Tarihi Kimler Yazar ?

ibrahimdag

New member
Çocuk ve Oruç

ÇOCUK VE ORUÇ


Ramazan bir eğitim ayıdır. Nefsî arınmanın ve dolayısıyla Rabbimize yakınlaşmanın ayıdır. Oruç, Kur'an tilâveti ve namaz ibadetlerinin âdetâ bütünleştiği, inanmayanı bile dine saygıya zorlayan bir mânevî atmosferin adıdır Ramazan. Ve kuşkusuz çocuklara ilk dinî eğitimin verilebileceği en uygun zaman dilimidir.

Eğitim ailede başlar ve çocukların ilk eğiticileri anne-babalarıdır. Çocukta ilk eğitim, gördüklerini kaydetme ve taklit etme şeklindedir. İlk taklit ettikleri ise anne-babalar ve diğer aile fertleridir. Çocuklarımızı eğitme noktasındaki sorumluluğumuz, asla ihmal edemeyeceğimiz ve başkalarına devredemeyeceğimiz kadar önemlidir. Çocuğun aileden edinemediğini, okul veya arkadaş çevresinde edinmesi çok zordur.

Çocukların ailelerinden bu derece etkileniyor olması, bilinçli bir ebeveyn için aslında çok güzel bir fırsattır. Anne-babanın ve diğer aile fertlerinin Ramazan ayında, bayramlarda ve diğer dinî günlerdeki tavır ve tutumları çocuklar tarafından büyük bir dikkatle izlenir. Kutsal günlere karşı çocuğun ilgisinin temeli, işte bu ilk izlenimlerdir.

Çocuklar, Ramazan'ın rahmet ve mağfiret ayı olduğunu sözlerimizden çok davranışlarımızdan öğrenirler. Oruç ibâdetinin yalnızca aç kalmaktan ibaret olmadığını kendimiz anlayıp uygulamadan çocuklarımıza öğretemeyiz. Ve özellikle açlık ve susuzluğun insana vereceği bitkinliğin, çocuklara karşı tahammülsüzlük ve gerginliğe yol açmaması çok önemli. Oruçlu iken çocukların yaramazlık ve taşkınlıklarına sabretmek biraz daha zor belki ama, oruç aynı zamanda bir sabır imtihanıdır. Çocuklar, açlığın etkisiyle hırpalayacağımız önemsiz varlıklar değildirler. Oruçlu yetişkinin asabî hareketleri, tahammülsüzlüğü çocukları derinden yaralar ve oruç denildiğinde hep kızgın, sinirli insanlar ve incitici tavırlar hatırlarlar.

Ramazana ait ilk dinî tecrübeleri böylesine olumsuz ve ürkütücü olan çocukların, doğuştan dini kabullenmeye yatkın olan fıtratlarında da zedelenmeler başlar. Ramazanın zulüm değil, merhamet ayı olduğunu herşeyden önce ebeveynin kendisi anlamalıdır. Unutulmamalıdır ki yememe-içmeme bir “melek özelliği”dir.

Ramazanda davranışlarımız kadar dikkat edeceğimiz bir başka nokta da, çocukların sorularına uygun cevaplar verebilmektir. Oruç, iftar ve sahur kelimelerinin çokça kullanıldığı bir ortamda, çocuklar bunlarla ilgili sorular soracaklardır. Çoğu zaman da verilen cevaplarla yetinmeyecek, daha fazla detay isteyeceklerdir. Bu sorulara cevap verilirken, onların soyut düşünme yeteneklerinin çok gelişkin olmadığını da unutmamalıyız. Çocuklar 7 yaşına kadar kavramsal düşünmeye yatkın değildirler. Soyut varlık ve kavramları gözle görülebilen, elle tutulabilen varlıklar olarak algılarlar. Sözgelimi oruç tutmayı, gerçekten bir tür canlıyı yakalamak zannederler. Hayal dünyaları çok canlı ve zengindir. Çoğunlukla da, özellikle okul öncesi dönemde hayalle gerçeği birbirinden ayırt etmeleri zordur. Bu onların doğal gelişimlerinin bir parçasıdır.

