SOLUN UNUTULAN YÜZÜ: ULUSAL SOL:
GİRİŞ:
Çocuk ne söylese haklı çıkıyordu. Hep doğruları söylüyordu, ve bu yüzden kimse sevmiyordu onu. Onun gibi düşünmeyenler bir yana, aynı soyadı taşıyan kardeşleri bile tahammül edemiyordu ona. Söylediklerini herkes biliyordu, ama bunları uygulamak birilerinin işine gelmiyordu. Bu çocuk “Ulusal Sol”du. Kardeşleri diyebileceğimiz Marksist sol ile liberal sol tarafından bile dışlanıyor ve sesi Yeni Dünya Düzeni’nin gürültüsü arasında kayboluyordu.
Neydi bu Ulusal Sol ve Türkiye için ne anlama geliyordu? Bütün bunları anlamak için solun Türkiye’deki tarihsel gelişimine ve Ulusal Sol’un bu süreçteki yerine bakmamız gerekir. Böylece aynı soyadı taşıyan diğer “sol”lar ile arasındaki ayrımı görmemiz daha kolay olacaktır.
TÜRKİYE’DE SOLUN TARİHSEL GELİŞİMİ
Ulusal Sol’un Türkiye sürecindeki yerini görebilmemiz için, Türkiye’deki solun tarihsel gelişimine bakmamız yararlı olacaktır. Bu, geçmişten bugüne solun geçirdiği evrimleri izlememizi ve bugünün koşulları için bunlardan hangisinin geçerli olacağını anlamamızı sağlar.
Türkiye’de ilk sosyalistlerin burjuva devrimcisi Jön Türkler’den çıktığını söyleyebiliriz. İlk başlarda, batıda politik sürgünlük yaşayan Jön Türkler için sosyalist düşünce hiçbir çekiciliğe sahip olmamıştır.
Ne zamanki Osmanlı İmparatorluğu çökmüş, elde artık kaybedecek bir şey kalmamış, ancak o zaman Jön Türkler’den bazıları Ekim Devrimi’nin de etkisiyle sosyalizme yönelmişlerdir. (Fransa’da Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal J. Jaures ‘den; Almanya’da Ethem Nejat ve arkadaşları Spartakistler’den; Rusya’da Mustafa Suphi ve arkadaşları Bolşevikler’den etkilenerek sosyalizme yönelmişlerdir.)[1]
İstanbul gibi büyük şehirlerde ve Anadolu’da sosyalist propaganda ve örgütlenme çalışmalarına giren küçük sosyalist yuvalar, 1920’de Bolşeviklerin katalizatörlüğü ve yönlendirmesiyle bir araya gelerek Türkiye Komünist Partisi’ni kurarlar.[2] Ancak bu yıllarda Anadolu’da, olmayan bir sınıfın mücadelesi yerine haklı olarak İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı bir mücadele başlatılmış ve farkında olmadan Ulusal Sol’un ideolojik temelleri atılmıştır. Onurlu bir mücadelenin ardından emperyalist kuvvetler yurttan atılmış ve Mustafa Kemal’in devrimleriyle yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur. İdeoloji arayışları içinde olan genç Cumhuriyet’te henüz bir işçi sınıfı oluşmadığından sosyalist bir düzenin savunulması somut bir gerçeklik taşımamıştır. Bu nedenle her şeyden önce toplumsal düzenin sağlanması gerekmektedir. Ve cumhuriyetin ilk 20-25 yılı Türkiye’nin kendine has bir devletçilik uygulamasıyla geçmiştir.
Mayıs 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi, Haziran 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kurulsa da, bu partilerin mevcut sosyal yapıdan dolayı etkili olduğu söylenemez.
Çok partili rejime geçiş ve DP iktidarının baskıcı tutumu, 1950 sonrası sol hareketin ağırlık kazanmasına neden olmuştur. Ancak kendisine hızla taraftar toplayan bu sol anlayış Marksist-Leninist değil, Kemalist bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle Türkiye’de solun iki kere doğduğunu söyleyebiliriz. Birincisi Ekim Devrimi rüzgarıyla Osmanlı yıkıntıları üzerinde olur. İkincisi ise, Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın doğurduğu Kuvayı Milliye ruhuyla.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devletçi, yapıcı politikaların üzerine DP’nin yıkıcı tutumu 27 Mayıs 1960’ta daha çok genç subayların girişkenliği ile gerçekleşen darbeyle son bulur. Bu darbe geniş halk kitlelerince de desteklenmiştir.
Askerler gerçekten de sözlerini tutmuşlar ve dünyanın en demokratik anayasalarından birini uygulamaya koyarak, çok kısa bir zamanda seçimleri gerçekleştirip yönetimi sivillere bırakmışlardır.[3] 1961 Anayasası’nın getirdiği demokrasi rüzgarıyla kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), bu dönemde siyasal pratiğinden öğrenilecek çok şeyin olduğunu göstermiştir.
