Tanzimatta Batıcıların Yaptığını, AKP İslamcılar Arasında Yapıyor

64general1

New member
Katılım
14 Haz 2007
Mesajlar
1,720
Reaction score
0
Puanları
0
Tanzimatta Batıcıların Yaptığını, AKP İslamcılar Arasında Yapıyor

Röportaj : Mustafa Özcan - Baran Dergisi


Mustafa Bey, bir Müslüman olarak AKP’yi nasıl değerlendirebilirsiniz?

Şimdi AKP’yi bir Müslüman olarak nasıl değerlendirebiliriz?

Bu hem cevabı olan hem olmayan bir soru aslında. Yani neye göre değerlendireceğiz?

Öncelikle olarak AKP’nin mahiyeti konusunda tereddütler var. Net bir değerlendirme net bir tanımla alakalı.

Mesela şöyle bir şey var: Arapça’da bir kaide var. Derler ki, bir şey hakkında hüküm vermek o şeyin tasavvurunun veya o şeyin maliyetinin bir sonucudur.

Veya maliyet algılanmasının bir sonucudur. AKP’yi nasıl algılıyoruz? Veya nasıl bir şey gerçekte? Ona göre tabii bir cevap vermek lazım. Bu noktada değişik algılamalar var.

Bazısı “AKP takiyye yapıyor” diyor mesela.
Veya “İslâm ilkelerinden hiçbir şekilde taviz vermedi” diyorlar.
Bazıları da diyorlar ki “Hayır biz icraatına bakarız, dolayısıyla icraatını değerlendiririz. İcraatına baktığımız zaman İslâm’a uymayan bir sürü hareketler, eylemler var.” diyor.

Dolayısıyla burada iyi niyet değerlendirmesiyle bir de somut olgular üzerinden bir değerlendirme var.

Dolayısıyla olgular üzerinden yapılan değerlendirmeler açık ve net.

Yani hakikaten AKP’nin çok fazla İslâm’la alakası yok. Zaten bunu kendileri de söylüyorlar.

Kim söylüyor? Egemen Bağış söylüyor.

“Biz muhafazakâr bile değiliz. Muhafazakâr ifadesi bizim için bir yakıştırmadır”

diyor. Şimdi, bilindiği gibi muhafazakârlığıyla alakalı olarak bir sunum yapıldı. Eski gazetecilerden Yalçın Akdoğan zannediyorum. O dönemde bazı değerlendirmeler çıktı. Yani denildi ki neyi muhafaza edecekler?

AKP muhafazakâr ama muhafaza edecek ne kaldı?

Anlatabiliyor muyum? Muhafaza edilecek ne kaldı? Ben burada şöyle bir şey diyorum, benim yaklaşımım şu:

AKP’nin niyetini bilemeyiz. Öyle bir yükümlülüğümüzün olduğunu da zannetmiyorum. Allah’a kalmış, kendileriyle Allah arasında bir durum yani.

Netice itibariyle oradan yola çıkarak değerlendirme yapacaksak çok sürer, yapamayız yani. Anlaşamayız da, bir mutabakata varmamız mümkün değil.

Dolayısıyla olgunun üzerinden hareket etmemiz lazım. Olguların üzerinden hareket ettiğimiz zaman AKP’nin durumu belli.

Ben şöyle bakıyorum olaya: Yani AKP’nin bir yöntem sorunu var. Yöntem olarak yanlış. Neden yanlış? Bu nedenden dolayı yanlış. Yani birileri İslâmî diyor, birileri gayri İslâmî diyor. Bu da kafa karışıklığına neden oluyor. Bu kafa karışıklığı çok uç noktalara da varabiliyor.

Mesela ne gibi? AKP merkeze oynayan bir parti netice itibarıyla. Kendileri de bunu ifade ediyorlar. Bunun gereklerini de yapıyorlar. Dolayısıyla merkeze oynamanın, yani sistemin merkezine oynamanın İslâm’la her hangi bir alakası yok. Ama niyet üzerinden hareket edenler onu hala İslâmî görüyorlar. İslâmî gördükleri için onun yaptığı her şeyi de içselleştiriyorlar, İslâmi olarak görüyorlar. Benim en tehlikeli gördüğüm nokta burası.

Gayri İslâmî uygulamaları İslâmî olarak algılatıyor.

Evet, algılatıyor. Bu fetva hayatında da böyle. Geçenlerde Mısır’da fetva meseleleri tartışılıyor, sürekli tartışılıyor. Bazıları gayri İslâmî hayatı meşrulaştırmak için fetvayı kullanıyor.