Zihinsel ve duygusal gelişim özelliklerini dikkate alarak söyleyeceğimiz her bir cümle, onları dinî kabullere daha çok hazırlayacaktır. Geleneksel kültürümüzde Ramazan eğlencelerinin önemli bir kısmının çocuklara yönelik olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Hacivat-Karagöz gösterileri, bilmeceli-mânili eğlenceler, fener alayları, minâreler arasındaki mahyâlar, Ramazan sofralarının sevdikleri yiyeceklerle donatılması, onların hayal dünyalarına hitap edecek kadar gösterişlidir. Yine oruç tutan çocukları, “oruçlarını satın alma” şeklinde para verme veya başka bir şekilde mükâfatlandırma, çocuk ruhunun hem sâfiyetini hem de eğlenceli yüzünü farkedebilen büyüklerimizin sıkça yaptığı eğitici bir davranıştır.

Bizler de çocuklarımızın yaş ve seviyelerine göre kendi çözümlerimizi üreterek, çocuklarımızın Ramazan ayını heyecan ve şevkle beklemelerine, bir ibâdet ayını sevmelerine vesile olabiliriz.

SEMERKAND DERGİSİNDEN ALINTIDIR.
 

ibrahimdag

New member
İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesinin şartı da, tek başına bile kalmış olsa, bu gezegen üzerinde “Allah” ile ünsiyeti olan son bir kalbin var olmasıdır. Ve sonra bu dünyanın ve evrenin varlık sebebi ortadan kalkmış olacaktır.

Tarih bilincimiz, kimliğimizi inşa eden değerlerin ne kadar farkında olduğumuzla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yeryüzünde “Allah” diyen tek bir insan var oldukça kıyametin kopmayacağına dair bilgimiz, tarihî ve güncel olaylara yaklaşımımızda bize bir rehberdir. Bu bilgiyi tarih bilincimizi yapılandırmak için kullandığımızda karşımıza çıkan sonuç, dünya tarihinin merkezinde bir başkasının değil, kesinlikle müslümanların olduğu gerçeğidir.

Yeryüzünde “Allah” diyen bir tek insanın kalmamasıyla kıyametin kopması arasındaki ilişki, bizlere öncelikle insan denen türün yeryüzündeki varlığının anlamını kavratır. Allah insanı kendisi için yaratmıştır ve diğer yarattıklarını da insan için... Böylece Allah’ın kudretinin ayetleri olarak her tarafımızı kuşatmış varlıkların biz var olduğumuz için var olduklarını, yaratıcılarından verdikleri haberi kavrama yeteneğine sahip olduğumuz için etrafımızda konumlandırıldıklarını anlarız.

Biz ise başka bir şey için değil, sırf Allah için, O’na yönelmek, O’na yaklaşmak, O’nun kendisine yaklaşma kabiliyetiyle yarattığı kalbimizi tamamen Allah’a tahsis etmek için var olduğumuzu biliriz. Böylece insanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesinin şartı da, tek başına bile kalmış olsa, bu gezegen üzerinde “Allah” ile ünsiyeti olan son bir kalbin var olmasıdır. Ve sonra bu dünyanın ve evrenin varlık sebebi ortadan kalkmış olacaktır.

Tarih peygamberler etrafında şekillenir

İnsan için geçici bir ikamet yeri olarak dünyayı yaratan ve onu yayıp süsleyerek korunaklı bir fanus yapan Allah, kendisine muhatap olarak seçtiği insanoğlunun arasından da peygamberler seçip onlara vahyetmekle, kendisini ve yeryüzündeki varlığımızın anlamını bize bildirmiştir. Bizler varlık sebebimizi peygamberlerin kendilerine gelen vahyi bize iletmesiyle biliriz.