CHP, 65’lere kadar kurduğu değişik koalisyonlarda 27 Mayıs ruhuna uygun bir çizgi izlememiştir. Birçok noktada 27 Mayıs’ın kazanımlarını geri götürmüştür. CHP bir türlü tutucu güçlerin yönetiminden kurtulamamıştır. Sonuç olarak çıkarlarının köklü demokratik dönüşümlerin yapılmasında ve demokrasinin geliştirilmesinde olduğunu kavramaya başlayan işçiler, aydınlar, öğretmenler, gençler CHP ile bir yere ulaşamayacaklarına kesin olarak inanmışlardır. Bu kitlesel arayışlar, YÖN Hareketini ve TİP’i yaratmıştır.[4]
Parlamentoya girebilen TİP, Anayasa Mahkemesi’nde en çok davayı açan parti olmuş, Kemalizm’i sol pencereden analiz ederek Ulusal Sol’u CHP’den daha iyi temsil etmiştir.
Bütün bunların etkisiyle yılların politikacısı İsmet İnönü 1965 genel seçimleri sonrasında şöyle demiştir: “Bu ülkede ancak CHP ve TİP’ten ilerici hamleler beklenebilir”.[5]
1961 Anayasası’nın Türkiye için bir lüks olduğunu iddia eden Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından Kuvayı Milliye ruhuna sahip devrimci gençlik hareketlilik kazanmaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini, dünyadaki 68 kitle eylemleriyle harmanlayan gençlik Türkiye sol tarihine unutulmaz hatıralar bırakmıştır.
68 hareketi kendini Kuvayı Milliye geleneğinin devamı olarak görmüştür. Hareketin sembollerinden Deniz Gezmiş babasına yazdığı mektubunda kendilerini “ikinci kurtuluş savaşçıları” olarak tanımladıklarını yazmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal, 68’lilerin gözünde tüm ulusal mücadeleyi simgeleyen kişidir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 30 Ekim-10 Nisan 1968 tarihleri arasında düzenledikleri Samsun’dan Ankara’ya “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Bir Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” bunun en güzel örneklerinden birisidir. Bağımsızlık mücadelesini Atatürk’le özdeşleştiren Gezmiş, elinde Türk bayrağıyla kortejin en önünde yürümüştür.[6]
Ankara SBF Fikir Kulübü başkanı Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim broşüründe Kemalizm’i şöyle açıklar: “Kemalizm, emperyalist işgali altındaki bir ülkenin devrimci milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. … Bu yüzden Kemalizm soldur. Milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm devrimci milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur”.[7]
68 hareketinin diğer bir özelliği de, suçlamaların tersine Sovyetler Birliği ile en ufak bir örgütsel veya mali bağının olmamasıdır. Hatta TİP ve Dev-Geç’teki devrimciler yurtdışında yer alan Sovyet güdümlü TKP’ye baştan itibaren tavır almış ve saflarına sokmamıştır. “Ne Amerika, ne Rusya, Tam Bağımsız Türkiye” devrimci gençlerin temel sloganlarından biridir.[8]
Çıkışlarında ve eylemlerinde Kuvayı Milliye’ye dayanan 68 gençliği, sonraları bunu Latin Amerika benzerlerine koşullayarak salt silahlı eyleme indirgemeleri büyük bir hata olmuştur. Gençlik, enerjisini halk kuvvetlerinin bağlarının güçlendirilmesine, örgütlenmesine ve bilinçlendirilmesine harcayabileceği bir zamanda ondan tamamen kopmak sonucunu doğuracak bir eylem türüne girişmiştir. Banka soygunları vs.nin ardından “devrimci hareketin halktan gittikçe tecrit olması, aynı zamanda halk-ordu-gençlik birlikteliğine dayanan ve 68’i büyüten Kuvayı Milliye geleneğinin solda artık terk edilmeye başladığının göstergesidir.”[9]
12 Mart… 68 hareketini sona erdiren bu muhtıra, devrimci gençliğin de konjonktürel dalgaya uyarak ithal sollara yönelmesi ile soldaki değişimin bir parçası olmuştur. Artık Türkiye’de sol Çinciler, Arnavutlukçular, Sovyetikler vb. bölünmelere gitmiştir. 78 kuşağı olarak adlandırabileceğimiz bu hareket genellikle işsiz, işçi olmayan, genç ve öğrenci unsurlarla dolmuştur. “Böylece tüm hareketlere yarı lümpen davranışlar, feodal ahlak normları, değer yargıları, sekterizm damgasını vurmuştur.”[10] Ulusal kaynaklarını ve değerlerini önemli ölçüde yitiren 78 hareketi aşırı derecede bölünmüşlükleriyle giderek marjinalleşmeye başlamıştır.
12 Eylül… Askeri darbe sonucunda sol yoğun acılar yaşadığı gibi, yeni bir evrimin başlangıcına da girmiştir. “12 Eylül’de Askeri Rejim gelince, Türkiye’nin devrimcileri 12 Mart’ın ikinci bir baskısıyla karşılaştığını düşündü: yani yönetimin işsizlik ve pahalılıktan yanan yığınların muhalefetiyle çekilip gideceğini, 1974 sonrasındakine benzer bir yükseliş yaşanacağını vs… Ne var ki bu beklenti hiçbir zaman gerçekleşmedi.”[11]
1980 sonrasında Türkiye’de esen liberalizm rüzgarları solu da etkilemiştir. “Ortanın Solu”ndan “Solun Ortası”na doğru yaklaşan sol partiler “Sosyal Demokrasi” kavramını ön planda tutmuş, ama liberalleşmekten öteye gidememiştir. Bu liberalleşme, ardından etnisiteyi de getirmiştir. 68’in Ulusal Sol’u yerini, 80 sonrası azınlıkların sözde bağımsızlık savaşına bırakmıştır. Kürt siyaseti, mevcut sol partiler içinde kendini ifade eder olmuştur. Bu kesim 1995 seçimlerinde sol partilerden koparak HADEP adı altında seçimlere girmiştir. “Sol” kelimesi “bölücülük” ile eşdeğerde tutulmuş, kendini sol olarak ifade eden hiçbir fraksiyon ulusal değerlerine sahip çıkmamış ve sol, halktan uzaklaşarak marjinalleşmiştir.
