ςคﻮคtคא_кђคภร khans
New member
Türkiye'yi anlatmak neden kolay değil?
Biz bize iken konuşmak, tartışmak hatta kavga etmek kolay da, başka dünyalardan insanlara dert anlatmak hiç de kolay değil. Böyle sıkıcı bir durumla karşı karşıya kalıyorum Atina Üniversitesi'nde Türkiye konusunu işlerken.
Örneğin Türkiye'nin dışına çıkınca 'Demokrasi beni ilgilendirmiyor ben Cumhuriyet'ten yanayım' ya da 'demokrasiden yanayım, ama askerler siyasileri gerektiğinde saf dışı edebilmeli' türünde bir görüşü nasıl anlatacaksınız? Neye temellendireceksiniz? Bu tür tartışma konularını dile getirmek için kelime bulmakta bile zorluk çekersiniz. Böyle ikilemler pek yaşanmıyor 'batıda'. Tabii Türkiye'nin tarihinden, ülkenin özel kimlik aşamalarından, korku ve fobilerinden, siyasi akım ve ideolojilerinden, günlük söylemlerin ima ettiklerinden, devlet-yurttaş ilişkilerinden, devletin temel ilkelerinden yola çıkarak konuya yaklaşmak olanaklı. Ama bu, saatler alan bir önsöz gerektirir.
Laikliği anlatırken iki kampı anlatacaksınız diyelim. Bir taraf ille de laiklik istiyor. Ama karşı tarafın da laikliğe karşı olmadığını söylemeniz gerek. Sonra laiklik için mücadele verenlerin devlete bağlı bir kurumun (Diyanet İşleri'nin) din işlerini düzenlemesini çok istediğini de anlatacaksınız. Haydi, yeni baştan ülkenin tarihi, korku ve fobileri vb. gündeme gelecek. Arada parlamentonun dağıtılmasını, başbakanın asılmasını özgürlük, demokrasi (ya da cumhuriyet) adına nasıl yapıldığını anlatmak da hiç kolay değil. Sonra bu asılan başbakanın adının İzmir havalimanına verildiğini anlatmanız gerekiyor. Yani hem başbakanı asanlar hem de Adnan Menderes, her ikisi onurlu kişiler, gurur kaynağı. Ve hele, bu çelişkinin kimseyi şaşırtmadığını anlatacaksınız. Tabii bu konuda sosyal psikoloji yardımcı olabilir; ama bu da en azından benim için oldukça çetrefil bir uğraş.
Türkiye'deki milliyetçiliği de anlatmak oldukça zor. Anayasa'da milliyetçilik kelimesi geçiyor, bu ismi taşıyan siyasi partiler bulunuyor. Suç işlemeden, birilerine hakaret ediyor gibi görünmeden ağzınızı açmanız zor. Önce bu durumu ve 301'i anlatıyorsunuz öğrencilere tabii. Bir hata yapıp başlarına bir şey gelmesin diye ezkaza Türkiye'de. Batı dillerinde pek de saygın olmayan bir terimdir 'nationalism'. Tabii Türkiye'nin Batı ile olan özel ilişkisine el atmadan olamayacağını hemen anlıyorsunuz. Bir yerlerden başlıyorsunuz geçmişi ve algılamaları anlatmaya, bazen Düyun-u Umumiyye'den, Sevr'den, bazen daha inandırıcı olmak için İnebahtı Deniz Savaşı'ndan.
Tabii Türkiye'yi anlatırken Batılılaşmanın, çağdaşlaşmanın, muasır medeniyetlere ulaşmanın çok yaygın ulusal bir amaç, bir özlem, bir ideal olduğunu da anlatmanız gerek. Ama bunca inanca karşın nasıl oluyor da çağdaş dünyanın 'dilinden' ve terminolojisinden böylesine uzak kaldığını anlatmak için de yeniden ülkenin özel geçmişine başvurmak gerektiğini de bir an geliyor anlıyorsunuz. Bu kez dilbilim yardımcı olabilir. Piaget, semboller, her toplumdaki farklı göndermelerin rolünü anlatmanız bir sömestrlik bir ders gerektirir ki o da kolay bir iş değil.
