HAKAN
YalnıZ Kurt
- Katılım
- 12 Şub 2009
- Mesajlar
- 1,922
- Reaction score
- 0
- Puanları
- 0
Türklerin tarih sahnesine çıkmaları
Batıda Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü dönemde, Asya bozkırlarında Türkler fırtına gibi esmeye başladılar.
Orta Asya’daki kuraklık sonucu oluşan Büyük Göçlerin öncesi (M.Ö.5000), belgelenemediğinden iyi bilinmiyor. Göçler dünya uygarlığının gelişmesine ve yeni kültürlerin oluşmasına vesile oldu. Ancak bölgede kalanların durumu hakkında net bir bilgimiz henüz yok.
Göçlerden sonra bölgede kalan Türklerin yaşadıkları bilinen ilk yerler, Sibirya ormanlarıdır. Binlerce yıl bu bölgede tabiat şartlarının en çetiniyle mücadele ettikten sonra çoğaldıkça yer değiştirmişlerdir. Uzun süren bu mücadelelerin Türklere kazandırdığı bazı özellikler, onların tarih sahnesinde görülmeye başlamalarından sonra daha iyi anlaşılmıştır.
Boylar halinde yaşadıkları bölgelerden güneye Ötüken Vadisine (Tanrı Dağları ile Orhun Havzası arası) inmeleriyle Türklerin tarih sahnesine çıkışları başladı. Büyük Hun Türk İmparatorluğu şimdilik bilinen ilk Türk devletidir. (İskit Türkleri ve Uygur Türklerinin günümüzden 7.000 yıl öncesinde medeniyet oluşturdukları son yapılan kazılarla anlaşılmaya başlanılmıştır. Ancak biz kitapta kesin bilgi ve belgelerle hareket etmek durumundayız.)
Türkçe’de hun kelimesi “insan, halk” anlamına gelir. Çin kaynaklarında Hiung-Nu olarak bahsedilen bu devletin kurucusunun M.Ö. 210 yılında ölen Teoman olduğu konusunda tarihçiler şimdilik hemfikirdir.
Kimi tarihçiler kuruluşu M.Ö.13. yüzyıla kadar götürürler. Ancak Refik Özdek’e göre (cilt I, s.7), günümüzde henüz elde bulunan ilk belge M.Ö. 318 yılındaki bir antlaşma metnidir. Diğer taraftan Çinliler, imparatorları Şi Huangdi (M.Ö. 247-210) zamanında, Hun Türklerine ve diğer bazı kavimlere karşı Çin Seddini inşa ettiler. (Ansiklopedilerden anlaşıldığına göre, bu kişi Çin’in ilk imparatorudur. Çin’de ilk merkezi bürokratik devlet düzeni kurandır. Onun kurduğu sistem, sülâleler değişmesine rağmen günümüze kadar yaşamıştır.)
Gerek yazılı antlaşmanın tarihi, gerekse Çinlilerin büyük Çin Seddini daha önce yapmak zorunda kalışları, Hunların tarih sahnesine çıkışlarının daha eski olduğunu gösterir. Ama bugünkü bilgilerin ışığında kesin bir tarih verilemez. (Üç sayfa ileride görüleceği üzere ana madenlerin adları bütün Türk boylarında aynıdır. Türk boyları çok geniş alana dağılmışlar ve bilinen tarih içerisinde birbirleriyle çok savaşmışlardır. Bu durum bize maden isimlerinin daha önceden oluştuğunu göstermektedir. Buradan da Türklerin sahip oldukları medeniyetin çağdaşlarından farklılığı görülür. Sibirya ormanlarından çıkışlarının çok daha önceki tarihlerde olduğu ve büyük devletler kurdukları anlaşılır. Muhtemelen gerek “Oğuz Kağan” destanı gerekse “Ergenekon” destanı çok daha önceki tarihlerde oluşmuştur.)
Belgeli tarih tarafından, devletin kurucusu kabul edilen Teoman’ın halefi Mete’dir (M.Ö.210-174). Mete, devleti imparatorluk haline getiren en ünlü hakanlarıdır. Bu nedenle bazı tarihçiler onun, Türklerin destan kahramanı “Oğuz Kağan” olabileceği üzerinde dururlar. Bugünkü ‘on’lu birimlerden oluşan ordu anlayışını ilk Mete’nin uyguladığı söylenir.
İbrahim Kafesoğlu’nun aktardığına göre (s.47), Hunlarda her yıl ilkbaharın beşinci ayında (bugünkü Haziran ayının gündönümünde) devlet işlerinin görüşüldüğü günümüz anlamında kurultay toplanırdı. Çeşitli şenliklerin ve spor etkinliklerinin yapıldığı bu toplantılarda, bir taraftan da devlet işleri görüşülerek karara bağlanırdı. Bu meclislere ileri gelen boylar davet edilir, gelmeyenler devleti protesto etmiş kabul edilirdi. Tarihçiler bu toplantılarda Hakanların yanında her zaman (katun denilen) hanımının oturduğunu ve bazı elçileri hanımının kabul ettiğini söylerler. Bu gibi olaylar Türklerde devlet geleneğinin çok eski tarihlere dayandığını ve daha köklü olduğunu gösterir.
