Yeni Şafak HaberLeR

TheMither!

New member
Rrrrrr!
Star'da Mega Magazin programı, Cem Yılmaz'ın filmi AROG'un çalıntı olduğunu ima eden bir haber yayınladı, ortalık karıştı. 2004 yapımı Fransız komedi filmi “RRRrrrr” ile inanılmaz benzerlikler arz eden sahneler vardı AROG'ta... Cem Yılmaz kanadı bunu yalanladı. Ancak merak ettim. Acaba dava açmış mıydı Star'da programı yapanlara? Hayır açmamış. Eğer biri sizi senaryo çalmakla itham ediyorsa bu ağır bir suçlamadır. Ben olsam dava açardım. Cem Yılmaz ve arkadaşları bunu yapmadığı gibi, içlerinden birileri kanalı arayıp, bu tarz yayınların tekrarlanmaması için ricada bulunmuş. Star'daki dostlar öyle diyor...

Cem Yılmaz'ın önceki filmlerinden Hokkabaz ile ilgili de aynı iddialar ortaya atılmıştı. Üstelik bu iddiayı gündeme taşıyan kişi Savaş Ay gibi güçlü bir isimdi. Şeytan Torbası adlı filminin senaryosunu 1999'da yazdığını söylüyordu Savaş. Ve Hokkabaz'da kendine ait senaryodan alıntılar olduğunu öne sürüyordu. Savaş'ı aradım dün. Artvin dağlarında geziyor, haber yapıyormuş. “Bak gördün mü AROG için de çalıntı iddiaları ayyuka çıktı, ne düşünüyorsun” diye sordum. Savaş gayet net ve anlamlı bir cevap verdi;

“Bu konularda artık konuşmayacağım, konuşmanın da alemi yok. Çünkü herşey ortada”...


* * *
Alişan ve Çağla Şıkel'in sunduğu Herşey Dahil programı Salı ve Çarşamba günleri tavan yaptı. Uzun zamandır sabah kuşağında kimsenin ulaşamadığı yüksek reytingleri yakaladı. Perşembe sabahı yayın öncesi çekimlerin yapıldığı Ata Stüdyosu'nda odalarına girdim. Çağla Şikel büyük koltukta yatıyordu. Yanında bir hemşire serum takıyordu. Eşi Emre Altuğ elinden tutmuş endişeli bir şekilde bakıyordu. Hemen yandaki koltuğa Alişan gömülmüş kara kara düşünüyordu. Birazdan yayın başlayacaktı. İlk Alişan konuştu. Ne dediğini anlayamadım. Çünkü “Hııııııı” diye bir ses çıkıyordu. Onun da sesi kısılmıştı, hiç çıkmıyordu.

Gece dörtte Çağla Alişan'ı aramış, “Hastaneye kaldırıldım. Serum yiyorum” demiş. Aynı saatte Alişan da başka bir hastanedeymiş. O da Çağla'ya “İnanmayacaksın ama bana da şu anda serum takıldı” demiş... Aynı programı yapan iki isim, sabaha karşı aynı anda değişik hastanelerde serum yiyor. Alişan “Bu tesadüf olamaz, reytinglerimiz tam gaz gidiyor, nazar var” dedi...

İkisi de dün programa çıkamadı, tekrar hastaneler koştu. Ve dahası, galiba Çağla Şıkel hamile...


BEKİR HAZAR


Baykal'ın Ahmet Hakan'a 'ilerlemesi' nereye kadar sürecek?
Baykal kamuya açık alanlarda olmasa da galiba “eğlenceli” bir adam! Hem “sosyal demokrat”, hem çok nüktedan! (Allah başka kaza vermesin.)

Demiş ki:

“Bende çarşaf açılımı var, Ahmet'te modernlik açılımı. İkimiz birbirimize ilerliyoruz…”

Gerçekten böyle demiş mi, dememiş mi, bilemem. Akşam'ın çiçeği burnunda genel yayın yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın yalancısıyım; günahı vebali boynuna.

Mahut ifadenin bağlamı şöyle:

Bunlar bir televizyon programında (Tarafsız Bölge) yan yana gelmişler.

“Bunlar” dediğim de, Deniz Baykal, Fikret Bila, Murat Yetkin, İsmail Küçükkaya, Hikmet Çetinkaya ve Ahmet Hakan.

Programdan sonra da hep birlikte Papermoon'a gitmişler.

Papermoon kısmını Ahmet Hakan tafsilatlı bir şekilde yazmış.

Lakin oradan bize “ekmek” çıkmaz.

Ne varsa, program öncesinde var. Orasını da, sağ olsun, İsmail Bey tatlı tatlı anlatıyor.

Dinleyelim:

“Hikmet Çetinkaya tam programın başlamasına dakikalar kala, 'Ahmet, bu sendeki Baykal aşkı nereden geliyor?' diye takılınca ben atıldım ve 'Kaç defadır görüyorum, Deniz Bey'de de derin bir Ahmet Hakan sevgisi var' dedim, gülüştük. Bu diyaloğu aynen Baykal'a aktardım o da bana şu güzel değerlendirmeyi yaptı: Bende çarşaf açılımı var, Ahmet'te modernlik açılımı. İkimiz birbirimize doğru ilerliyoruz….”

Devamında da can u gönülden soruyor: “Hoş değil mi?”

Valla hoş İsmail Bey; hem de öyle böyle değil, çok hoş!

Lakin bu hoşluğa mütevazı bir katkı denemesi yapmadan evvel Hikmet Çetinkaya'nın nahoşluğuna değinmem gerek.

“Ahmet, bu sendeki Baykal aşkı nerden geliyor?” da ne demek oluyor Hikmet Bey?

Nerden geliyorsa geliyor, sana ne?

Böyle münasebetsiz, nobran soru olur mu?

Baykal senin tapulu malın mı?

“Höst, tadını kaçırma, hatırını yıkarım…” denmemişse sana, zannetme ki tuttuğun yol yol, ettiğin laf laftır.

Bu kafayla hep yerinde sayar; birbirlerine “ilerleyenleri” anlamaya çalışacağına hep kıskanırsın. Bu kadar yeter. Geçelim.

Baykal'ın söz konusu ettiği “ilerlemeyi” anlamaya çalışırken, bazı sorular aklıma takılmadı değil.

Birbirlerine emprovize mi, taammüden mi “ilerliyorlar” muamma, ama, Baykal kendi ilerleyişine somut bir örnek veriyor:

“Bende çarşaf açılımı var…”

Peki Ahmet'te?

Baykal'ın kavlince onda da “Modernlik açılımı…” var.

Ne bu şimdi?

Farzımuhal, İlhan Selçuk'a “İlhan abi”, Cemal Süreya'ya “Affet bizi…”, Deniz Gezmiş'e “Yiğidim, aslanım burda yatıyor…” demek modernliğe açılmak mı oluyor?

Yoksa Papermoon'a falan gitmeyi mi kastediyor?

İyi de, o mekanlara takılmakla emekçi halkımıza, solculuğa nasıl “ilerlenmiş” oluyor?

Baykal'ın kafasındaki “modernlik açılımı” nasıl bir zamazingodur ki; mesela, Cemil İpekçi'yi ondan uzaklaştırırken, Ahmet Hakan'ı yaklaştırıyor?

Mesele “modernlik açılımıysa” İpekçi'de feriştahı var, daha ne olsun?

Hepsi bir yana da, Baykal ile Ahmet Hakan'ın “birbirlerine ilerlemelerinin” nihayete ermesi için daha ne yapmaları lazım?

Buluşacakları ortak nokta neresidir?

Şayet bu ortak nokta Ertuğrul Özkök'ün bulunduğu noktaysa, bu kadar “slow motion” ilerlemenin ne alemi var? (Özkök'ün aile fotoğrafı muhabbetini hatırlayalım.)

Ayrıca, bu “ilerleyiş” sadece ikisine özgü mü?