“Ulusal Sol” söylemiyle ortaya çıkan ve güçlenen Bülent Ecevit liderliğindeki DSP, 1999’da birinci parti seçilerek MHP ve ANAP’la koalisyon yoluna gitmiştir. Ancak bu koalisyon toplumun beklentilerine yanıt olamamıştır. Koalisyon içindeki çekişmeler, ekonomik istikrarsızlık ve ithal bakanlarca uygulanan IMF politikaları koalisyon hükümetini sona erdirmiştir.
3 Kasım 2002’de seçim sandıklarından iki parti çıkmıştır: “Muhafazakar Demokrasi(!)” kavramını literatürümüze kazandıran AKP ve Tony Blair tipi “liberal sosyalizm” uygulamasını benimseyen CHP. Mevcut durumun bugün de devam ettiği mecliste, her iki partinin de literatüre kazandırdıkları kavramların sadece ilk kelimelerini benimsemeleri ayrı bir traji-komik tespittir.
Bölünmüş solun 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde kısmen birleşme çabaları olmuştur. SHP, DEHAP, EMEP, ÖDP, ÖTP ve SDP “Demokratik Güçbirliği” adı altında seçime girmiş; ve kimi sosyal demokrat, kimi Kürt milliyetçisi, kimi Marksist, kimi romantik kesimlerin birleşmesinin hiçbir işe yaramadığı seçim sonuçlarından anlaşılmıştır.
Özetle sol, tarih boyunca hep evrim geçirmiş, ulusal değerlerini yitirmiş ve bugüne marjinalleşen Marksist Sol ile hakim olan Liberal Sol damgasını vurmuştur.
ULUSAL SOLU DİĞERLERİNDEN AYIRAN NEDİR?
Tarihsel süreci incelediğimizde görüyoruz ki, Türkiye’de Ulusal Sol Mustafa Kemal döneminde oluşmaya başlamış ve TİP ile 68 gençliğinde kendini bulmuştur. Fakat daha sonraları evrim geçirerek halktan kopmuş, farklı sollar ortaya çıkmıştır. Günümüzde savunulan sol(lar) ile Ulusal Sol arasındaki farkları incelemeye en keskin ayrım olan “enternasyonalizm”den başlamalıyız.
Bilim ve siyaset toplumsal gerçekler temelinde yapılır. Varolmayan bir gerçeğin teorisini yapmak idealizmdir. Oysaki materyalizmi felsefesinin temeli olarak ilan eden “sol” uzun yıllardır gerçeğin tamamen dışında bir enternasyonalizm teorisi kurmuştur. 150 yıl önce farklı koşullarda öne sürülmüş bir teori bugün öylesine dokunulmaz kılınmıştır ki herkesin gözü önündeki gerçeklerin bile telaffuz edilmesi engellenir. Marks’ın enternasyonalizm teorisi günümüzün “Marksistleri” için en sarsılmaz dogmadır.[12]
Sermayenin küreselleşmesiyle emeğin de küreselleşeceğini öne süren Marks’a göre, gün gelecek ve dünyanın bütün işçileri birleşecektir. Ancak Marks bu teorisinde emperyalizmin sonuçlarını göz ardı etmiştir. Emperyalizmin doğal sonucu, ezilen uluslardan sağlanan zenginliğin emperyalist ülkenin her kesimini de etkilemesidir. Böylece batılı işçi sınıfı, ezilen ulusların sömürülmesinden pay alarak bu ulusların işçi sınıfına karşı ayrıcalıklı bir duruma gelmektedir. Bugün de yaşanan bir gerçektir ki, batılı işçi sınıfının, doğu uluslarının sömürülmesinden pay alması devam ettiği sürece (yani kendi burjuvalarıyla anlaşarak isteklerini elde ettikleri sürece), rahatlarını bozarak doğulu işçi sınıfıyla birleşip devrim yapmaları imkansızdır. Bu durum Lenin tarafından “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılır. “İşçi aristokrasisi Avrupa işçi sınıfı içinde ezilen ulusların sömürüsünden elde ettiği payla zenginleşen ve düzenle bütünleşen sınıfı ifade eder.”[13]
Bu nedenle günümüzde “proleter uluslar” ve “burjuva uluslar” çatışmasının, “işçi sınıfı” ve “burjuva sınıfı” çatışmasından daha hakim olduğu söylenebilir. Böylece Ulusal Sol, Marksist Sol’dan ayrılarak emperyalizme karşı ulusal politikaları önerir ve enternasyonalizmi reddeder.
