türk ocağı
serdengeçti
Trajediden Komediye; Tenhâ Gurbetin Son Salâsı: BBP
Savaşların
hasbî zamanlarını
geride bıraktık..
yas tutmak,
yenilmek yok;
artık hatırâlarımızla bahtiyâr
hâtırâlarımızla gâlibiz..
(s.c.)
25 Mayıs’a dair…
Ahmed Midhat ‘Namık Kemal'e cevap’ başlık yazısında Avrupa'daki güç dengeleri arasında aranan “istikbal”in bizi nasıl bir çıkmaza götüreceğini anlattıktan sonra, “Maksâdım Avrupa devletler muvâzenesini muhafaza etmek değildir; Osmanlılık şânını muhafaza etmektir...” der ve ekler “Ya Böyle Olsun, Ya Hiç Olmasın !...”
Meşrûiyetini ve muâfiyetini bu zorlu coğrafyanın güvenlik ihtiyacından peydahlayan “devlet aklı”nın hazin bir makas değişikliğiyle “Doğu'dan gelen trenin lokomotifi” olmak yerine “Batı'ya giden trenin son vagonu” olma yönündeki tercihiyle girdiğimiz “Batılılaşma Tüneli”, en saf hâliyle yaşadığımız trajedilerin ve devamında “komedi”lerin güzergâhını belirliyor.
Cemil Meriç'in “bir facianın hikâyesi, iki yüzyıldır kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın..” şeklinde anlamlandırdığı “Hangi Batı” sorusu, sorunun sâhibi olan -Meriç'in ifadesiyle- “sevimli şair”in kaleminde cevap buluyor: “Bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi.. ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi.. üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek yer değildi...”
Endüstri devrimiyle dizginlenemez sonuçlara kurulu küresel denklemin “değişkenlerini ve sâbitlerini” ıskalamakta hayli mâhir olan “derin aklın” o bildik kolaycılığıyla kapitalizmin şefkatli kollarına teslim olarak, târihinin ve mâneviyâtının ona dayattığı ne varsa hepsini “bir başka bahara erteleyen” bu “güce tapıcılık”, siyâsetin kalın duvarlarından toplumun en ince kılcallarına kadar her alanda kendisine hayat bulmaya devam ediyor.
Yarım yüzyıldır “Yurtta STATÜKO, Cihanda NATO” diyerek güç devşiren ve millete ait ne varsa tepeden bakarak “..rağmen halkçılık” şiârındaki faşist ulusalcılıkla, artık kendisinin de bir parçası olduğu “düzen”e “esaslı bir tokat atma” hevesleriyle yola çıkan ama bugün bir yanağında emperyalizmin açtırdığı güller solmadan öbür yanağını çevirmeyi “devlet adamlığı” sanan islâmcılık arasında sıkışan siyâsetsizliğimiz de târih boyunca yaşadığımız trajedilerin son halkası olarak yerini aldı.
Emperyalizmin, o iğrenç yüzüne “Hüseyin Obama”yla makyaj yaptığı bu yeni süreç, en basit şekliyle “İnönücülük” olan “Ulusalcılığı” tasfiye ederken karşılığında “döve döve” büyüttüğü ve merkez sağcılığın köşeli bir parantezi olmaktan öteye gidemeyecek olan “islâmcılığı” yeni bir Soğuk Savaş'ın emperyalizme “ılımlı” bakan gücü olarak târih sahnesine çıkartıyor.
Her ne kadar bu malûm “şergenekon süreci” islâmcılığın erken doğumuyla “cenin-i sâkıt”a yol açma potansiyeli taşısa da, önümüzdeki on yıl 12 Eylül'le açılan “Özalizm” çağının 28 Şubat'la süslendirildiği “Ak Yıllar” olarak târihin o “nur”suz sayfalarına şimdiden yazılabilir.
Sol'un artık “sosyete sosyalizm”iyle entel partilerinde yaptıkları şarap târihi sohbetlerinden bir “umut” olamayacağı belli olduktan ve ne olduğundan çok ne olamadığı ve olamayacağı hakkında fikir sahibi olabildiğimiz statükoya payanda “milliyetçiliğin” târihi miâdını “kendi içinden” gelen tazyiklerle doldurmasıyla zaten önü açılan bu “işbirlikçi islâmcılık” muhâlif bir siyâsete hareket alanı sağlayacak hiç bir boşluk bırakmamıştır.
Muktedir bir siyâsetin başlangıç noktasının “sistem”in dışına çıkmak olduğunun ve milletin iktidar olma dâvâsında “ya böyle olsun, ya hiç olmasın” reddiyesinin son “trajik” temsili “Muhsin Yazıcıoğlu’nun Yüreği”nde hayat bulmuştu.