Böylece bu seçilmiş insanlar, insanın var oluş anlamının merkezindedirler. Buradan çıkan sonuç da insanlık tarihinin merkezinde peygamberlerin olduğu hakikatidir. Zira Allah’tan haberi olmayan iki topluluğun tecrit edilmiş bir bölgede kendi aralarında yaptıkları mücadele, ormandaki canlı türleri arasındaki bir boğuşmadan daha fazla bir şey ifade etmez. Bir mücadelenin tarih için bir şey ifade ediyor olması, bu mücadelenin müslümanlarla ilgisi nispetindedir.

Bunun anlamı bizim dışımızdaki insanların fiillerinin bizi ilgilendirmemesi değil; bu fiillerin bizimle ilgisini doğru tespit ederek yorumlarımızı ve müdahalelerimizi bu bilinç çerçevesinde yapma gereğidir.

Kur’an-ı Kerim’in büyük kısmı bizlere peygamberlerin mücadelelerinden haber verir. Zira var oluşun, dünyanın ve tarihin merkezinde, onların temsil ettiği dava vardır. Bu davayı üstlenen hangi topluluk olursa olsun, artık tarihin merkezi de bu topluluk olmuştur. Bütün olaylar bu toplulukla ilişkisi nispetinde tarihin içinde veya dışında kalır.

Böyle olduğu için bir zamanlar iman davasının temsilcileri olarak seçilen İsrailoğulları’nın başlarından geçen olaylar Kur’an-ı Kerim’in temel bahislerindendir. Allah bizlere, bahşetmiş olduğu iman karşılığında yüklendiğimiz görev ve sorumlulukları bildirerek, bir zamanlar bu davayı üstlenmiş insanların hangi suretlerde davadan uzaklaştıklarını haber verir.

Tarihin dışına kaçmaya çalışmak

Bugün Avrupa’nın, Amerika’nın ışıl ışıl şehirlerini, masalsı sokaklarını, insanlarının yaşam biçimlerini görerek onlar gibi olmayı arzu edenler için ise, tarihin anlamı dünya nimetlerinin daha fazlasına sahip olma didişmesinden ibarettir. İdeolojilerin tümü, bu anlamsız bakış açısını daha anlamlı bir kılığa sokmak için sahte davalar üretmiş olmaktan öte bir şey ifade etmezler. Onların zenginlikleri bir seraptan ibarettir.

Nitekim Allah’ın Rasulü “Eğer Allah katında dünya bir sivrisinek kanadı kadar değer taşısaydı, ondan inkârcılara bir içim su bile vermezdi.” buyurarak, dünya nimetlerinin daha fazlasına sahip olmanın gerçek bir üstünlük göstergesi olmadığını ifade etmiştir. İmanımız ve salih amellerimiz karşılığında bize vaad edilen şey ise, hakiki ve temelli bir yurt olan cennet ve bunun ötesinde Allah’ın hoşnutluğudur.

Birilerinin zenginliklerine göz koymak ve onlar gibi olmaya çalışmak demek, içerisinde bulunduğumuz zilletin sebebini hiç anlayamamış olmak demektir. Halbuki Allah, iman edip salih ameller işleyenlere öte dünya nimetlerinin yanında bu dünyanın egemenliğini de vaad etmiştir.

Tarihin merkezindeki toplum olarak yapmamız gerekenleri yapmadıkça bu zillet ateşinde pişmeye devam etmek zorunda kalacağız. Biz sürekli olarak uyarılan ve kıymetli olduğumuz için bâtıl isteklerimizle kendimiz arasına perdeler konan merkezi toplum olduğumuzu anlamalıyız. İsrailoğulları’nın şımarıklıkları sonucu başlarına gelenlerin ise büyük bir ibret olduğunu unutmamalıyız.

Egemenlik kimin hakkı?

