- Katılım
- 23 May 2007
- Mesajlar
- 4,439
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Başkalarının kahramanlık tarihini ezberlemek, belleklere kazımak bir kültür hizmeti oluyor da; konu Türklere gelince burun kıvrılıyor.
Öte yandan ‘Türkçülük’ denilince Osmanlı’dan geriye gidilemiyor; Öztürkçe aşağılanıyor; Türkleri yeniden köklerine bağlayan Cumhuriyet devrimi küçümseniyor ya da hepten yok sayılıyor?
Asya kökleri heyecan veriyor da, konu kadınlara gelince, binlerce yıllık Türk gelenekleri birden unutuluyor ve kadınlara köhnemiş eski Arap kültürü dayatılıyor.
Bugün yabancı devletlerin İslamcılık kılığına bürünmüş saldırganlığına kapılanlar, niçin ama niçin Anadolu’nun genç çocuklarını yine Anadolu’nun bağrından çıkıp gelmiş genç subaylarına karşı kışkırtıyor?
55 yıldır dünyayı ele geçirme, sömürgeleştirme ideallerine bağlı kalan yabancı orduların askersel eğitimi, savaş ahlakı ve yöntemi Türk ordusuna benimsetiliyor.
Türk subaylarının ruhları yabancıların ekonomik ve savaş donanımı üstünlüğü altında kalıyor. Bu durumun şimdilerde ulusal güvenliğimiz söz konusu olunca kırk dereden su getirmemizle bağlantısı yoktur denemez.
Osmanlı öncesi asker eğitimi geleneğinden, tarihsel olaylar bilgisiyle ilgisiz yüksek perdeden anlatımın dışında yararlanıldığı da söylenemez.
20. yüzyılın başlarındaki tüm savaşlarda yaşanan yenilgilerin, devlet yönteminin ve ordunun iyi düzenlenmemesinden kaynaklandığı gibi, gelenekten kopmanın, ulusal bilinçten ve kültürden uzaklaşmanın payı büyüktür.
Kumandan Uyarmıştı
Daha 1912’de subaylarla askerlerin ilişkisi için şöyle yazıyordu:
“Biz subaylar, komuta edeceğimiz insanların hangi isteklerini anlayacak ve onların yüreklerini, güvenlerini kazanarak onlara ruhsal bir güç verebileceğiz?
Hülagü, Timur, Cengiz ve kadınlı erkekli bir Türk ordusuyla Paris surlarına dayanmış olan Attila’dan haberleri var mıdır?”
Askerlerin eğitimi kadar onların karakterleri de ordunun yapılanmasında ve kararlarda temel veridir. Toplumun kültürü neyse o genç insanın kültürü de, ruhsal yapılanması da odur. Çarpıcı satırlar, geleneksel bağı ortaya koyuyordu:
“Ey ulus!
Ey 600 yıldır çarşafa bürünmüş, 5.000 yıllık açık alınlı Türk kadını!
Bugünkü subayların komutası altına verdiğin (subaylara teslim ettiğin) çocukların beşikteyken o beş bin yıllık gelenekleri onlara ninni olarak söyledin mi?”
Ulusa böyle bir görev düşerken subayları da gelenekler ve özgür Türk kadınları konusunda uyarmadan geçmiyordu:
“Ey genç subay!
Ey bugünün genç komutanları!
Galiba analarımızın sesleri de, saçları gibi haramdır.”
Ulusumuzun ve ordumuzun, 55 yıldır yayılmacı devletin kanatları altında başkalaşmadığı söylenebilir mi?
Toplumsal eğitimi ulusallıktan çıkarıp, Batılıların ya da Ortadoğuluların milliyetçi ideallerine emanet edenlerin sorumluluğu ağırdır.
Daha 1912’de tanıyı koymuş ve 1918’de yayınlanan satırlarda acı gerçeği kökten vurgulayıvermişti:
“Kuşkusuz ulusumuzun karakteri de, bütün öteki karakterler gibi, yükselmeye, biçimlendirilmeye elverişlidir. Fakat kendisine göre olması koşuluyla…
Bizim karakterimiz, dışardan ve bizim yaratılışımızdan farklı karakterlerdeki etmenlerle biçimlendirilmek istenirse, kalıcı, belirgin bir karakter ve olumlu bir sonuç elde edilemez.”
Yabancılardan medet uman Osmanlı hanedanı ve yönetimlerinin teslimiyetçiliğine karşın ulusal direnişin örgütlenmesi; bağımsızlık savaşının başarıyla sonuçlanması işte bu kararlı öze dönüş ilkelerine dayanmıştı.
Cumhuriyet devletinin kuruluş dönemindeki tüm atılımların temelinde de o ilkeler vardır.
İşte bu nedenle; T.C. Başbakanı, “Ya Atatürk?” diye sorulunca -pek sevdiği yeni diliyle- “Happened” (olup bitti) demiş ve ‘Kemalizm’in bir daha gelemeyeceğini açıklamıştı.
Ancak bunu dile getiren ilk kişi R.T. Erdoğan değil, Batılılardı.
Onların öfkesi son derece olağan; çünkü bizim cumhuriyetimizin temelinde yayılmacılara karşı gerçek bir ulusal savaş ve mazlum uluslara yol gösteren bir erdemlilik vardı.
