- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 10,386
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
BU BAŞLIKLA bir çelişkiye işaret etmeyi umuyorum. Çünkü kitabî düşünmenin disipline edilmiş hali ile izafî yaklaşımın subjektifliği arasında ahlakî bir mesafenin olduğunu sanmaktayım. Ve “ne yapayım, dibi daha cazip geldi denizin, yüzünden” diyenin durumu irdelenmeye değer görünüyor. Burada izafî yaklaşımın subjektifliğini besleyen bir de demokratik bir durum var ortada. Burada demokrasiye olumsuzluk yüklendiği düşünülemez ancak onun bir siyasal rejimden çok bir medeniyet olarak anlaşılması lüzumunu hissettirir. İzafîlik ile demokratik tutumun birbirini besleyen ortaklığı oluşunca kitabî düşünmenin disipliner hali inanılmaz bir yalnızlık masalına dönüşüyor.
Akla oldukça kısır bir paye biçmiş olan ‘Anadolu insan tipi’ ile ‘aklı’ konuşmanın sıkıcılığını her ne şekilde olursa olsun izah etmenin bir histerik renge bürüneceği açıktır. Bunu kapalı bir metinle vuzuha kavuşturmanın ise sadra şifa olacağı kuşkulu.
Banarlı’nın kitap okumaya ve sonucuna dair yazdığı özlü şiir, kırgın ve buruk bir hissi bütün ağırlığıyla hissettirir. “Kitaplar, Niçin okudum sizi? / Siz ki göstermediniz / Bana, saadetlerin çalkandığı denizi... / Niçin kitaplar, niçin? / Hangi sahifenizi / Muskalaştırmalıydım? / Murada ermek için / Ve bir gün görmek için…”
Şifahi kültür geleneğinin mirasçısı olmak ile yazılı kültür geleneğinin mirasçısı olmak arasındaki farkın bugünlere sirayet etmemiş olduğunu iddia etmek güç görünüyor. Metinle yüzleşmenin ürpertisi, sosyal hayatta, kutsal sığınaklara bürünmüş konular üzerine konuşmanın ürpertisi olarak beliriyor. Bağlamı tamamen farklı olmakla birlikte Wittgenstein’in ‘üzerine konuşulamayan konusunda susmalı’ ibaresi, ‘Anadolu insan tipi’ için ironik bir anlam taşır. Zira bir devlet dairesinde üzerine konuşulacak konu sayısı o denli az ve sınırlı ki. Ve her gönül hisseder ki bir konu, üzerine artık rahat rahat konuşulabilecek bir konu olma vasfını en kritik hücrelerde kazanır. Kahvede konuşulanların çeşitliliği ve marjinalliği, bir ölçüt değil. Tabandaki rahatsızlığı duyurması açısından bir veri olarak görülebilir fakat kamuda zihnen aşıldığı anlamına hiçbir zaman gelmez.
Wittgenstein’in sözüne geri dönelim. Zira bu söz, bir ülkede ön yargıların ve korkuların gölgesinde konuşulamayan gündelik ve dönemsel konuları kastederek söylenmiş değil. Ontolojik bir sancının olanca ağırlığı altında yalnız ve sadece ‘insanca’ olanın derinliği üzerine söylenmiş bir hüzün cümlesi bu. Ve her nedense bu cümle bana zekânın ve samimiyetin kesiştiği bir anlamsal kümeyi hatırlatıyor. Bu yüzden, hakkında matematiksel bir yorum getirilemeyen ve olanca ağırlığıyla izafî bir hegemonyanın tesiri altında kalmış olan mistisizm üzerine susmayı denemek en azından bir ahlâkî duruşu ifade eder.
İnsanın yatay düzlemde varlık-evrenle ilişkisini düzenleyemeyen hiçbir söylemin kuşatıcılığından söz edilemez. Gönül kaliteleri bakımından kişi aidiyetinin bir medeniyet üzerinden tanımlanması asil bir imkândır. Ve insan ancak bu makamda ‘insan’dır. Sokrates’ten günümüze değin tarihsel gelişimini oldukça belirgin bir tekdüzelik ve birlik içinde sunan Batı felsefesinden farklı olarak Doğu’da tekdüze bir felsefe yerine ‘Felsefeler’den söz etmek gerektiğini belirten Izutsu’ya göre Doğu ve Batı felsefelerinin saygın bir karşılaştırmasını yapmak, Doğu ve Batı toplumları arasında birbirlerinin fikir ve düşüncelerini felsefî açıdan derinden kavramak temeli üzerine kurulacak gerçek bir uluslararası dostluk ve kardeşliğin hissedilip fark edilmesi, dünyanın bugünkü durumda en acil olarak ihtiyaç duyduğu şeylerden biridir.