Avrupa’nın teknolojik devrimi bu hususta bir örnek teşkil eder. Batıdaki gelişmeler karşısında düşülen kompleksi aşmak için bu bilimsel ve teknolojik gelişmelerin temelinin müslümanlar tarafından atılmış olduğunu söylemek, bir takım doğruları barındırsa bile çıkar bir yol değildir.

Bu yaklaşım teknolojinin yüceltilmesi gereken aslî bir değer olduğu varsayımını esas alır. Ona sahip olanı yücelten, olmayanı da zelil eden hakiki bir değer… Halbuki teknoloji yüceltilmesi veya küçümsenmesi gereken bir olgu değildir. Bizden önce yaşamış seleflerimizin neden Batılılardan önce davranıp içten patlamalı motoru veya ampulü bulamadığına hayıflanmak son derece anlamsız bir yaklaşımdır.

Görülmektedir ki teknoloji birilerini egemen kılarken, ona sahip olmayanları da esarete düşüren bir vesile olarak belirmiştir. Avrupalılar kendilerini egemen kılan buluşlarıyla övünedursun, durum aslında tamamen bizim neyi hak edip etmediğimizle ilgilidir. Burada mesele Batı’nın teknolojiyi kullanarak nasıl egemen olduğu değil, bizim içine düştüğümüz zilleti neden hak ettiğimizdir. Teknoloji burada bir sebepten ibarettir. Çünkü yeryüzünün var olmasının anlamını barındıran topluluk biziz ve tüm gelişmeler bizim etrafımızda ve bize göre olmaktadır.

En nihayetinde teknoloji dediğimiz şey ulaşılması imkansız bir alan değildir. Uzakdoğu örneği bunu açıkça ortaya koymuştur. Ama bizler teknolojiyi yücelttikçe ve kurtuluşumuzun tek yolu olarak ona sahip olmayı gördükçe zihnimiz onu kavrayamayacak ve seyirci konumumuzdan kurtulamayacağız.

Her birimiz kendi kişisel yaşantımızda bizden istenilenleri yaptığımızda nelerin değiştiğini biliyoruz. Çok karmaşık zannettiğimiz problemlerin basit, ama akla gelmedik bir vesileyle nasıl çözülüverdiğini hepimiz yaşamışızdır. Ruhlarımızın yeryüzüne inmesinin takdir edildiği bu çağ dünyanın son zamanlarıdır. Bu zamanların da kendine göre bazı gerekleri vardır. Fakat bu gerekleri tek başlarına bir kurtarıcı olarak ele aldığımızda, kovaladıkça bizden kaçan ve hepimizi bitap düşüren bir hayal olarak kalmaya devam edeceklerdir.

SEMERKAND DERGİSİNDEN ALINTIDIR:
 

matrix_27

New member
Allah razı olsun kardeşim...bu mübarek günlerde çocuklarımızla bazı şeyleri paylaşmalı...onlara orucun ehemmiyetini anlatmalıyız...ne de olsa ağaç yaşken eğilirmiş...
 

ibrahimdag

New member
Hz. Osman R.A. Böyle Seslendi

Hz. Osman r.a.’ın şehit olmasıyla sona erecek olan olaylar dizisinin başlarında, Hz. Ali r.a., muhasara altındaki halifenin evine giderek kendisiyle konuştu. Onu dışarıdaki kalabalığı yatıştıracak bir hutbe irad etmeye ikna etti. Bunun üzerine dışarı çıktılar. Hz. Osman r.a. minbere çıktı. Allah Tealâ’ya hamd u sena ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e salat u selamdan sonra şunları söyledi:

Her şeyin bir afeti, her işin bir sıkıntısı vardır. Bu ümmetin afeti ve bu nimetin sıkıntısı da, ayıplayıcı ve ta’n edici kimselerin yaptıklarıdır. Size kendilerini hoşunuza gidecek şekilde gösterirler, ancak sizin hoşlanmadığınız şeyler onları sevindirir. Onlar size bir şeyler söylüyor, siz de onlardan alıp söylüyorsunuz. Tıpkı ilk bağıranın arkasından giden develer gibi... Hoşlandıkları otlaklar uzaklardadır. İçtikleri bulanık su, konakladıkları çamurlu arazidir. Liderleri, önderleri yoktur. Çalışmaktan bunalmışlardır; kazanmak kendilerine zor gelir.