Bu doğru değil. Fetva niçin vardır? Hayatı İslâmîleştirmek için vardır. Gayri İslâmî hayatı İslâmîleştirmek için değil. Burada çok önemli bir ayrıntı var.

İtikadî noktaya kadar gidebiliyor.

Gider tabii. Bundan dolayı AKP’nin gerçekten de kendini tanımlaması lazım.

Milletinde bu noktada iltibasa düşmemesi lazım. Düşerse sosyolojik olarak çok zarar veriyor. Kitleler ne yapıyorlar bu şekilde? Savruluyorlar.

Yani İslâmî zannettikleri şeyin peşinde savruluyorlar. İmam-ı Rabbânî’nin Mektûbat’ında da var. Diyor ki,

“Ona benzer bir şey var. Altındaki merkep mi, at mı, eşek mi? Sonra belli olacak.”

diyor anlasana. O noktadan önceden belli olmasında fayda var. Yani ben o açıdan, yöntem açısından AKP’yi çok eleştiriyorum.

Yöntem şu, yani burada gayri muayyenlik politikası var. Belirsizlik politikası var AKP’nin kimliği noktasında. Bu ise kitlelere zarar veriyor.

Yani AKP’nin kendisini çok net bir şekilde tanımlaması lazım. Kitlelerin de onu öyle algılaması lazım. O zaman rahat bir durumda oluruz. Yani AKP’yi değerlendirmede. İnsanlar o zaman istedikleri şekilde tercihlerini yapsınlar.

AKP’ye oy veren verir, desteklemeyen desteklemez. Ama dediğim gibi bu noktanın aydınlanması lazım. Gayri İslâmî bir yapının İslâm adına desteklenmesi kitleleri başkalaştırıyor, dönüştürüyor, bir yerlere sürüklüyor. Bu noktanın aydınlanması lazım.

Dergimizin seçimden sonraki ve Ağustos ayındaki sayılarında “Yeni CHP=AKP” denilebilecek mahiyette bizim bir yazı başlığımız var. O şekle geldiğini ve laikliği yenileşmiş bir şekilde AKP’nin yürütmeye başladığını söylediniz.

Şimdi, sistemi bir bütün olarak ele alacak olursak, bu sistemin içinde İslâm’ı reforme etme de var. Yani Ilımlı İslâm tabiri de aslında buradan doğuyor.

CHP 1950’ye kadar bunu yaptı. Fakat kitlelerden büyük bir kötek yedi. Ondan sonra zaman zaman CHP bunu yine seslendirdi. CHP namına bunu seslendirenler oldu.

Her darbe sonrasında “Ezanı Türkçeleştirelim” furyası başladı. Bu noktalara baktığımız zaman AKP’nin CHP’den bazı noktaları tevarüs ettiğini görüyoruz. İşte reform meselesi...

Ne gibi?

Ezanda, hutbede merkezi sistem projesi devam ediyor. Hatta Türkiye’de sınırlı kalmıyor. Suriye, Mısır gibi ülkelerde de bu tartışılıyor. Ezanın merkezileştirilmesi...

Bu merkezileştirilmesi her şeyden önce bid’at. Bid’at’ın ötesinde de bir takım mahsurları var.

Dediğimiz gibi siz müezzinlik kurumunu devre dışı bırakıyorsunuz. Atıl hale getiriyorsunuz.
Keza hitabet kurumunu atıl hale getiriyorsunuz.

O zaman Yaşar Nuri’nin dediğini yapalım. Radyodan okunuyor ezan, yeter. Radyodan verelim. Gerçi laikler de itiraz edebilir bir kısmı. Ama mantık açısından baktığınız zaman merkezi ezanı, radyodan ezanın okunmasının bir mahsuru yok. Var mı? Yok. O zaman bütün minareleri iptal edelim, merkezden…

Daha kolay…

Daha kolay… Yani 81 ilden okunacağına bir yerden okunsun. Yani gerçekten öyle. O açıdan ben yazılarımda da ifade ettim CHP’nin reformcu tarafını sanki AKP yürütüyor gibi. En azından bir kısmı itibarıyla bu doğru. Yani buna itiraz yok. Her açıdan böyledir demek doğru değil fakat bir yönüyle bazı yönleriyle bunu yapıyor.

Yani dediğimiz gibi AKP, CHP’nin reformcu çizgisini tevarüs etmiş durumda.

Sahip çıkmıştır.

Evet. O tatbikatını da yürütüyor.