Ulusal Sol’u günümüz soluyla ayıran diğer bir unsur da, kavram kargaşasıdır. Marksizm öncesi kaynakların (Fransız Devrimi, ütopik sosyalizm ve anarşizm) etkisinde kalarak daha özgürlükçü bir yapıda olan, ama buna Marksizm diyen günümüz soluna karşı, Ulusal Sol devrimci bir nitelik taşımaktadır.
Günümüzde hakim olan solun ordu düşmanlığı da Ulusal Sol’dan ayrılan bir durumdur. Ulusal Sol hiçbir zaman despot, cuntacı ve anti-demokrat değildir. Ancak günün koşullarına gerçekçi bakar ve ulusal güvenliğe önem verir. Solun temelinde materyalizm vardır ve bu nedenle sol, dünyadaki değişimleri görerek bu değişimleri oluştuğu tarihsel bağlamda ele alır. Bundan dolayıdır ki, her canlı gibi her kurumun da tarih içinde değişeceğini savunan “evrim teorisi”ne dayanmaktadır. Bu durumda tarihsel süreç içerisinde solun kendisi nasıl bir evrim geçiriyorsa, ordu kurumu da bu evrimin içindedir. 70 ve 80’lerin ordusuna bakarak bugünkü orduya önyargıyla yaklaşmak materyalizme, dolayısıyla da solun temel felsefesine aykırıdır. Bugünkü hakim sol, 12 Eylül travmasının etkisiyle ordu düşmanlığı kampanyalarının öncüsü olmakta ve bu nedenle bazen gerici kesimlerle aynı saflara düşmektedir. Ancak Ulusal Sol, orduyu yaşadığı dönemki tutumuna göre değerlendirir. Mesela devrimci bir niteliğe sahip olan 27 Mayıs’taki orduyu veya gerici-şeriatçı kesimlerin gücünü kırdığı için 28 Şubat’taki orduyu desteklerken; 12 Mart veya 12 Eylül’deki baskıcı, yıkıcı ve dış güdümlü ordunun karşısında durmaktadır.
Son olarak bahsedeceğimiz temel ayrım Kemalizm’dir. Ulusal Sol’un sahiplendiği ve ideolojisinin yurt içindeki temel kaynağı olarak gördüğü Kemalizm, Ulusal Sol dışındaki tüm solların ortak düşmanıdır. Onlara göre Kemalizm bir küçük burjuva rejimidir ve uyguladığı politikalarla diktatörlüktür.
Kemalizm’i daha iyi anlamak, bu ideolojinin programına bakmaktan geçer ki, o da “altı ok”tur. Halkın egemenliğine dayanan HALKÇILIK, diktatörlüğe izin vermeyen CUMHURİYETÇİLİK, din işlerini dünyevi hayattan ayıran LAİKLİK, ezilen ulusun sömürgeciliğe karşı direnişini ve dirilişini ifade eden ve kafatasçılığı reddeden MİLLİYETÇİLİK, kamu ekonomisine dayanan DEVLETÇİLİK, toplumsal değişimlere açık olan DEVRİMCİLİK… bu programın sol olmadığını düşünmek için ancak, bugün olduğu gibi solu bilmemek veya ondan uzaklaşmış olmak gerekir. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı yıllarında toplum, hilafet ve saltanatı bırakarak kendini yönetme fikrine hazır olmadığı için, nasıl “cumhuriyet” kelimesini hiç ağzına almamış ve bunu zamanında telaffuz etmişse; Cumhuriyet’i kurduktan sonra da, daha bir işçi sınıfı bile olmayan ve demokrasiyle tanışmamış bu insanlara “sosyalizm”den bahsedemezdi. Ancak, liberalizm olmadığını kendisinin de açıkça söylediği politikaları, kabul edilmelidir ki “sol”du. Genç bir öğrenciyken günlüğüne “evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” yazan bir liderden de başka bir şey beklenemezdi. Bu nedenle Kemalizm sol bir ideolojidir. Ancak işçi diktatörlüğünü savunan enternasyonalist bir sol değil, anti-emperyalist yönü ağır basan bir Ulusal Sol’dur. Kısacası Kemalizm, Ulusal Sol’un Türkiye’deki tanımıdır.
SONUÇ
Yeni Dünya Düzeni olarak tarif edilen bu düzensizliğin tüm toplumlarda yarattığı rahatsızlığı gidermenin ilacıdır Ulusal Sol…
İşçi diktatörlüğünün yaşadığımız çağda imkansız olduğunu görecek kadar gerçekçi; liberalizmin getireceği gelir dağılımı bozukluğuna karşı çıkacak kadar anlamlı…
İlk başta söylenmesi gerekeni son söz niyetine söylemenin zamanı geldi sanırım: 68’in devrimci geleneğini yeniden canlandırmak, Ulusal Sol’a yeniden sahip çıkmakla mümkündür. Emperyalizme karşı Türkiye’nin bağımsızlığı için yine Kuvayı Milliye’yi, yine Kurtuluş Savaşı’nı ve yine Mustafa Kemal’i referans almak kaçınılmazdır.
solu yalnıs anlayanlar görsün neden sol anlasın
http://www.sonbaski.com/mart2005cihan.htm
GİRİŞ:
Çocuk ne söylese haklı çıkıyordu. Hep doğruları söylüyordu, ve bu yüzden kimse sevmiyordu onu. Onun gibi düşünmeyenler bir yana, aynı soyadı taşıyan kardeşleri bile tahammül edemiyordu ona. Söylediklerini herkes biliyordu, ama bunları uygulamak birilerinin işine gelmiyordu. Bu çocuk “Ulusal Sol”du. Kardeşleri diyebileceğimiz Marksist sol ile liberal sol tarafından bile dışlanıyor ve sesi Yeni Dünya Düzeni’nin gürültüsü arasında kayboluyordu.