Türbanı ve ilgili tartışmaları anlatmak zor; ama yine de en rahatlayıcı konu. Şaşkınlık, iç gıcıklayıcı duygular, sürpriz çığlıkları doğuran bir hikâye anlatıyorsunuz duygusuna kapılıyorsunuz, türban yerine öğrencilerin peruk taktıklarını, bütün ülkenin, gazetesi, televizyonu, bilim adamları ve subayları ile anayasayı konuşurken başörtüsünü tartıştıklarını anlatırken. Hele peruk takmayı da yasaklayan okulların olduğunu duyanlar yerlerinden hopluyorlar. Bir başörtüsünün nasıl farklı bağlanabileceğini sınıfta gösteriyorsunuz. Farklı bir bağlayışın nasıl mevcut siyasi düzeni yıkacağını da gösteriyorsunuz. Yaşlı başlı insanların, türbanın yeni moda kullanımlarına kaymamızın gerektiğini nasıl önerdiklerini anlatırken şaka yaptığınızı sanan öğrencilere, ülkenin özel şartlarını anlatmak gereğini duyuyorsunuz; ama onlar yine işi abarttığınıza inanıyorlar. Artık şaka ile ciddiyet birbirinin içine karışıyor ve zorlanıyorsunuz. Bir öğrenci 'peki neden türban imalatını ve satışını hepten yasak edip sorunu temelden halletmiyorlar?' diye sorunca da, bu yolda daha nice yol alabileceğimizi düşünmeden edemiyorum.
Hele o özel alan ile kamusal alan konusu çok can sıkıcı bir konu. 'Özel alanda türbana ne gerek var, özel alanda kadınlar zaten örtünmezler ki!' diyen öğrencime bu konuda benim de kafamın karışık olduğunu itiraf etmeden edemiyorum. İstatistiklere göre örtünmenin azaldığı ortaya çıktıkça 'örtünüyoruz' korkusunun nasıl arttığını anlatırken, bu gelişmelerin rasyonel bir açıklamasının olamayacağını, bu tür çelişkilerin ülkenin özel şartlarıyla açıklanabileceğini açıklıyorum. Zaten özel şartların varlığını kabul etmeyenlerin, sorunun bir demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyenlerin şüphe ile karşılandıklarını da ekliyorum ki, ülkenin özel şartları daha iyi anlaşılsın. Bu da doğal olarak zaman alıyor.
Avrupa Birliği konusu başka bir sıkıntı. Herkes resmen AB'den yana. Sen karşısın dediğinizde karşı çıkıyor birileri, 'Kim, ben mi karşıyım? İnsaf, ben AB'ye girelim istiyorum!'. Sonra bu AB 'yandaşlarının' söylemini anlatıyorsunuz mecburen: AB ikiyüzlüdür, bunlar terörü destekliyor ve ülkeyi bölmek istiyorlar, içişlerimize karışıyor, saygısızca egemenliğimize darbe indiriyorlar, gericiliği destekliyor, Kıbrıs'ı satmamızı istiyorlar, temel ideolojimizi terk etmemizi ve soysuzlaşmamızı istiyorlar, insan hakları bahane, asıl hedefleri kazanımlarımız, birliğimizdir' türünde konuşuyorlar. Ama aynı zamanda AB'den yana olduklarını da anlatmanız gerekiyor ki bu şizofreni durumunu anlatmanız hiç de kolay değil.
Ülkede hukuk devleti kavramının temel olduğunu anlatıyorsunuz, ama Hrant davasını da anlatmanız gerektiğinden işler karışıyor. Önce yanlış yorumlanan masum bir cümlenin sonuçlarını, bir mahkûmiyeti, sonra ırkçı bir cinayeti ve polislerin suçlularla yakınlığını gösteren fotoğrafları, videoları, telefon konuşmalarını, savcılıkla karakollar arasında kaybolan ifade dosyalarını, kamera kayıtlarını, baro başkanlarının ve avukatların suçlulardan yana demeçlerini anlatıp bunların hukuk devletiyle nasıl bağdaştığını ülkenin özel koşullarıyla anlatmaya çalıyorsunuz. Öz imajın çok iyi olduğunu -biz hoşgörülüyüz, çok seslilik, mozaik, ebru, falan filan- sonra Ortadoğu'da Hıristiyan halkın en büyük hızla azaldığı ülkenin Türkiye olduğundan Batı'ya yansıyan imajın hiç de iyi olmadığını anlatmanız gerekiyor.
Bunca özel koşulları olan bir ülkenin AB ile özel koşullar içinde bir ilişkiye girmesi gündeme geldiğinde ise ülke sathında kabaran ve gerçekten zerrece samimiyetsizlik içermeyen öfkeyi de anlatmanız gerekiyor ki, bu da kolay değil. Yeni ders yılı başlıyor ve ben de heyecanlanıyorum. Keşke bu çelişkiler olmasaydı diyorum, ama bu özel dilek de pek yardımcı olmuyor.
