ςคﻮคtคא_кђคภร khans
New member
Türkler 'korku' nedir bilmiyor
RIZA KIRAÇ
Ülkemiz sinemasının önemli zaaflarından biridir “tür” sinemasının gelişememesi... Dram, melodram, komedi hatta avantür sinemayı hakkıyla yapmışızdır da, gerilim-korku filmlerinde pek başarılı olamamışızdır. Yeşilçam’ın gerilim-korku filmi örnekleri vardır. Dönemin koşulları göz önüne alındığında bu filmler birer “fantastik” deney olarak kalıyor. Yani bu filmler afişlerinde her ne kadar “korku-dehşet” gibi ibareler taşısa da kendilerini ciddiye almayan bir eda vardır. Korku filmi olduğu iddiasındaki Türk yapımları, iyi sinema izleyicileri nezdinde “sahte” imajından kurtulamadı.
Dünya sinemasında korku, gerilim filmlerinin her dönem örnekleri vardır; ancak bu filmlerin patladığı yıllar 1980’lerdir. Bu konuda birçok yazı ve görüş bulabilirsiniz. Temel düşünceyi şöyle özetleyebiliriz: “Dünyada yükselen muhafazakar-Hıristiyan politikaların sinemada cisimleşmesi ve özellikle genç kuşakları ahlaki bir çizgiye çekme isteği.” En adi “trash” filmlerde bile, yani insan organlarının kesilip biçildiği, neşterlerin, koca bıçakların havada sallandığı filmlerde dahi bu kaygı vardır.
Korku filmi olduğu iddiasındaki yapımlar Türkiye’de 2000’li yıllarla birlikte yeniden gündeme geldi. Hemen aklımıza gelen, Durul ve Yağmur Taylan Kardeşler’in Doğu Yücel’in Hayalet Kitap’ından özgür uyarlaması “Okul”(2003), Orhan Oğuz’un yönettiği “Büyü” (2004) ve bu yıl gösterime giren Hasan Karacadağ’ın “Dabbe”yle, Toğan Gökbakan’ın “Gen” filmleri diyebiliriz. Bu arada gösterime girmeyen bazı örnekler de olabilir, bunları hesaba katmıyoruz.
Bu filmler “kalp” yani “sahte”dir. Dikkat ettiyseniz “taklit” diyemiyoruz. Taklitte bir olmuşluk, örneğe benzerlik vardır. Böylesi bir benzerlik yaratmak için de bir ustalık, maharet sergileme gerekir. Oysa, sahtenin sahteliği bir bakışta anlaşılabilir.
Türkiye’de çekilen gerilim-korku filmi iddiasındaki yapımların kendine göre bir “alıcısı” var kuşkusuz; özellikle “Okul”, “Büyü” ve “Dabbe” hak ettiğinden fazla izleyiciye ulaştı. Taylan Kardeşler’in yönettiği, “Okul” bir korku filmi olarak düşünülmüş ve fakat bakmışlar bu film kimseyi gerip korkutmayacak, bari harcanan paranın hakkını verelim, biraz komik bir film olsun, demişler. Fellini’den, Mellini’den Allah ne verdiyse bir şeylerden esinlenilerek, gençleri güldürmek için bütün “kitch”leri bir araya getirmişler.
“Büyü” filmi ise Orhan Oğuz’un daha önceki filmleri gibi gişede gümlemeye yatkın bir yapımken, G-mail kompleksindeki yangınla birlikte birden, “büyülü” bir film oldu ve beklenenin üstünde bir izleyiciyi sinemaya çekti. Ama sinemadan çıkarken filme gülenler de vardı. Tabii sinirleri sağlam izleyiciler, kadın oyuncuların attıkları çığlıklardan ruh sağlıklarını koruyarak çıktılar, gülenlerin ise sinirleri bozulmuştu.
“Dabbe”ye ilişkin söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Bu film, politikacıların ne dediğini bilmeden yaptıkları saçma sapan beyanlardan sonra, “Talihsiz bir açıklamaydı, maksadını aştı” gibi bir durum. Hasan Karacadağ, filmden sonra böyle bir açıklama yapmadı tabii. O mutlaka ikinci filminin hazırlıklarına başlamıştır.
Toğan Gökbakan’ın yönettiği “Gen”, diğer yapımlara göre biraz daha eli yüzü düzgündü. Ama başta diyaloglar olmak üzere ve bazı sahnelerin rejisinde ciddi sorunlar vardı. Hiç değilse biraz daha “gerilim filmi” atmosferi yaratmaya çalışıyor ve “klasik” bir yapıyla hikâyesini anlatıyordu.