Peki şöyle söyleyebilir miyiz? Aslında AKP batılıların söylediği gibi onlara değil biz Müslümanlara takiyye yapıyor. Bir başörtüsü meselesi… Vaat ettikleriyle yaptıklarını göz önüne alırsak.

Mehmet Ali Şahin’in bir sözü var;

“Başörtüsü yüzde bir buçuğun meselesi”

diye. Yani şöyle bir şey var: Dejenerasyonu başladığı noktada durduramıyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? Nasıl inanırsanız öyle yaşarsınız, nasıl yaşarsanız da öyle inanmaya başlarsınız. O bir süreç.

Sürecin başında size bazıları dese ki

“sürecin sonunda bu hale geleceksiniz.”

Adam inanmaz, inanmıyor da. Ama AKP’ye baktığımızda sürecin başında vermiş oldukları bir takım tavizler daha sonra başka aşamalara yöneleceği ifade edildiğinde belki onlardan itiraz sesleri yükselebilir.

Mesela ne gibi?

Refah Partisi daha önce genelevlere ziyaret düzenlemişti. Propagandası şuydu; oradakilerde bizim insanlarımız, onları da kurtarmamız lazım.

Mehmet Ali Şahin daha sonra

“Ben genelevlere gittim ama onlardan oy toplamak için gittim.”

dedi. Yani bakın süreç nasıl işliyor. Somut olarak görülmesi için ben bunları söylüyorum. Yani nereden nereye gelindi. Ben bunu ileri sürüyorum. Yöntemimizi çok iyi tespit edemezsek, nerede durduğumuzu çok iyi tespit edemezsek o zaman kazanımlarımız veya kayıplarımız anlaşılmaz. İç içe girer. Dolayısıyla oradan sağlıklı bir yapı zuhur etmez.

Yöntem idealin yerini alıyor değil mi?

Tabii, tabii. İdealin yerini alıyor dediğimiz gibi. Yani her açıdan savrulma görüyoruz. Sadece ezanlar meselesinde değil. Bu meselede sekülerleşme görüyoruz. Yani belki CHP’nin miraslarından birisi reformsa diğeri de sekülerleşmedir. Zaten seküler alanı besleyen şey reformlardır.

Bunu AKP Müslümanların içinden gelmiş bir yapı olarak CHP’den çok daha kolay bir şekilde yapıyor.

Tabii, tabii.

Çünkü CHP’ye karşı tarihi refleksler var. Reflekslerden dolayı ne kadar CHP değişti desinler dahi kamu vicdanı bunu kabul etmiyor. Seçimlerde görüldüğü gibi…

Dolayısıyla dışarıdan birisinin kitleyi dönüştürmesi mümkün değil. Onun için içeriden Truva atı gibi kabul edilen, bizden biri gibi birilerinin dönüştürmesi çok daha kolay.

O açıdan “bizden” ifadesinin açılması lazım. Bizden olan ne? İsmi mi bizden? Cismi mi bizden? Uygulaması mı bizden? Anlatabiliyor muyum?

Dolayısıyla bizden olabilmesi için her şeyden önce isminin olması yetmez, bizden olması için yetmez. Sıfatlarınız bizden olması gerekir. Sıfatlarını belirleyen şey uygulamalarıdır. Eğer uygulamaları dediğimiz gibi ters istikamette seyrediyorsa ismi ne olursa olsun onun bizden olduğunu göstermez.

Hadis-i Şerif var biliyorsunuz: “Ameller neticelerine göre hükmolunur.”

Aynen öyle.

En son yazdığınız yazılardan biri “Müslüman Kapitalistler-Yeni Kalvinistler”. AKP iş alemini de dönüştürüyor. Mesela bugün Nuray Mert Hanım çok güzel bir yazı yazmış.

Mustafa Özel’i eleştiriyor. Mustafa Özel’in kapitalizme övgüler düzmesini eleştirirken

“El insaf. İman lazım. Kocakarı imanı lazım. Niye böyle kapitalistlerden daha beter kapitalistleştiniz”

Doğru, gerçekten öyle. Şimdi baktığımız zaman kim Müslümanları kapitalistleştirmek isteyenler?

Mesela Fransız oryantalistlerden bir tanesi, Hz. Peygamberin hayatını yazan, İslâm’da kapitalizmi yazan ..Luis Carmon, Guy Sorman gibi zevatta aynı şekilde tek yol olarak kapitalizmi gösteriyorlar.

Marx Weber’in hristiyanlara, Protestan ahlakına uygulamış olduğu ahlakı Müslümanlara uygulamak istiyorlar.