Ancak derdi ömründen efzun olan insanlığın en büyük günahı, iyi ile kötüyü birbirinden ayıracak bir temele ve usule vakıf olmaktan uzak duruşudur. Eskiler usulsüzlük vusulsüzlüktür derler. Bir fikri inşa etmek, bir binayı inşa etmekten ne kolay ne kısa süreli bir iştir. Lakin bir usulden yoksun olan günümüz insanı, ‘bana göre’liliğin keyifli çatısı altında bir medeniyet ve disiplin olarak algılanması gerekli demokratik hürriyetinin genişliği içinde kendine dair özgün düşünclerini (!) demet demet sunmakta bir hâyâ sorunu yaşamıyor. Kemal Tahir merhumun ironik bir üslupla söylediği ‘islamın şartı beş, altıncısı haddini bilmektir’ ifadesi, düşüncenin kendine mahsus bir terbiyesinden mülhemdir. Bu terbiyenin ilk şartı, varlık düzleminde insanın kendini yine bir insan üzerinden tanıması hakikatidir. Başka dünyalara, başka yüreklere yabancı bir zihnin, diğerini dikkate alan bir söylem üretmesi hakikaten zor bir şey. Ve düşünüş biçimi bu zeminden gerçekleşmediğinde söylenen hangi şey, diğerini de kuşatıcı bir genişlikte olabilecektir? Dışındaki dünyayı kendi öznel sığlığında dizayn etme gereğine dönük bir açıklama, bir fikir, en azından saygısızdır. Kendini başkaları üzerinden tanıma gayreti, insanın ontolojik varlığına sunulacak katkının ilk basamağını oluşturur ve buradan hareket etmeyen her düşünce, Said Nursi’nin deyimiyle ‘hayvaniyetten gelme istibdadın’ pençesine takılır. Hatta müteal gelenekle yüzleşebilmenin yolu da insanın kendini ‘nefs’ üzerinden tanımasından sonra gerçekleşebilmektedir. ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ ifadesi bu vurguya gönderme yapmaktadır.
Allah’ın insandaki en büyük oyununun ‘nefs’ olduğu söylenir tasavvufta. Eğer yeryüzünde bir insandan başka kimse yoksa orada ‘nefs’in muhatap olacağı imtihan objeleri de yok demektir. Zira “şu mevcudat-ı seyyale şu mahlûkat-ı seyyare, vacibul vücudun envar-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik ayineler ve değişen mazharlardır” cümlesi, muazzam ve ilk anda asla sezilemeyecek denli karmaşık bir yapının içinde olduğumuzu bize fısıldamaktadır. Her halde insanın kendini tanıyabilmesinin ilk durağı, kişinin kendini dışarıdan ve başkaları üzerinden tanıması hakikatidir.
Dünden pek de farklı olmayan bugün ve yarınlar için nezih bir umut içinde olmak bana uzak görünse de her türlü karmaşık ve zorlu ilişkinin üstesinden gelerek insanın rabbini tanıyacağına dair bir umuttan söz eden İkbal’e derin bir saygıyla katılmayı arzu ettiğimizi yineleyelim. Zira bu umudu besleyecek kitaplar var. Varlık ile ilgisini bir rikkat üzerinden üreten temiz bir dimağın tek mısraı bile insanın kalbini genişletiyor, insanı sabırla ve hüzünle var edebiliyor. Acı tecrübeler geçirmiş, yanlış yaşamaklarla dolu hayatlara, ilgili şahısların vicdan azapları üzerinden nezaret etmeye çabalayan Zarifoğlu’nun aşağıda yer alan mısraları bu kabildendir.
“Bütün azaları kirlenmiş
Günahlarından tavşan dokunulmazlığı bir sahne mutlaka
Ve galiba
Karnının bir bölümünden sonsuz ürperiyor.