HERKÜL MİLLAS
Biz bize iken konuşmak, tartışmak hatta kavga etmek kolay da, başka dünyalardan insanlara dert anlatmak hiç de kolay değil. Böyle sıkıcı bir durumla karşı karşıya kalıyorum Atina Üniversitesi'nde Türkiye konusunu işlerken.
Örneğin Türkiye'nin dışına çıkınca 'Demokrasi beni ilgilendirmiyor ben Cumhuriyet'ten yanayım' ya da 'demokrasiden yanayım, ama askerler siyasileri gerektiğinde saf dışı edebilmeli' türünde bir görüşü nasıl anlatacaksınız? Neye temellendireceksiniz? Bu tür tartışma konularını dile getirmek için kelime bulmakta bile zorluk çekersiniz. Böyle ikilemler pek yaşanmıyor 'batıda'. Tabii Türkiye'nin tarihinden, ülkenin özel kimlik aşamalarından, korku ve fobilerinden, siyasi akım ve ideolojilerinden, günlük söylemlerin ima ettiklerinden, devlet-yurttaş ilişkilerinden, devletin temel ilkelerinden yola çıkarak konuya yaklaşmak olanaklı. Ama bu, saatler alan bir önsöz gerektirir.
Laikliği anlatırken iki kampı anlatacaksınız diyelim. Bir taraf ille de laiklik istiyor. Ama karşı tarafın da laikliğe karşı olmadığını söylemeniz gerek. Sonra laiklik için mücadele verenlerin devlete bağlı bir kurumun (Diyanet İşleri'nin) din işlerini düzenlemesini çok istediğini de anlatacaksınız. Haydi, yeni baştan ülkenin tarihi, korku ve fobileri vb. gündeme gelecek. Arada parlamentonun dağıtılmasını, başbakanın asılmasını özgürlük, demokrasi (ya da cumhuriyet) adına nasıl yapıldığını anlatmak da hiç kolay değil. Sonra bu asılan başbakanın adının İzmir havalimanına verildiğini anlatmanız gerekiyor. Yani hem başbakanı asanlar hem de Adnan Menderes, her ikisi onurlu kişiler, gurur kaynağı. Ve hele, bu çelişkinin kimseyi şaşırtmadığını anlatacaksınız. Tabii bu konuda sosyal psikoloji yardımcı olabilir; ama bu da en azından benim için oldukça çetrefil bir uğraş.
Türkiye'deki milliyetçiliği de anlatmak oldukça zor. Anayasa'da milliyetçilik kelimesi geçiyor, bu ismi taşıyan siyasi partiler bulunuyor. Suç işlemeden, birilerine hakaret ediyor gibi görünmeden ağzınızı açmanız zor. Önce bu durumu ve 301'i anlatıyorsunuz öğrencilere tabii. Bir hata yapıp başlarına bir şey gelmesin diye ezkaza Türkiye'de. Batı dillerinde pek de saygın olmayan bir terimdir 'nationalism'. Tabii Türkiye'nin Batı ile olan özel ilişkisine el atmadan olamayacağını hemen anlıyorsunuz. Bir yerlerden başlıyorsunuz geçmişi ve algılamaları anlatmaya, bazen Düyun-u Umumiyye'den, Sevr'den, bazen daha inandırıcı olmak için İnebahtı Deniz Savaşı'ndan.
Tabii Türkiye'yi anlatırken Batılılaşmanın, çağdaşlaşmanın, muasır medeniyetlere ulaşmanın çok yaygın ulusal bir amaç, bir özlem, bir ideal olduğunu da anlatmanız gerek. Ama bunca inanca karşın nasıl oluyor da çağdaş dünyanın 'dilinden' ve terminolojisinden böylesine uzak kaldığını anlatmak için de yeniden ülkenin özel geçmişine başvurmak gerektiğini de bir an geliyor anlıyorsunuz. Bu kez dilbilim yardımcı olabilir. Piaget, semboller, her toplumdaki farklı göndermelerin rolünü anlatmanız bir sömestrlik bir ders gerektirir ki o da kolay bir iş değil.