Orduyu yönetenler işin aslını bir kez daha düşünseler mi?
Yanlıştan dönmek için daha ne denli acı çekilecek?
Öte yandan ‘Türkçülük’ denilince Osmanlı’dan geriye gidilemiyor; Öztürkçe aşağılanıyor; Türkleri yeniden köklerine bağlayan Cumhuriyet devrimi küçümseniyor ya da hepten yok sayılıyor?
Asya kökleri heyecan veriyor da, konu kadınlara gelince, binlerce yıllık Türk gelenekleri birden unutuluyor ve kadınlara köhnemiş eski Arap kültürü dayatılıyor.
Bugün yabancı devletlerin İslamcılık kılığına bürünmüş saldırganlığına kapılanlar, niçin ama niçin Anadolu’nun genç çocuklarını yine Anadolu’nun bağrından çıkıp gelmiş genç subaylarına karşı kışkırtıyor?
55 yıldır dünyayı ele geçirme, sömürgeleştirme ideallerine bağlı kalan yabancı orduların askersel eğitimi, savaş ahlakı ve yöntemi Türk ordusuna benimsetiliyor.
Türk subaylarının ruhları yabancıların ekonomik ve savaş donanımı üstünlüğü altında kalıyor. Bu durumun şimdilerde ulusal güvenliğimiz söz konusu olunca kırk dereden su getirmemizle bağlantısı yoktur denemez.
Osmanlı öncesi asker eğitimi geleneğinden, tarihsel olaylar bilgisiyle ilgisiz yüksek perdeden anlatımın dışında yararlanıldığı da söylenemez.
20. yüzyılın başlarındaki tüm savaşlarda yaşanan yenilgilerin, devlet yönteminin ve ordunun iyi düzenlenmemesinden kaynaklandığı gibi, gelenekten kopmanın, ulusal bilinçten ve kültürden uzaklaşmanın payı büyüktür.
Kumandan Uyarmıştı
Daha 1912’de subaylarla askerlerin ilişkisi için şöyle yazıyordu:
“Biz subaylar, komuta edeceğimiz insanların hangi isteklerini anlayacak ve onların yüreklerini, güvenlerini kazanarak onlara ruhsal bir güç verebileceğiz?
Hülagü, Timur, Cengiz ve kadınlı erkekli bir Türk ordusuyla Paris surlarına dayanmış olan Attila’dan haberleri var mıdır?”
Askerlerin eğitimi kadar onların karakterleri de ordunun yapılanmasında ve kararlarda temel veridir. Toplumun kültürü neyse o genç insanın kültürü de, ruhsal yapılanması da odur. Çarpıcı satırlar, geleneksel bağı ortaya koyuyordu:
“Ey ulus!
Ey 600 yıldır çarşafa bürünmüş, 5.000 yıllık açık alınlı Türk kadını!
Bugünkü subayların komutası altına verdiğin (subaylara teslim ettiğin) çocukların beşikteyken o beş bin yıllık gelenekleri onlara ninni olarak söyledin mi?”
Ulusa böyle bir görev düşerken subayları da gelenekler ve özgür Türk kadınları konusunda uyarmadan geçmiyordu:
“Ey genç subay!
Ey bugünün genç komutanları!
Galiba analarımızın sesleri de, saçları gibi haramdır.”
Ulusumuzun ve ordumuzun, 55 yıldır yayılmacı devletin kanatları altında başkalaşmadığı söylenebilir mi?
Toplumsal eğitimi ulusallıktan çıkarıp, Batılıların ya da Ortadoğuluların milliyetçi ideallerine emanet edenlerin sorumluluğu ağırdır.
Daha 1912’de tanıyı koymuş ve 1918’de yayınlanan satırlarda acı gerçeği kökten vurgulayıvermişti:
“Kuşkusuz ulusumuzun karakteri de, bütün öteki karakterler gibi, yükselmeye, biçimlendirilmeye elverişlidir. Fakat kendisine göre olması koşuluyla…
Bizim karakterimiz, dışardan ve bizim yaratılışımızdan farklı karakterlerdeki etmenlerle biçimlendirilmek istenirse, kalıcı, belirgin bir karakter ve olumlu bir sonuç elde edilemez.”
Yabancılardan medet uman Osmanlı hanedanı ve yönetimlerinin teslimiyetçiliğine karşın ulusal direnişin örgütlenmesi; bağımsızlık savaşının başarıyla sonuçlanması işte bu kararlı öze dönüş ilkelerine dayanmıştı.
Cumhuriyet devletinin kuruluş dönemindeki tüm atılımların temelinde de o ilkeler vardır.
İşte bu nedenle; T.C. Başbakanı, “Ya Atatürk?” diye sorulunca -pek sevdiği yeni diliyle- “Happened” (olup bitti) demiş ve ‘Kemalizm’in bir daha gelemeyeceğini açıklamıştı.
Ancak bunu dile getiren ilk kişi R.T. Erdoğan değil, Batılılardı.
Onların öfkesi son derece olağan; çünkü bizim cumhuriyetimizin temelinde yayılmacılara karşı gerçek bir ulusal savaş ve mazlum uluslara yol gösteren bir erdemlilik vardı.
Orduyu yönetenler işin aslını bir kez daha düşünseler mi?
Yanlıştan dönmek için daha ne denli acı çekilecek?