İmparatorlukta kadınlar çetin tabiat şartlarına uygun bir şekilde giyinirlerdi. Namus kavramına çok değer verilirdi. Toplumun düşüncesine aykırı davranmak ve fuhuş yapmak yasaktı. Aksi halde çok şiddetli cezalar verilirdi.
Çin kaynaklarına göre, Mete’nin oğlu Kiyük (veya Lao-Şang, M.Ö.174-161) zamanında Hunlar, hem batı hem de güney yönde ilerlemeye devam ettiler. Orta Asya’da yaşayan çok çeşitli boyları egemenlikleri altına aldılar. İmparatorlukları adeta bir halklar karışımı haline geldi. Bazı tarihçiler imparatorluk halkları arasında Türklerle birlikte Moğol, Tunguz gibi kavimlerin yer almasına dayanarak Hun İmparatorluğu’nun tam olarak bir Türk Devleti sayılamayacağını savunmuşlardır. Bugün ise devleti kuran ve yöneten asıl unsurun Türkler olduğu konusunda inandırıcı kanıtlar bulunmaktadır. Çinlilerin Hunlarla ilgili yıllıklarında geçen “tanrı”, “kul”, “il”, “ordu”, “tuğ”, “kılıç” gibi döneminin önemli sözcükleri Türkçe’dir. Belki de tarihçilerin bazılarını yanıltan, Türklerin diğer halklara karşı hoşgörülü davranmalarının sonuçlarıdır.
Türkler egemenlikleri altındaki halkları bir arada ve uyum içerisinde yaşatmaya çalıştılar. Onlara hoşgörü ile yaklaştılar. Jean Paul Roux’ya göre, çoğu zaman bu halkların; kendi dillerini, kültürlerini, geleneklerini, inançlarını, kısaca kimliklerini ve önderlerini muhafaza etmelerine izin verdiler. Din konusunda hiçbir zorlama yapmadılar. Din adamlarının toplum üzerindeki etkileri, yerleşik kültür olan Romalılara göre çok az oldu. Dindeki hoşgörü anlayışı daha sonra bütün Bozkır Türk Devletlerinde de devam etmiştir.
Egemenliklerindeki halklara hoşgörülü davrandıklarından dolayı onların da desteklerini alan Türkler, Çin’e sürekli olarak seferler düzenlediler. Çin, Türkleri ve Moğollar gibi bölgedeki diğer boyları engellemek için görkemli Çin Seddine ilaveler inşa etti. Halbuki o dönemde dahi Çin nüfusu, Türkler ve diğer milletlerin toplamının belki de on-onbeş katı kadar fazla idi. Ancak Çin Seddine yapılan ilaveler bile, Türkleri engelleyemedi. M.Ö. 150 yıllarında Mete’nin torunu Kun-Sin (M.Ö.160-126) döneminde Türklerin, Çin’in o dönemdeki başkentleri olan Çang-an’a girmelerine engel olamadı.
Nüfuslarının çokluğuna ve yaptıkları harika Çin Seddine rağmen, çetin tabiat şartlarında yetişen çetin ceviz Türkleri yenemeyeceğini anlayan Çin, başka yollar aradı. Sonunda tarih boyunca uygulayacakları bir politika geliştirdiler. Bu politika; Türk yöneticiler arasında sürekli olarak kıskançlıklar yaratmaktı. İmparatorluk ailesi üyelerini birbirlerinin karşısına çıkarmaktı. İsyanları teşvik etmekti. Kısacası Türkler arasına ikilik sokmaya yönelikti. Türklerin savaşçılık yapılarının oluşmasında önemli etkisi olan ferdiyetçilik özellikleri, Çinlilerin bu politikalarında başarılı olmalarını sağladı. Aslında, Çin ve diğerlerinin böyle oyunlarına gelmek, Türkler için zafiyet belirtisi olarak görülebilir. Ancak bu zayıflık yalnız Türklerde görülmez. Dünyadaki bütün halklarda görülür. Türklerde ise bu zafiyet halktan ziyade, ileri gelenlerin bazılarında gözlenir. Bu nedenle etkisi kalıcı olmamıştır. Türkler tarihin her döneminde, kendilerini toparlamasını başarabilmişlerdir.
12-13. yüzyıllarda Çin yolunun Türk boylarına kapanmasına, ya da daha doğru bir deyimle Türklerin yönlerini tamamen batıya çevirmelerine kadar, Çin bu politikasını uyguladı. Boylar arasında birliğin ve istişarenin azaldığı dönemlerde başarılı oldular. Ancak her zaman başarılı olamadılar ve bazı dönemlerde Çin’i Türk sülaleleri yönettiler.