Bunu kısmen bazen Bediüzzaman üzerinden veya bazı isimler üzerinden yapmaya çalışıyorlar.

Ne gibi?

İşte daha önce Hürriyet yazarlarından Cüneyt Ülsever gibi veya Emre Aköz gibi Sabah’ta yazanlar aslında Bediüzzaman’ın düşüncelerinden de bunu çıkarmanın mümkün olduğunu söylüyorlar.

Yani bütün yenilikçiler aslında AKP de dahil olmak üzere siyasi zeminden gelenler veya dini zeminden, cemaatlerden gelen bütün yenilikçileri aslında aynı kalıba dökmek istiyorlar.

Bütün bunları aynı potada buluşturmak istiyorlar. O da İslâm’ı reforme etmek, sekülerleştirmek onun da ötesinde kapitalistleştirmek. Asıl amaç bu. Yeni dünya düzeninin amacı bu

Müslümanları ılımlı İslâm şeyinde batı emperyalizmine yedeklemek.

Evet. Seyyid Kutub’un Amerika’ya İçeriden Bakış kitabında da var o.

Çok ilginç, Amerika’yı elli yıl önce tasvir etmiş. Diyor ki,

“Onlar kendilerine uygun bir kapitalist İslâm’ı yaşatmak istiyorlar. Bütün amaçları bu. Yoksa emperyalizme karşı bir duruşu kesinlikle kabul etmiyorlar hatta Sovyetlere karşı destekliyorlar ama genel manada emperyalizme karşı Müslümanları desteklemiyorlar.”

Yani Müslümanları koltuk değneği gibi, protez gibi kullanmaya çalışıyorlar.

Yok edemiyorsan dönüştür.

Dönüştür, tabii. Kolayı da öyle. Türkiye’de maalesef bu tehlike yaşanmakta. Sadece Türkiye’de değil İslâm dünyasında da bu tehlike çok şiddetli bir şekilde yaşanmakta.

Ne gibi?

Minal Taharrut isminde Şarkul Avsat yazarlarından bir bayan var. Şu anda Şarkul Avsat’ta yazmıyor ama daha önce yazmıştı. NY Times’ta da zaman zaman yazıları çıkıyor.

O bayan şunu söylüyor, diyor ki

“Ben 5 yıl önce İhvan-ı Müslim’in merkezini ziyaret etmiştim.” diyor.

O zaman Muhammed Mehdi Akif yoktu şu anki lideri. Daha önceki lideri kastediyor.

“Onu ziyaret ettiğimde bana standart bir kapanma için gerekli kıyafet verdiler.”

diyor.

“Beş yıl sonra yeniden ziyarete gittiğimde bana böyle bir şart koşmadılar. Nasılsam o şekilde beni buyur ettiler”

diyor. Şimdi bu bana daha önceki bir takım olayları hatırlattı. Ne gibi?

Aslı AydınTaşbaş, kendisi Sabah’ın Ankara temsilcisiydi.

Görevden alındı bir şekilde.

O, Abdulaziz Hekim’le Irak’ta görüştüğü zaman bir şikayeti olmuştu.

“O sıcak içerisinde bana haşema benzeri –çarşafı kast ediyor- bir kıyafet giydirdiler. Terden sırılsıklam oldum”

gibisinden şikayet vardı.

Oriana Fallaci biliyorsunuz son dönemde bütün marifeti, becerisi İslâm’a küfretmekti. 30 yıl önce Ayetullah Humeyni’yle görüşmesi sırasında kendisine de çarşaf giydiriyorlar, çarşafı açıp o şekilde girmiş. Tabii Humeyni hemen bulundukları odadan çıkmış, diyalog bitmiş.

Yani baktığımız zaman bu liberalleşme İslâmî şahsiyeti de törpülüyor. Ne gibi?

Şimdi modacılar Müslümanların mahremiyetlerini ifşa etmeye başladılar. Şunu söylüyorlar, bir yazımda da temas ettim ona.

Bu kişi, İran eski bir Cumhurbaşkanının Faize Rafsancani. Müslümanın, müslüman kadının hayatı mahremdir. Anlatılmaz başkalarına. Erkek ile kadın arasında kalması gereken bir alandır. Bu alan ihlal edilmez o şekilde. Bundan dolayı Müslüman kadınlar genellikle hamamlara gitmekten men edilirler. En azından teşvik edilmemiştir hatta uyarıda bulunulmuştur.

Bu manada gayri Müslim kadınlarla halvette kalmazlar çünkü Müslümanların mahremiyetlerine muttali olup dışarıda anlatmalarının önüne geçmek için.