…
Başından bir maceradır geçmiş
Bin türlü makam geçmiştir derim”
Acıyı, edinilmiş bir makam olarak görebilen ve kalbi iyi bir alışkanlık edinmişlerin de gelip geçtiği bir diyar burası. Elbet her kişi bir imgeye dönüşür ve bir söz bırakır insanlığa. Duyulmasa ve sezilmese de.

Akla oldukça kısır bir paye biçmiş olan ‘Anadolu insan tipi’ ile ‘aklı’ konuşmanın sıkıcılığını her ne şekilde olursa olsun izah etmenin bir histerik renge bürüneceği açıktır. Bunu kapalı bir metinle vuzuha kavuşturmanın ise sadra şifa olacağı kuşkulu.
Banarlı’nın kitap okumaya ve sonucuna dair yazdığı özlü şiir, kırgın ve buruk bir hissi bütün ağırlığıyla hissettirir. “Kitaplar, Niçin okudum sizi? / Siz ki göstermediniz / Bana, saadetlerin çalkandığı denizi... / Niçin kitaplar, niçin? / Hangi sahifenizi / Muskalaştırmalıydım? / Murada ermek için / Ve bir gün görmek için…”
Şifahi kültür geleneğinin mirasçısı olmak ile yazılı kültür geleneğinin mirasçısı olmak arasındaki farkın bugünlere sirayet etmemiş olduğunu iddia etmek güç görünüyor. Metinle yüzleşmenin ürpertisi, sosyal hayatta, kutsal sığınaklara bürünmüş konular üzerine konuşmanın ürpertisi olarak beliriyor. Bağlamı tamamen farklı olmakla birlikte Wittgenstein’in ‘üzerine konuşulamayan konusunda susmalı’ ibaresi, ‘Anadolu insan tipi’ için ironik bir anlam taşır. Zira bir devlet dairesinde üzerine konuşulacak konu sayısı o denli az ve sınırlı ki. Ve her gönül hisseder ki bir konu, üzerine artık rahat rahat konuşulabilecek bir konu olma vasfını en kritik hücrelerde kazanır. Kahvede konuşulanların çeşitliliği ve marjinalliği, bir ölçüt değil. Tabandaki rahatsızlığı duyurması açısından bir veri olarak görülebilir fakat kamuda zihnen aşıldığı anlamına hiçbir zaman gelmez.
Wittgenstein’in sözüne geri dönelim. Zira bu söz, bir ülkede ön yargıların ve korkuların gölgesinde konuşulamayan gündelik ve dönemsel konuları kastederek söylenmiş değil. Ontolojik bir sancının olanca ağırlığı altında yalnız ve sadece ‘insanca’ olanın derinliği üzerine söylenmiş bir hüzün cümlesi bu. Ve her nedense bu cümle bana zekânın ve samimiyetin kesiştiği bir anlamsal kümeyi hatırlatıyor. Bu yüzden, hakkında matematiksel bir yorum getirilemeyen ve olanca ağırlığıyla izafî bir hegemonyanın tesiri altında kalmış olan mistisizm üzerine susmayı denemek en azından bir ahlâkî duruşu ifade eder.
İnsanın yatay düzlemde varlık-evrenle ilişkisini düzenleyemeyen hiçbir söylemin kuşatıcılığından söz edilemez. Gönül kaliteleri bakımından kişi aidiyetinin bir medeniyet üzerinden tanımlanması asil bir imkândır. Ve insan ancak bu makamda ‘insan’dır. Sokrates’ten günümüze değin tarihsel gelişimini oldukça belirgin bir tekdüzelik ve birlik içinde sunan Batı felsefesinden farklı olarak Doğu’da tekdüze bir felsefe yerine ‘Felsefeler’den söz etmek gerektiğini belirten Izutsu’ya göre Doğu ve Batı felsefelerinin saygın bir karşılaştırmasını yapmak, Doğu ve Batı toplumları arasında birbirlerinin fikir ve düşüncelerini felsefî açıdan derinden kavramak temeli üzerine kurulacak gerçek bir uluslararası dostluk ve kardeşliğin hissedilip fark edilmesi, dünyanın bugünkü durumda en acil olarak ihtiyaç duyduğu şeylerden biridir.