Hun Türklerinin yaşadıkları toprakların yapısı çiftçiliğe müsait olmayıp ancak hayvancılığa elverişli idi. Çetin tabiat şartlarının etkisi ve Çin nüfusunun çokluğunun korkusundan kalelerle korunan büyük şehirler kuramadıkları sanılmaktadır. Belgeli tarihe göre Türkler, bazı verimli toprakların olduğu bölgeler hariç yerleşik düzene geçemediler. Bu nedenle felsefe, bilim ve sanatla yeterince uğraşamadılar. Ancak ilerideki bölümlerde görüleceği gibi yerleşik ilk Türkler olan Tabgaçlar bu konularda da başarılı oldular. Bu ve benzeri olaylar bize belgeli tarihten önceki Türklerin, dönemlerine göre ileri olan anlayışlarının olduğunu gösterir.
Müslümanların doğuya ilerlemeleri sırasında Türklere bir süre esir düşen Şumama bin el-Aşras, Türklerin birçok özelliklerini kaleme alır. Bu konuda El-Cahiz’in aktardıkları şöyledir (s.75): ”Eğer onların memleketlerinde peygamberler yaşayıp da bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi, sana Basralıların edebiyatını, Yunanlıların felsefesini, Çinlilerin sanatını unuttururlardı.” (Türkler Müslüman olduktan sonra, Şumama’nın söyledikleri gerçekleşti.)
Türkler halı, kilim, keçe, eyer altı örtüsü, at koşum takımları, dört tekerlekli araba konularında çok güzel eserler verdiler. Böyle eserler, halkın kültür seviyesinin yüksekliğine işaret eder. Alma-Ata’nın 50 km doğusundaki Esik kurganında M.Ö.2500 yılına ait altın elbiseli Hun Türkü genç ile dört bin kadar altın plaka bulundu. Bu eserler Türklerin maden sanatında ileri olduklarını göstermektedir. Ayrıca adamın üzerindeki elbisenin şekli de çok önceden ileri bir kültüre sahip olduklarını gösterir. Mezarda bulunan bu gencin Türk olmadığını, başka bir halktan olduğunu ileri sürenler vardır. Ancak, burada bir soru akla gelmektedir. Bu kadar ileri medeniyetin göstergesi olan bu gencin mensup olduğu halk, Türkler değilse ve uzaydan da gelmedilerse, başka hiçbir hayat belirtisi göstermeden kısa sürede tarihten nasıl silinmiştir.
Ayrıca; altın, gümüş, bakır, demir ve kurşun bütün Türk lehçelerinde bir-iki harf farkıyla ortak kelimedir. Demek ki Türkler daha anadillerinin oluşmaya başladığı dönemlerde önemli madenlerin hepsini kullanmışlardır. Zaten Göktürklerin Ergenekon destanında demir dağı eritmeleri de bunu gösterir. Milletlerin destanlarında böyle bir olaya rastlamak zordur. Yine Esik kurganında bulunan gümüşten bir kadeh içerisindeki 26 harften oluşan yazıt, Hun ve Göktürk alfabeleri arasında ilişki olduğunu göstermektedir.
Tarih sahnesine yeni çıkan Türklerde görülen toprağı işleme, zanaatkârlık, çok çeşitli madenleri işleme gibi hünerler, onların bugünkü anlamda göçebe olmadıklarını gösterir. Türklerin göçebe şeklinde görünmelerine neden olan muhtemel bazı şartlar şunlardır: Bazen doğada görülen kıtlık, geniş bozkırlarda yaşarken çevrelerindeki boyların baskıları, çok kalabalık Çin nüfusu, kendilerindeki savaşçılık özelliğine ve hızla koşan bir atın üzerinden dünyaya bakarak çevreye düzen getirmeye bağlı gelişen fethetme duygusu gibi konular. (Cengiz Aytmatov ve Murat Şahanov’un aktardığı, Orta Asya’da halen söylenmekte olan bir atasözü, belki de bazı şeyleri açıklar:”Atın varken atla da dünyayı gez”.)
Daha önce de belirtildiği gibi, Türkler devlet anlayışı olarak, egemenliklerindeki halklar arasında ayrım yapmadılar. Herkese aynı hukuku uyguladılar. Onların kimliklerini korudular. Onları sömürmediler. Aksine doyurmaya çalıştılar. Dost bildiklerine iyilikle yaklaştılar. Jean Paul Roux’ya göre (s.27), Türklerin hoşgörülü davranışları, dünya uygarlığına yaptıkları en önemli hizmetlerindendir.
Halk olarak ise; atı en iyi yetiştiren, madenleri çok güzel işleyen, dotlarına karşı sevgi dolu, düşmanlarına karşı da savaşlarda acımasız, ama barışta yardımcı insanlar olarak tarihe geçtiler.
