türk ocağı
serdengeçti
Türkiye'de 'Türk' olmak
"Türk"ten kasıt ne, meselesine gelelim önce: Bu ülkede Türk, etnik aidiyetini tarif ederken Türk aslına bağlı olduğunu öne çıkarmaktan çok, başkaca (yani Arap, Çerkez, Kürt vb. gibi) referans göstermeyen bir topluluğun adıdır. Bir etnisite olarak Türklerin soy köklerini ırsî mantıkla geriye doğru sürmelerinin imkânı yoktur. Toroslar ve Ege mıntıkasında yaşayan bazı Türkmen aşiretlerinde etnik aidiyet duygusuna dokunmak belki mümkün ama kendini Türk sayan geniş kitle, buna benzer bir etnik orijin referansından mahrumdur.
Bu niçin böyledir, kısaca izah edelim: Tarihî kayıtlarımız, aile şeceresi çıkartmak için elverişli değildir, Tahrir defterleri vergileme esasına ve hane reisi anafikrine göre tutulmuştur; soy ilişkilerini göstermek itibariyle sistematiği yoktur. Nüfus sayımı ise mâlum, 1830'larda başlatılmıştır ve o kayıtlar bile şecere çıkarmak için yeterince elverişli değildir. Bu mânâda Türk, tarihsizdir. Aristokrasisi, Burjuvazisi yani hafızası yoktur. Türk, kendini gölün suyundan bir damla gibi kültürel bağlanışlarla Türk hisseder ve bu duygu ona kâfi gelir.
Devletin resmi ismini, aidiyet adresi olarak paylaşmak Türk'e hiçbir imtiyaz tanımaz, bilakis çoğu yerde yarışa geriden başlamasını gerektirir. Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan ve kendini Türk hisseden birinin devletle yüz-göz olmuşluk (akrabalık, sıcaklık, samimiyet, karabet) derecesi, variyetli ve şöhretli bir sülâlenin elli ikinci dereceden uzak ve fukara akrabası olmak gibi bir şeydir. Fiilen hiçbir anlam ifade etmez; Türkiye'de kendini Türk sayanlar, Türk oldukları için bugün kadar kayırılmamış, kollanmamış, öne çıkarılmamışlardır. Onların bu isim akrabalığından paylarına düşen, devlet adamlarının ara sıra söylediği güzel sözler, vecizeler, tatlı iltifatlardır.
Türkler kendilerini, -garip bir tarihi mantıkla- Osmanlı siyaset anlayışının tabii vârisi sayarlar; Osmanlıların son zamanlara kadar Türk lâfzını pek makbul tutmayışlarına bile alınganlık göstermezler. Türklerin en tarif edici politik vasfı devletin kütlesine temas ihtiyacıdır. Bir iltisak noktası temin ettiklerinde rahatlar ve kendilerini devletin cüzü sayarlar. Bu duygunun sahici olup olmadığı, nihai tahlilde lehine işleyip işlemediği onlar için önem taşımaz. Bu yüzden, "Ağanın malı gider, azabın canı gider" sözü Türk için söylenmiş gibidir.
Siyasi ve ekonomik ganimet paylaşmakta yırtıcı olmaması ve kendini 70 milyonda bir hisse sahibi olduğu tüzel kişiliğin sahibi sanmasına mukabil Türk, başkaca aidiyet iddiası taşıyan kişi ve toplulukların "hak" peşinde koşmasını anlayamaz. Kendisi esasen devlet denilen tüzel kişilikte somut bir hakka sahip olmadığı için bu gibi iddiaları şaşırtıcı ve samimiyetten uzak bulur. Devleti sahiplenir ama bu temellük, başkalarının sahiplenişini kıskanma raddesine ulaşmaz; bilakis başkalarının hak peşinde koşmasını garipser, anlayamaz, hatta incinir.
Fiiliyatta devlet, Türk'ün dilinden başka hiçbir kültür varlığını olduğu gibi resmen kabullenmiş değildir; kaldı ki Türklerin dili de devlet tarafından sistematik devrimlere uğratılmış ve Türklerin ilerde seküler bir dünya görüşünü benimseyeceği hesabıyla dilin içini İslami kavramlardan arıtarak laik bir dil inşa etme gayretine girişmiştir. Türk, kendisini Türk kavramına bağlayan kültür unsurlarında bile incitilmiş ve hor görülmüş olmasını fazlaca umursamamıştır çünkü Türk'ün şuuraltında devlet bir "dam altı"na (sakf), gölgeliğe benzer. Bu dam altında özel yer ve hak iddia edilmesini kendisi adına bile mânâsız ve sebepsiz bulur.