İsteyen, istediği yerden katılabilir mi?

Ne ki, herkes birbirine doğru ilerlerse bir kaos, bir karmaşa yaşanmaz mı?

“İlerleme” kabiliyeti olmayıp da ortalık yerde sap gibi kalanların günahını kim çekecek?

Birbirini aşmamak için tek yanlı “ilerlemek” daha rizikosuz değil mi?

Ahmet Hakan “ilerlemesinin” sonucunda diyelim ki Baykal'ı yerinde bulamadı; o zaman ne olacak?

“Baykal yok mu?..” dediğinde, “Çarşaf açılımı yapıyordu, gidiş o gidiş. Bir Kuran Kursu mütevelli heyetinde diyorlar ama…” cevabını alırsa, travma geçirmez mi?

En önemlisi de, Ahmet Hakan kardeşim, “Sen orada dur kıpraşma, ben zaten oraya geliyorum…” derse, Baykal ne cevap verecek?



SALİH TUNA


Nebil Özgentürk: Hâlâ darbe isteyen gazeteciler var
Basının Kısa Tarihi'ni yazan gazeteci NEBİL ÖZGENTÜRK; “Keyfinin derdine düşen gazetecinin başka derdi olmaz” diyor ve ekliyor: “Gazeteciler şımartılmış bir mesleğin çocukları. Bilgiye değil, güce değer verirler. Bugün gazeteciler, Türkiye'nin sorunlarını değil, hep kendilerini konuşuyorlar, kendi güçlerini konuşuyorlar, dedikodu yapıyorlar, kim kime ne demiş sitelerini okuyorlar. Ayakta kalmak bu ilişkilerden geçer hale geldi”


MEHMET GÜNDEM-Yeni Şafak
Gazetecinin imtihanı…

İnsanı yoldan çıkartan bir meslek bizimkisi.

Önce psikolojimiz değişiyor, sonra algı dünyamız. Birden kendimizi önemli, vazgeçilmez, muktedir görmeye başlıyoruz. İktidar ve hükmetme duygusu kuşatıyor fikrimizi, duygularımızı.

Hemen meydan okumalar başlıyor. Aynı zamanda kendimizden daha güçlü olanla ilk temasta ona boyun eğme gerçeğini de öğreniyoruz.

Güç-konum kaygısı-konfor-ilişkiler dörtlüsü her şeyi belirleyen ilke haline geliyor.

Yola çıkarken taşıdığımız duygu ve düşünceler, büyük idealler bir bir dökülüyor yollarda. Hızla bir bedelimiz oluşuyor.

Hiçbir değer üretemeyen, üretemediği gibi var olan hiçbir değeri koruyamayan eksen kayması yaşıyoruz.

Kaygılarımız da terk ediyor bizi. Mahpus hayatı gibiyiz, kaybettikle-rimiz ya da koruyamadıklarımız karşısında içimiz sızlasa da elimizden bir şeyler gelmiyor. Zamanla teslim olmaya başlıyoruz. Öyle ki artık hiçbir şeyden rahatsızlık duymuyor, sadece ve sadece kendi konfor ve kendi hazzımızın peşine takılıyoruz.

İlkemiz ilkesizliktir bu noktadan sonra. İnsana yabancılaşma, toplumdan kopma, demokrasiye sırtını dönme, darbelere omuz verme… hepsi bizim dağılmış ha-limizin sonucu olarak beliriyor…

Fikirsiz ve ruhsuz bir yalnızlıktır bu yolun sonu…

Basını içimizdeki ve dışımızdaki iktidar duygusundan korumak başlıca görevlerimizden olmalı.

Nebil Özgentürk'ün hazırladığı Cumhuriyetten Günümüze Basının Kısa Tarihi'ni okurken aklıma düşen cümleler bunlar.

Yanılgıları çok, derdi az, kimliği belirsiz bir basın var bizde… Değerlerini yitirmiş kalabalıklar içinde kaybolmamak için sürekli teyakkuz halinde olmak ve direnmek şart…

NOT: Bütün dostların Kurban Bayramlarını tebrik eder, insanlığa hayırlar getirmesini dilerim.


Cumhuriyetten Günümüze Basının Kısa Tarihi'ni çalıştın. Zorlandın mı?

Çok. O yüzden basının kısa tarihi dedim. Baslığında bile kaçma var. Basın tarihi Türkiye'nin ve Türk demokrasisinin de kısa tarihini yansıtıyor.

Patronlar yok…

Hayır, patronlara girmedim. Sadece Dinç Bilgin'den kısa bir değerlendirme aldım.

Neden Sabah'ın patronu?

Çünkü Sabah gazetesi basın için olumluyu da dejenerasyonu da içinde barındıran bir gazete olarak tarihe geçmiştir. Örneğin ansiklopedi savaşlarında Sabah'ın yöneticilerinin Cengiz Çandar'a Amerika'da Milliyet'in temsilcisi Turan Yavuz'u arattırma olayı yüz kızartıcıdır. Ama aynı gazete demokraside taşlarını yerine oturtacak yayınlar yaparken 28 Şubat sürecinde andıç meselesinde yine çuvallamıştır.

Ne diyor Dinç Bilgin?

28 Şubat sürecinde utandığım bir dönem yaşandı. Gazete kontrolümden çıktı, Sabah eski Sabah değildi. Karakterinden çok şey kaybetti. Demokrat kimliği aşınmış bir Sabah çıktı ortaya. Andıç meselesinde masumum. Fazla direnemedik. Banka işine girmem, gazetecilik dışına çıkmam yanlıştı. Ben zincirin çürük halkasıydım. En sağlam halka Aydın Be'ydi. Şimdi çalışanlarım villada ben kiradayım, kredi kartım bile yok.

Namaza başladığı söyleniyor.

Kendisi değil, eşi ve kızı başlamış...

O tarihte Sabah'ın yayın yönetmeni olan Zafer Mutlu ne diyor?

Siyasi dünya ile fazla iç içe girdik. 28 Şubat iyi olmayan, bizim de yanlış rol oynadığımız bir dönemdi. Bundan Türk basını da zarar gördü.

BİR VE ÖZKASNAK UTANMALI

Darbeciler öyle ileri gitmişler ki karargahtan telefonla gazete yönetiyorlar, manşet değiştiriyorlar…

O bir yıl içinde Milliyet'te yaşanılanları biliyoruz. O günün yöneticileri şimdi diyorlar ki, bize büyük acılar yaşattılar. Çevik Bir ve Erol Özkasnak utanmalıdır.

Türkiye'nin siyasi hayatına paralel değişen bir basın var, tek parti dönemi, demokrasi dönemi, darbeler dönemi, 90 sonrası şeklinde tasnif edilebilir…

Böyle bir süreç var. Dönem değişse de basındaki aktörler ve basın kurumları süreklilik arzediyor. Bütün dönemlerde iktidarlar basını kullanmak istedi, çünkü basın güçlü ve etkin. Sansür her dönemde oldu.

TÜRKAN ŞORAY SANSÜRÜ

Basını kullanmak isteyenler ya da sansür uygulayanlar sadece siyasi iktidarlar mı?

Hayır, reklam verenler, güç odakları, baskı grupları, siyasi partiler. Bu bazen Türkan Şoray bile olabiliyor. 1970 yılında Türkan Şoray'ın özel hayatını konu olan bir haber Rüçhan Adlı tarafından engelleniyor ve yapılmıyor. O dönemde Rüçhan Bey'in büyük baskısı var.

İktidar duygusunun bu kadar öne çıktığı bir yerde basın nasıl özgür olabilir ki?

Basının özgürlüğü hayaldir, yok böyle bir şey. Her dönemde baskı ve sansür vardır ama yöntemi değişir.

Holdingleşme zaten basını bağımlı hale getirdi.

İlişkilerimiz, reklam kaynağımız diye başlıyor sözler. Yayın toplantıları oto sansürle başlıyor.