Romalıların imparatorluk kurdukları dönemde tarih sahnesine çıkan Türkler, Romalıların aksine hiç köle kullanmadılar. Eski Türkçe’de köle anlamına gelen söz yoktur. Romalılarda görülen köle kullanma alışkanlığı, Batı dünyasında ABD’deki Zenci kölelere kadar sürdü. Kölelik Araplarda da görüldü. Roma’da ünlü Spartacusisyanı (M.Ö. 73-71), Araplardaki zenci kölelerin yaptıkları Zenc isyanı (883), insanların kölelere karşı sert davranışlarının dayanılmazlığını gösterir. Nitekim Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Köker (s.37), Spartacus öldürüldükten sonra yakalanan 6.000 isyancı kölenin Roma’dan Capua’ya kadar uzanan Appia yolu üzerinde çarmıha gerildiğini anlatır. Zenc isyanı konusunda kitabın Abbasi Hilafet ordusunda Türkler bölümünde daha geniş bilgi verildi. (Gemilerdeki forsalar ve Haremdeki bazı hizmetliler hariç köle kullanmayan Türkler, bazen şahıslar olarak kendileri köle durumuna düşmüşlerdir. Fakat tarihte, kölelikten komutanlığa yükselmiş ve yeni iki devlet kurmayı başarmışlardır.)
İnsanların bir kısmına köle muamelesi yapan Romalılar ve Araplar Tarih boyunca bir defa imparatorluk kurabilmişlerdir. Buna karşılık Türklerin savaşçılıklarına ilaveten sahip oldukları insanlık anlayışları, hoşgörüleri, onların sürekli imparatorluk kurarak gittikleri yeni yerlerde dahi yönetici olmalarını sağlamıştır.
TÜRKLER TARİH SAHNESİNDE FIRTINA GİBİ ESİYOR
Büyük Hun Türk İmparatorluğu ile tarih sahnesine hızla giren Türkler, kısa bir süre içerisinde ve aynı anda Macaristan’da, Çin’de ve Kâbil’de hüküm sürdüler.
AVRUPA HUN TÜRK İMPARATORLUĞU
Roma İmparatorluğunun çağdaşı olan ve Asya’da büyük bir imparatorluk kuran Hun Türkleri, Çinlilerin entrikalarına kapılan önderlerinin birbirlerine düşmeleri sonucu parçalandılar. Güneye, güney-batıya ve kuzey-batıya doğru guruplar halinde dağıldılar. Kuzey-batıya gidenler Balamir komutasında 374-375 yıllarında Don ve Dinyeper (Özü) nehirlerini aşarak Avrupa’ya yöneldiler. Gittikleri bölgelerdeki Germenleri ve diğer birçok kavimleri batıya doğru itelediler. Bu olay tarihe Kavimler Göçü olarak geçti.
Kendilerine yeni bir vatan arayan Türkler, sürekli göç ettiklerinden sistemlerini de ona göre kurmuşlardı. Jean Paul Roux’nun aktardığına göre (s.65), arabaları yürüyen ev gibiydi. Yükseklikleri 3 metre, genişlikleri 3.35 m. idi. Tekerlekleri ise 2.15 m. çapındaydı. Yolculuk sırasında besleyici ve kolay olmasından dolayı et taşıyorlardı. Etleri atlarının sırtına, eyer ile arasına koyuyorlardı.
Böylece et, hem pastırma haline geldiğinden yenebiliyordu, hem de atın terleyen sırtının eyer tarafından tahriş edilmesi önleniyordu. Pastırma halindeki bu çiğ etleri yediklerini gördükleri Hunlara Avrupalıların, çiğ et yiyen anlamına gelen “barbar” dedikleri zannedilmektedir. Normal zamanlarda barışçı olan Hunların, savaşlarda karşı taraf teslim oluncaya kadar, bazen önemli bir bölümünü yok edinceye kadar savaşmaları da, kendilerine barbar denilmesini etkilemiş olabilir.
Ancak, Alarik önderliğindeki Vizigotlar 402 yılında Roma’yı yağmalayınca, Batı Romalı yöneticiler Hunlardan yardım istediler. Çünkü Vizgotlar daha sonra çeşitli Germen kavimlerini (Vandallar, Saksonlar, Alamanlar) etraflarında toplayarak güçlenmişlerdi. Yardıma koşan Hun Hakanı Uldız, Vizigotları Floransa yakınlarında yakaladı. Liderleri Radagais’i yendi ve öldürdü. Daha sonra Romalılar, üzerlerine gelen Bizans ordusu için Hunlardan yeniden yardım istediler. Bu defa Hun lideri Rua (Atilla’nın amcası) Romalılara destek için, 60 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Ama Rua’nın hareketini öğrenen Bizanslılar savaşmadan geri çekildiler.