Neydi bu Ulusal Sol ve Türkiye için ne anlama geliyordu? Bütün bunları anlamak için solun Türkiye’deki tarihsel gelişimine ve Ulusal Sol’un bu süreçteki yerine bakmamız gerekir. Böylece aynı soyadı taşıyan diğer “sol”lar ile arasındaki ayrımı görmemiz daha kolay olacaktır.
TÜRKİYE’DE SOLUN TARİHSEL GELİŞİMİ
Ulusal Sol’un Türkiye sürecindeki yerini görebilmemiz için, Türkiye’deki solun tarihsel gelişimine bakmamız yararlı olacaktır. Bu, geçmişten bugüne solun geçirdiği evrimleri izlememizi ve bugünün koşulları için bunlardan hangisinin geçerli olacağını anlamamızı sağlar.
Türkiye’de ilk sosyalistlerin burjuva devrimcisi Jön Türkler’den çıktığını söyleyebiliriz. İlk başlarda, batıda politik sürgünlük yaşayan Jön Türkler için sosyalist düşünce hiçbir çekiciliğe sahip olmamıştır.
Ne zamanki Osmanlı İmparatorluğu çökmüş, elde artık kaybedecek bir şey kalmamış, ancak o zaman Jön Türkler’den bazıları Ekim Devrimi’nin de etkisiyle sosyalizme yönelmişlerdir. (Fransa’da Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal J. Jaures ‘den; Almanya’da Ethem Nejat ve arkadaşları Spartakistler’den; Rusya’da Mustafa Suphi ve arkadaşları Bolşevikler’den etkilenerek sosyalizme yönelmişlerdir.)[1]
İstanbul gibi büyük şehirlerde ve Anadolu’da sosyalist propaganda ve örgütlenme çalışmalarına giren küçük sosyalist yuvalar, 1920’de Bolşeviklerin katalizatörlüğü ve yönlendirmesiyle bir araya gelerek Türkiye Komünist Partisi’ni kurarlar.[2] Ancak bu yıllarda Anadolu’da, olmayan bir sınıfın mücadelesi yerine haklı olarak İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı bir mücadele başlatılmış ve farkında olmadan Ulusal Sol’un ideolojik temelleri atılmıştır. Onurlu bir mücadelenin ardından emperyalist kuvvetler yurttan atılmış ve Mustafa Kemal’in devrimleriyle yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur. İdeoloji arayışları içinde olan genç Cumhuriyet’te henüz bir işçi sınıfı oluşmadığından sosyalist bir düzenin savunulması somut bir gerçeklik taşımamıştır. Bu nedenle her şeyden önce toplumsal düzenin sağlanması gerekmektedir. Ve cumhuriyetin ilk 20-25 yılı Türkiye’nin kendine has bir devletçilik uygulamasıyla geçmiştir.
Mayıs 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi, Haziran 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kurulsa da, bu partilerin mevcut sosyal yapıdan dolayı etkili olduğu söylenemez.
Çok partili rejime geçiş ve DP iktidarının baskıcı tutumu, 1950 sonrası sol hareketin ağırlık kazanmasına neden olmuştur. Ancak kendisine hızla taraftar toplayan bu sol anlayış Marksist-Leninist değil, Kemalist bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle Türkiye’de solun iki kere doğduğunu söyleyebiliriz. Birincisi Ekim Devrimi rüzgarıyla Osmanlı yıkıntıları üzerinde olur. İkincisi ise, Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın doğurduğu Kuvayı Milliye ruhuyla.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devletçi, yapıcı politikaların üzerine DP’nin yıkıcı tutumu 27 Mayıs 1960’ta daha çok genç subayların girişkenliği ile gerçekleşen darbeyle son bulur. Bu darbe geniş halk kitlelerince de desteklenmiştir.
Askerler gerçekten de sözlerini tutmuşlar ve dünyanın en demokratik anayasalarından birini uygulamaya koyarak, çok kısa bir zamanda seçimleri gerçekleştirip yönetimi sivillere bırakmışlardır.[3] 1961 Anayasası’nın getirdiği demokrasi rüzgarıyla kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP), bu dönemde siyasal pratiğinden öğrenilecek çok şeyin olduğunu göstermiştir.