BASIN DARBELERİ ALKIŞLADI

Darbeleri destekleyen bir basınımız var.

Maalesef öyle olmuş. 12 Eylül'ün, 28 Şubat'ın yılmaz savunucusu oldu basın. Bugün de hâlâ darbe beklentisi olan yazarlarımız yok mu? Emin Çölaşan'a sordum “80 darbesinde ne yaptınız” diye, “12 Eylül'ü herkes alkışladı, hepimiz alkışladık” dedi. “Neden” dedim “Mecburen, ne olduğunu anlamadık, Mustafa Kemal'in ordusu geliyor dedik.” Destek veren sonra eleştirmeye başladı darbecileri. Mehmet Barlas'ın darbecileri alkışlayan yazıları vardı o dönemde ama şimdi en büyük darbe karşıtlarından.

Darbe dönemlerinde basın nasıl bir kırılma yaşamış?

Her darbede ayrı bir kırılma var. 27 Mayıs öncesinde sansürcü bir dönem var. Gazete baskıya girerken matbaadan iki tane haber çıkıyor, ertesi gün o bölümler beyaz basılıyor. Sütunları boş çıkan gazeteler var. Bu ortamın ardından darbe gelince basın darbecileri destekliyor ama darbeciler de aynı baskıyı uyguluyor. Sıkıyönetim komutanı diyor ki; Fırınların önünde toplanan insanları çekerseniz, bu milleti çökertmek içindir, kapatırım gazeteyi. Cinayet haberini yazarsanız, yolsuzluk var demektir, gazeteyi kapatırım. Muhalefetin katiyen haberleri çıkmayacak, dışarıdan hiçbir haber girmeyecek, dış haberleri ancak Anadolu Ajansı'ndan alabilirsiniz.

12 Mart muhtırasını biraz daha iyi atlatmış basın.

Evet ama 12 Eylül'de yine sınıfta kalmış. Darbe dönemlerinde gazeteler bahanelerle kapatıldı. Örneğin Cumhuriyet, mavi abonman biletleri ile ilgili haberler yaptığı için “Anayasayı reddediyorsunuz” diye kapatıldı.

Tek seslilik galiba 28 Şubat darbesinde kırıldı.

Evet, 28 Şubat'ta darbeyi savunan ve darbeye karşıt olanlar şeklinde ayrışma yaşandı. Darbeci generaller yargılansın, kışlasına dönsün diye yüzakı yazılar çıktı.

Basının rolü olmasaydı, darbeler gerçekleşir miydi?

Çok zor. Basın darbe karşıtı olamasa da nötr kalabilirdi. Bu onurlu duruşu başaramadı. İhtilal sonrası Evren, Günaydın gazetesine ziyarete geliyor, fakat patronu Haldun Simavi tepkisini göstermek için o gün gazeteye gelmiyor. Hiç değilse bu kadar bir onur olmalıydı.

CEMİYET BAŞKANI EVREN'İN ELİNİ ÖPERSE


Burhan Felek'in Gazeteciler Cemiyeti'ni ziyaret eden Evren'in elini öpmesi ne anlama geliyor?

Elini öpmediğini, hürmet gösterip eline sarıldığını, eğildiğini söyleyenler de var ama bu bile basının yüz karası. Cemiyet Başkanı darbe yapan ve o günlerde dört gazeteyi kapatan generale iltifat eden bir fotoğraf veriyor. Bize böyle kötü bir miras kalmış. Biz basında bu gün o kültürün çocuklarıyız.

Gazete patronları nasıl bir süreç yaşamışlar?

80'lerin ortasına kadar mesleğin içinden insanlardı, mesleki kaygıları ön plandaydı ama Özallı yıllarla birlikte büyüme, iş dünyasına açılma, her yerde güç arayışı ve gücün de basından geçtiği düşüncesi, daha çok kazanma hırsı basına girdi. Sonraki patronlar gazetenin içeriğinden çok ilanlarıyla ilgilenmeye başladılar.

Basının gücü, gücün basını denklemi ne zaman değişti?

Basın her dönemde güçlü olduğu için iktidarlar hep bu gücü ele geçirmek, yanlarına çekmek istemişler. Bizde herkes basına ilgi duyar, iş dünyasında bazı büyük gruplar var. Onlar bu sektöre hiç girmemiş ama reklam güçleriyle, ilişkileriyle iyi yönetmişler, yönlendirmişler basını.

Türk basını genel olarak kaç parçadır?

Siyasi yelpaze basına da yansıyor. Eskiden sağ-sol şeklinde ayırabilirdik. Bugün için iktidar basını, muhalif basın, ulusalcı basın ve bir de Taraf diyebiliriz.

Bizde basın devletçi midir?

Devletçi değildir. Zaman zaman devletin dengelerini bozduğu ve basın iyi ki var dedirttiği dönemler de olmuş.

Türk basını karakter olarak demokrat mı?

Medyada demokrat insanlar da var ama demokratlık medyanın karakteristik özelliği değil. Bazı yönetici-yazar arkadaşlarımız bulunduğu yeri ve sorumluluğunu unutup birden bire sokaktaki insan olmaya başlıyor, militan bir ırkçı, askerci haline geliyorlar. Bunlar ürkütüyor.

MİT'İN GAZETECİYE İHTİYACI KALMADI

MİT elemanı gazetecilerin varlığı çok konuşuldu. Yaygın mı bu?

Soğuk savaş öncesi yaygın olabilirdi ama duvarların yıkılmasıyla buna pek gerek kalmadı. MİT'e çalışan tek-tük olabilir ama yaygın bir uygulama değildir. Bazen kendiliğinden MİT'e çalışan, elde ettiği bilgiyi “bunu devletime, MİT'ime söylemeliyim” mantığı ile düşünen gazeteciler olmuştur.

İSMET PAŞA ATATÜRK'TEN DAHA HOŞGÖRÜLÜYDÜ

Liderlerin medya ile ilişkisi nasıl bir seyir takip etmiş?

Atatürk'ün basın ile ilişkisi, tek parti döneminin, devletin oluşum tarihinin tezahürü veya zorunlu baskısı olarak özetlenebilir. İsmet Paşa daha hoşgörülü. Bedii Faik, “Bikini, mokini ebe İsmet Paşa sendeki bu ne kini” diye yazmış ve ertesi gün kendisine bir şey olmamış. Buna rağmen İsmet Paşa da adını sansür tarihine yazdırmış. Sansürü kurumsallaştıran Menderes'tir, 'besleme basın' tabiri ona ait. Özal basına bir çocuk gibi kızmış, ödenekleri kesmiştir. Kendi basınını oluşturmak için Asil Nadir'i getirmiştir. Demirel en hoşgörülü liderdir ama onun da fütursuzlukları vardır, “verdiysem ben verdim kardeşim” diyebiliyor. Ecevit'e teşekkür borçluyuz…

Çiller ve Mesut Yılmaz…

Çiller kendi gazetesini çıkardı, Aydın Doğan'a, “Emin Çölaşan'la Uğur Dündar'ı sustur, istediğiniz her şeyi yapalım” dedi. Çiller siyasi tarihimizde önemli figür olamadı. Mesut Yılmaz, basınla sürekli satranç oynadı ve zamanla onun da kendi yazarları oluştu. Kendi onayından geçen bir dünya kurmaya çalıştı.

Erdoğan'a gelirsek…

Basında kendisini destekleyen yazılar görünce çok mutlu oyuyor, basınla mutluluk ilişkisi kurmak istiyor.

Erdoğan'la Doğan arasındaki kavga nereye oturuyor?

Sustular ama bu savaşın bittiği anlamına değil, ikisinin de yıprandığı anlamına geliyor. Fakat bu kavga sürer…



Hıncal ve Özkök fenomen


Bugün medyada kimi fenomon olarak söylersin?

Böyle bir liste yaparsam başına Hıncal Uluç'u koyarım. Bugün herkesin kara dediğine yarın tam sayfa ak diyebilen, eyvallahı olmayan bir adamdır. Çök özgür bir adam.