Muhalif bir duruşun mukadder sonunun yüzyılın başlarında “küserek, gönüllü sürgüne giden” Akif’in mâsûmiyetinde ve eşi Naciye Sultan’ın “adını çakısıyla Karaağaç’a yazan” Enver’in çâresizliğinde “kesif bir yalnızlık hikâyesi”ne dönüşmesinin neredeyse aynısı, bu yüzyılın sonlarında Anadolu’nun bu “en kahraman, en gürbüz evlâdı”nın da kaderi olmuştu.
O’nu “parke parke taş duvarlar”ın buzdan gecelerine mahkûm eden “devlet”in yaşattığı yalnızlığa refâkat eden daha büyük acılarla örülü tenhâ gurbetlerdeki “kimsesizlik”, milletin ve milletin vicdânı olma iddiasındaki “kanaat önderleri”nin bu yiğit sese gösterdikleri derin sükûtla hayatı anlamsızlaştıran bir noktaya gelmişti.
Yıllardır merkez sağın gizli-açık destekçiliğini yaparken “siyâsetten ve şeytandan Allah’a sığınanlar”ın bugün âle’lâde belediye başkanlığı seçimlerinde tek bir oy için Amerika’dan buraya “uçak bileti ayarladığı” bir vasatta; seçimlerde üç şey vâdetmenin, “Adalet...Adalet..Adalet” diye haykırmanın çokta anlamlı olmayacağı kesindi.
Otuz yıllık islâmî potansiyeli nefislerine kurban edip yanı başımızda milyonlarca çocuğun üzerlerine sorti sorti bombalar yağdıran uçakları bu topraklardan havalandıranlara karşı “bir bildiği vardır” tevilleriyle geçiştiren, devletin en stratejik kurumları “babalar gibi satılırken” serbest piyasa mü'minliğiyle “islâmda kapitalizmin izleri” lâyihaları geliştiren bu çarpık müslümanlığa “emrolduğu gibi dosdoğru kalmaya” iman etmiş bir Yiğit Adam'ın siyâsî duruşunun on numara büyük gelmesi de çok normaldi.
İçinde bulunduğu siyâsî yapıya tam da en güçlü olduğu bir zaman diliminde kafa tutan BBP hareketinin, ne merkez siyâsetin albenisine, ne de yozlaşan islâmcılığın vâdettiklerine karşı mesâfeli duruşu, kısa sürede “başarı”yla sonuçlanmayacağı âşikâr bir duruştu.
Ancak bugün Anadolu'nun son yiğidinin şahsında taşıdığı “son ümidi”i yüreklerinde yaşamaya devam edecek yeni neslin soylu idealistleri üzerinde, birçok tâcir ruhlunun, müptezel suflörlerinin saha kenarı taktiklerine, saniyede kendi etrafında kaç tur attığı tespit edilemeyen fırıldak siyâset erbâbının açık/gizli iştihâlarına yönelik müdâhele emârelerine şahit oluyoruz.
En hazini ise varlığını herhangi bir kongre sonucuna borçlu olmak bir yana varlık sebeplerinden ikisi “delege demokrasi”sine ve “liderin yanılmazlığı ve eleştirilemezliği”ne isyan olan bir hareketin bugün referansını kapalı salonların irâdesine havâle etmesinde gözlemliyoruz.
1989 MÇP Kongresi'nde MKYK'ya 63.sıradan aday gösterilen ve ancak delegenin 320 oyu ile seçilebilen Muhsin Yazıcıoğlu'ndan, -delege tarafından- daha fazla sevildikleri(!) anlaşılan Ömer İzgi, Seyfi Şahin, Rıza Müftüoğlu gibi isimleri listelerde üstlere taşıyan bir irâdenin karşılığı merkez partilerinde hayat bulabilir ancak…
‘89 MÇP Kongresinde 450 civarında oy ortalamalarıyla Muhsin Yazıcıoğlu’ndan daha fazla oy alan Ömer İzgi, Seyfi Şahin, Rıza Müftüoğlu gibi isimler “delege demokrasisi”nin kahramanlarıdır. Oysa Muhsin Yazıcıoğlu o yıllarda “delege demokrasisi”nin değil ama, Ülkücü Hareket’in “ihtiyat akçesi” olarak gönüllerin kahramanıydı ve “bu ülke”nin de “ihtiyat akçesi” olarak yaşadı hayatını…
Bir yandan “delege demokrasi”nin kutsandığı bu süreçte, diğer yandan da siyâsî tarihimizin en sunturlu yalanlarından "son vefalı divan" yalanı üzerine bir siyâsî miras oturtulmak isteniyor...