Avrupa Hun Türk İmparatorluğu’nun en ünlü hakanı hiç şüphesiz Atilla’dır. J.P. Roux’ya göre (s.40), Atilla 434 yılında kardeşi Bleda ile birlikte hükümdar oldu. Ancak, dünyaca ünlü olması kardeşi Bleda’yı (İ.Kafeoğlu ise, Bigila olarak bahseder (s.81)) yargılayıp ölüme mahkûm ettiği 445 yılından sonradır. Savaşlardaki hızı, sertliği ve başarısı ona Avrupalıların “Tanrının kırbacı ya da gazabı” demelerine yol açtı. Onun çok acımasız olduğunu öne sürdüler. 451 yılında Roma’ya yönelip yakınlarındaki Champagne’da konakladığında çok korktular. Kendisine karşı koyabilecek güçleri de kalmamıştı. Papa I. Leo (olaydan önce henüz patrik idi) son bir umutla Atilla ile görüşmeye gitti. Görüşme sonunda Atilla Roma’yı almaktan vazgeçip geri dönünce Avrupalılar Papaya Büyük Leo dediler ve ermiş olduğuna inandılar. Çünkü aynı Atilla, 447 yılında bugünkü Lüleburgaz kentini ele geçirerek Bizanslıları Anatolias barışı ile vergiye bağlamış ve güçlenmişti. Roma’ya da girebilirdi. Kesin bir şey söylenemez ama Roma’ya girmemesinde belki de, geçmişte Romalılara yardım etmiş olmaları etkili oldu. Çünkü Türkler, müttefikleri ihanet etmedikçe onlara sert davranmamışlardır. (Türkler bu özelliklerini günümüzde de korumaktadırlar.)
Eğer sert olduğu bilinen Atilla, söylenildiği kadar acımasız olsaydı, Papayı dinlemez Roma’yı alırdı. Bu konuda Wess Roberts şöyle diyor (s.30): “Atilla, sırf eğlence olsun diye binlerce Hıristiyan’ı vahşi hayvanlara parçalatan Romalılar kadar vahşi değildi. Korkunç İvan, Cortez ya da Pizarro’dan daha az acımasızdı. Roma’yı almaktan vazgeçmesi, aynı kenti hiçbir şeye aldırmadan yerle bir eden Almanlar, İspanyollar, Belizar ve Genserich’den daha insancıl olduğunu göstermektedir.”
Gerçekten de 402 yılında Alarik komutasında Vizigotlar, 455’de Vandal kralı Genserich, 472’de Ricimer önderliğinde Süevler, 476’da Alman Odoaker, 547’de Belisarius, 1084 yılında Roberto Guiscardo yönetiminde Normandlar, 1527’de V. Karl yönetiminde Bourbon çeteleri ve nihayet 24 Mart 1944 yılında Almanların Gestapo teşkilatı Roma’ya girmiş ve talan etmiştir. Bourbon çeteleri için anlatılan vahşet ise akla hayale sığmayacak ölçüde olmuştur.
Atilla’nın seferlerinin fetih amaçlı olmadığını, yağma olduğunu iddia edenler çoğunluktadır. Halbuki Atilla’nın amacı sadece yağma olsaydı, karşısında hiçbir güç kalmamışken, Roma’yı talan ederdi. Nitekim Roma, o tarihe kadar Atilla’nın talan ettiği iddia edilen yerlerin toplamından daha zengindi. Yağmacı zihniyetinde olan bir insan, karşısında hiçbir güç yokken bu kadar zenginliğe sırt çevirmez.
İbrahim Kafesoğlu’nun M.S. 4. asır Latin yazarlarından A.Marcellinus’tan aktardıklarına göre (s.46), Avrupa Hunlarında yönetim, kral iktidarının şiddeti değildi. Hareket için hükümdarın meclislerden karar alması lazımdı.
Diğer taraftan Atilla’nın hanımı Arıg-Han da tıpkı Mete’nin hanımının yaptığı gibi, elçileri kabul ediyor ve kendi adına davetler veriyordu. Yani savaşlarda gösterdikleri sertlikler, Hun Türklerinin kadınlara karşı saygılarından hiçbir şey eksiltmiyordu. Orta Asya’daki devlet yönetimi anlayışları devam ediyordu.
TABGAÇLAR
Atilla’nın Macaristan’da oturduğu dönemde Türklerin bir kolu olan Tabgaçlar güneye Çin’e doğru yönelmişlerdi. 386-552 yılları arasında Çin’de egemen oldular. (Aslında Tabgaç sülâlesinden önce Hunların bir kolu 308 yılında kuzey Çin’e girmiş ve Çin imparatorunu esir almıştı.) Tabgaç Türkleri 442 yılında hakanları Tabgaç Tao (veya Topa Tao) ile Çin’in başkenti Lo-Yang’ı ele geçirdiler. (M.S.25 yılından itibaren Çin’in başkenti Çang-an yerine Lo-Yang olmuştu. Bu şehir Çin’in içlerinde, Pekin’in 800 km güneybatısındadır.) Vey hanedanlığını kurarak Çin’de hüküm sürdüler. Kendilerine “ulu, saygıdeğer” anlamına gelen Tabgaç denilen ve Hunlardan farklı bir boy olan bu Türkler, Çin’e öylesine damgalarını vurdular ki, Araplar ve Orta Çağ Yunanlıları bu ülkeyi Türklerin ülkesi olarak adlandırdılar.