Gücü nereden geliyor?

Üslubundaki çeşitliliğinden ve hiçbir zaman para konuşmamasından.

Medyayla en iyi oynayan kim?

Bunu hepimiz biliyoruz ama isim vermeyelim. Patron da oynuyor, genel yayın yönetmeni de oynuyor, büyük sermaye de oynuyor, iktidar da oynuyor…

Ertugrul Özkök fenomen değil mi…

En büyüklerden biri… Büyük basın kavgalarından, büyük satrançlardan sıyrılarak çıkmış, hayatın zevklerini de aksatmadan yaşayan, kendi gazetesindeki insanları da motive eden bir genel yayın müdürü. Patronunu son derece mutlu eden bir adam…

Yayın yönetmenleri patronunu da yönetir mi?

Yayın yönetmenleri bizde her zaman patrondan daha bilinçlidir, daha bilgilidir. Tek bir istisnası vardır, Zafer Mutlu, Dinç Blgin'den daha bilgili değildi. Son yirmi beş yılda Dinç Bilgin düzeyinde entelektüel patron gelmedi.



Asil Nadir yolunacak kaz oldu


Ergün Babahan, Asil Nadir'in parasıyla bir sürü gazeteci zengin oldu diyor…

O zenginlerin çoğu rahmetli oldu. Asil Nadir dünyanın en zengin işadamlarından biri olarak Özal'ın isteği ile Türkiye'ye geldi. Hem Kıbrıs'ta hem Türkiye'de kendi basınını oluşturmaya başladı ve olmadık paralar vererek gazeteler satın almaya kalktı. Düşünün ki Özal, Zafer Mutlu'ya “orayı bırakıp Asil Nadir'le anlaşacaksın” diyor. Gazeteleri yaşamadı ama o gazeteciler zengin oldu. Asil Nadir yolunacak kaz olarak görüldü bazı gazetecilere.

Medyayı en kötü kullanan aile hangisi?

Uzanlar gibisi hiç olmadı. Basının yüz karasıdır o dönem. Televizyonlarından “Rum çocuğu” diye bir deyim duyduk biz… Hisar konserlerine katılmadığı için Sezen Aksu hakkında uydurma haberler yaptılar. Kızdıkları bir yönetmene gazetelerinde “AİDS” manşeti attılar.



Gazeteciler dedikodu okuyorlar


Medya daima güçlüden ve ilişkilerini sürdürmekten yana olur ve gerçekleri anlatmaz kanaati çok yaygın bugün.

Toplumsal kirlenme basına da yansıdı. Artık eski ustalar, büyük yazarlar çıkmıyor. Hormonlu insanlar ülkesiyiz. Kifayetsiz muhterisler dönemi. Bu kadar cahil köşe yazarlığı ancak böyle bir toplumda yapılabilirdi. Bilgiye değil, güce değer veriliyor. Güç sarmalamış bu dünyayı. Bugün gazeteciler, ne Türkiye'nin ne de basının sorunlarını hiç konuşmuyorlar, kendilerini konuşuyorlar, kendi güçlerini konuşuyorlar, dedikodu yapıyorlar. Yazıyla uğraşanlar artık kitap okumayı ikinci plana attılar, kim kime ne demiş sitelerini okuyorlar. Ayakta kalmak bu ilişkilerden geçer hale geldi…

Yani gazetecilerin zevki değişti, bugün iş yapmaktan çok kazandıkları parayı harcamaktan zevk alıyorlar…

Gazeteciler parayı sever, biraz da tembeldirler. Spor yazarı da, magazin yazarı da tembeldir. Paramı alayım keyfimi süreyim diyen bir dünya kurmuşlar kendilerine. Kendilerini imtiyazlı hissederler. Bir gün başbakanla, bakanla, ertesi gün Türkiye'nin en büyük patronuyla beraber olurlar. Başbakan, bakanını azarlar da gazeteciyi azarlayamaz. Türkiye'nin en büyük patronları bir köşe yazarına kardeşim, canım, ciğerim der de CEO'suna basar kalayı. Biz böylesine şımartılmış bir mesleğin çocuklarıyız.

Psikolojik olarak zor bir durum…

Bu bazılarımızı yoldan çıkartır, küstahlaştırır. Gazeteci tevazu sahibi olmalı, kimseye tepeden bakmamalı… Bizde en hızlı kaybolanlar mesleğin şımarttığı insanlardır. Kendisini tanrı yerine koyan üç-dört adam vardı, şimdi adlarını kimse hatırlamaz… Düşkünler yurduna gidenleri de biliyoruz. Bizde ilke şudur; iltimaslarıyla, sütunuyla, imkanlarıyla hava atan gazeteciler kaybolurlar, adıyla saygınlık oluşturanlar kalırlar.


İsmail Küçükkaya: Plaza mahkumu olmayacağım
Akşam gazetesinin yeni yayın yönetmeni İsmail Küçükkaya; “Herhangi bir kişi, kurum, mezhep, kulüp, iş dünyası bağlantısına yakınlık-bağımlılığım yok. Güç odaklarının değil fırsat eşitliğinin sonucuyum. Ankara'yı iyi bilirim, bütün kesimlerle kalıcı ilişkiler kurdum. Bu ara biraz konuşmak zorunda kaldım ama kendimi değil gazeteyi konuşturmak istiyorum” diyor.


MEHMET GÜNDEM
Ulusal görünümlü yerel gazetecilik dönemi biter mi?

Bütün gazetelerin iddiası Türkiye'nin tümüne hitap etmektir fakat gazeteler büyük ölçüde marjinaldir bizde. Her gazetenin etkin olduğu belli bir bölge ve dar sosyal çevreler var ki bu tablo bize Türkiye'nin sosyolojik haritasını vermiyor.

Gazetelerin marjinal kalmasında, süreklilik arz eden “güven krizinin” etkisi büyüktür.

Türkiye fikri ve kültürel olarak ne kadar zengin ise gazetelerimiz bu gerçekliğe inat bütün olarak birbirine benzediği gibi, her gazete kendi içinde de tek tiptir, zenginliğimiz olan farlılıklar alabildiğine azdır. Bizde aykırılığa prim verilir. Aykırılığın ise ürettiği bir düşünce ve değer yoktur. Hayatı dar bir alandan gözleyen, referansını sınırlı bir muhitten alan, kendine ve topluma birkaç kavram üzerinden bakan, değişim ve gelişim kavramlarına kapalı, önyargıları bol, eski bilgilerini hâlâ taze zanneden, yeniden okumayı, düşünmeyi, sorgulamayı çoktan unutmuş, refleksi ve duygusal davranan yönetici ve yazarlarımızdır bu akıbeti hazırlayanlar.

Her yönetici ve yazar topluma kendi ilişkilerini, kendi gerçeğini, kendi mizacını, kendi saplantılarını, kendi değerlerini dayatıyor, yani toplumda kendini klonlayarak çoğaltmaya çalışıyor.

Toplumla gerçek teması olmayan bir gazetecinin ortaya koyduğu ürün nasıl topluma ulaşabilir ki. Toplumla, toplumsal değerlerle çatışarak büyük ve etkin gazetecilik olmadı, olamaz. Bizde “ulusal görünümlü yerel gazetecilik” yapılıyor. Muhalefet particiliği gibi gazetecilik. Mazeret merkezli muhalefet mantığının oluşturduğu sıkışmışlık gazeteler için de geçerli.

Kendimizi sorgulamaya başladığımızda ve bunu ideolojik saplantılardan arınıp akılla, bilgiyle ve gerçeklerle yüzleşerek yapabildiğimizde önce güven krizi sona erer, ardından gazeteler marjinal olmaktan kurtulur ve geniş kitlelere ulaşır. Krizler bazen değişim fırsatlarını da beraberinde getiriyorlar. Gazetelerin eski tarz ve eski ilişkilerle varlık sürdürmeleri mümkün değildi.

