paduk
"Chastise"
Zeitgeist
Kelime anlamı olarak belli bir zaman donemindeki kitlesel egilim anlamına geliyor. Biz zeitgeist’e seri katiller penceresinden bakacagiz.
Suç tarihini ciddi bir şekilde incelediğimizde, merak uyandırıcı ve aynı zamanda rahatsız edici bir gerçeği hemen fark edersiniz, her dönemde çoğu fark ettiğinden daha fazla hayret verici cinayet vardır. Sayısız örneklerden bir tanesini verecek olursak; 1895’te Theodor Durrant isimli temiz görünümlü bir tıp öğrencisi, San Francisco’da iki genç kadına tecavüz ederek onları öldürmüş ve parçalanmış cesetlerini yakınlardaki bir kilisenin çan kulesine saklamıştır. Durrant vakası ülkeyi ayağa kaldırmıştı, fakat bugün en ilgili suç meraklılarının dışında kim bu olayı duymuştur?
Bu durum, ilginç bir soruyu akla getirir: Neden bazı korkunç katiller unutulup giderken diğerleri neredeyse efsaneleşirler? Cevap, kısmen efsaneleşme mertebesine erişen bu katillerin yaptığı korkunç işlerdir. Efsanevi seri katiller (Ed Gein, Albert Fish, Jeffrey Dahmer, vs.) gündelik hayatın ötesine geçerler. İşledikleri suçlar patolojik olmaktan çok doğaüstü olarak görülür – şeytanların ve iblislerin marifetleri. –
Bazı suçlular insanlarda güçlü bir hayranlık uyandırırlar, çünkü yaşadıkları dönemin en karanlık güdülerini ve saplantılarını vücuda getirmiş gibidirler. En az bir kahraman ya da bir ünlü kadar zamanlarının ruhunu – Almanların Zeitgeist dedikleri şeyi – temsil ederler.
On dokuzuncu yüzyılın meşhur katili Dr. H.H. Holmes, klasik bir örnektir. Bir dizi çekici genç kadını “Dehşet Şatosu”nun kasvetli odalarında öldüren, havalı kadınları cezp etmekteki ustalığı tartışılmaz Holmes, masal kahramanı Mavisakal’ın canlanmış hali gibiydi. Aynı zamanda Altın Çağ’ın tüm aşırılıklarının doruğa vardığı ürkütücü bir temsildi; cinayetlerinin ardında yatan neden, kan şehveti olduğu kadar, aynı zamanda açgözlülük de olan para delisi bir psikopattı.
1930’lar da – Ludberghlerin bebeğinin kaçırıldığı dönem – Albert Fish her ebeveynin en kötü karabasanıydı; şefkatli bir ihtiyar görünümündeki şeytan kadar kurnaz bir çocuk hırsızı.
Edward Gein vakası “Hansel ve Gretel” tipinde bir peri masalını andırıyorsa da (ıssız, görünüşte zararsız, ancak sonradan bir canavarın evi olduğu anlaşılan bir mekân) işlediği suçlar savaş sonrası Amerikan yaygın kültürel patolojisini yansıtıyordu. Yeri ve zamanı, cinsel ihtiyaçlar gerçekliğinin resmi bir namusluluk kültürüyle maskelendiği, son derece güçlü bir cinsel ikiyüzlülüğün hâkim olduğu bir dönem ve mekân.
Üç haftalık bir cinayet zincirinde on bir kişiyi öldüren Charles Starkweather, özünde diğer bir 1950’ler olgusunu temsil etmekteydi; içinde yetişkin topluma karşı vahşi bir öfke taşıyan anti sosyal “genç suçlu.” 1960’larda Charles Manson – seks ve uyuşturucu delisi iblis hippi – “düzgün” toplumun en karanlık korkularının hayat bulmuş karabasanı rolündeyken, Ted Bundy 1970’lerin eğlence peşindeki genç bekârlar atmosferinin tehlikelerini temsil ediyordu; yanlış partnerle tanışıp çok korkunç bir gece geçirme tehlikesi.
Bret Easton Ellis’in yoğun eleştiri alan, Amerikan Sapığı isimli kitabı, aslında seri katillerin zeitgeist sembolü olmaları teması ile çok zekice oynar. Kitabın sosyopat züppe kahramanı Patrick Bateman, 1980’lerin Reagan dönemindeki açgözlülüğün yansıtıldığı bir benzetmedir. Bateman’ın tek düşündüğü, kendi arzularına ulaşmaktır ve diğer insanları kendi zevki için kullanıp atılacak bir eşya olarak görür.
“Bu tür bir kariyerin dengini görebilmek için çok geriye, Borgiaların veya Brinvillilerin zamanına gitmek gerekir ama onlar bile Holmes kadar canavar değillerdir. O, bir kötülük dehası, insan kılığında bir iblis, hiçbir romancının yaratmaya cesaret edemeyeceği türden akıllara sığmaz bir karakterdi. Öykünün kendisi de yüzyılın sonunu resmeder niteliktedir.”
H.H. Holmes hakkında 1896 tarihli bir gazete makalesinden…
bkz. seri katil...penceresinden bakmak....hıımm....