Tabgaçların kuzey Çin’de hüküm sürmeleri üzerine Çin imparatorluk ailesi Güney Çin’e çekildi. Başkent olarak, bugünkü Şanghay’ın 300 km batısındaki Nanking’i yaptılar. Burayı 300 yıl boyunca başkent olarak kullandılar. Bu göçlerin Çinlilere bazı yararları oldu. Güney’e göç eden Çinliler, henüz Çinlileşmemiş olan yöre halkının da Çinlileşmesini sağladılar. Böylece geniş bir coğrafyadan dar bir alana sıkışan nüfus, ortak bir Çin kültürü oluşturdu.
Roux’nun aktardığına göre (s.38), Tabgaç Türkleri, Çin’de zamanın ünlü mağaraları olan Yun-Kang ve Lung-Min ile en büyük heykel çığırını açtılar. Bu mağaralar günümüze kadar gelen çok ender eserlerdendir. Tabgaçlar Wei sanatını geliştirdiler. Böylece yerleşik hale gelen Türklerin sanatta da neler yapabileceklerini gösteren ilk Türkler, Tabgaçlar oldular.
Hükümdarları Tabgaç Siun’dan itibaren kendilerini Budizme verdiler. Budizmin Çin’deki yayılmasında etkili oldular. Çin’de Buddha kültürünü Tabgaçlar yerleştirmiştir denilebilir. Bu dönemde Tabgaç I. Hong dindarlığından dolayı tahtını bırakarak keşiş oldu. (Osmanlı’da II. Murat’ın tahtı oğluna bırakma arzusu, aynı sebebe dayanmaktadır.) Budizmi kabulün sonunda ileri gelenler arasında gevşemeler görüldü. Zaten sınırları da 50 şehiri geçmişti. Büyük coğrafyaya hükmetmek Tabgaçlar üzerindeki Çinlilerin etkilerini artırdı. J.P. Roux’ya göre (s.38), Tabgaç (Topa) Kiao’dan sonra dul karısı Hu (518-528), devletin yönetiminde etkili oldu. Hu, Türk geleneğine göre yetişmiş bilge bir kadındı. Yaptığı çalışmalarla Türklerin Çinlileşmelerini durdurdu. Ancak Hu’nun ölümünden sonra 534 yılında imparatorluk ikiye bölününce Türklerin mücadele gücü azaldı.
Bu dönemde bir başka Türk boyu olan ve ilk defa Türk adıyla anılan Göktürkler, 552 yılında devletlerini kurdular. Elde kesin bilgiler bulunmamakla birlikte, Tabgaçların kendilerini halen Türk hisseden kısmının Göktürklere katılmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, Avar (Juan-Juan) Hakanının kızını isteyen I. Göktürk Devleti’nin kurucusu Bumin Kağan’a, Avarlar kızlarını vermediler. Ama, Batı Tabgaç Devleti’nin Hakanı kızını Bumin Kağana verdi. Böylece arada bir dostluk oluştu. Nitekim Hayati Ülkü’nün aktardığına göre (s.770) Bumin Kağan Avarlara karşı savaşırken Topa’lardan (yani Tabgaçlar) destek aldı ve onları Avrupa’ya doğru sürdü. Ayrıntıları gözden kaçıran bazı tarihçiler, Bumin Kağan’ın Çin hükümdarından kızını istediğini yazarlar. Hattâ Roux bile Orta Asya eserinde (s.129) Bumin Kağan’ın, Çin’deki Vey ailesinden bir Çinli ile evlenmek istediğini yazar. Halbuki Vey hanedanının Türk olduğunu belgelere dayanarak Türklerin Tarihi kitabında anlatan yine kendisidir.
Tabgaçlar ve diğer Türk boylarından destek almadan, sadece Ergenekon Destanındaki az sayıda insanlarla, böylesine büyük bir başarıya ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle yeni kurulan I. Göktürk Devletine Batı Tabgaç halkının da, diğer bazı Türk boyları gibi, katılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir. (Doğu Türkistan’da Türklerin dışında Müslüman Çinliler vardır. Dunganlar ya da Huiler denilen bu gurubun köklerinin araştırılması gerektiğine inanıyorum. Bazı tarihçiler Dunganların, Türk veya Tacik olabilecekleri üzerinde dururlar.)
AKHUN TÜRK DEVLETİ
Hunların diğer bir kolu olan Akhunlar, güney-batıya yöneldiler. Sogdiyana, Baktriane ve Horasan’a egemen oldular. Bu bölgelerde daha önce Büyük Hun Devleti’nden kaçan ve proto-Türk denilen Vusunlar yaşıyorlardı. Akhunlar Kabil’e yerleştiler. Sasanilerle yakın temasa geçtiler. Hatta 459 yılında Sasani (İran) hükümdarlığına veliaht I. Firuz’un geçmesini sağladılar. Firuz kendisini toparlayıp güçlü hissetmeye başlayınca, bağımlılıktan kurtulmak istedi. Akhun hakanı Aksuvar’a savaş açtı. Ancak yenildi ve öldürüldü. Türklerin nankörlere karşı acımasızlıkları bu olayda da kendini göstermişti.