Neyse ki son dönemlerde Türk medyasında yeni arayışlar ve çeşitlenme var. İçinden geçtiğimiz kriz ve değişim sürecinde gazetelerin yeni bir vizyonla yönetilmesi şart. Bana bunları düşündüren bir gelişme oldu, Akşam gazetesinde yayın yönetmeni değişti, İsmail Küçükkaya 36 yaşında yayının başına geçti. Biz gazeteciler, hepimiz bu mesleğin sorunlarını iyi biliriz de, fakat sürece direnmeyiz, çünkü değişimi başlatmaya, ya imkanımız, ya irademiz ya da vaktimiz yoktur. İsmail Küçükkaya şimdi hepimiz için bir sınavdadır. Çünkü onun mazereti yok, imkanı da var, iradesi de var, vakti de var…





Akşam zor bir dönenden geçerken yayın yönetmeni oldun. Üstelik bir de kriz dalgası var. Başarısız olmaktan korkmuyor musun?

Gazetecilik yapacağım. İyi gazetecilik yaparsan korkacak bir şey yok.

Nasıl yapacaksın?

Ankara gazeteciliğinin güzel ve etik yönlerini sergilemeye çalışacağım. Halktan kopuk gazete yapmayacağım. Haberi öne çıkacak. Akşam, kendi yıldızlarını oluşturacak, Anadolu'nun sesini duyuracak. Hedef ilkin 250 bine çıkmak.

Politikacı gibi konuşuyorsun…

Hayır öyle değil. Medyada varolan ikili yapının kutuplaşması topluma da yansıdı, kurumlara da. Bu başlıbaşına bir sorun, çünkü halk medyaya güvenmiyor ve mesafe giderek açılıyor.

Anadolu'nun sesini duyurmak söylemi, taşralılık çağrıştırmıyor mu?

Hayır, ben İstanbul gerçeğini reddederek söylemiyorum bunu, İstanbul'da elbette daha etkin olacağız, ama Anadolu gerçeğini de görmek gerek.

Medyada çeşitlenme var aslında.

Evet, merkez medyanın eski hakimiyeti yok artık. Hem Türkiye, hem de medyanın yapısı Kasım 2002'den beri çok değişti.

İKTİDARA OBJEKTİF BAKILMALI

Merkez medyanın AKP'ye karşı tavrı bu değişime karşı da bir direnç mi?

AK Parti'nin arka planında Anadolu burjuvazisi yatıyor. Dolayısıyla bu partiye de objektif yaklaşılması, eleştiri yapılması ama doğru yaptıklarının da takdir edilmesi gerekiyor.

Serdar Turgut'tan nasıl bir gazete devraldın, enkaz devraldım mı diyorsun?

Serdar Turgut iyi bir gazetecidir, ondan çok şey öğrendim, umutlu bir gazete bıraktı ama gazete ve yazarlarımız biraz magazin ağırlıklıydı, bunu biraz dengeleyeceğiz.

Kriz ortamı elini zayıflatmıyor mu?

Kuşkusuz işimizi zorlaştırıyor ama yine de başarılı olacağımıza inanıyorum. Çünkü, patron “ben medyada varım” diyor. Çukurova Grubu medyadan çekilmeyecek, aksine medyada büyümek istiyor.

Turgut Akşam'a ne getirdi, ne götürdü?

Bunu açıktan sorgulamak bana etik gelmiyor. Her dönemin rasyonalitesi farklıdır. Şunu söyleyebilirim, o tam zamanında bıraktı yöneticiliği, yazarlığı sıkıntıya girebilirdi. Serdar Turgut Türkiye'de iki büyük mizah yazarından birisidir ve Akşam'ın yeni döneminde daha çok okunacak…

İLİŞKİLERİM KALICIDIR

Bu koltuğa niye seni tercih ettiler?

Mesleğin bütün kademelerinde deneyim edinerek bugüne geldim. Ankara'yı iyi bilirim, bütün kesimlerle kalıcı ilişkiler kurdum. Gazetecilik hem haberdir hem de ilişkidir.

Yani, güç odaklarının değil fırsat eşitliğinin sonucuyum diyorsun.

Doğru, benim herhangi bir kişi, kurum, mezhep, kulüp, iş dünyası bağlantısına en ufak bir yakınlığım, organik-inorganik bağım yok…

İlişkilerin mi seni bu noktaya taşıdı?

Meslek dışı değil mesleki ilişkiler etkili olabilir. Ben Başbakan tarafından da, Genelkurmay tarafından da, yüksek yargı organları nezdinde de sevilir, sayılır, başarılı bulunurum.

Sonra…

Toplumların kriz ve değişim anları var ve bu süreçlerin iyi yönetilmesi gerekir. Bu süreçler birtakım tercihlerin yapılmasını zorunlu kılar. Turgut'un yönetmenliği döneminde gazete kendine özgü kimlik ve kişilik arayışındaydı, bu gazetenin yayın politikasına da yansıyordu ama ülkenin genel durumu dikkate alındığında başka bir yayın politikası zorunlu hale gelmişti.

BEŞ YILDIR BU KOLTUĞA HAZIRLANMIŞIM

Yani patron yavaş yavaş seni yayın yönetmenliğine hazırlamış.

Bunu ben de hissettim. Son beş yıldır böyle bir süreç yaşadım, yayın yönetmenliğine hazırlandım. Patron bu ilişkiyi daha çok Serdar Çaloğlu üzerinden yürütür: Serdar Bey beni yıllardır çeşitli parametreler üzerinden bilgilendiriyordu...

Kavgacı mısın?

Mücadeleciyim, her zaman buna hazırım. Ama bu iş centilmence yapılır, gerektiği zaman yapılır, gerektiği şiddette yapılır.

Muhalif misin?

Dengeli bir muhalifim…

Nedir en büyük keyfin?

Çalışmak, İlber Ortaylı, Hilmi Yavuz ve Nur Vergin ile sohbet etmek ve Arjantin Felsefe Grubu'na katılmak…

MAGAZİN BU KADAR BASKIN OLMAYACAK

Yöneticinin kişiliği gazeteye yansır, senin kişiliğin Akşam'a nasıl yansıyacak…

Çok çalışırım, hayatımın yüzde 95'i iştir. İstanbul'da ev tutmadım, altı ay otelde kalacağım, dikkatimi dağıtacak bir ev telaşına girmek istemiyorum. Gazete biraz toparlanmalı, magazin de olmalı, magazini severim ama gece alemini anlatan düzeyde değil, haber boyutu olan magazin istiyorum. Hayatın tüm renklerine açığım ama toplumun 3,5 milyonu işsizken, yoksulluk önemli bir sorunken yazarlarımız biraz da “ağır” konulara girmeliler.

Yayın yönetmenlerini biz kişilikleriyle, hobileriyle, zaaflarıyla konuşuyoruz daha çok. Senin neyini konuşacağız?

Kendimi değil gazeteyi konuşturmak istiyorum. Benim için başarı Akşam'ın konuşulması.

ERTUĞRUL ÖZKÖK VE SERDAR TURGUT'U KASTETMEDİM

Göreve başlarken kaleme aldığın ilk yazıda kendinden bahsettin, 'pahalı şarabın lezzetini ilk yudumda alıp kalitesi hakkında yorum yapamasam da haberi kokusundan tanırım' dedin.

Ertuğrul Özkök ve Serdar Turgut'a gönderme yaptığım söylendi, fakat ikisini de kastetmedim, sadece haberden anlarım, başarılı bir gazete yöneticisinin nasıl davranması gerektiğini bilirim diyorum. Asıl sorun şu, çok yetenekli bazı genç gazeteciler o tür durumlara öykünmeye başladılar, halbuki, fakir bir aileden geliyorlar, kültür olarak ait olmadıkları bir yere aitmiş gibi yaşamaya çalışıyorlar. Bu onları kendi gerçeklerinden kopartıyor. Para harcama hevesi var ama onun için gerekli kültür yok.

