henüz bedenimize sızmış değil.

Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılması düşünülüp iptal edilen Ermeni Konferansı'nın konuşmacılarını kastediyorum.

Bu yazarların metinlerine on yıllar boyu zahmet edip eğildim. Eserlerini inceledim. Yani, muhteremlerin ne dediklerini anlamaya çalıştım, defalarca kafamda döndürdüm, durdum.

Ve şimdi onları, ellerinde tahta bir haç, gökkubbemize girmiş şaşkınlar, yüzlerinde bir yarasa karanlığı olarak görüyorum.

Bunların güya bir düşmanları var, resmi tarih tezi. Bir statüko, bir devlet tezi, tutturmuşlar. Akıllarınca bu resmi tezleri şeytanileştirmeye çalışıyorlar.

Yani, bütün kötülüklerin kaynağı bu resmi tezlermiş. İşte bu yüzden yaygaralarının yettiği Avrupa'daki lobilerle bu tezleri kanundışı ilan etmeye başladılar bile.

Şimdi?

Şimdi, ülkemizde bu tezleri o küçük beyinleriyle insanlık dışı hale getirmek için aydınca kahramanca hoplaya zıplaya kavga veriyorlar. Allah sonlarını hayırlı etsin.

Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...

Neden?

Çünkü halkı, ulusal onuru, devleti yıpratmak istiyorlar. Hedef yıpratmaktır, ileri. Genç kuşağın kafasını karıştırmak, çünkü, fesatla, sinsilikle yoğrulmuşlar...

Peki bu 'yıkma' işini hangi kazmalarla yapıyorlar?

Şu kazmalarla: Demokrasi, liberalizm, aydın sorumluluğu, özgürlük gibi kavramlarla.

Aslında bu kavramlar küçük sevimli şeytanlar.

Çünkü bu kavramlar I. Dünya Savaşı'nda ellerinde patlayan zavallı, küflü, paslı savaş baltaları!

Şimdi, bu muhterem zevattan, herhangi birinin son on yılda bölgemiz hakkında yazdığı iç/dış politika/yorum/analiz yazılarına iyi bakalım.

Ne demişler, ne istiyorlar, anlayalım. Ciddi bir şey tartışıyorsak neler düşündüklerini bilelim.

Zahmet buyurmayın, ben baktım. Yazılarında ortaya şöyle bir yekün çıkıyor:

Lübnan'da Maruniler, İsrail'de Yahudiler, güneyimizde Barzani, doğumuzda Ermeniler, Kıbrıs'ta Rumlar, bu muhteremlerin yazılarında sürekli haklı çıkıyor...

Yani, yazılarının tümüne baktığımızda, bölgemiz üzerine neler düşünüyorlar diye tetkik ettiğimizde, ortaya çıkan manzara bu.

Bu topraklarda, bu yazarların fikirlerine göre, iyilik, doğruluk, hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, liberalizm, insanlık, aydınlık, gelecek, en haklısı, en iyiler, işte şunlar:

MARUNİ, YAHUDİ, RUM, ERMENİ ve BARZANİ...

İşte asıl konferansı bunun için toplayalım. Bu muhteremlerin yazılarını masaya koyup tartışalım. Ve bu muhteremlerin yazılarına bakıp onlara soralım.

Neden sizlerin yirmi yıllar boyunca bu topraklarda yazdığınız yazılarda, hep, Kıbrıs'ta Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Maruniler ve Barzani, her defasında haklı, doğru çıkıyor!...

Bu muhteremlerin yazılarını yine toplayalım, inceleyelim, bu sefer onlara şu soruyu soralım.

Sizin yazılarınızda neden Müslümanlar, Türkler, Farslar, Araplar hep haksız çıkıyor...

Yazılarındaki sıfatları da ortaya koyalım, bunlara göre, Türkler/Farslar/Araplar hep, despot, diktatör, geri kalmış, çağdışı, aşağılık, demokrasiden anlamaz!..

Bir muziplik yapmıyor, bu cümleleri komedyenlik adına kaleme almıyorum, bu konferansı tertip edenlerin metinlerindeki felsefi dökümü ortaya koyuyorum.

Onlara göre demokrasinin ve özgürlüklerin en güzel çiçekleri, İsrail'de Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar, güneyimizde Barzani ve şüphesiz Ermeniler!..

Şüphesiz bu çiçekten demokrasiler/özgürlükler arkasında sıkı bir stratejik düzen var.

Avrupa Birliği gibi. ABD'nin emperyalizmini görmemek gibi. Gözle görülmeyen bağlar da var, vakıflardan beslenmek gibi.

Hani, bizim de aklımız yok ya, hani biz de kekiz, şebeğiz ya, bunlara uyduk, onların aydınlık yolundan yürüdük, ne olacak.

Diyelim Ermeni tezlerini kabul ettik, diyelim, ülkemiz ve halkımızın haysiyetini kırmalarına izin verdik, diyelim tazminatlar ödedik, diyelim daha ileri gittik, toprağımızın ne kadarını verelim tartışmalarına başladık, bitti mi?

Sonra şunlar olacak, bir konferans daha toplayıp, şu sonuçlara doğru ilerleyeceğiz:

'Mustafa Kemal aslında köylülerden çocuklarını zorla askere aldı, köylülerin erzaklarına el koyup cephanesine kattı...'

Hani, kekiz, şebeğiz ya, yine bitti mi? Bitmez!

Bin yıllık tarih, ellerinde kazma, devam edecekler. Özgürlük deyip, aydınım deyip sallayacaklar...


Ama bu tarih bin yıllık, çok uğraşmaları lazım. Çünkü kazmayla yıkılamayacak şeyler var. Vakıflardan beslenmeyle çürütemeyecekleri çok değerler var.