Ancak derdi ömründen efzun olan insanlığın en büyük günahı, iyi ile kötüyü birbirinden ayıracak bir temele ve usule vakıf olmaktan uzak duruşudur. Eskiler usulsüzlük vusulsüzlüktür derler. Bir fikri inşa etmek, bir binayı inşa etmekten ne kolay ne kısa süreli bir iştir. Lakin bir usulden yoksun olan günümüz insanı, ‘bana göre’liliğin keyifli çatısı altında bir medeniyet ve disiplin olarak algılanması gerekli demokratik hürriyetinin genişliği içinde kendine dair özgün düşünclerini (!) demet demet sunmakta bir hâyâ sorunu yaşamıyor. Kemal Tahir merhumun ironik bir üslupla söylediği ‘islamın şartı beş, altıncısı haddini bilmektir’ ifadesi, düşüncenin kendine mahsus bir terbiyesinden mülhemdir. Bu terbiyenin ilk şartı, varlık düzleminde insanın kendini yine bir insan üzerinden tanıması hakikatidir. Başka dünyalara, başka yüreklere yabancı bir zihnin, diğerini dikkate alan bir söylem üretmesi hakikaten zor bir şey. Ve düşünüş biçimi bu zeminden gerçekleşmediğinde söylenen hangi şey, diğerini de kuşatıcı bir genişlikte olabilecektir? Dışındaki dünyayı kendi öznel sığlığında dizayn etme gereğine dönük bir açıklama, bir fikir, en azından saygısızdır. Kendini başkaları üzerinden tanıma gayreti, insanın ontolojik varlığına sunulacak katkının ilk basamağını oluşturur ve buradan hareket etmeyen her düşünce, Said Nursi’nin deyimiyle ‘hayvaniyetten gelme istibdadın’ pençesine takılır. Hatta müteal gelenekle yüzleşebilmenin yolu da insanın kendini ‘nefs’ üzerinden tanımasından sonra gerçekleşebilmektedir. ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ ifadesi bu vurguya gönderme yapmaktadır.
Allah’ın insandaki en büyük oyununun ‘nefs’ olduğu söylenir tasavvufta. Eğer yeryüzünde bir insandan başka kimse yoksa orada ‘nefs’in muhatap olacağı imtihan objeleri de yok demektir. Zira “şu mevcudat-ı seyyale şu mahlûkat-ı seyyare, vacibul vücudun envar-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik ayineler ve değişen mazharlardır” cümlesi, muazzam ve ilk anda asla sezilemeyecek denli karmaşık bir yapının içinde olduğumuzu bize fısıldamaktadır. Her halde insanın kendini tanıyabilmesinin ilk durağı, kişinin kendini dışarıdan ve başkaları üzerinden tanıması hakikatidir.
Dünden pek de farklı olmayan bugün ve yarınlar için nezih bir umut içinde olmak bana uzak görünse de her türlü karmaşık ve zorlu ilişkinin üstesinden gelerek insanın rabbini tanıyacağına dair bir umuttan söz eden İkbal’e derin bir saygıyla katılmayı arzu ettiğimizi yineleyelim. Zira bu umudu besleyecek kitaplar var. Varlık ile ilgisini bir rikkat üzerinden üreten temiz bir dimağın tek mısraı bile insanın kalbini genişletiyor, insanı sabırla ve hüzünle var edebiliyor. Acı tecrübeler geçirmiş, yanlış yaşamaklarla dolu hayatlara, ilgili şahısların vicdan azapları üzerinden nezaret etmeye çabalayan Zarifoğlu’nun aşağıda yer alan mısraları bu kabildendir.
“Bütün azaları kirlenmiş
Günahlarından tavşan dokunulmazlığı bir sahne mutlaka
Ve galiba
Karnının bir bölümünden sonsuz ürperiyor.
…
Başından bir maceradır geçmiş
Bin türlü makam geçmiştir derim”
Acıyı, edinilmiş bir makam olarak görebilen ve kalbi iyi bir alışkanlık edinmişlerin de gelip geçtiği bir diyar burası. Elbet her kişi bir imgeye dönüşür ve bir söz bırakır insanlığa. Duyulmasa ve sezilmese de.