Kelime anlamı olarak belli bir zaman donemindeki kitlesel egilim anlamına geliyor. Biz zeitgeist’e seri katiller penceresinden bakacagiz.
Suç tarihini ciddi bir şekilde incelediğimizde, merak uyandırıcı ve aynı zamanda rahatsız edici bir gerçeği hemen fark edersiniz, her dönemde çoğu fark ettiğinden daha fazla hayret verici cinayet vardır. Sayısız örneklerden bir tanesini verecek olursak; 1895’te Theodor Durrant isimli temiz görünümlü bir tıp öğrencisi, San Francisco’da iki genç kadına tecavüz ederek onları öldürmüş ve parçalanmış cesetlerini yakınlardaki bir kilisenin çan kulesine saklamıştır. Durrant vakası ülkeyi ayağa kaldırmıştı, fakat bugün en ilgili suç meraklılarının dışında kim bu olayı duymuştur?
Bu durum, ilginç bir soruyu akla getirir: Neden bazı korkunç katiller unutulup giderken diğerleri neredeyse efsaneleşirler? Cevap, kısmen efsaneleşme mertebesine erişen bu katillerin yaptığı korkunç işlerdir. Efsanevi seri katiller (Ed Gein, Albert Fish, Jeffrey Dahmer, vs.) gündelik hayatın ötesine geçerler. İşledikleri suçlar patolojik olmaktan çok doğaüstü olarak görülür – şeytanların ve iblislerin marifetleri. –
Bazı suçlular insanlarda güçlü bir hayranlık uyandırırlar, çünkü yaşadıkları dönemin en karanlık güdülerini ve saplantılarını vücuda getirmiş gibidirler. En az bir kahraman ya da bir ünlü kadar zamanlarının ruhunu – Almanların Zeitgeist dedikleri şeyi – temsil ederler.
On dokuzuncu yüzyılın meşhur katili Dr. H.H. Holmes, klasik bir örnektir. Bir dizi çekici genç kadını “Dehşet Şatosu”nun kasvetli odalarında öldüren, havalı kadınları cezp etmekteki ustalığı tartışılmaz Holmes, masal kahramanı Mavisakal’ın canlanmış hali gibiydi. Aynı zamanda Altın Çağ’ın tüm aşırılıklarının doruğa vardığı ürkütücü bir temsildi; cinayetlerinin ardında yatan neden, kan şehveti olduğu kadar, aynı zamanda açgözlülük de olan para delisi bir psikopattı.
1930’lar da – Ludberghlerin bebeğinin kaçırıldığı dönem – Albert Fish her ebeveynin en kötü karabasanıydı; şefkatli bir ihtiyar görünümündeki şeytan kadar kurnaz bir çocuk hırsızı.
Edward Gein vakası “Hansel ve Gretel” tipinde bir peri masalını andırıyorsa da (ıssız, görünüşte zararsız, ancak sonradan bir canavarın evi olduğu anlaşılan bir mekân) işlediği suçlar savaş sonrası Amerikan yaygın kültürel patolojisini yansıtıyordu. Yeri ve zamanı, cinsel ihtiyaçlar gerçekliğinin resmi bir namusluluk kültürüyle maskelendiği, son derece güçlü bir cinsel ikiyüzlülüğün hâkim olduğu bir dönem ve mekân.
Üç haftalık bir cinayet zincirinde on bir kişiyi öldüren Charles Starkweather, özünde diğer bir 1950’ler olgusunu temsil etmekteydi; içinde yetişkin topluma karşı vahşi bir öfke taşıyan anti sosyal “genç suçlu.” 1960’larda Charles Manson – seks ve uyuşturucu delisi iblis hippi – “düzgün” toplumun en karanlık korkularının hayat bulmuş karabasanı rolündeyken, Ted Bundy 1970’lerin eğlence peşindeki genç bekârlar atmosferinin tehlikelerini temsil ediyordu; yanlış partnerle tanışıp çok korkunç bir gece geçirme tehlikesi.
Bret Easton Ellis’in yoğun eleştiri alan, Amerikan Sapığı isimli kitabı, aslında seri katillerin zeitgeist sembolü olmaları teması ile çok zekice oynar. Kitabın sosyopat züppe kahramanı Patrick Bateman, 1980’lerin Reagan dönemindeki açgözlülüğün yansıtıldığı bir benzetmedir. Bateman’ın tek düşündüğü, kendi arzularına ulaşmaktır ve diğer insanları kendi zevki için kullanıp atılacak bir eşya olarak görür.
“Bu tür bir kariyerin dengini görebilmek için çok geriye, Borgiaların veya Brinvillilerin zamanına gitmek gerekir ama onlar bile Holmes kadar canavar değillerdir. O, bir kötülük dehası, insan kılığında bir iblis, hiçbir romancının yaratmaya cesaret edemeyeceği türden akıllara sığmaz bir karakterdi. Öykünün kendisi de yüzyılın sonunu resmeder niteliktedir.”
H.H. Holmes hakkında 1896 tarihli bir gazete makalesinden…
bkz. seri katil...penceresinden bakmak....hıımm....