Türkler daha sonra Teoman Tigin önderliğinde Hindistan’a yöneldiler. İndus ve Malva’ya hakim oldular. Hindistan’ın içlerindeki Gurupta Devleti üzerine seferler düzenlediler. 565 yılında I. Göktürk Devleti güçlenene kadar egemenliklerini sürdürdüler.
TARİHTE TÜRKLER ARASINDAKİ ORTAK ÖZELLİKLER
Türk Devletleri hakkında bilgi verirken hepsine tek tanımlayıcı isim olarak hep “Türk” sözünü kullandık. Halbuki Türk sözü ilk defa Göktürkler için kullanıldı. Arapların İslâmiyet’i yaymak için doğuya geldikleri sırada karşılaştıkları devlet Göktürklerdi. Bu nedenle Arap tarihçiler benzer dili konuşan bütün boylara Türk (Etrâk) dediler. Daha sonra batıdaki tarihçiler de bu adı kullandılar. Çin kaynakları Göktürkler için, T’u-kü-eler diye bahsederler.
Bu bölümde anlatılmak istenen, bütün boylarda görülen ortak ve benzer özelliklerin varlığıdır. Yoksa o dönemde, bugünkü anlamda bir millet ve Türklük anlayışı yoktu. Aynı soya mensubiyet bilinci bugünkü gibi gelişmemişti. Her gurup ve boy kendini diğerlerinden ayrı görüyordu. Bu nedenle de aralarında sıkça savaşıyorlardı. Ancak gelişen olaylar ve çeşitli boylardan oluşan Hunların kurdukları devletler incelendiğinde, sosyal açıdan bazı ortak özellikleri gözlenmektedir. Daha sonra göreceğimiz diğer boyların da kuracakları devletlerde de benzer özellikler görülmektedir.
Askeri anlayışları ve buna uygun özel nitelikler olan gözü peklik, savaşanlar arası dayanışma, üste kesin itaat hemen hepsinde aynıydı. Madenleri işlemeleri, ata hükmetmeleri ve üzengi kullanmalarından savaş taktiklerine kadar benzerlikler vardı. J.P.Roux (s.16), yüksek onur ve verilen söze sadık kalma konusunun bütün Türk tarihi boyunca karşımıza çıktığını aktarır. Türkler, egemenlikleri altındaki halklara ve birbirlerine verdikleri sözleri tutuyorlardı. Yaptıkları antlaşmaları karşı taraf bozmadıkça aynen uyguluyorlardı. Nitekim Atilla, Roma’ya girmeyeceğine dair Papa I.Leo’ya verdiği sözü, kendisini engelleyecek bir güç yokken tutmuştur. Akhunlar ise, kendileri güçlü olmalarına rağmen I.Firuz ihanet edene kadar verdikleri sözden dönmediler. Türklerin güçlü oldukları dönemlerde dahi gösterdikleri bu hoşgörü anlayışı, imparatorluklar kurabilmelerinin önemli bir nedeni olmuştur.
Boyların ırkçılık yaptıklarına pek rastlanmaz. Zaten eğer ırkçılık yapsalardı, egemenlikleri altındaki diğer halkları kendileri gibi olmaya zorlarlardı. Halbuki konu içerisinde de gördüğümüz gibi, diğer halkların kimliklerini muhafaza etmelerine izin verdiler. Ayrıca Bulgar Türklerinden Kurum Hanı iki paragraf aşağıda aktarılan sözlerinden de anlaşılacağı üzere, insanlara iyilik etmeye çalıştılar.
Türk boyları yönetimlerinde adaletten ayrılmamaya gayret ettiler. Zaten adaletten ayrılanlar kısa sürede yıkıldılar. Atilla kendisine suikast düzenleyen Bleda’yı bir heyet önünde sorguya çekti (445). Karadeniz’in kuzeyi ile Hazar Denizi arasında yaşayan Hazar Türklerinde (7-8. yüzyıl) ülkedeki her din mensubunun davalarına bakabilmek için değişik dinlerden yedi ayrı yargıç vardı. Ama, ihanet eden nankörlere karşı hepsi de acımasız oldular.
Yukarıda kısaca bahsedilen üç devletten de anlaşılacağı gibi, Türkler 45-55. enlemlerde 4. ve 6. yüzyıllar arasında çok geniş bir alana hakim oldular. Bu bölgelerden Orta Asya’da halen Türk Devletleri vardır. Hindistan’ın kuzeyinde ise 18. Yüzyılın ortalarına kadar kısa aralıklarla egemenliklerini sürdürdüler. 1919 yılında Anadolu’daki Türklerin yaptıkları Kurtuluş Savaşına bu bölgeden de (bir kısmı bugünkü Pakistan) maddi ve manevi yardımlar gönderildi. (Bazı tarihçiler bugünkü Afganistan’da yaşayan Peştunların, proto-Türk olan Vusunların devamı olduğunu söylerler.) Karadeniz’in kuzeyi ise, kısa bir aradan sonra yaklaşık 1000 yıl kesintisiz olarak Türklerin egemenliğinde kaldı. Hazarlar, Bulgarlar, Peçenekler (kitabın Haçlı Seferleri bölümünde daha ayrıntılı bilgi verilecektir), Kıpçaklar, Tatarlar, Nogaylar hep bu bölgelerde hüküm sürdüler.