Şimdi mesela Yunus Emre'nin, Mevlana'nın neresine vuracaksın kazmayı.

Allah insanı çarpar!

Peki toptan şehit olmuş 57. Alay'ın neresine vuracaksın kazmanı!?

Bu muhterem yazarlara bir de başka yerlerden bakalım, metinlerini önlerimize serelim. Ortadoğu topraklarının şairleri, evliyaları, kültürleri, türbeleri, yıkılan kubbeleri, folkloru, dili, şehitleri ve bağımsızlık savaşları, ne varsa bakalım.

Bakalım metinlerinde bizim kanımıza işlemiş bu değerlerden bahseden var mı?

Yok... Yani, bu toprakların kültürel/edebi/dini/milli tarihiyle bir duygusal ilişkiyi dillendiren metinleri yok ortada.

Peki ne var, sayfalarını çevirdikçe, kuşlar gibi cıvıldayan özgürlük, demokrasi, aydın olma, gibi kavramlar var...



Yani kardeşlerim. Şu soruyu soralım. Neden Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, Lübnan'da Maruniler, Kıbrıs'ta Rumlar ve güneyimizde Barzaniler bu kazmalarca hep haklı çıkıyor.

Ve bu kazmalar niye hep buralara vuruyor!..

Bu tesadüf mü?

Bu devlet ve halkların isimlerine bakın, tampon bölgelerine, devletlerine bir daha bakın...

Bunun bitmemiş 1.dünya savaşı olduğunu göreceksiniz.

Bugün verdikleri yıpratma savaşı, birinci dünya savaşının, devamıdır. Bu yüzden Lozan yırtılmak isteniyor.

Mustafa Kemal Samsun'a çıkmasaydı, işler yolunda olacaktı, İngilizler İstanbul'u, Yunanlılar Ege'yi terk etmek zorunda olmayacaktı. Ama Lozan inşa edildi.

O halde, Lozan yıkılmalı. Bugün 1.dünya savaşıyla bu halklar devlet olmuş ya da siyasi haklar kazandılar.

Yüz elli yıl önce hepsi Osmanlı'nın toprağı, tebaasıydı, aldıkları yetmedi. Yine istiyorlar, yüz elli yıldır, kazmayı aynı yerden vuruyorlar...

Bu insanlar içinde doğdukları halklarını, kendi tarihlerini, kendi onurlarını, kendi kültürlerini, kendi dillerini, dinlerini sevmemek gibi hastalıkları var, bu yüzden bizim çektiğimiz acıları çekmezler...

Ama ben bu yazıyı başka bir şey için yazdım.

Şunlara bakın, Kıbrıs'ta Rumlar, Lübnan'da Maruniler, Ermenistan'da Ermeniler, İsrail'de Yahudiler, hepsinin ortak bir kimliği var?

Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?

Nedir ortak kimlikleri?

Bakın hepsi komşularıyla oturmak / karışmak istemiyor. Tampon devletler. Çelikten gömlek gibi kafes duvarlardan sınırlar. Kız alıp vermek istemiyor.

Ortak mahalle pazarı kurmak istemiyor.

Çünkü, kendilerini, Batılı, farklı, çok yüksek ve güçlü bir kültürün mucizeleri olarak görüyorlar.

Bu beş/altıyüz yıldır böyle. Kendileri cici, Batılı, akıllı, her şeyi bilen, anlayan. Ama komşuları pis, Müslüman, çağdışı, aşağılık...

Soralım Ermenistan'da kaç tane yabancı yaşıyor, Maruniler binlerce yıl Lübnan'da niye hala Müslüman mahallesine karışmıyor, Kıbrıs'ta Rumlar Annan Planı'nı niye kabul etmedi.

Buradan nereye geleceğim. Bu konferansı tertip edenler de işte bu yüksek kültürün, ileri Batı medeniyetinin en ileri çocukları.

Aralarına, başka kimseyi almak istemiyorlar.

En uygar fikirler onlarda. Oturup, kendi aralarında büyük meseleleri konuşacaklar.

Aşağılık halkların statükocu, despot, diktatör yazarlarını niçin alsınlar?

Kardeşlerim. Bu saçma sapan kazmaların demokrasi, aydın, özgürlük gibi fikirlerine kananlar, onlar gibi suratsız, meymenetsiz olurlar. İnsan yüzü görmek istemiyorlar.

Halkımızın çocuklarının yüzlerini, dillerini, dinlerini, giyimlerini, alışkanlıklarını, tarihini 'konuşmak' istemiyorlar.

Bu yüzden Batıdakiler gibi gittikçe 'insan sıcaklığını' kaybediyorlar. Ama tanımaktan, karışmaktan korktukları bu halkların çocuklarının yüzlerinde hala onları anlamak gibi, etten kemikten, duygudan ifadeler var.

Hepimiz hala bu Batı özentisi, Batı'nın aşağılanmalarıyla yetişmiş aydın kuşağı hayretle, şaşkınlıkla izliyoruz...

Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var?

Dünyanın hakim güçlerince desteklenip üstümüze sürüyorlar!.. Hayal dünyasında 'aydıncılık' oynuyorlar!...

Biz, 1. dünya savaşı bitti diyoruz, bitmedi diyorsanız, bir daha gelin, öyle uyduruktan demokrasi, özgürlük, aydınım, lafları yemiyor artık.

(26/05/2005)
 

ѕσηυη¢υ

кιℓℓ ƒσя &#
kirletilemeyecek kadar saglam kaynaklara dayanmış güzel bir konu.car car konusan tayyipi güleni sawunanlar bu konuya neden yorum yapmıyolar acaba..
 

HTML

Üst