Dolayısıyla Müslüman aile hayatı kutsaldır, mahremdir. Bugün baktığımız zaman yine 15-20 yıl önce Ayetullah Humeyni’den sonra oranın o takımın yenilikçileri Türkiye’ye geldi. Ne gibi?

O zaman Rafsancani’nin kızı Faize vekildi. Şunu söylemişti:

“Bakmayın bizim dışarıda böyle banal kıyafetler giydiğimize, içeride biz çok rahatız. Çok rahat kıyafetler giyiyoruz” falan. Yani tabiri caizse o dille dışarıya frikik vermektir. Şimdi baktığımız zaman bizim Türkiye’de bir takım bayanların da veya erkek-bayan fark etmez, aynı itirafçılığı-ifşaatçılığı yaptıklarını görüyoruz.

İşte bunlardan bir tanesi Rabia Yalçın yazmış. Ne diyor?

“Beni öne çıkartan kalite ve renkler” -kendisi modacıymış-

“Amacım tüm kadınları giydirmek. Başı kapalı da diğerleri de tasarımlarımdan alıyor. Zaten türbanlı kadının evdeki hali farklı. Dışarıda gördüğüm türbanlıları ev ortamında tanıyamıyorum. Hepsi sırt ve göğüs dekolteli. Zaten iki gardıropları var. Biri evde, diğeri dışarısı için. Hatta iç dünyalarında çılgın talepleri olabiliyor.”

dedi.

Yani bütün mahremiyeti olduğu gibi ifşa ediyor.

Evet, teşhir mekanizması haline gelmiş. Yani bunların mutlaka dediğimiz gibi tasfiye edilmesi lazım. Siyasi süreçte bunu tetikleyen unsurlardan bir tanesinin AKP olduğunu maalesef görüyoruz.

Hızlandıran, meşrulaştıran…

Evet, meşrulaştıran hususlardan birisinin AKP olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Müslüman kemsin bu noktada uyanık, müteyakkız olması gerekir.

Konuşmanızın başında da söylediğiniz gibi AKP, batıcı hayat düzenini, kokuşmuş hayat düzenini Müslümanlara artık ideal bir hayat olarak içeriden benimsetiyor.

Çok enteresan, geçenlerde bir tarihçi söylüyor.

Osmanlı’da resmi olarak sekülarizm yoktu. Fakat sekülerleşme vardı Tanzimat’tan beri. Şimdi AKP’nin yaptığı da budur. İslâmî kesimlerin sekülerleştirilmesi.

Osmanlı’da sekülerizm yoktu resmi olarak. Fakat Tanzimat’la birlikte bir sekülarizasyon başlamıştı. Şimdi burada da öyle. AKP normalde laikliği benimsediğini deklare etmiyor çok fazla. Fakat sosyal yapı olarak sekülarizasyona hizmet ediyor. Yani aynen Tanzimat’ta batıcıların yaptığını şimdi AKP İslâmcılar arasında yapıyor. Bunu söyleyebiliriz.

Bunların yaptığı daha tehlikeli. Tanzimat’ta biliyorsunuz batıcılaşmış, halkla ilişkiyi koparmış aydınların biraz zoraki, halkı aşağılayarak yapmaya çalıştığı bir tür batıcılaşmaydı.

Tabii. Halkta makes bulmuyordu Tanzimat’tan itibaren. Onlar daha ziyade belirli mahfillerde, kendi grupları içerisinde, aydınlar içerisinde, bazı mekteplerde nüveleniyordu, gelişiyordu bu tür rüzgarlar, anlayışlar veya modalar.

Günümüzde dediğiniz gibi AKP bunu kitleleştiriyor çünkü siyasi bir parti. Ve büyük kitle desteğine de mazhar oldu. Dolayısıyla böyle bir tehlike var. Bu tehlikeyi görmek lazım.

Peki şöyle söyleyebilir miyiz? Türkiye’de CHP ekolünden gelen temel İslâm düşmanlığı zihinlerde yer edinmiş, vatan isterse işgal edilsin, üslerle donatılsın, CHP kadrosunun umrunda değil… Şimdi CHP’nin bu klasik İslâm düşmanlığı politikası pörsüyünce Müslüman halkın tepkisi karşısında, CHP’nin özünde emperyalizmle işbirlikçilik ve Batı’ya yardak politikasını şimdi AKP yerine getiriyor. Bir yazınızda dediğiniz gibi ki, biz de seçimlerden hemen sonra aynı tabiri kapakta kullanmıştık Baran olarak, yeni CHP; AKP. Yani İslâm düşmanı CHP, AKP vesilesiyle ve yumuşak bir şekilde devam ediyor.