Germeden korkutamazsınız
Bu dört filmin en önemli eksiği kuşkusuz “gerilim olgusundan” nasiplerini almamasıdır. Aslına bakarsanız bu filmlerin hepsi “klasik korku” sinema örneklerine özeniyor; ama onun gereklerini yerine getirmiyor. Senaryoda başlayan sorunlar, oyuncu seçimine, oyunculuğa ve rejiye yansıyor. Bir yandan da, “Korkunç olan nedir?” sorusunun cevabını vermeden izleyiciyi korkutmak mümkün olmuyor.
İyi bir korku filmi floresanların cızırtısıyla izleyiciyi germez. Bu, ancak atmosferin bir parçasıdır. Atmosfer de sadece ışıkların söndürülmesiyle, sentetik ses efektleriyle oluşturulmuyor. Böyle olsaydı, gidip iki ses efekt CD’si alır, sesleri kurgulayarak karanlık üstünde korku filmi atmosferi yaratılabilirdi. Öyleyse izleyiciyi nasıl korkutacaksınız, “Cceeeee” diyerek birden karşısına çıkarak mı? Önüne kedi ölüsü atarak mı? Yoksa izleyiciyi tavşanla bir tutup, gözüne ışık tutarak mı sindireceksiniz!
İyi korku filmi için izleyiciyi gerecek gerçek bir “gerilim hikâyesine” ihtiyacımız var. Ne ki, Türkiye’de “gerilim öyküsü-romanı” üretimi de pek iç açıcı değil. Belki yıllar öncesine dönüp Edgar Allan Poe’yu yeniden okuyacağız. Çünkü, korku öğeleri her ne kadar olağanüstülüklere, inlere, cinlere bağlıysa da, sağlam bir hikâye kurgusu ve neden-sonuç ilişkisi ister. Dünyanın en uçuk-korkunç hikâyesine sahip olsak bile, iyi bir senaryo yaratmak için sağlam bir hikâye kurmalıyız. Oysa yukarıda saydığımız filmlerin hiçbirinde doğru dürüst hikâye yok.
Üstelik bu hikâyelerin “ideolojik” bir arka planı olması gerekiyor ki, buna hiçbir Türk filminde rastlayamıyoruz. Bu filmler ne sağcı, ne solcu; sadece gişeden payına düşeni alma derdinde. Bunda ne var demeyin; amaç aracı belirlemeye başlamış!
Hem yerel hem evrensel
Korku filmlerinin en önemli özelliği yüzyıllar boyunca toplumların kültürel birikimleri dahilindeki mitolojik, dinsel, anonim hikâyeleri doğrudan kullanması veya bunlara atıfta bulunmasıdır. Özellikle “Batı” menşeli korku filmlerinde Hıristiyan inanışından kaynaklı hikâyeleri fazlasıyla görürsünüz. Şeytanın bir insanın içine girmesi, İsa peygamberin dönmesi ya da sıklıkla rastladığımız “huzuru kaçmış ruhlar”ın insanları huzursuz etmesi! Ama klasik korku sinemasında anonimleşmiş hikâyeler de vardır; Kont Drakula, Kurt Adam, Zombiler ve Mumyalar gibi. Uzakdoğu sinemasının korku filmleri, mitolojik ögelerden yola çıkar, huzuru kaçmış ruhların yanı sıra kötülük kaynağı genellikle “küçük kızlar”dır.
Türkiye’ye özgü bir gerilim-korku kültürü oluşturulacaksa bunun temelinde bu toprakların mitolojik hikâyeleriyle birlikte Müslümanlık inanışının işlendiği hikâyeler yer almalıdır. Türkiye’de yaşayan insanların korku kaynaklı kültürel kodlarını çözmeden bunu yapmak mümkün değil.