Pek çok sebeple bir yerlere savrulan kadrolardan arta kalan boşlukları dolduran “tâife- i musâdüfiyn”, kendilerine "son kadro" metaforuyla kıymet biçiyorlar ve kendilerinin biçtikleri bu kıymetler üzerinden de yine kendilerine bir misyon tâyin ediyorlar. Hakikatin bu olmadığı mezkûr “musâdüfiyn tâifesi” için de mâlumdur. Lâkin, neşet edişi ve varlık sebebi “delege demokrasisi” ve “liderin yanılmazlığına isyan” olan bu hareketin “bakıyyetü's süyûfu”nun mütebahhireleri bir trajedinin devâmını sağlamaya, Hüseynî bir duruş için kıyâmı devam ettirmeğe kâfî ve de vâfi olmadığından, ellerinde kalan tek rolü sahnelemek mecburiyetinde kalıyorlar: Trajediden komediye geçiş...
Oysa ıskalanan bir şey, bu komediye bir nihâyet verecektir. O da, Allah'ın bu hareket üzerinde bir ümidi ve bir murâdı var ise eğer, bu hareket liderini kongre salonlarından değil, bir sevk-i tabii olarak bünyesinden zuhur ettirecektir. Bu hareketin bir "ihtiyat akçesi" var ise, o "ihtiyat akçesi" gönüllerde zuhur edecek, tohum toprağa serpilecek, ruzigârlar esecek, yağmurlar yağacak ve tohum kök salacak, filiz verceektir. Bu tecelli ettiğinde ise merkez sağın "delege demokrasisi" yine bürokratik bir işleme ircâ olacak, hangi taraftan icrâ edilirse edilsin, nereden sahnelenirse sahnelensin her nev’î kongre fitnesi de bu hareketin gündeminden defolup gidecektir.
Yok eğer bu hareketin zamanı geldiğinde tasarruf edeceği gönüllere yerleşmiş bir "ihtiyat akçesi" yok ise, mâzinin hâtıraları kirlenmeyecek, Hareket şânını muhafaza edemeyecek ve "Böyle Olacağına Hiç Olmayacaktır!..”…
selim cem
k:http://www.haber10.com/makale/15829
Savaşların
hasbî zamanlarını
geride bıraktık..
yas tutmak,
yenilmek yok;
artık hatırâlarımızla bahtiyâr
hâtırâlarımızla gâlibiz..
(s.c.)
25 Mayıs’a dair…
Ahmed Midhat ‘Namık Kemal'e cevap’ başlık yazısında Avrupa'daki güç dengeleri arasında aranan “istikbal”in bizi nasıl bir çıkmaza götüreceğini anlattıktan sonra, “Maksâdım Avrupa devletler muvâzenesini muhafaza etmek değildir; Osmanlılık şânını muhafaza etmektir...” der ve ekler “Ya Böyle Olsun, Ya Hiç Olmasın !...”
Meşrûiyetini ve muâfiyetini bu zorlu coğrafyanın güvenlik ihtiyacından peydahlayan “devlet aklı”nın hazin bir makas değişikliğiyle “Doğu'dan gelen trenin lokomotifi” olmak yerine “Batı'ya giden trenin son vagonu” olma yönündeki tercihiyle girdiğimiz “Batılılaşma Tüneli”, en saf hâliyle yaşadığımız trajedilerin ve devamında “komedi”lerin güzergâhını belirliyor.
Cemil Meriç'in “bir facianın hikâyesi, iki yüzyıldır kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın..” şeklinde anlamlandırdığı “Hangi Batı” sorusu, sorunun sâhibi olan -Meriç'in ifadesiyle- “sevimli şair”in kaleminde cevap buluyor: “Bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi.. ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi.. üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek yer değildi...”
Endüstri devrimiyle dizginlenemez sonuçlara kurulu küresel denklemin “değişkenlerini ve sâbitlerini” ıskalamakta hayli mâhir olan “derin aklın” o bildik kolaycılığıyla kapitalizmin şefkatli kollarına teslim olarak, târihinin ve mâneviyâtının ona dayattığı ne varsa hepsini “bir başka bahara erteleyen” bu “güce tapıcılık”, siyâsetin kalın duvarlarından toplumun en ince kılcallarına kadar her alanda kendisine hayat bulmaya devam ediyor.