Tabii ki yani şöyle, manevi değerler erozyona uğradıktan sonra sosyal yapıyı muhafaza etmek gerçekten zordur. Türkiye’de sosyal yapı büyük bir dejenerasyon yaşıyor ve 3-4 yıl önce söylenmişti. Eğer sosyal dejenerasyon bozulma bu hızla giderse sokakta yürüyemeyeceğiz. Aynen o noktaya geldik.

Benim şahsi müşahedem bu, gazetelerde okuduklarım değil. Minibüslere biniyorum, dolandırılma veya gaspla karşı karşıya bir şekilde.

Sokakta yürüyemiyoruz. Yani hiçbir şeye hâkim değiliz. Manevi değerler tamamen dejenere oldu. Biz sürekli yürümek zorunda mıyız yoksa bazen frene basmak zorunda mıyız?

Yani sürekli yürümek aslında oportünizm fırsatçılığı başka bir şey değil. Daha önce bazı cemaatler için söylenmişti. Cemaat liderleri için söylenmişti. “Durağa gelen ilk otobüse biner” diye. Şimdi otobüsten inmemek fırsatçılıktır. Bu doğru değil. Bu bizim kitleleri bozuyor.

Mustafa Bey, dış politikaya gelelim isterseniz. Amerika’da Filistin sorununu çözmek için yapılan Annapolis Toplantısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Annapolis Toplantısı’ndan ben bir şey çıkacağı kanaatinde değilim.

Tamamen göz boyamaya, aldatmaya matuf.

Dediğim gibi İçeriden Amerika kitabında Seyyid Kutub’un gerçekten var. Orada diyor ki

“Amerikan’ın sistemi aldatma üzerine kaimdir, kuruludur.”

Bugün de geçerlidir bu. O gün Truman’dan bahsediyor, bugün Bush’tan bahsetme durumundayız.

Hiç fark etmiyor. Elli yıllık süreç aynen devam ediyor. Bir şey çıkmaz. İran’a karşı veya başkalarına karşı pozisyon alma vaziyeti başka bir şey değil. Suriye’yi de kendilerine bir şekilde alet ettiler.

Suriye’nin de ihtiyacı var. Lübnan krizinden dolayı, Hariri dosyasından dolayı onlarla bir şekilde psikolojik olarak ilişkilerini tamir etmeye çalışıyor. Başka bir şey olmaz.

Ne Golan Teperleri konusunda ne Filistin konusunda…

Temel meselelerde bir noktaya varmaları mümkün değil. Burada iki tane şey görüyoruz.

Birincisi Annapolis zirvesine giderken ortak metin, ortak mutabakat metni yoktu.

Yani yol haritasına benzeyen, hangi konular hakkında müzakere edeceklerine dair her hangi bir belge yoktu. Bu da şunu gösteriyor; yani dostlar alış-verişte görsün.

İkincisi, ucu açık. Bir yıl diyorlar. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı bunu bir yılla açıkladı.

Annapolis’ten sonraki sürecin sınırlarıyla alakalı. Bu şu demektir: yine ucu açık demektir. Bu ucu açık süreçleri sosyoloji olarak gördük.

Daha sonra o sosyolojinin 1999’dan sonra özellikle 2000 yılında Ehud Barak’la -ki şimdiki hükümetin ortağı- birlikte nasıl bir çıkmaza girdiğini gördük.

2003 yılından itibaren yine Bush’un başlatmış olduğu yol haritası ne oldu? Birkaç yıl patinaj yapılmış oldu. Başka bir şey yok.

Dolayısıyla Bush neden 2001 yılında yapmadı da 2007 yılında yapmak istiyor? Yapabileceğinden dolayı değil de belki de İran’la alakalı genel olarak değerlendirme şu:

İran’ı tecrit etmek için, belki darbede bulunmak istiyorlar İran’a, bunun için İran’a yönelik cepheyi kuvvetlendirmek ve İran’a güçlü bir mesaj vermek için herhalde bunu yaptılar.

Ve Arapları da yanına almak istiyor. Yani ılımlı kamp.

Amerika’nın biliyorsunuz ılımlı İslâm dediği şey aynı siyasette ılımlı ülkeler bağlamında veya kavramında da geçerli. Şimdi ılımlı ülkelerden bahsediyor Amerika. Aslında ılımlı ülkeler diye bakınca İran bağımlı mı değil mi, bir kenara bırakıp bakarsak yerinde kalanların hepsi ılımlı olmuş oluyor.