Dikkat edin! Allah’a yemin olsun ki, Ömer b. el-Hattab yaptığında onayladığınız işler sebebiyle beni ayıpladınız. Ancak o sizin üzerinize ayağıyla basıyor, eliyle vuruyor, diliyle azarlıyordu (sizi sert tedbirlerle idare ediyordu). Siz de ona hoşlandığınız veya hoşlanmadığınız her konuda itaat ediyordunuz. Bense size yumuşak davrandım. Sizin için omuzumu yere koydum; elimi ve dilimi sizden uzak tuttum. Ancak siz bana karşı cüretkâr davrandınız.

Allah’a yemin ederim ki, benim arkam daha kuvvetli, yardımcıların daha yakın ve çok, ayrıca liyakatlidir. Gel desem, bu çağrıma hemen karşılık verilir. Size karşılık sizin denginizi ve akranınızı, hatta daha fazlasını hazırladım ve sizi azarladım.

Siz davranışlarınızla beni hoşlanmadığım bir tavır takınmaya ve şimdiye kadar söylemediğim şeyleri söylemeye ittiniz. Dilinizi, ayıplamanızı ve ta’nınızı valilerinizden uzak tutun. Zira ben, şu konuşmama gerek kalmadan sizinle konuşması halinde sizi razı edecek kimselerin üzerinize gelmesine mani oldum.

Söyleyin! Hangi hakkınızı kaybettiniz? Allah’a yemin ederim ki, benden önceki halifenin ve hakkında ihtilaf etmediğiniz kimsenin icraatlarından herhangi bir şeyi eksiltmedim. Şimdi devletin geliri biraz daha artmış durumda ve beni bu fazlalık konusunda dilediğimi yapmaktan alıkoyan nedir? Eğer böyle bir yetkim yoksa niçin devlet başkanı oldum?!

Et-Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk, 4/338-339.

SEMERKAND DERGİSİNDEN ALINTIDIR.
 

ibrahimdag

New member
Hayalden Gerçeğe Uyanış

Büyüklerimiz gafletten büyük felaket yoktur demişlerdir. Öyle ki insan Rabbinin her an kendini gördüğünü unutursa, kolaylıkla yanlış yollara sapıp ahiretini heba edebilir. Bu yüzden gafletten kurtulmanın çarelerini aramak, kurtulmak için elimizden gelen gayreti göstermek çok mühim bir vazifedir.

Müminin selameti açısından asrımızdaki fitneler büyük tehlike arz ediyor. Nereye gitsek, kimle karşılaşsak kendimizi emin hissedemiyoruz. Günah işlemek öyle kolay ve hızlı oldu ki, korunabilmek için büyük dikkate ihtiyacımız var. Gafletsiz nefes alabileceğimiz temiz bir çevreyi eskisinden bin kat daha fazla arıyoruz.

Şükürler olsun ki, gafletten bunaldığımız zaman koşup huzuruna varabileceğimiz, kalp kalbe verebileceğimiz maneviyat sultanları kıyamete kadar var. Onların yolumuza ışık tutan rehberliği de olmasa, zifiri karanlıkta, dört bir yanımızı sarmış tehlikenin ortasında nefessiz kalacağız.

Özellikle bu zamanda tek başına gafletten kurtulmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir rehberin kafilesinde yol almak bu vahşetten selametle çıkmak için güvenilir bir yoldur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere “görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan” mana dostları, başta gaflet olmak üzere kalbin manevi hastalıklarını tedavi ederler. Bizlere ışık tutarak önümüzü aydınlatır, selametle Allah’a ulaştırırlar. Cenab-ı Hak: “Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” (Lokman, 15) buyurmuştur.