Nasıl ki, Türkiye’deki mizah hâlâ geçmiş dayalı ögelerle ayakta duruyorsa; ortaoyunundan Hacivat Karagöz’e, oradan meddaha ulaşıyorsa, gerilim, korku filmlerinin de geçmişle böyle bir bağ kurması gerekmektedir. Ancak bu ögeler yerli yerinde kullanıldığında “yerel” olan korku figürlerimiz kendine has bir görsel gerilimle sinemaya aktarıldığında, karakterlerimiz evrensel bir nitelik kazanır. Yoksa, hiçbir zaman içeriğine vakıf olamayacağımız “gerilim-korku filmlerinin” sahtelerini üreterek, gerilmeye gelen izleyicileri güldürerek evine göndermeye devam edeceğiz
RIZA KIRAÇ
Ülkemiz sinemasının önemli zaaflarından biridir “tür” sinemasının gelişememesi... Dram, melodram, komedi hatta avantür sinemayı hakkıyla yapmışızdır da, gerilim-korku filmlerinde pek başarılı olamamışızdır. Yeşilçam’ın gerilim-korku filmi örnekleri vardır. Dönemin koşulları göz önüne alındığında bu filmler birer “fantastik” deney olarak kalıyor. Yani bu filmler afişlerinde her ne kadar “korku-dehşet” gibi ibareler taşısa da kendilerini ciddiye almayan bir eda vardır. Korku filmi olduğu iddiasındaki Türk yapımları, iyi sinema izleyicileri nezdinde “sahte” imajından kurtulamadı.
Dünya sinemasında korku, gerilim filmlerinin her dönem örnekleri vardır; ancak bu filmlerin patladığı yıllar 1980’lerdir. Bu konuda birçok yazı ve görüş bulabilirsiniz. Temel düşünceyi şöyle özetleyebiliriz: “Dünyada yükselen muhafazakar-Hıristiyan politikaların sinemada cisimleşmesi ve özellikle genç kuşakları ahlaki bir çizgiye çekme isteği.” En adi “trash” filmlerde bile, yani insan organlarının kesilip biçildiği, neşterlerin, koca bıçakların havada sallandığı filmlerde dahi bu kaygı vardır.
Korku filmi olduğu iddiasındaki yapımlar Türkiye’de 2000’li yıllarla birlikte yeniden gündeme geldi. Hemen aklımıza gelen, Durul ve Yağmur Taylan Kardeşler’in Doğu Yücel’in Hayalet Kitap’ından özgür uyarlaması “Okul”(2003), Orhan Oğuz’un yönettiği “Büyü” (2004) ve bu yıl gösterime giren Hasan Karacadağ’ın “Dabbe”yle, Toğan Gökbakan’ın “Gen” filmleri diyebiliriz. Bu arada gösterime girmeyen bazı örnekler de olabilir, bunları hesaba katmıyoruz.
Bu filmler “kalp” yani “sahte”dir. Dikkat ettiyseniz “taklit” diyemiyoruz. Taklitte bir olmuşluk, örneğe benzerlik vardır. Böylesi bir benzerlik yaratmak için de bir ustalık, maharet sergileme gerekir. Oysa, sahtenin sahteliği bir bakışta anlaşılabilir.
Türkiye’de çekilen gerilim-korku filmi iddiasındaki yapımların kendine göre bir “alıcısı” var kuşkusuz; özellikle “Okul”, “Büyü” ve “Dabbe” hak ettiğinden fazla izleyiciye ulaştı. Taylan Kardeşler’in yönettiği, “Okul” bir korku filmi olarak düşünülmüş ve fakat bakmışlar bu film kimseyi gerip korkutmayacak, bari harcanan paranın hakkını verelim, biraz komik bir film olsun, demişler. Fellini’den, Mellini’den Allah ne verdiyse bir şeylerden esinlenilerek, gençleri güldürmek için bütün “kitch”leri bir araya getirmişler.
“Büyü” filmi ise Orhan Oğuz’un daha önceki filmleri gibi gişede gümlemeye yatkın bir yapımken, G-mail kompleksindeki yangınla birlikte birden, “büyülü” bir film oldu ve beklenenin üstünde bir izleyiciyi sinemaya çekti. Ama sinemadan çıkarken filme gülenler de vardı. Tabii sinirleri sağlam izleyiciler, kadın oyuncuların attıkları çığlıklardan ruh sağlıklarını koruyarak çıktılar, gülenlerin ise sinirleri bozulmuştu.
“Dabbe”ye ilişkin söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Bu film, politikacıların ne dediğini bilmeden yaptıkları saçma sapan beyanlardan sonra, “Talihsiz bir açıklamaydı, maksadını aştı” gibi bir durum. Hasan Karacadağ, filmden sonra böyle bir açıklama yapmadı tabii. O mutlaka ikinci filminin hazırlıklarına başlamıştır.
Toğan Gökbakan’ın yönettiği “Gen”, diğer yapımlara göre biraz daha eli yüzü düzgündü. Ama başta diyaloglar olmak üzere ve bazı sahnelerin rejisinde ciddi sorunlar vardı. Hiç değilse biraz daha “gerilim filmi” atmosferi yaratmaya çalışıyor ve “klasik” bir yapıyla hikâyesini anlatıyordu.