Bu durumda sahte hayattan sahte gazeteci çıkıyor.

Aynen öyle. O öykünen arkadaşlara şarabın tadını öğrenmeye çalıştığınız kadar toplumun zenginliklerini de öğrenin diyorum. Tek bir dünyaya hapsetmesinler kendilerini.



Papermoon'da beni sık sık göremezsiniz


Kendinden söz ederken, “Anadolu'dan geliyorum, dar gelirli bir ailenin dört çocuğundan biriyim” dedin. Bunlar sende kompleks oluşturuyor mu?

Asla, ben kendimle barışık bir insanım. Hiç rol yapmam. Devlet okulunda okudum, İngilizce'yi yıllarca özel ders alarak öğrendim, kendi imkanlarımla Amerika'ya pratik yapmaya gittim. Belki beni Papermoon'da sık sık göremeyecekler ama ben burada en iyi bildiğim işi, gazetecilik yapacağım. Türkiye İstanbul'dan ibaret değil. Bu geniş ve dinamik coğrafyayı, insanlarını tanıyorum. Memleketimin kültür kodlarıyla benliğimi donattım ve kimliğimi böylesi bir kültür zemini üzerine inşa ettim.

Bu iyi mi kötü mü karar veremedim…

Anadolu'nun zenginliğini bilmek iyidir… Gazeteyi kendim için “gizil bir araç” olarak görmem. Kendini plazaya hapsetmiş gazetecilerden olmayacağım.




Üslup mühendisiyim


Akşam'da ne yaparsan çok mutlu olursun?

Türkiye'nin temel açmazlarından birisi her alanda yaşanan seviye, üslup, kalite kaybıdır. Ben Akşam'ı yönetirken bunları engelleyici bir gazetecilik yapabilirsen çok sevineceğim…

Nedir senin gazetecilikteki kırmızı çizgilerin?

Türkiye'nin bütün toplumsal kesimlerine yönelik yayın yapan, her kuruma yakın ama her kuruma da mesafeli, yaptıklarının iyi taraflarını destekleyen, yanlışlarını da belli bir üslup ile eleştiren bir gazete olacak. Kendimi “üslup mühendisi” olarak görürüm, her şeyi yaparım ama üslubuma dikkat ederim. Sevdiğim kurumlarla ilgili bile çok ağır haberlere imza attım ama bunu üsluplu yaptım ve kimse orada art niyet aramadı. Akşam'da herkesle ilgili olumlu ve olumsuz haber yapılabilir ama kimseye hakaret edilmez, yalan yazılmaz, kurumları eleştiririz ama yıpratılmasına karşıyızdır. Kişileri eleştiririz ama hiçbir meseleyi de kişiselleştirmeyiz.


İnsanları kılık kıyafete göre ayırmak saçma


36 yaşında yayın yönetmeni olman kıskançlıklar var mı?

Birilerinde vardır ama beklemediğim çevrelerden büyük destek gördüm. (Tam bu sırada konuşmayı Adalet Bakanı M. Ali Şahin'in tebrik telefonu böldü)

Turgut başörtülü gazeteci çalıştırabilirim demişti, sen ne diyorsun?

İnsanları kılık kıyafetleriyle ayırmayı saçma bulurum. Meslekte yeterli olan herkesle çalışabiliriz.

Akşam'da çok gelen giden oldu, dalgalanmalar yaşandı. Ergenekoncu yapılanmanın adresi olarak gösterildiği dönemler oldu…

Dalgalanmalar olduğu doğru, Ergenekon iddiası haksız. Bu grup maalesef kendini tam anlatamadı. Değişim ve kriz süreçleri iyi yönetilemedi hiçbir grupta.


Oral Çalışlar: Devlet Aleviliği tehlikesi var
Alevilerin kendilerini sorguladığını, Şehirli Alevilik olgusunun belirdiğini, Alisiz Alevilik diyenlerin azaldığını, Alevilerin yüzde 95 oranında kendilerini İslam'ın içinde gördüğünü belirten Oral Çalışlar bir tehlikeye dikkat çekiyor; “Aleviler demokrasi içinde haklarını istesinler ama bu süreçte sistemin kendine entegre etme isteği belirir ve 'devletin Aleviliği' oluşur. Bırakın toplum Aleviliği de, Sünniliği de nasıl anlıyorsa öyle yaşasın” diyor.


Çözüm de sorun da bakış açısında…
İnsan gibi devlette nasıl bakarsan öyle görür, nasıl görürse ona göre çözüm yolları arar ya da çözümsüz bırakır.

Sorunlara nasıl bakmak lazım? Alevilik ya da başka bir sorun, Türkiye için bir güvenlik sorunu haline gelir mi?

Demokrasi devreye girmediği sürece gelir…

Demokrasinin hakim olduğu, farklılıkların önemini artırdığı, mikro kimliklerin değer kazandığı, toplum olmanın şartlarının değiştiği, devletin otorite ile belirleyici ve birlikte tutucu güç olmaktan çıktığı, gönüllü ve iradi katılımın süreç ve sonuçları etkilediği bir çağda, her soruna güvenlik sorunu üzerinden bakmak bir açıdan doğrudur ama çözüm başka biryerden bakılarak mümkün olabilir.

Bu çağda çözülmemiş her sorun nihai noktada bir güvenlik sorununa doğal olarak dönüşür.

Alevilik, Kürt meselesi, başörtüsü sorunu gibi pek çok sorun bu toplumda paralel yürüyorlar ve henüz demokrasi içinde tanımlanmış değiller.

Devlet, sivil ve siyasi kurumlar, toplumsal güçler, bireyler totaliter olmaktan vazgeçip, beğenmediği tehlike ilan edip ötekileştirme ve kenara itme davranışından arındığında sorunlarımız daha makul gözükecek bize.

Farklılıkları koruyup ötekini hemen yanımızda yaşatmayı içselleştirebildiğimizde her sorun bizim sorunumuz haline gelecektir ki, bu da hiç olmadığı kadar rahatlatır Türkiye'yi

Alevilik de bizim sorunumuzdur, kendi iç dinamikleri ve kendi gerçekliği üzerinden çözüm üretilmelidir. Dışarıdan tasarlanmış bir Alevilik yeni sorunlara kapı açar.

Çözüm de sorun da bakış açısında…


* * *
Bugün konuğum Gazeteci Oral Çalışlar, Radikal Gazetesinde “Güncel Aleviliği” anlatan ve iki hafta süren bir yazı dizisine imza attı.





Radikal'de iki hafta süreyle Alevilik dizisi yayınladınız. Cumhuriyette çalıştığınız zamanlarda da Aleviliği defalarca işlediniz… Bu kaçıncı dizi?

Alevilikle ilgili çok yazdım, diziler yaptım ama çoğu Aleviliğin tarihi üzerine çalışmalardı. Güncel Alevilik üzerine daha önce bu boyutta çalışmamıştım.

Bugünden geriye doğru baktığınızda Alevililik ne tür değişimler yaşamış?

Alevilik 1980 sonrası ortaya çıkan üç kimlik talebinden birisi. Kürt kimliği, İslamcı-dindar kimliği ve Alevi kimliği. Bunlar daha önce devlet tarafından bastırılmış, yok sayılmış, ulus devletin varlığı içinde tehlike olarak görülmüş. 12 Eylül'den sonra iç ve dış şartlar, konjonktür bu kimlikleri öne çıkardı, Aleviler de görünür olmak istediler, kimlik taleplerini seslendirmeye başladılar.

Ulus-devlet Alevileri ne zaman problem olarak görmeye başlıyor?

1925'te, tekke ve zaviyeler kapatılması kanunu Alevileri de hedef alıyor, dergahları kapatılıyor, dedelerin faaliyetleri yasaklanıyor. Alevilere hiçbir meşruiyet alanı kalmıyor. Dergahların kapatılmasının Alevi toplumu üzerindeki derin etkisini bu diziyi çalışırken Veliyeddin Ulusoy'la konuşunca anladım.