Ve Türk, son günlerde yürüyüp giden alt-üst kimlik tartışmalarından bir şey anlamamakta ama derinden derine incinmektedir.
Ahmet Turan Alkan
Zaman Gazetesi, 30.11.2005
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kâfire kafa tutan ve minik bir sual!
“Öncelikle ‘Türk olmak’ yazınız, beni, nicedir anlamaya çalıştığım konuda (Türk milliyetçiliği, Türklük psikolojisi, Türk toplumunun ortak ama birkaç Türk tanıyarak anlayamayacağınız tarihsel psikolojik gelişimi) epey aydınlattı.
Nitekim bunları otomatik olarak anlayamazdım çünkü Türk değilim (Kürdüm) ama beni bu yazıyı yazmaya iten sebep, anlayamadığım bazı noktalar... Ben Kürdüm ama Kürtçeyi Türkçe kadar bilmiyorum, Türkçe konuşuyorum, Türkçe okuyorum, Türkçe dua ediyorum, Türkçe şiir yazıyorum. Buna karşılık Kürtçe yazılmış bir kitaptan hiçbir şey anlamıyorum. Bu durumda ben kendimi Türk gibi mi hissetmeliyim? Sizin Türk gibi hissetmekten kastınız nedir? Kendimi bir an Türk gibi hissetmeye zorladığımda -ki bir Türk gibi davranıyorum, okuyorum, düşünüyorum, yazıyorum vs.- kendimi inanılmaz kötü hissediyorum sanki bütün aileme büyüklerime hiç bilmesem de tarihime ve anadilime (Kürtçeye) ihanet etmişim gibi geliyor.”
Okuyucu mektubu yayınlamamak üzerine daha önce kendime söz vermiş olmama rağmen bu mektubu kısmen iktibas etmek ihtiyacı hissettim, çünkü aynı minval üzre başka tepkiler de geldi ve izin almadığım için ismini saklı tutacağım bu okuyucunun samimi bir dille ifade ettiği duygular, bana çok temsil edici göründü.
Evvela bir konuyu açıklığa kavuşturalım; “Türkiye’de Türk olmak” başlıklı yazı, sadece yazarını ilzâm eden psikolojik bir tasvir denemesiydi. Dolayısıyla kendisini Türk hissetmeyenlerin ne yapması gerektiği yolunda bir imâ taşımıyordu; böyle bir imâdan şimdi de hayâ ve içtinâb ederim.
İsmet Özel, evvelâ, şair sıfatını -üstelik hakkıyla- taşıyan biri olmak hasebiyle mesafeli bulunmak istediğim insanlar zümresine giriyor ama onun son yıllarda, tamamen vehbî bir ilhamla yakaladığı “Türk olmak” târifini ciddiye alıyor ve içinde yaşadığımız kimlik tartışmaları bunaltısında fevkalâde izah edici buluyorum. İsmet Özel, Türk’ü, “kâfire kafa tutan, onunla çatışmayı göze alan” diye tarif ediyor. Bu tarifin, tartışmakta olduğumuz kimlik meselesi boyutuyla ilgisi yoktur, zira bu tarif ortak kabul gördüğünde bütün etnik aidiyetler bir anda hükümsüz kalıveriyor.
“Türklük tarihi bir roldür” tarifi de aynı boyuttan ipuçları veriyor.
Meselenin “şâirâne bir ilham”ı aşan tarafı, Türklük denilen şeyin etnik etikete hapsedilmezden evvel tarihi bir rol ve olguyu temsil etmesidir. Osmanlıların, Kayı boyundan geldikleri halde asırlar boyunca Oğuzluğu, “saflık, kaba-sabalık ve naiflik” gibi karşılıklarla telaffuz etmekten gocunmayışlarında bu nükte var gibidir; o tarihi rol fiilen yerine getirildikten sonra adını Oğuzluğa, Kayılığa veya doğrudan Türklüğe bağlamanın pek de önemsenir bir tarafı kalmıyor.
Daha ilginci, batı dünyasının şuuraltında da Türk kelimesinin bugün fiilen, “kâfire kafa tutan” anlamıyla algılanıyor olmasıdır ve Türkiye’nin AB’ye kabulü ihtimâlinin batıda esasen ne türlü endişeler uyandırdığını da mühim oranda ifşâ eder.
AHMET TURAN ALKAN - ZAMAN
k:http://www.40ikindi.com/40pencere/oku.php?id=1538