Türbanı ve ilgili tartışmaları anlatmak zor; ama yine de en rahatlayıcı konu. Şaşkınlık, iç gıcıklayıcı duygular, sürpriz çığlıkları doğuran bir hikâye anlatıyorsunuz duygusuna kapılıyorsunuz, türban yerine öğrencilerin peruk taktıklarını, bütün ülkenin, gazetesi, televizyonu, bilim adamları ve subayları ile anayasayı konuşurken başörtüsünü tartıştıklarını anlatırken. Hele peruk takmayı da yasaklayan okulların olduğunu duyanlar yerlerinden hopluyorlar. Bir başörtüsünün nasıl farklı bağlanabileceğini sınıfta gösteriyorsunuz. Farklı bir bağlayışın nasıl mevcut siyasi düzeni yıkacağını da gösteriyorsunuz. Yaşlı başlı insanların, türbanın yeni moda kullanımlarına kaymamızın gerektiğini nasıl önerdiklerini anlatırken şaka yaptığınızı sanan öğrencilere, ülkenin özel şartlarını anlatmak gereğini duyuyorsunuz; ama onlar yine işi abarttığınıza inanıyorlar. Artık şaka ile ciddiyet birbirinin içine karışıyor ve zorlanıyorsunuz. Bir öğrenci 'peki neden türban imalatını ve satışını hepten yasak edip sorunu temelden halletmiyorlar?' diye sorunca da, bu yolda daha nice yol alabileceğimizi düşünmeden edemiyorum.
Hele o özel alan ile kamusal alan konusu çok can sıkıcı bir konu. 'Özel alanda türbana ne gerek var, özel alanda kadınlar zaten örtünmezler ki!' diyen öğrencime bu konuda benim de kafamın karışık olduğunu itiraf etmeden edemiyorum. İstatistiklere göre örtünmenin azaldığı ortaya çıktıkça 'örtünüyoruz' korkusunun nasıl arttığını anlatırken, bu gelişmelerin rasyonel bir açıklamasının olamayacağını, bu tür çelişkilerin ülkenin özel şartlarıyla açıklanabileceğini açıklıyorum. Zaten özel şartların varlığını kabul etmeyenlerin, sorunun bir demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyenlerin şüphe ile karşılandıklarını da ekliyorum ki, ülkenin özel şartları daha iyi anlaşılsın. Bu da doğal olarak zaman alıyor.
Avrupa Birliği konusu başka bir sıkıntı. Herkes resmen AB'den yana. Sen karşısın dediğinizde karşı çıkıyor birileri, 'Kim, ben mi karşıyım? İnsaf, ben AB'ye girelim istiyorum!'. Sonra bu AB 'yandaşlarının' söylemini anlatıyorsunuz mecburen: AB ikiyüzlüdür, bunlar terörü destekliyor ve ülkeyi bölmek istiyorlar, içişlerimize karışıyor, saygısızca egemenliğimize darbe indiriyorlar, gericiliği destekliyor, Kıbrıs'ı satmamızı istiyorlar, temel ideolojimizi terk etmemizi ve soysuzlaşmamızı istiyorlar, insan hakları bahane, asıl hedefleri kazanımlarımız, birliğimizdir' türünde konuşuyorlar. Ama aynı zamanda AB'den yana olduklarını da anlatmanız gerekiyor ki bu şizofreni durumunu anlatmanız hiç de kolay değil.
Ülkede hukuk devleti kavramının temel olduğunu anlatıyorsunuz, ama Hrant davasını da anlatmanız gerektiğinden işler karışıyor. Önce yanlış yorumlanan masum bir cümlenin sonuçlarını, bir mahkûmiyeti, sonra ırkçı bir cinayeti ve polislerin suçlularla yakınlığını gösteren fotoğrafları, videoları, telefon konuşmalarını, savcılıkla karakollar arasında kaybolan ifade dosyalarını, kamera kayıtlarını, baro başkanlarının ve avukatların suçlulardan yana demeçlerini anlatıp bunların hukuk devletiyle nasıl bağdaştığını ülkenin özel koşullarıyla anlatmaya çalıyorsunuz. Öz imajın çok iyi olduğunu -biz hoşgörülüyüz, çok seslilik, mozaik, ebru, falan filan- sonra Ortadoğu'da Hıristiyan halkın en büyük hızla azaldığı ülkenin Türkiye olduğundan Batı'ya yansıyan imajın hiç de iyi olmadığını anlatmanız gerekiyor.
Bunca özel koşulları olan bir ülkenin AB ile özel koşullar içinde bir ilişkiye girmesi gündeme geldiğinde ise ülke sathında kabaran ve gerçekten zerrece samimiyetsizlik içermeyen öfkeyi de anlatmanız gerekiyor ki, bu da kolay değil. Yeni ders yılı başlıyor ve ben de heyecanlanıyorum. Keşke bu çelişkiler olmasaydı diyorum, ama bu özel dilek de pek yardımcı olmuyor.
HERKÜL MİLLAS