Focus StyLe
FıRtına'
Vicdan olmadan iman olur mu?
Kur'an'a sorunca “olmaz” diyor. Haklı olarak ilim talibi “Nerede diyor?” diye soracaktır.
En iyisi Beled suresini okumak:
“Ne yani, şimdi insanoğlu kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? Ve “Ben (bu konuma gelmek için) kucak dolusu servet harcadım” mı diyor?
Yoksa o, kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?
Ona iki göz vermedik mi? Dahası bir dil, bir çift dudak? Ve ona (iyilik ve kötülüğün) açık seçik iki yolunu da göstermedik mi?
Fakat o (ucunda cennet olan) sarp yokuşu aşmak için hiçbir bedel ödemedi.
Bilir misin nedir o sarp yokuş?
Bir kişiyi daha zincirlerinden kurtarmaktır veya açlık gününde muhtaçları doyurmaktır; (mesela) yakını olan bir yetimi; ya da evsiz barksız, yurtsuz yuvasız bir düşkünü… Daha sonra iman edenlerden olmak ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. (Beled, 1-17)
İşin püf noktası, 17. ayetin başındaki “daha sonra” anlamına gelen summe bağlacında.
Servet ve güçle azıp şımaran insana açılan ilahi kredi dile getirildikten sonra, iyiyi veya kötüyü seçme yeteneğini doğru kullanmanın bir bedeli olduğu söyleniyor. Bu bedel insanı özgürlüğüne kavuşturmak, yoksulu doyurmak, yetime sığınak, evsiz-barksıza barınak olmak gibi sosyal görevler olarak niteleniyor. Bütün bunlar Kur'an'ın “ıslah edici ameller” (sâlihât) kategorisine dahil. Namaz ve Zekat gibi Hasenât'tan olan ameller ise kişinin bireysel yükümlülüğüyle alakalı.
Ve tam burada “daha sonra, iman edenlerden olmak..” şeklinde bir ayet geliyor.
İşbu noktada iş çatallıyor. Sorular hücum ediyor zihne: Bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak, yoksulu doyurmak, yetimi ve yurtusuz-yuvasızı gözetmek imandan önce mi geliyor? İman olmadan bunlar işe yarar mı?
Summe edatıyla ilgili lugavi spekülasyonlar burada başlıyor. Son soruya “evet” ihtimalinden hoşlanmamış olacak ki, Endülüslü büyük müfessir Ebu Hayyan “zamanda sonralık değildir” notunu düşmüş. Razi, bu yaklaşımı daha da detaylandırmış. Tüm dert “daha sonra” manasına gelen summe'yi yerleşik kelami mülahazalara uygun hale getirebilmek.
İmanın, salih amelin zemini olduğunda şüphe yok. Fakat Kur'an'ın bu makamda “sümme”yi kullanmasında da bir incelik, bir hassasiyet, çok özel bir vurgu yok mu?
“Yok” dersek ve bu edatı asli manasından öyle kolayca çıkarıp aslında olmayan manalar takdir edersek, o zaman dilin hakikatinden nasıl emin olabiliriz? Bundan emin olmazsak neden emin olabiliriz? Aramızda nasıl konuşur, nasıl anlaşırız?
Hemen burara “lafız ehli” ile “mana ehli” olan dilciler arasındaki kadim ihtilafı hatırlamak gerek.
Edatlar, özellikle de harf-i cerler birbirlerinin yerine kullanılır diyen görüşün en ateşli savunucusu Muğni sahibi dilci İbn Hişam (8. yy.). Bu yaklaşımı kabul edersek, “ne koysan gider”e ulaşmak işten değil.
Ebu Ali el-Farisi okulunun takipçisi “mana ehli” dilcilerden olan Ebu Hilal el-Askeri bu yaklaşıma itiraz sadedinde İbn Durusteveyh'in şu sözünü nakleder: “Bu, dilin hakikatini iptal, lisandaki hikmeti yok etmektir; bu akıl ve kıyasla taban tabana zıttır.” (el-Furuk)
Edatları birbirinin yerine kullanan görüş, Kur'an'da “ziyade” edatlar olduğunu savunan görüşle aynıdır. Demek ki oradan çıkınca buraya geliniyor. Oysa Kur'an'da ziyade yoktur. Mesela nefyin haberinin başında gelen ba'lar ziyade değil, Kur'an'ın özgün üslubunun bir parçası olarak “olumsuzlanan eyleme dair imkan ve/veya ihtimal yokluğuna delalet eder.
Beled 17'deki “summe”, vicdan olmadan iman olamayacağını ifade eder. İmanın sonradan vicdanınsa önceden oluşuna delalet eder. Bu ayetler Bakara 2'deki “Bu Kur'an muttakiler için bir hidayettir” ifadesinin tefsiridir adeta. “Hidayetten önceki takva da ne ola ki?” diyenlere, “işte bu!” der gibidir. Hidayetten önceki takva, sorumluluk ahlakıdır. Tıpkı Maun suresinde, ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeyen bir vicdansıza Kur'an'ın çektiği şu restte olduğu gibi: “Böyle olacaksa, yazıklar olsun ibadet edenlere!” (107: 4). Buna bir yerde “sen daha önce kitap nedir iman nedir bilmezdin” diyen Kur'an'ın, aynı Nebi'yi bir başka yerde “sen muhteşem bir ahlaka sahipsin” sözüyle tarif etmesini de eklemek gerek.
Bütün bu açıklamaların ardından Beled suresinin son üç ayetini okuyabiliriz:
“İşte böyleleridir vicdan sahipleri; inkârda ısrar edenler ise vicdansız olanlardır: tarifsiz bir ateş onların üzerine güdümlenmiştir.”
Demek ki 'iman'ın maksadı vicdan 'yeminine' sadakattir.