Germeden korkutamazsınız
Bu dört filmin en önemli eksiği kuşkusuz “gerilim olgusundan” nasiplerini almamasıdır. Aslına bakarsanız bu filmlerin hepsi “klasik korku” sinema örneklerine özeniyor; ama onun gereklerini yerine getirmiyor. Senaryoda başlayan sorunlar, oyuncu seçimine, oyunculuğa ve rejiye yansıyor. Bir yandan da, “Korkunç olan nedir?” sorusunun cevabını vermeden izleyiciyi korkutmak mümkün olmuyor.
İyi bir korku filmi floresanların cızırtısıyla izleyiciyi germez. Bu, ancak atmosferin bir parçasıdır. Atmosfer de sadece ışıkların söndürülmesiyle, sentetik ses efektleriyle oluşturulmuyor. Böyle olsaydı, gidip iki ses efekt CD’si alır, sesleri kurgulayarak karanlık üstünde korku filmi atmosferi yaratılabilirdi. Öyleyse izleyiciyi nasıl korkutacaksınız, “Cceeeee” diyerek birden karşısına çıkarak mı? Önüne kedi ölüsü atarak mı? Yoksa izleyiciyi tavşanla bir tutup, gözüne ışık tutarak mı sindireceksiniz!
İyi korku filmi için izleyiciyi gerecek gerçek bir “gerilim hikâyesine” ihtiyacımız var. Ne ki, Türkiye’de “gerilim öyküsü-romanı” üretimi de pek iç açıcı değil. Belki yıllar öncesine dönüp Edgar Allan Poe’yu yeniden okuyacağız. Çünkü, korku öğeleri her ne kadar olağanüstülüklere, inlere, cinlere bağlıysa da, sağlam bir hikâye kurgusu ve neden-sonuç ilişkisi ister. Dünyanın en uçuk-korkunç hikâyesine sahip olsak bile, iyi bir senaryo yaratmak için sağlam bir hikâye kurmalıyız. Oysa yukarıda saydığımız filmlerin hiçbirinde doğru dürüst hikâye yok.
Üstelik bu hikâyelerin “ideolojik” bir arka planı olması gerekiyor ki, buna hiçbir Türk filminde rastlayamıyoruz. Bu filmler ne sağcı, ne solcu; sadece gişeden payına düşeni alma derdinde. Bunda ne var demeyin; amaç aracı belirlemeye başlamış!
Hem yerel hem evrensel
Korku filmlerinin en önemli özelliği yüzyıllar boyunca toplumların kültürel birikimleri dahilindeki mitolojik, dinsel, anonim hikâyeleri doğrudan kullanması veya bunlara atıfta bulunmasıdır. Özellikle “Batı” menşeli korku filmlerinde Hıristiyan inanışından kaynaklı hikâyeleri fazlasıyla görürsünüz. Şeytanın bir insanın içine girmesi, İsa peygamberin dönmesi ya da sıklıkla rastladığımız “huzuru kaçmış ruhlar”ın insanları huzursuz etmesi! Ama klasik korku sinemasında anonimleşmiş hikâyeler de vardır; Kont Drakula, Kurt Adam, Zombiler ve Mumyalar gibi. Uzakdoğu sinemasının korku filmleri, mitolojik ögelerden yola çıkar, huzuru kaçmış ruhların yanı sıra kötülük kaynağı genellikle “küçük kızlar”dır.
Türkiye’ye özgü bir gerilim-korku kültürü oluşturulacaksa bunun temelinde bu toprakların mitolojik hikâyeleriyle birlikte Müslümanlık inanışının işlendiği hikâyeler yer almalıdır. Türkiye’de yaşayan insanların korku kaynaklı kültürel kodlarını çözmeden bunu yapmak mümkün değil.
Nasıl ki, Türkiye’deki mizah hâlâ geçmiş dayalı ögelerle ayakta duruyorsa; ortaoyunundan Hacivat Karagöz’e, oradan meddaha ulaşıyorsa, gerilim, korku filmlerinin de geçmişle böyle bir bağ kurması gerekmektedir. Ancak bu ögeler yerli yerinde kullanıldığında “yerel” olan korku figürlerimiz kendine has bir görsel gerilimle sinemaya aktarıldığında, karakterlerimiz evrensel bir nitelik kazanır. Yoksa, hiçbir zaman içeriğine vakıf olamayacağımız “gerilim-korku filmlerinin” sahtelerini üreterek, gerilmeye gelen izleyicileri güldürerek evine göndermeye devam edeceğiz