Nasıl, ne olmuş?

Hacıbektaş Dergahı'nın postnişininin dedesi Cemalettin Çelebi'nin Atatürk'le fotoğrafı var. Diyor ki, 60'lara kadar sürekli baskı altındaydık, ibadetlerimizi gizli gizli yapıyorduk, dedelerimizin sakallarını kesiyorlardı.

Bugün aleviler kendilerini Kemalizmle özdeş hale getirdiler ama bu söylemin tarihi arkaplanı çok sağlam değil…

Bunu ben de sordum. Diyorlar ki; Cumhuriyet tarafından yarım yamalak da olsa laikliğin bina edilmesini, Sünni İslam'ın bu laik mantık tarafından yeniden yorumlanmasını -her şeye rağmen- kendimiz açısından bizi koruyan bir kalkan olarak hissettik.

ATATÜRK POLİTİK KONUŞUYOR

Atatürk'ün Alevileri bakışıyla ilgili net bilgi var mı?

Atatürk Cemalettin Çelebi ile görüşmesi sırasında, Alevilere çok değer verdiğini söylüyor ama Atatürk bir politikacı, Kurtuluş Savaşı sırasında her inanç ve her etnik guruba benzer şeyler söylüyor. Mesela Kürtlere özerklik verilmeli dediğini biliyorum. Bunun kendi içinde bir mantığı vardır. Aleviliğe sıcak bakması ulus devletin de Aleviliğe sıcak bakması anlamına gelmiyor. Cumhuriyet Türklük ve Sünni-Hanefilik olmak üzere iki ayak üzerine inşa edilmiş. Bunun dışındaki bütün kimlikleri ya yok sayıyor ya da yok ediyor.

Bu Sünni-Hanefilik İslami literatürdeki şekliyle değil…

Değil. Devletin tanımladığı Sünnilik temelinde. Bizde hep bir resmi devlet dini var.

Aleviler ne zaman toplumda görünür olmaya başladılar?

1960 sonrası. 27 Mayıs sonrası İsmet İnönü ve Cemal Gürsel Alevileri diyanet içinde bir daireye koymak istiyorlar. Alparslan Türkeş bana Cemal Gürsel'in kürt alevisi olduğunu söylemişti. Fakat Sünni kesimden, Adalet partisinden gelen tepkilerle sonuç alınamıyor. Bu arada Hacıbektaş Turizm ve Kültür derneğinin kurulmasına izin çıkıyor ve 64'ten itibaren Hacıbektaş şenlikleri başlıyor. Bu da Alevilerin gün yüzüne çıkma teşebbüslerinin ilki oluyor.

ŞEHİR ALEVİLİĞİ OLUŞUYOR

Kapalı bir yapı, kimliğini gizli yaşama ve göç olgusu birlikte düşünüldüğünde Aleviliğin kuşaklara aktarılmasında bir sorun gözükmüyor mu?

Alevilik baskılar nedeniyle ulaşılması zor bölgelere çekilmişler. Böyle olduğu için her bölgenin Alevisi kendine has özellikler geliştirmişler. Fakat dedelik müessesesi devam ediyor, cemler yoluyla Alevilik nesillere aktarılıyor.

Alevilik kırsal ağırlıklı. Bugün şehirli Alevilik diye bir olgu belirdi mi?

Yavaş yavaş oluşuyor. Alevilerin şehirlerde kendi kimlikleriyle ortaya çıkmaları çok yeni. Cem evlerinin kurulması ile yeni bir örgütlenme içine girdiler, geleneklerini, inançlarını birlikte yaşamaya çalışıyorlar. Bu aleviler için yeni bir durum.

Ne fark var?

Cem eskiden köyde yapılıyordu ve cemin kendine has kuralları ve sonuçları vardı. Düşkün ilan ediyordun, adam tecrit oluyordu, şehirde ise düşkün ilan ettiğinde kim kimi dinleyecek, karşılığı yok. Köyde musahiplik diye bir şey vardı, her türlü yardımlaşmayı içeriyordu, şehirde bunun da pratik bir manası yok artık.

Aleviler yeni şartlar uygun yeni anlayışlar mı geliştiriyorlar…

Evet. Postnişin Veliyeddin Ulusoy, şehirlerde musahiplik olmaz, kaldırılmalıdır diyor. Eskiden yoktu ama şimdi cem evi var, şehirde sosyal müessese olarak yeni bir şekil kazanıyor. Orada hem ibadet ediyoruz, hem düğün yapıyoruz, hem cenazelerimizi kaldırıyoruz diyor.

BEKTAŞİLER KIZILBAŞLARA KARŞI KULLANILDILAR

Alevi, Bektaşi, Mevlevi aynı çizgide mi?

Tarihsel olarak baktığında farklı, bugünden baktığında farklı izah edilebilir. Bektaşiliğin aslında bir devlet gücü olduğu ve Osmanlı İmparatorluğu boyunca Kızılbaşlara karşı kullanıldığı da olayın başka bir yüzüdür. Tarihsel olarak baktığın zaman Bektaşilik Osmanlı imparatorluğunun yayılma ideolojisi gibi işlev görüyor. 19. yüzyılda Yeniçeriler tasfiye edilirken Bektaşileri de tasfiye oluyor ve giderek muhalefete geçiyorlar ve giderek Alevilerle kimlikleri özdeşleşmeye başlıyor. Tartışılacak bir durum bu.

Kaç çeşit Alevilik görüyorsunuz?

Bir çok Alevilik var ama farklılık Alevilere has bir şey değil aynı farklılık İslami kesimde de var…

Farklılık var ama Sünni kesimde İslam denildiğinde anlayış tekdir…

Alevilik yazılı kaynakları güçlü bir inanç akımı olmadığı için tarih içinde toplumsal değişime paralel olarak sürekli değişmiş. O yüzden de Aleviliği tek kalıp içine sokmak o kadar da kolay değil. Kimi araştırmacılara göre Alevilik, Anadolu'da İslamiyet'ten önce yaşanmış bir sürü geleneği de içinde barındırıyor.

Şamanizm'e dayandıran, Aleviliği din dışı bir felsefe olarak gören aleviler de var.

Var, ama bugün Alevi kitlesinin yüzde 95'i Aleviliği İslam'ın içinde görüyor.

Alisiz Aleviliği bir yere oturtabiliyor musunuz?

Benim oturmam önemli değil ama böyle düşünenler de var. Fakat bunlar küçük azınlık. Kendisini İslam'ın içinde gören aleviler, ana gövde gittikçe büyüyor.

Sünni kesim Alevilik konusunda net bir fotoğraf çekememenin sorununu yaşıyor.

Doğru ama Aleviler parçalandı üzerinden siyaset üretmemek lazım. Bakın, Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu 28 şubatçı emekli bir generaldir ama 9 Kasım mitinginde İslami kesimin dayanağı oldu. İzzettin Doğan Vakit gazetesine baş dede oldu.

“Devlet Alevilerin sorununu çözmezse korkarım Alevilik Türkiye için güvenlik sorunu haline gelecek” dedi Cem Vakfı başkanı İzzettin Doğan.

Bu muhafazakar, farklılıkları bastırmacı bir bakış açısı.

İzzettin Doğan devletçi mi bakıyor?

Alevilere devlet sahip çıksın diyor.

Bu süreçte Alevilin devletin kontrolüne girme durumu olmayacak mı?

Sistem kendine entegre eder ve devletin Aleviliği oluşur. Demokratik bir sistemde bunlar yanlıştır, bırakın toplum Aleviliği de, Sünniliği de nasıl anlıyorsa öyle yaşasın.

Aleviler arasında bir temsil ve iktidar kavgası var mı?