Onlarla kalben irtibat insanı gafletten korur. İnsan ekşi bir limonu yediğini hayal etse hakikatte de ağzı sulanır. Cenab-ı Mevlâ’nın kemal sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir Hak dostu ile hayali de olsa irtibatlı olmak, ondaki güzellikleri ayna gibi kalbimize yansıtır. Gönlü Allah sevgisiyle doldurur. Kendileriyle sohbet edebileceğimiz, Allah yolunun inceliklerini öğrenebileceğimiz, muhabbetleriyle kalbimizi nurlandıraca­ğımız, yanlışa saptığımız zaman bizi ikaz edecek, bize Rabbimizi hatırlatacak dostlara ihtiyacımız var.

Her ne kadar gaflete dalmış olursak olalım, tevbe edip Allah yoluna girebiliriz. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Günahtan tevbe eden bir kimse hiç günah işlememiş gibi olur.” Mümin her yerde, her zaman tevbe edebilir, etmelidir de... Allah dostlarının şahitliğinde tevbe etmek de hakiki bir dönüşe vesile olur. Hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açılır. Çünkü onlar kendileri için tevbe ettikleri gibi, bizim için de istiğfar ederler. Nazarlarıyla da kalbimizde ilâhi muhabbetin yerleşmesine vesile olurlar.

Ayrıca günlük hayatımızda gözümüze ilişen haramlardan ve sair günahlardan dolayı hemen vakit geçirmeden oracıkta tevbe etmelidir. Gaflete yol açabilecek en ufak meselelerde dahi uyanık olmalıdır. Aksi takdirde kalp tekrar gaflete alışkanlık kazanır. Nihayet üst üste gelen günahlarla gücünü yitirip yıkılır da, Allah ile irtibatı kesilir. Eğer nuru tamamen yok olur ve zifiri karanlığa gömülürse -Allah korusun- inkâra düşmesinden korkulur.

Kalpteki kasvetin gitmesi için ölümü anmak da iyi bir yoldur. “Rabıta-i mevt” adı verilen ölüm düşüncesi; uzun emelin, dünyada ebedi kalacakmış gibi hayallere dalmanın önüne geçer ve hayatımıza istikamet verir. Dünyanın süsü ve eğlencelerine olan muhabbeti keser, nefsani arzuları frenler ve hayatı şuurlu olarak yaşamaya vesile olur. Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir zat dahi parmağına taktığı yüzüğe: “Ölüm sana nasihat olarak yeter” diye yazdırmıştı. Kim bilir günde kaç defa o yazıya bakıyor ve hayatına istikamet veriyordu. Şu an bulunduğumuz yer burası olabilir ama biraz sonra başka bir alemde gözümüzü açmayacağımızın bir garantisi yok. Biz beklemesek bile ecel aniden gelir.

Bir yandan günahlarımız, sorumluluklarımız ve Rabbimize karşı hesap verme endişesiyle ölüm düşüncesi belimizi bükerken, öte yandan korku-ümit dengesi içinde ebedi saadete açılan bir kapı olarak da bizi heyecanlandırır. Ancak dünya muhabbeti onarılamayacak ölçüde kalbimizi tahrip ettiyse ölüm de kâr etmez, ölüp gidenler de... Bu ciddi bir tehlikenin işaretidir.

Bu tür bir tehlikeye düşmemek için zikrullaha sarılmak gerekir. Zikir, insanı Allah’a yaklaştıran, gafleti dağıtan bir ibadettir. Kelime manası itibariyle nisyanın yani Allah’ı unutmanın ve O’ndan gafil olmanın zıddıdır. Allah’ı anmak, hatırlamak manasına gelmektedir.