Ama acaba Amerika ılımlı mı?

Amerika kendisini ılımlı görüyor ama Amerika aslında aynen İran gibi bir ülke. Yani ılımlılar hanesine konulması mümkün değil. Diğer ülkeler ılımlı mı, tefrit ülkeleri mi? Tartışılır. Fakat Amerikan yönetimini, özellikle şahinler ve neoconların güdümünde olan Amerikan yönetimini asla ılımlı olarak tanımlamak, tasvip etmek asla mümkün ve kabil değil.

İran’ın Necad’ını da aynı kategoriye koymak veya ılımlılar kategorisine koymak mümkün değil. Fakat Necad’ın bir haklılık tarafı var. Çünkü bölgede olan yabancı Amerika. Saldırgan taraf da Amerika. İran en azından bölge ülkesi. Bu vasıflar ona haklılık payesi veriyor.

Ama Amerikan’ın orada bulunmasının temel destekçisi İran değil mi?

Tabii, yani şöyle diyelim.

Irak’ta, Afganistan’da…

Kesinlikle öyle. Eğer 2001 ve 2003 yıllarında Afganistan ve Irak üzerinde İran ABD’ye destek vermeseydi belki olayların seyri böyle olmazdı. O gerçek.

Dışişleri bakanı Kissinger “on beş gün duramazdık” diyor.

Tabii, kesinlikle öyle.

Eğer Irak’taki Şiiler işgalde işbirliği yapmamış olsaydı durum çok farklı olacaktı. Belki de Amerika Afganistan’dan sonra Irak’ı vurmaya cesaret edemezdi.

Şöyle bir şey var, ben yazılarımda da yazdım. Aslında 1998 yılında Clinton’dan itibaren İran ile ABD Tuzla( Bosna Hersek’in Adriyatik kıyısında stratejik bir nokta) veya Bosna üzerinden Afganistan ve Irak’a kadar bir çok noktada işbirliği yaptılar. Tabii bu mahrem işbirlikleri hala daha tam olarak aydınlığa çıkmadı.

Bin beş yüzyıllık Tarihi Şii-Hristiyan ittifakı diyebilir miyiz?

Yani evet. Amerikan’ın şöyle bir politikası var.

Kissinger diyor ki

“Biz eskiden soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Çin’i kullandık. Şimdi bölgede Dominant anlayış hangisi? Sünnilik. Dolayısıyla Sünniliğe karşı bir azınlığa ihtiyacımız var."

Çünkü azınlık…

İngilizlerin bir politikası var. Ona aracı sınıflar veya aracı milletler deniliyor. Burada Sünni çoğunluk içerisinde işgale aracı olabilecek veya yabancılara aracı olabilecek sınıfları etnik olarak Kürtler olarak görüyor. Zaten onlar bu hizmeti ifa ettiler.

Bütün Kürtler için söylemek doğru değil tabii. Ama oradaki organize partiler için bu söylenebilir, doğrudur da.

İkinci olarak Şiiler.

Dolayısıyla Kissinger’ın politikası şudur.

Gerektiği zaman Sünni dünyaya karşı şii dünyayı kullanmak. Zaman zaman bunun tersi de olabilir. Ama genel olarak böyle bir vakıa söz konusu.

Şimdi bu noktadan baktığımız zaman önemli bir isim olan var Iraklı, Arap bana şunu söyledi: dedim ki

“İran-ABD münasebetleri nereye yönelebilir?” Dedi ki

“İki tane şık var. Birincisi Amerika’yla İran anlaşacaklar.”

Ve son sıralarda bir ay içinde ibre yine anlaşma tarafına döndü ama sürekli ibreler dönüyor. Yani, bazıları savaşın eşinde diyorlar ABD için, bazıları anlaşmanın eşiğinde diyorlar ama ibreler gelip-gidiyor, daha henüz netleşmiş değil.

Diyor ki

“Böyle yaparsa Amerika Saddam’ın rolünü İran’a vermiş olacak büyük çapta. Böylece Körfez ülkelerini falan da himayeye almış olacak yeniden.”

Yani böl yönet planının bir parçası. Yani Kissinger’ın politikası.

“İkincisi İran nükleer konularda anlaşamazlarsa İran’ın pençelerini kesebilir.”

Amerikan’ın iki şıkkı var burada.

Sonuçta yine Teoman Duralı Hoca’nın söylediği güzel bir şey var: “Vursa bile sadece nükleer tesislerini vurur.”

