umursamazlık hastalığı

sherif

HACKHELL İN SHERİFİ
Katılım
8 Kas 2005
Mesajlar
1,033
Reaction score
0
Puanları
0
Konum
Musul--Kerkük..;Bir Gece Ansızın Ordayız::..
"ÜLFET"
"Alışkanlık, Ünsiyet. Dostluk."
"Herbiri bir kudret mucizesi olan mahlukatı dikkate almamak, Onları sürekli seyrede ede üzerlerinde düşünemez hale gelmek"
Süleymaniyeye her ne zaman gitseniz, o muhteşem mabedi hayran hayran seyreden bir grup insana rastlarsınız. Bu adamlar, o sanat abidesini niçin uzun süre temaşa ederler? Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilir. Ben meseleyi bir başka yönüyle ele alacak ve diyeceğim ki, "diğer yapılarda sanat olmadığı için."
Başka menzillerde ayrı mevzuları konuşan bu insanlar, Süleymaniye'ye geldiler mi artık Sinan'dan bahsetmeye başlarlar. Daima O'nu yadeder ve O'nu takdir ederler. Şimdi, hayalimizde herşeyiyle Sinan'ın eseri olan bir şehir canlandıralım. Camilerini de O yapmış olsun, dükkânlarını da, evlerini de, yollarını da. Böyle bir şehirde doğan, büyüyen bir insan için iki şık sözkonusu: Ya, her adımda Sinan'ı hatırlayacak yahut, ülfet dediğimiz alışkanlık belasıyla, bu harika eserleri görmeden yaşayacak, O'nun yapıp çattığı bu beldede O'ndan gafil olarak ömür tüketecek.
Bu şehre bir başka diyardan gelen insanlar ise şehre adım atar atmaz hayretler içinde kalacaklar. Her evin, her dükkânın, her mabedin önünde dakikalarca duracaklar. O şehrin çoğu yerlilerinin müptela oldukları alışkanlık hastalığı bunlara bulaşmayacak. Ve onlarda iki hayret birbirine karışacak; hem şehrin mükemmelliğini şaşkın şaşkın seyredecekler, hem de ahalinin gafletine bir mana veremiyecekler.
Büyüklüğüne sınır biçilemeyen ve sanat inceliklerine hakkıyla vakıf olunamayan bu kâinat şehri de Allah'ın mülkü.. Sinan'ın varlık programını bir katre su içinde O çizmiş. O katreyi camiler, köprüler, hanlar, hamamlar yapan büyük bir mimar haline O getirmiş. Sinan O'nun olduğu gibi, Süleyman da O'nun. Sen de ben de hep O'nunuz. Bir gramında dört milyar bakterinin oynaştığı şu toprak tabakası da O'nun, her damlasında milyonlarca mikrobun kaynaştığı şu su damlası da.. O, arz ve semanın yegâne Halikı ve Maliki. Arzdakiler de O'nun, semâdakiler de... Kimde ne güzellik varsa O'nun ihsanı, kimde ne kuvvet varsa O'nun ikramı...
Hiçbir insanın bu diyarda Allah'dan gafil olmaması beklenir, ama bu çoğu kez gerçekleşmez. Dünyaya imtihan için gönderilen bu insanlar, hakikata erebilmek için bir çok perdeleri yırtmak, birtakım engelleri aşmakla karşı karşıya kalırlar. Nefis, şeytan, ihtiyaç, hırs, çevre, mevki, makam, servet ve daha niceleri... Ancak bu mânileri gerilerde bırakanlar, bu âlemi Allah'ın eseri olarak seyretmenin zevkine erebilirler.
Çoğu insanın şu mucizeler diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu âleme geliş biçimleriyle alâkalı.. İnsanlar, bu beldeye Yıldız Sarayı'na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarında karşılanmıyor, içerileri teşrifat memurları nezdinde gezmiyorlar. Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda büyüyor, sarayda ölüyor, sarayda defnediliyorlar. İşte bu saray hayatının verdiği umursamazlık ve vurdumduymazlık hastalığına "ülfet" diyoruz. Bu hastalıkla fikirler uyuşur, ruhlar donuklaşır. Ne bakışlarda hayat, ne kalplerde seziş kalır. Bu derde müptela olanlar, her zerresi sonsuz hikmetler taşıyan bu âlemde ömürlerini 'O mahiler ki derya i-redür deryayı bilmezler' mısrasında ifadesini bulan bir garip ruh haleti ile geçirir dururlar.
Yokluğunu hiç çekmedikleri nimetler onların nazarlarından saklanır.
Dünyanın güneş etrafındaki harika seyahatini hiç hatırlamazlar. Zira, bir an inmeksizin hep onun sırtında gezmişlerdir.