Mustafa İslamoğlu
Kur'an'a sorunca “olmaz” diyor. Haklı olarak ilim talibi “Nerede diyor?” diye soracaktır.
En iyisi Beled suresini okumak:
“Ne yani, şimdi insanoğlu kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? Ve “Ben (bu konuma gelmek için) kucak dolusu servet harcadım” mı diyor?
Yoksa o, kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?
Ona iki göz vermedik mi? Dahası bir dil, bir çift dudak? Ve ona (iyilik ve kötülüğün) açık seçik iki yolunu da göstermedik mi?
Fakat o (ucunda cennet olan) sarp yokuşu aşmak için hiçbir bedel ödemedi.
Bilir misin nedir o sarp yokuş?
Bir kişiyi daha zincirlerinden kurtarmaktır veya açlık gününde muhtaçları doyurmaktır; (mesela) yakını olan bir yetimi; ya da evsiz barksız, yurtsuz yuvasız bir düşkünü… Daha sonra iman edenlerden olmak ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. (Beled, 1-17)
İşin püf noktası, 17. ayetin başındaki “daha sonra” anlamına gelen summe bağlacında.
Servet ve güçle azıp şımaran insana açılan ilahi kredi dile getirildikten sonra, iyiyi veya kötüyü seçme yeteneğini doğru kullanmanın bir bedeli olduğu söyleniyor. Bu bedel insanı özgürlüğüne kavuşturmak, yoksulu doyurmak, yetime sığınak, evsiz-barksıza barınak olmak gibi sosyal görevler olarak niteleniyor. Bütün bunlar Kur'an'ın “ıslah edici ameller” (sâlihât) kategorisine dahil. Namaz ve Zekat gibi Hasenât'tan olan ameller ise kişinin bireysel yükümlülüğüyle alakalı.
Ve tam burada “daha sonra, iman edenlerden olmak..” şeklinde bir ayet geliyor.
İşbu noktada iş çatallıyor. Sorular hücum ediyor zihne: Bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak, yoksulu doyurmak, yetimi ve yurtusuz-yuvasızı gözetmek imandan önce mi geliyor? İman olmadan bunlar işe yarar mı?
Summe edatıyla ilgili lugavi spekülasyonlar burada başlıyor. Son soruya “evet” ihtimalinden hoşlanmamış olacak ki, Endülüslü büyük müfessir Ebu Hayyan “zamanda sonralık değildir” notunu düşmüş. Razi, bu yaklaşımı daha da detaylandırmış. Tüm dert “daha sonra” manasına gelen summe'yi yerleşik kelami mülahazalara uygun hale getirebilmek.
İmanın, salih amelin zemini olduğunda şüphe yok. Fakat Kur'an'ın bu makamda “sümme”yi kullanmasında da bir incelik, bir hassasiyet, çok özel bir vurgu yok mu?
“Yok” dersek ve bu edatı asli manasından öyle kolayca çıkarıp aslında olmayan manalar takdir edersek, o zaman dilin hakikatinden nasıl emin olabiliriz? Bundan emin olmazsak neden emin olabiliriz? Aramızda nasıl konuşur, nasıl anlaşırız?
Hemen burara “lafız ehli” ile “mana ehli” olan dilciler arasındaki kadim ihtilafı hatırlamak gerek.
Edatlar, özellikle de harf-i cerler birbirlerinin yerine kullanılır diyen görüşün en ateşli savunucusu Muğni sahibi dilci İbn Hişam (8. yy.). Bu yaklaşımı kabul edersek, “ne koysan gider”e ulaşmak işten değil.
Ebu Ali el-Farisi okulunun takipçisi “mana ehli” dilcilerden olan Ebu Hilal el-Askeri bu yaklaşıma itiraz sadedinde İbn Durusteveyh'in şu sözünü nakleder: “Bu, dilin hakikatini iptal, lisandaki hikmeti yok etmektir; bu akıl ve kıyasla taban tabana zıttır.” (el-Furuk)
Edatları birbirinin yerine kullanan görüş, Kur'an'da “ziyade” edatlar olduğunu savunan görüşle aynıdır. Demek ki oradan çıkınca buraya geliniyor. Oysa Kur'an'da ziyade yoktur. Mesela nefyin haberinin başında gelen ba'lar ziyade değil, Kur'an'ın özgün üslubunun bir parçası olarak “olumsuzlanan eyleme dair imkan ve/veya ihtimal yokluğuna delalet eder.
Beled 17'deki “summe”, vicdan olmadan iman olamayacağını ifade eder. İmanın sonradan vicdanınsa önceden oluşuna delalet eder. Bu ayetler Bakara 2'deki “Bu Kur'an muttakiler için bir hidayettir” ifadesinin tefsiridir adeta. “Hidayetten önceki takva da ne ola ki?” diyenlere, “işte bu!” der gibidir. Hidayetten önceki takva, sorumluluk ahlakıdır. Tıpkı Maun suresinde, ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeyen bir vicdansıza Kur'an'ın çektiği şu restte olduğu gibi: “Böyle olacaksa, yazıklar olsun ibadet edenlere!” (107: 4). Buna bir yerde “sen daha önce kitap nedir iman nedir bilmezdin” diyen Kur'an'ın, aynı Nebi'yi bir başka yerde “sen muhteşem bir ahlaka sahipsin” sözüyle tarif etmesini de eklemek gerek.
Bütün bu açıklamaların ardından Beled suresinin son üç ayetini okuyabiliriz:
“İşte böyleleridir vicdan sahipleri; inkârda ısrar edenler ise vicdansız olanlardır: tarifsiz bir ateş onların üzerine güdümlenmiştir.”
Demek ki 'iman'ın maksadı vicdan 'yeminine' sadakattir.
Mustafa İslamoğlu