Ayet-i Kerime’de “Elbette Allah’ı zikretmek, en büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyurulmaktadır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak gibi ibadetlerin her biri birer zikirdir. Şuurlu bir şekilde ifa edildiği zaman kalpteki gaflet bulutlarını dağıtır, günahları eritir ve insanın Allah katındaki değerini artırır.

Tasavvuf büyüklerimizin bildirdikleri usullerle bir rehber eşliğinde zikir dersi alıp buna devam etmek de kalbin selamete ermesi için büyük bir vesiledir. Gece-gündüz, otururken, yatarken, uyurken, uyanıkken gönül Allah ile olur. “Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 191). Böylece yirmi dört saatin her anı Allah’ın zikriyle dolu geçer. Manevi kalbimiz düştüğü kötü halden çıkıp Allah’a yönelir. Allah’ın emirlerine itaati artar. Dünya hayatına ibret nazarıyla bakar. Sevmesi, kızması, oturması, kalkması Allah için olur. Nihayet zikir insanın bütün varlığını kaplar. Bundan sonra dünyanın insanı gaflete düşürmesi kolay olmaz. Namaz, oruç, Kur’an okumak gibi bütün ibadetler gerçek manasını bulur.

Zaten dünyanın insanı aldatan sahte yüzüne rağmen onca sıkıntısı, belası, felaketi de ortadadır. Böyle zamanlarda insan acizliğini kavrar, vicdanının sesini duymaya başlar, gafletini anlar. Çaresiz anlarda kendini Allah’a daha yakın hisseder, samimi bir şekilde O’na yönelir.

Allah Tealâ, “Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe, 126) buyurmaktadır. Böylesine bir gaflet bir mümine asla yakışmaz. Bir rüya kadar kısa olan dünya hayatımızın bir bölümü zaten geçip gitmiştir. Kalan zamanın çoğu da uykuyla ve günlük işlerle geçecektir. Geriye kalan zamanı hayırlı işlerle değerlendirip geçmiş günahları silmek için gayret etmelidir.

Bugün bizi yoldan çıkaran hiçbir şey mahşer günü bizim yanımızda, lehimizde olmayacaktır. Ruhumuzu kabzedecek meleğe karşı duramayacaktır. O mahşer kalabalığının içinde kendi derdimize düşüp, yalnız olarak hesabımızı vereceğiz. “Bunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” (Meryem, 95)

Cehennemin dehşeti, cennetin güzelliği bilinmektedir. Dünyada küçük bir acıya dayanamazken, ahirette nasıl dayanabiliriz? Bunu iyi düşünmelidir. Ahiret de, azap da gerçektir. Şakaya gelir bir konu değildir. Cennet ise, her türlü güzelliğin yaşandığı ebedi saadet yurdudur. “İman edip de iyi işler yapan kimselere gelince, yarın onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, ebedi olarak oralarda kalacaklar. Bu Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 122)

Allah Tealâ her an ve her yerdedir, her şeyi görmekte ve bilmektedir. Ondan gizli hiçbir şey yok. Melekler de bizi görmekte ve bütün yaptıklarımızı kaydetmektedir. Peki biz onlardan hiç utanmaz mıyız? İnsanların gözünde hor, hakir düşmek, çirkin görünmek bile bizi büyük üzüntüye sevkederken, onlardan ve tabii ki bizim tek sahibimiz olan Rabbimiz’den hiç utanmayacak mıyız?

O halde gönül gözünü açıp yüzümüzü gerçeğe, kendi gerçeğimize döndürmemiz lazım. Kurtulmak için uyanmak şarttır.

Rabbimizin tevfik ve inayeti ile...

SEMERKAND DERGİSİNDEN ALINTIDIR:
 

DayWalkerr

ABDUSSABUR
Konular birleştirildi kardeş..Hergün en fazla 3 konu malesef..
Bölüm kurallarını bir incelemeni tavsiye edebiliceğim sadece..;)

Paylaşım için Allah razı olsun..Güzel yazılar..
 

innuendo

HANZALA
Moderatör
Allah razı olsun.
 

HTML

Üst