CHP, 65’lere kadar kurduğu değişik koalisyonlarda 27 Mayıs ruhuna uygun bir çizgi izlememiştir. Birçok noktada 27 Mayıs’ın kazanımlarını geri götürmüştür. CHP bir türlü tutucu güçlerin yönetiminden kurtulamamıştır. Sonuç olarak çıkarlarının köklü demokratik dönüşümlerin yapılmasında ve demokrasinin geliştirilmesinde olduğunu kavramaya başlayan işçiler, aydınlar, öğretmenler, gençler CHP ile bir yere ulaşamayacaklarına kesin olarak inanmışlardır. Bu kitlesel arayışlar, YÖN Hareketini ve TİP’i yaratmıştır.[4]
Parlamentoya girebilen TİP, Anayasa Mahkemesi’nde en çok davayı açan parti olmuş, Kemalizm’i sol pencereden analiz ederek Ulusal Sol’u CHP’den daha iyi temsil etmiştir.
Bütün bunların etkisiyle yılların politikacısı İsmet İnönü 1965 genel seçimleri sonrasında şöyle demiştir: “Bu ülkede ancak CHP ve TİP’ten ilerici hamleler beklenebilir”.[5]
1961 Anayasası’nın Türkiye için bir lüks olduğunu iddia eden Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından Kuvayı Milliye ruhuna sahip devrimci gençlik hareketlilik kazanmaya başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini, dünyadaki 68 kitle eylemleriyle harmanlayan gençlik Türkiye sol tarihine unutulmaz hatıralar bırakmıştır.
68 hareketi kendini Kuvayı Milliye geleneğinin devamı olarak görmüştür. Hareketin sembollerinden Deniz Gezmiş babasına yazdığı mektubunda kendilerini “ikinci kurtuluş savaşçıları” olarak tanımladıklarını yazmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal, 68’lilerin gözünde tüm ulusal mücadeleyi simgeleyen kişidir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 30 Ekim-10 Nisan 1968 tarihleri arasında düzenledikleri Samsun’dan Ankara’ya “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Bir Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” bunun en güzel örneklerinden birisidir. Bağımsızlık mücadelesini Atatürk’le özdeşleştiren Gezmiş, elinde Türk bayrağıyla kortejin en önünde yürümüştür.[6]
Ankara SBF Fikir Kulübü başkanı Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim broşüründe Kemalizm’i şöyle açıklar: “Kemalizm, emperyalist işgali altındaki bir ülkenin devrimci milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. … Bu yüzden Kemalizm soldur. Milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm devrimci milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur”.[7]
68 hareketinin diğer bir özelliği de, suçlamaların tersine Sovyetler Birliği ile en ufak bir örgütsel veya mali bağının olmamasıdır. Hatta TİP ve Dev-Geç’teki devrimciler yurtdışında yer alan Sovyet güdümlü TKP’ye baştan itibaren tavır almış ve saflarına sokmamıştır. “Ne Amerika, ne Rusya, Tam Bağımsız Türkiye” devrimci gençlerin temel sloganlarından biridir.[8]
Çıkışlarında ve eylemlerinde Kuvayı Milliye’ye dayanan 68 gençliği, sonraları bunu Latin Amerika benzerlerine koşullayarak salt silahlı eyleme indirgemeleri büyük bir hata olmuştur. Gençlik, enerjisini halk kuvvetlerinin bağlarının güçlendirilmesine, örgütlenmesine ve bilinçlendirilmesine harcayabileceği bir zamanda ondan tamamen kopmak sonucunu doğuracak bir eylem türüne girişmiştir. Banka soygunları vs.nin ardından “devrimci hareketin halktan gittikçe tecrit olması, aynı zamanda halk-ordu-gençlik birlikteliğine dayanan ve 68’i büyüten Kuvayı Milliye geleneğinin solda artık terk edilmeye başladığının göstergesidir.”[9]
12 Mart… 68 hareketini sona erdiren bu muhtıra, devrimci gençliğin de konjonktürel dalgaya uyarak ithal sollara yönelmesi ile soldaki değişimin bir parçası olmuştur. Artık Türkiye’de sol Çinciler, Arnavutlukçular, Sovyetikler vb. bölünmelere gitmiştir. 78 kuşağı olarak adlandırabileceğimiz bu hareket genellikle işsiz, işçi olmayan, genç ve öğrenci unsurlarla dolmuştur. “Böylece tüm hareketlere yarı lümpen davranışlar, feodal ahlak normları, değer yargıları, sekterizm damgasını vurmuştur.”[10] Ulusal kaynaklarını ve değerlerini önemli ölçüde yitiren 78 hareketi aşırı derecede bölünmüşlükleriyle giderek marjinalleşmeye başlamıştır.
12 Eylül… Askeri darbe sonucunda sol yoğun acılar yaşadığı gibi, yeni bir evrimin başlangıcına da girmiştir. “12 Eylül’de Askeri Rejim gelince, Türkiye’nin devrimcileri 12 Mart’ın ikinci bir baskısıyla karşılaştığını düşündü: yani yönetimin işsizlik ve pahalılıktan yanan yığınların muhalefetiyle çekilip gideceğini, 1974 sonrasındakine benzer bir yükseliş yaşanacağını vs… Ne var ki bu beklenti hiçbir zaman gerçekleşmedi.”[11]
1980 sonrasında Türkiye’de esen liberalizm rüzgarları solu da etkilemiştir. “Ortanın Solu”ndan “Solun Ortası”na doğru yaklaşan sol partiler “Sosyal Demokrasi” kavramını ön planda tutmuş, ama liberalleşmekten öteye gidememiştir. Bu liberalleşme, ardından etnisiteyi de getirmiştir. 68’in Ulusal Sol’u yerini, 80 sonrası azınlıkların sözde bağımsızlık savaşına bırakmıştır. Kürt siyaseti, mevcut sol partiler içinde kendini ifade eder olmuştur. Bu kesim 1995 seçimlerinde sol partilerden koparak HADEP adı altında seçimlere girmiştir. “Sol” kelimesi “bölücülük” ile eşdeğerde tutulmuş, kendini sol olarak ifade eden hiçbir fraksiyon ulusal değerlerine sahip çıkmamış ve sol, halktan uzaklaşarak marjinalleşmiştir.