Balkan Bulgar Türklerinin hanı Kurum Han, 811 yılında Bizans İmparatoru Nikephoros’u yendi. Yenmesine rağmen Türkler yine de Bizanslılara iyilik etmekten geri durmadılar. İbrahim Kafesoğlu’nun G.Feher’den ve V.Beşevliev’den ayrı ayrı aktardığına göre (s.97), Direklerdeki 2. Bulgar kitabesinde yazılı olan Bulgar Türklerinin hanının şu sözleri bu davranışa işaret etmektedir. “Doğru insanı ve yalancıyı, Tanrı bilir. Bulgarlar (Türkler), Hıristiyanların (Bizanslılar) iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor.” Gerçekten de Türklerin bu konudaki düşünce ve yapıları günümüze kadar hep aynı kaldı. (Kurum hanın Nikephoros’un kafasını kestirip içinde şarap içtiği iddası vardır. Bu olay Türk kültürüne uymamaktadır. Hakanın yukarıdaki anlayışıyla ve davranışlarıyla da taban tabana zıttır. Ayrıca İbrahim Kafesoğlu’nun aktardığına göre (s.94), bu konuyla ilgili bilgi, olaydan iki asır sonra yazılmış Leon Grammaticos’un eserine, sonradan bilinmeyen birisi tarafından ilave edilmiştir.)
Atilla’dan sonra devlet içerisindeki diğer halklar ayaklanmaya başladı. Bunun üzerine devlet içerisindeki kurucu Hun Türkleri, doğuya doğru kayarak devletlerini sürdürdüler. 540 yılında dahi, Yunanlıları yenecek güçleri vardı. Bu sıralarda I. Göktürk Devleti’nin Avarları (Çin kayıtlarında Juan Juan) yenerek devlet kurmasının sonucunda Avarlar, batıya doğru göç ederek Balkanların kuzeyine kadar geldiler. Bölgede hakimiyet kurdular. Yunanistan’ı işgal ettiler (591). Balkanlarda hakim olan Avarlar, Türkçe konuşuyorlardı. Bu durum Avarların muhtemelen Avrupa’daki Hun Türkleriyle birleştiklerini gösterir. (Çünkü Karadeniz’in doğusunda kalan Avar gurubunun dili Türkçe değildir.) Ancak daha sonra dillerini kaybetmeye başladılar. Böylece önce Slavlaştılar. 8. yüzyılın sonunda Avar hanının vaftiz edilmesiyle tamamen Hıristiyan oldular. (Bu guruptan daha önce göç sırasında ayrılıp doğuda kalanlar bugünkü Dağistanlılardır.)
Avarlar kendilerinden hemen sonra bölgeye gelen Bulgar Türklerini, onlar da kendilerinden sonra gelen Peçenekleri etkilediler. Bu bölgede dillerini kaybeden bazı guruplar önce Slavlaştılar, sonra Hıristiyanlaştılar. Bir kısmı ise doğuya çekilerek orada ayrı bir devlet kurdular. İdil (Volga) Bulgar Türk Devleti böyle kuruldu. Peçeneklerin ise, Malazgirt Savaşında Alparslan’ın yanında yer alanları Müslüman oldular. Balkanlarda kalanların bazıları Hıristiyanlaştılar. Ama bir kısmı Doğuya doğru göç ettiler. (Bu konuda kitabın Haçlı Seferleri bölümünde daha geniş bilgi verildi.)
Tarihte Türklerin boylarında görülen ortak özellikler:
(Bu özelliklerin çoğunu J.P.Roux sıralamaktadır.)
§ Yüksek onur
§ Sözünün eri olma
§ Irkçılık yokluğu
§ Çevresindekilere hizmet arzusu
§ Bağımsızlık isteği
§ Maddi ve manevi sağlamlık
§ Gözü peklik
§ Üste kesin itaat
§ Mağdurlara karşı merhamet
§ Savaşanlar arası dayanışma
§ İhanet edenlere karşı acımasızlık
§ Gerektiğinde kendisinin ve düşmanının hayatını hiçe sayma
Yukarıdaki özellikler bazen toplumsal, bazen kişiseldir. Her özellik Türk olduğunu düşünen her kişide olmayabilir. Ama tarihteki önemli olaylar genelleme yapılmasına izin vermektedir. Belgelenen tarihte Türklerin ilk ünlü devlet adamı olan Mete’den, Atatürk’e kadar, bu özelliklere daha çok sahip olan kişiler Türkleri ileriye taşımışlardır. Dolayısıyla bir kimse kendisinin Türklükle bağdaşır davranışta bulunup bulunmadığına, yukarıdaki özelliklerle ne kadar uyum sağladığına göre karar verirse daha isabetli olur.