Yarım yüzyıldır “Yurtta STATÜKO, Cihanda NATO” diyerek güç devşiren ve millete ait ne varsa tepeden bakarak “..rağmen halkçılık” şiârındaki faşist ulusalcılıkla, artık kendisinin de bir parçası olduğu “düzen”e “esaslı bir tokat atma” hevesleriyle yola çıkan ama bugün bir yanağında emperyalizmin açtırdığı güller solmadan öbür yanağını çevirmeyi “devlet adamlığı” sanan islâmcılık arasında sıkışan siyâsetsizliğimiz de târih boyunca yaşadığımız trajedilerin son halkası olarak yerini aldı.
Emperyalizmin, o iğrenç yüzüne “Hüseyin Obama”yla makyaj yaptığı bu yeni süreç, en basit şekliyle “İnönücülük” olan “Ulusalcılığı” tasfiye ederken karşılığında “döve döve” büyüttüğü ve merkez sağcılığın köşeli bir parantezi olmaktan öteye gidemeyecek olan “islâmcılığı” yeni bir Soğuk Savaş'ın emperyalizme “ılımlı” bakan gücü olarak târih sahnesine çıkartıyor.
Her ne kadar bu malûm “şergenekon süreci” islâmcılığın erken doğumuyla “cenin-i sâkıt”a yol açma potansiyeli taşısa da, önümüzdeki on yıl 12 Eylül'le açılan “Özalizm” çağının 28 Şubat'la süslendirildiği “Ak Yıllar” olarak târihin o “nur”suz sayfalarına şimdiden yazılabilir.
Sol'un artık “sosyete sosyalizm”iyle entel partilerinde yaptıkları şarap târihi sohbetlerinden bir “umut” olamayacağı belli olduktan ve ne olduğundan çok ne olamadığı ve olamayacağı hakkında fikir sahibi olabildiğimiz statükoya payanda “milliyetçiliğin” târihi miâdını “kendi içinden” gelen tazyiklerle doldurmasıyla zaten önü açılan bu “işbirlikçi islâmcılık” muhâlif bir siyâsete hareket alanı sağlayacak hiç bir boşluk bırakmamıştır.
Muktedir bir siyâsetin başlangıç noktasının “sistem”in dışına çıkmak olduğunun ve milletin iktidar olma dâvâsında “ya böyle olsun, ya hiç olmasın” reddiyesinin son “trajik” temsili “Muhsin Yazıcıoğlu’nun Yüreği”nde hayat bulmuştu.
Muhalif bir duruşun mukadder sonunun yüzyılın başlarında “küserek, gönüllü sürgüne giden” Akif’in mâsûmiyetinde ve eşi Naciye Sultan’ın “adını çakısıyla Karaağaç’a yazan” Enver’in çâresizliğinde “kesif bir yalnızlık hikâyesi”ne dönüşmesinin neredeyse aynısı, bu yüzyılın sonlarında Anadolu’nun bu “en kahraman, en gürbüz evlâdı”nın da kaderi olmuştu.
O’nu “parke parke taş duvarlar”ın buzdan gecelerine mahkûm eden “devlet”in yaşattığı yalnızlığa refâkat eden daha büyük acılarla örülü tenhâ gurbetlerdeki “kimsesizlik”, milletin ve milletin vicdânı olma iddiasındaki “kanaat önderleri”nin bu yiğit sese gösterdikleri derin sükûtla hayatı anlamsızlaştıran bir noktaya gelmişti.
Yıllardır merkez sağın gizli-açık destekçiliğini yaparken “siyâsetten ve şeytandan Allah’a sığınanlar”ın bugün âle’lâde belediye başkanlığı seçimlerinde tek bir oy için Amerika’dan buraya “uçak bileti ayarladığı” bir vasatta; seçimlerde üç şey vâdetmenin, “Adalet...Adalet..Adalet” diye haykırmanın çokta anlamlı olmayacağı kesindi.
Otuz yıllık islâmî potansiyeli nefislerine kurban edip yanı başımızda milyonlarca çocuğun üzerlerine sorti sorti bombalar yağdıran uçakları bu topraklardan havalandıranlara karşı “bir bildiği vardır” tevilleriyle geçiştiren, devletin en stratejik kurumları “babalar gibi satılırken” serbest piyasa mü'minliğiyle “islâmda kapitalizmin izleri” lâyihaları geliştiren bu çarpık müslümanlığa “emrolduğu gibi dosdoğru kalmaya” iman etmiş bir Yiğit Adam'ın siyâsî duruşunun on numara büyük gelmesi de çok normaldi.