Baharın geldiğine yeterince hamdetmezler. Çünkü baharsız yıl geçirmemişlerdir.
Hava nimetine şükretmek hatırlarına gelmez. Çünkü, hiç havasız kalmamışlardır. Misaller çoğaltılabilir. Bütün bu nankörlükler çoğu kez ülfetten kaynaklanır.
Mademki ülfet bizi çoğu zaman gaflete sürüklüyor. İsterseniz onu bir derece yenebilmek için, şu arz küremize bir yabancının gözüyle bakalım. Başka bir âlemde yaratılmış olup dünyamıza ilk defa gelen farazi bir şahısla sohbet edelim. Mevsim kış olsun. Misafirimizle bir bahçede buluşalım ve ona ağaçları göstererek, "dikkatle bakmasını, ikinci görüşmemizde kendisine bir sorumuz olacağını" söyleyelim. O farazi şahıs dünyamızı terk etsin ve her tarafın yemyeşil olduğu, ağaçların meyvelerle dolduğu bir sırada aynı bahçeye tekrar gelsin. Zannederim, dostumuz ilk önce gözlerine inanamayacak, neye uğradığını şaşıracak ve hayretler içinde kalacaktır. Ağaçların birinden kopardığımız bir meyveyi kendisine uzatarak, 'bu cismin meydana gelişini nasıl izah edersiniz?' diye sorduğumuzda, önce meyveyi dikkatle süzecek, sonra çeşitli ihtimaller sıralayacaktır. Herhalde en fazla üzerinde duracağı şık, 'meyvelerin bir başka yerden getirilip bu dallara yapıştırıldığı' olacaktır. Kimbilir, belki de konuşmasını bir nükteyle noktalamak isteyecek ve 'elbette bu yollardan birisiyle oldular, ağacın içinden çıkmadılar ya!' diyecektir. Biz bu nükteye acı bir tebessümle karşılık verecek ve kendisini yolcu edeceğiz.
Bir de aksini düşünelim. Bir başka misafirimiz de yaz ortasında dünyamıza gelmiş olsun. Bir müddet kaldıktan sonra ayrılsın ve her tarafin karla kaplı olduğu bir kış günü geri dönsün. Kendisine karları göstererek, 'bunların meydana gelişlerini nasıl izah edersiniz?' diye sorduğumuzda, herhalde önce yerden bir avuç kar alacak, bir süre ovduktan sonra, büyük bir ihtimalle, bize şu cevabı verecektir: 'Bunları başka bir memleketten getirip yerlere sermişsiniz!..' Belki de sözlerini, 'herhalde bunlar gökten inmediler,' diye bağlayacaktır.
Şimdi biz misafirlerimizi bırakıp kendimize dönelim ve iyice bir düşünelim. Gerçekten de, en uzak ihtimal, meyvelerin dallarda bitmesi, yağmur ve karın gökten inmesi değil mi? Ama gel gör ki, bu mucizeler diyarında bizi kuşatan diğer hadiseler gibi bunları da ülfetle geçiştiriyoruz. Nice kışlar geçirmiş, nice baharlara erişmiş kimseler olarak, ne meyveyi, ne yağmuru, ne de karı hakkıyla tefekkür edebiliyoruz.
Meyve ve kar... Bu kâinat tablosunda ülfetle geçiştirdiğimiz nice varlıktan iki misal...
Kur'an-ı Kerim, semavat ve arzın yaratılışından insanın ana rahminde geçirdiği devrelere, arının ilhama mazhariyetinden devenin yaratılış keyfiyetine, Güneş'in lambalık vazifesinden arzın beşiklik yapmasına, gece ve gündüzün düzenlenmesinden insanın uyutulup uyandırılmasına kadar her hadise ve her mesele üzerinden ülfet perdesini kaldırmış ve bu kudret mucizelerini ehemmiyetle gözler önüne sermiştir.
Ayetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ül adat mucizeleri o adiyat içerisinde gösterir. (Mesnevi-i Nuriye)
Kâinat kitabını okumadan yaşayan, ihtiyaçlarının peşinde durmadan koşan, hırs ile kazanıp gafletle tüketen, yorgunca yatıpp sersemce uyanan, aceleyle yiyip süratle işine koşan ve yeni bir günü daha tüketmeye başlayan insanoğlu, ülfet perdesini yırtabilmek için Kur'an'ın irşadına ne kadar muhtaç, öyle değil mi?
 
bunu inşallah arkadaşlarımız anlar bunu daha önce okumuştum emeğine sağlık
 
Emegine saglik paylasimin icin.Allah c.c razi olsun...
 
Ayy çok güzel bi paylaşım olmuş...Eline emeğine sağlık...Allah razı olsun...
 
Geri
Üst