Tabii. Irak gibi olmaz. Zaten o gücü olup olmadığı tartışılır. Ama onun dışında dediğiniz gibi İran’ın gücünü törpülemek, İran’ı yok etmek değil. Çünkü İran dengede onlara lazım. Çünkü Saddam’dan sonra öyle bir dengeye, düzenleyici bir dengeye ihtiyaç var. Çünkü Sünni dünyayı başka türlü ABD’nin yanına çekmesi mümkün değil. İran da maalesef isteyerek veya istemeyerek bu politikalara alet oldu. Bu aslında devrimle birlikte gelen bir süreç işin gerçeği.

İran’ın yani Şiiliğin yapı ve tabiatı icabı Sünniliğe karşı oluşunu dikkate alırsak….

Yani ne dersek diyelim Şiilik bence birkaç yazımda da belirttiğim gibi siyasi bir intizar hareketidir ta baştan beri.

Ondan dolayı ortak bölen olmadığından dolayı daima yabancıların potansiyel müttefikidir.

Haçlı dönemlerinde böyle olmuştur, Osmanlı döneminde de böyle olmuştur, 2003’ten beri de böyledir.

Yani şöyle diyorlar. Bazıları diyor ki Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaydı. Öyle bir şey yok. Neden?

Çünkü baktığımız zaman İran’ın Afganistan’la sadece bugün Taliban’la alakalı değil,

Nakşibendilik’in özellikle Molla Cami’nin hayatına baktığımız zaman ki bu Hamid Algar’ın Nakşibendilik kitabında var, bakanlar görürler orada. Nakibendilik’le İranda Safeviliğin nasıl mücadele içinde olduğunu yüzyıl-iki yüzyıl, yani Maveraünnehir’de nasıl mücadele içinde olduğunu gösteriyor.

Demek ki bu Yavuz’la alakalı değil. Yavuz’la alakalı diyenler iftira ediyor.

Çünkü Selahaddin Eyyubi Fatımî’leri, Tuğrul Bey 1060 tarihinde Harizm’lere , Yavuz Sultan Selim de Çaldıran’da aynı şekilde olmuştur. Dolayısıyla burada Osmanlı’yı suçlu gibi göstermek aslında dediğimiz gibi bakla mihrakların bir propagandasıdır. Bizim tarihi temellerimizi zayıflatmak isteyen mihrakların propagandasıdır.

Aynı ihaneti eski İran Dışişleri Bakanı Hamaney söylüyor: “Beş bin tane Taliban ve El-Kaide’liyi yakalayıp Amerika’ya teslim ettik” diyor.

Aynen öyle. Bakın ben size söyleyeyim, İran, Mevlana’ya sahip çıkıyor gibi gözüküyor. Mevlana’ya sahip çıkıyor mu?

Hayır.

Geçenlerde onların Kültür Bakanı Yardımcısı açıkladı,

“Biz tasavvufa karşıyız. İran kültürünün olduğu havzada tasavvuf kültürü yeşeremez”

dedi.

Ama şimdi bakıyorsunuz Sünnileri kademe kademe yapıp, Sünnilerin teşeyyüye yani Şiileşmeye en yakın grubu hangisi? Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı tasavvufî hareketler diyorlar.

Aslında bu manipüle etmek, suistimal etmek. Başka bir şey değil. Diyor ki

“Mevlana’nın tarikatı bize lazım değil.”

O zaman Mevlana’dan geriye kalan ne? Sen neyin peşindesin? Dolayısıyla bunlar çok açık şeyler fakat kamuoyu bunları bilmiyor. Ondan dolayı büyük tehlike var. Yani çünkü cehalet üzerinden yürüyoruz. Her an boşluğa düşebiliriz. Her an tuzağa düşebiliriz. Her şey olabilir.

Amerika’ya olan tabii düşmanlığımız, bizi İran’a büsbütün angaje edecekse, bu pek sağlıklı gelişme değil herhalde?

Başka dengeleri görmemezliğe itebilir, bizi

Zaten, bizi her ân satabilir İran.

Kesinlikle…

Neticede bu da emperyalizmin tuzağı içinde kalıyor.

Kesinlikle. Yani çok dengeli olayları çok dengeli görmemiz lazım.

Şimdi biz Sünniler, Amerikan’ın İran’a saldırısında İran’ı İran’dan çok savunmayalım. İran bizi satmasın.

Kesinlikle öyle.

Mustafa bey çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, hayırlı yayınlar dilerim.

(Röportajı Gerçekleştiren : Fazıl Duygun - Baran Dergisi Sayı : 50 )
 
Geri
Üst