İçinde bulunduğu siyâsî yapıya tam da en güçlü olduğu bir zaman diliminde kafa tutan BBP hareketinin, ne merkez siyâsetin albenisine, ne de yozlaşan islâmcılığın vâdettiklerine karşı mesâfeli duruşu, kısa sürede “başarı”yla sonuçlanmayacağı âşikâr bir duruştu.
Ancak bugün Anadolu'nun son yiğidinin şahsında taşıdığı “son ümidi”i yüreklerinde yaşamaya devam edecek yeni neslin soylu idealistleri üzerinde, birçok tâcir ruhlunun, müptezel suflörlerinin saha kenarı taktiklerine, saniyede kendi etrafında kaç tur attığı tespit edilemeyen fırıldak siyâset erbâbının açık/gizli iştihâlarına yönelik müdâhele emârelerine şahit oluyoruz.
En hazini ise varlığını herhangi bir kongre sonucuna borçlu olmak bir yana varlık sebeplerinden ikisi “delege demokrasi”sine ve “liderin yanılmazlığı ve eleştirilemezliği”ne isyan olan bir hareketin bugün referansını kapalı salonların irâdesine havâle etmesinde gözlemliyoruz.
1989 MÇP Kongresi'nde MKYK'ya 63.sıradan aday gösterilen ve ancak delegenin 320 oyu ile seçilebilen Muhsin Yazıcıoğlu'ndan, -delege tarafından- daha fazla sevildikleri(!) anlaşılan Ömer İzgi, Seyfi Şahin, Rıza Müftüoğlu gibi isimleri listelerde üstlere taşıyan bir irâdenin karşılığı merkez partilerinde hayat bulabilir ancak…
‘89 MÇP Kongresinde 450 civarında oy ortalamalarıyla Muhsin Yazıcıoğlu’ndan daha fazla oy alan Ömer İzgi, Seyfi Şahin, Rıza Müftüoğlu gibi isimler “delege demokrasisi”nin kahramanlarıdır. Oysa Muhsin Yazıcıoğlu o yıllarda “delege demokrasisi”nin değil ama, Ülkücü Hareket’in “ihtiyat akçesi” olarak gönüllerin kahramanıydı ve “bu ülke”nin de “ihtiyat akçesi” olarak yaşadı hayatını…
Bir yandan “delege demokrasi”nin kutsandığı bu süreçte, diğer yandan da siyâsî tarihimizin en sunturlu yalanlarından "son vefalı divan" yalanı üzerine bir siyâsî miras oturtulmak isteniyor...
Pek çok sebeple bir yerlere savrulan kadrolardan arta kalan boşlukları dolduran “tâife- i musâdüfiyn”, kendilerine "son kadro" metaforuyla kıymet biçiyorlar ve kendilerinin biçtikleri bu kıymetler üzerinden de yine kendilerine bir misyon tâyin ediyorlar. Hakikatin bu olmadığı mezkûr “musâdüfiyn tâifesi” için de mâlumdur. Lâkin, neşet edişi ve varlık sebebi “delege demokrasisi” ve “liderin yanılmazlığına isyan” olan bu hareketin “bakıyyetü's süyûfu”nun mütebahhireleri bir trajedinin devâmını sağlamaya, Hüseynî bir duruş için kıyâmı devam ettirmeğe kâfî ve de vâfi olmadığından, ellerinde kalan tek rolü sahnelemek mecburiyetinde kalıyorlar: Trajediden komediye geçiş...
Oysa ıskalanan bir şey, bu komediye bir nihâyet verecektir. O da, Allah'ın bu hareket üzerinde bir ümidi ve bir murâdı var ise eğer, bu hareket liderini kongre salonlarından değil, bir sevk-i tabii olarak bünyesinden zuhur ettirecektir. Bu hareketin bir "ihtiyat akçesi" var ise, o "ihtiyat akçesi" gönüllerde zuhur edecek, tohum toprağa serpilecek, ruzigârlar esecek, yağmurlar yağacak ve tohum kök salacak, filiz verceektir. Bu tecelli ettiğinde ise merkez sağın "delege demokrasisi" yine bürokratik bir işleme ircâ olacak, hangi taraftan icrâ edilirse edilsin, nereden sahnelenirse sahnelensin her nev’î kongre fitnesi de bu hareketin gündeminden defolup gidecektir.
Yok eğer bu hareketin zamanı geldiğinde tasarruf edeceği gönüllere yerleşmiş bir "ihtiyat akçesi" yok ise, mâzinin hâtıraları kirlenmeyecek, Hareket şânını muhafaza edemeyecek ve "Böyle Olacağına Hiç Olmayacaktır!..”…
selim cem
k:http://www.haber10.com/makale/15829