“Ulusal Sol” söylemiyle ortaya çıkan ve güçlenen Bülent Ecevit liderliğindeki DSP, 1999’da birinci parti seçilerek MHP ve ANAP’la koalisyon yoluna gitmiştir. Ancak bu koalisyon toplumun beklentilerine yanıt olamamıştır. Koalisyon içindeki çekişmeler, ekonomik istikrarsızlık ve ithal bakanlarca uygulanan IMF politikaları koalisyon hükümetini sona erdirmiştir.
3 Kasım 2002’de seçim sandıklarından iki parti çıkmıştır: “Muhafazakar Demokrasi(!)” kavramını literatürümüze kazandıran AKP ve Tony Blair tipi “liberal sosyalizm” uygulamasını benimseyen CHP. Mevcut durumun bugün de devam ettiği mecliste, her iki partinin de literatüre kazandırdıkları kavramların sadece ilk kelimelerini benimsemeleri ayrı bir traji-komik tespittir.
Bölünmüş solun 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde kısmen birleşme çabaları olmuştur. SHP, DEHAP, EMEP, ÖDP, ÖTP ve SDP “Demokratik Güçbirliği” adı altında seçime girmiş; ve kimi sosyal demokrat, kimi Kürt milliyetçisi, kimi Marksist, kimi romantik kesimlerin birleşmesinin hiçbir işe yaramadığı seçim sonuçlarından anlaşılmıştır.
Özetle sol, tarih boyunca hep evrim geçirmiş, ulusal değerlerini yitirmiş ve bugüne marjinalleşen Marksist Sol ile hakim olan Liberal Sol damgasını vurmuştur.
ULUSAL SOLU DİĞERLERİNDEN AYIRAN NEDİR?
Tarihsel süreci incelediğimizde görüyoruz ki, Türkiye’de Ulusal Sol Mustafa Kemal döneminde oluşmaya başlamış ve TİP ile 68 gençliğinde kendini bulmuştur. Fakat daha sonraları evrim geçirerek halktan kopmuş, farklı sollar ortaya çıkmıştır. Günümüzde savunulan sol(lar) ile Ulusal Sol arasındaki farkları incelemeye en keskin ayrım olan “enternasyonalizm”den başlamalıyız.
Bilim ve siyaset toplumsal gerçekler temelinde yapılır. Varolmayan bir gerçeğin teorisini yapmak idealizmdir. Oysaki materyalizmi felsefesinin temeli olarak ilan eden “sol” uzun yıllardır gerçeğin tamamen dışında bir enternasyonalizm teorisi kurmuştur. 150 yıl önce farklı koşullarda öne sürülmüş bir teori bugün öylesine dokunulmaz kılınmıştır ki herkesin gözü önündeki gerçeklerin bile telaffuz edilmesi engellenir. Marks’ın enternasyonalizm teorisi günümüzün “Marksistleri” için en sarsılmaz dogmadır.[12]
Sermayenin küreselleşmesiyle emeğin de küreselleşeceğini öne süren Marks’a göre, gün gelecek ve dünyanın bütün işçileri birleşecektir. Ancak Marks bu teorisinde emperyalizmin sonuçlarını göz ardı etmiştir. Emperyalizmin doğal sonucu, ezilen uluslardan sağlanan zenginliğin emperyalist ülkenin her kesimini de etkilemesidir. Böylece batılı işçi sınıfı, ezilen ulusların sömürülmesinden pay alarak bu ulusların işçi sınıfına karşı ayrıcalıklı bir duruma gelmektedir. Bugün de yaşanan bir gerçektir ki, batılı işçi sınıfının, doğu uluslarının sömürülmesinden pay alması devam ettiği sürece (yani kendi burjuvalarıyla anlaşarak isteklerini elde ettikleri sürece), rahatlarını bozarak doğulu işçi sınıfıyla birleşip devrim yapmaları imkansızdır. Bu durum Lenin tarafından “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılır. “İşçi aristokrasisi Avrupa işçi sınıfı içinde ezilen ulusların sömürüsünden elde ettiği payla zenginleşen ve düzenle bütünleşen sınıfı ifade eder.”[13]
Bu nedenle günümüzde “proleter uluslar” ve “burjuva uluslar” çatışmasının, “işçi sınıfı” ve “burjuva sınıfı” çatışmasından daha hakim olduğu söylenebilir. Böylece Ulusal Sol, Marksist Sol’dan ayrılarak emperyalizme karşı ulusal politikaları önerir ve enternasyonalizmi reddeder.