Kimlik sorunu ister istemez Alevileri politikleştiriyor ve böyle bir kavga var. Bu kimlik meselesi devlet tarafından demokratik bir sistemin içinde kabul edilir bir hale getirilirse politik olmaktan çıkacak. Siyasetin olduğu her yerde bölünmeler oluyor.

KÜRTLERİN TALEPLERİNE EVET, BAŞÖRTÜLÜYE HAYIR

Alevilerde, kendi sorunları dışında toplumun öteki sorunlarıyla da ilgilenme yönünde bir ilgi hissettiniz mi?

Alevilerin çift taraflı bir krizleri var. Kürtlerin kimlik talepleri söz konusu olduğunda duyarlılık gösteriyorlar, evet diyorlar, Sünni kesimin sorunlarına ise kapalılar.

Başörtülü kızların üniversiteye girmesine ne diyorlar?

Hayır diyorlar. Aynı ötekileştirme Alevilerin içinde de var. Türkiye'de ötekini anlama problemi ciddi bir problem. Bir örneğini 9 Kasım mitinginde bir kere daha gördük, İslami kesim oradaki Alevileri baştan kötü ilan etti… Sünniler ile Aleviler arasında yabancılık, ötekilik var ve ötekileştirme devam ediyor.

Başbakan'ın alevi açılımına ne oldu?

Bir adımdı ama arkası gelmedi, hem Sünni önyargılar hem de alevi kesimin tepkileri sürece engel oldu.

Aleviler neden tepki gösterdi?

Reha Çamuroğlu üzerinden alevi açılımı yapılmasına tepki gösterdiler.

Alevilerde mağduriyet söylemi yerine yeni bir şey yükseliyor mu?

Talepleri var, onları dile getiriyorlar. Cem evlerinin ibadethane haline getirilmesi, elektrik ve su parası alınmaması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, dedelere statü verilmesi, maaşa bağlanması, diyanetin merkezi devlet kurumu olmaktan çıkartılması gibi talepleri var ki, bunlar demokratik taleplerdir.

DEVLETİN İŞİ DE ZOR

Hükümet bu konulara sıcak yaklaştığını söyledi…

Devlet Alevilerin bir kısmını muhatap alırsa yine problem çıkar. Uygulamanın bütün Alevileri kapsaması için Devletin Alevilerin tümünü ifade edecek bir danışma kurulu ile beraber bu işi yapması gerekir. Said Yazıcıoğlu'nun yaklaşımını sıcak buldum. Devletin Alevilere karşı tavrının değişmesi kolay değil, köklü sorunlar var ama en azından alevi kitlesini muhatap almaya başladı.

Bunlar bugünün talepleri değil, AKP ile oluşan talepler değil…

1925'den beri gelen 83 yıllık problem.

Alevilerin devlette örgütlenme gibi bir faaliyetleri var mı?

Aleviler azınlık, bazen biri bakan olur (Moğultay'ın adalet bakanı olduğu dönem gibi), orada bir örgütlenme imkanı elde edebilirler. Bazı alanlarda aralarında bir dayanışma imkanı buluyorlar ama büyük bir güçleri yok.

Medyadaki Aleviler de kendilerini ifade edemiyorlar mı?

Despotik devlet geleneği medyada yok mu ki kendi kimliğini rahat ifade etsin…


Siyasete etki edecek kadar kuvvetli değiller


Bugün Alevilerin siyaseten ağırlığı nedir, İzzettin Doğan 20-25 milyon alevi var diyor.

Hayır, siyasete etki edecek kadar kuvvetli bir ağırlıklarının olduğunu zannetmiyorum, ama Alevilerin yoğun yaşadıkları bölgelerde bir oy potansiyelleri var.

Türkiye'de alevi nüfusu sizce nedir?

Hiç bilmiyorum, tahminle olacak iş değil. Araştırmayla da olmuyor çünkü Türkiye demokratik bir ülke olsaydı sorardın, Alevi, Çerkez, Kürk… söylerdi kimliğini. Şimdi hem bunu soran yok hem de söyleyen yok.

Alevi partisi neden tutmuyor?

Yüzde on baraj var. Daha önce denediler, 7-8 tanede milletvekili çıkardılar, belki yeniden yaparlar… Alttan bu tür sesler geliyor.



CHP tatmin etmiyor


CHP Alevileri kaybetti mi?

Kaybetmedi ama kaybedebilir. CHP'nin alevi kaybetmesi için Alevilerin taleplerini savunan bir siyasi akımın çıkması lazım. Gazi Mahallesi Cem evi başkanı diyor ki, AKP Alevileri tanısa oy da alabilir.

CHP Alevileri tatmin ediyor mu?

Etmiyor, CHP'nin yaptıklarına son derece sinirleniyorlar ama tamamen vazgeçmiyorlar çünkü öbür tarafta Sünni partisi olarak gördükleri AKP var.

CHP'nin çarşaf açılımı, laikliğin teminatı benim diyen Alevi ile çarşaflı bir Sünni insanı aynı çatı altına aldı. Aleviler bu tabloyu sindirebilecekler mi?

Bu yeni bir durum, ne olacağını önümüzdeki günlerde göreceği. Tepkiler geliyor, ama Baykal herhalde bunları hesap etmiştir. Bence CHP'nin bu açılımı küçümsenmemeli, umarım içerikli hale gelir. Başörtüsü yasağı üzerinden Türkiye'nin çok gerildiği dönemler oldu. Siyaseten de olsa CHP doğru bir adım attı. Bir süre sonra başörtüsü konusundaki yasağın terk edilmesi gerektiği noktasına gelirler ki bu iyi bir gelişmedir.

Yeni bir süreç mi başladı?

Göreceğiz. Baykal'ın ne yapacağını kestirebilecek durumda değilim, Baykal çok tutarlı politikası olan bir lider olmadığı için yakında tersini de yapabilir. CHP geniş kesimlere ulaşamadı, yanlış politikalar yürüttü, toplumu gerdi, şimdi arayış içinde… İzlemek lazım…

CHP tepkiler karşısında “Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım da çarşaflıydı” der mi?

O bu konuda bir yere konulacak bir cümle olmaz. Bu cümleyi İslami kesim seslendirdiğinde CHP'liler, aradan yüz sene geçti diyorlardı. CHP hangi nedenle olursa olsun başörtülülere karşı bir değişim ihtiyacı hissediyorlarsa bu iyi bir şeydir.

Alevilik topluma yansıdığı kadar solla özdeş mi?

Solla özdeşlik var ama bu durumdan rahatsızlık giderek artıyor. Dedeler solla anılmanın getirdiği zararları yoğun şekilde dile getirmeye başladılar. Yani sadece solla anılmak istemiyorlar. Eskiden tamamen sol örgütlerin türevi olan Alevi kitlesi şimdi kendi örgütleriyle ortaya çıkıyor. Örgütlerin içinde solcu aleviler yine var ama onlar da artık solcu gibi değil, alevi gibi konuşuyorlar. Aleviler sol ile aleviler arasındaki ilişkiyi ciddi şekilde sorguluyorlar.



Bazı aleviler aslına dönüyor


Aleviler misyonerlik faaliyetlerine maruz kalıyorlar mı, Hıristiyan olan Aleviler var mı?

Ermeni tehciri sırasında bazı Alevi bölgelerinde birçok Ermeni aile kalıyor, onlar Ermeni Alevi gibi yaşıyorlar ve biraz da Alevileşiyorlar. Bugün Alevi kitlesi içinde kökleri Hıristiyan olanlar var, onlar özgürlük ortamında kendi asıllarına dönmek isterler, bu da doğaldır. Ben Türkiye'de “misyonerlik artıyor” propagandasının bir derin devlet propagandası olduğunu düşünüyorum, bu yolla Türkiye'deki farklılıkları ezmek ve buradan başka bir şey çıkartmak istiyorlar. Misyonerlikle mücadele geleneği derin devletin geleneğidir, İslami kesim bunu bilmeli ve oyuna gelmemeli…
 

HTML

Üst