Ulusal Sol’u günümüz soluyla ayıran diğer bir unsur da, kavram kargaşasıdır. Marksizm öncesi kaynakların (Fransız Devrimi, ütopik sosyalizm ve anarşizm) etkisinde kalarak daha özgürlükçü bir yapıda olan, ama buna Marksizm diyen günümüz soluna karşı, Ulusal Sol devrimci bir nitelik taşımaktadır.
Günümüzde hakim olan solun ordu düşmanlığı da Ulusal Sol’dan ayrılan bir durumdur. Ulusal Sol hiçbir zaman despot, cuntacı ve anti-demokrat değildir. Ancak günün koşullarına gerçekçi bakar ve ulusal güvenliğe önem verir. Solun temelinde materyalizm vardır ve bu nedenle sol, dünyadaki değişimleri görerek bu değişimleri oluştuğu tarihsel bağlamda ele alır. Bundan dolayıdır ki, her canlı gibi her kurumun da tarih içinde değişeceğini savunan “evrim teorisi”ne dayanmaktadır. Bu durumda tarihsel süreç içerisinde solun kendisi nasıl bir evrim geçiriyorsa, ordu kurumu da bu evrimin içindedir. 70 ve 80’lerin ordusuna bakarak bugünkü orduya önyargıyla yaklaşmak materyalizme, dolayısıyla da solun temel felsefesine aykırıdır. Bugünkü hakim sol, 12 Eylül travmasının etkisiyle ordu düşmanlığı kampanyalarının öncüsü olmakta ve bu nedenle bazen gerici kesimlerle aynı saflara düşmektedir. Ancak Ulusal Sol, orduyu yaşadığı dönemki tutumuna göre değerlendirir. Mesela devrimci bir niteliğe sahip olan 27 Mayıs’taki orduyu veya gerici-şeriatçı kesimlerin gücünü kırdığı için 28 Şubat’taki orduyu desteklerken; 12 Mart veya 12 Eylül’deki baskıcı, yıkıcı ve dış güdümlü ordunun karşısında durmaktadır.
Son olarak bahsedeceğimiz temel ayrım Kemalizm’dir. Ulusal Sol’un sahiplendiği ve ideolojisinin yurt içindeki temel kaynağı olarak gördüğü Kemalizm, Ulusal Sol dışındaki tüm solların ortak düşmanıdır. Onlara göre Kemalizm bir küçük burjuva rejimidir ve uyguladığı politikalarla diktatörlüktür.
Kemalizm’i daha iyi anlamak, bu ideolojinin programına bakmaktan geçer ki, o da “altı ok”tur. Halkın egemenliğine dayanan HALKÇILIK, diktatörlüğe izin vermeyen CUMHURİYETÇİLİK, din işlerini dünyevi hayattan ayıran LAİKLİK, ezilen ulusun sömürgeciliğe karşı direnişini ve dirilişini ifade eden ve kafatasçılığı reddeden MİLLİYETÇİLİK, kamu ekonomisine dayanan DEVLETÇİLİK, toplumsal değişimlere açık olan DEVRİMCİLİK… bu programın sol olmadığını düşünmek için ancak, bugün olduğu gibi solu bilmemek veya ondan uzaklaşmış olmak gerekir. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı yıllarında toplum, hilafet ve saltanatı bırakarak kendini yönetme fikrine hazır olmadığı için, nasıl “cumhuriyet” kelimesini hiç ağzına almamış ve bunu zamanında telaffuz etmişse; Cumhuriyet’i kurduktan sonra da, daha bir işçi sınıfı bile olmayan ve demokrasiyle tanışmamış bu insanlara “sosyalizm”den bahsedemezdi. Ancak, liberalizm olmadığını kendisinin de açıkça söylediği politikaları, kabul edilmelidir ki “sol”du. Genç bir öğrenciyken günlüğüne “evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” yazan bir liderden de başka bir şey beklenemezdi. Bu nedenle Kemalizm sol bir ideolojidir. Ancak işçi diktatörlüğünü savunan enternasyonalist bir sol değil, anti-emperyalist yönü ağır basan bir Ulusal Sol’dur. Kısacası Kemalizm, Ulusal Sol’un Türkiye’deki tanımıdır.
SONUÇ
Yeni Dünya Düzeni olarak tarif edilen bu düzensizliğin tüm toplumlarda yarattığı rahatsızlığı gidermenin ilacıdır Ulusal Sol…
İşçi diktatörlüğünün yaşadığımız çağda imkansız olduğunu görecek kadar gerçekçi; liberalizmin getireceği gelir dağılımı bozukluğuna karşı çıkacak kadar anlamlı…
İlk başta söylenmesi gerekeni son söz niyetine söylemenin zamanı geldi sanırım: 68’in devrimci geleneğini yeniden canlandırmak, Ulusal Sol’a yeniden sahip çıkmakla mümkündür. Emperyalizme karşı Türkiye’nin bağımsızlığı için yine Kuvayı Milliye’yi, yine Kurtuluş Savaşı’nı ve yine Mustafa Kemal’i referans almak kaçınılmazdır.
solu yalnıs anlayanlar görsün neden sol anlasın
http://www.sonbaski.com/mart2005cihan.htm